İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

25 Haziran 2009 Perşembe

Konuşmak İstiyorsam Duymak Zorunda mısın?

Bugünlerde aynı anda bir kitap tercümesi ve iki kitabın basıma hazırlık aşaması üzerinde çalışıyorum. Bir yandan bire bir çalışmalar yapıyorum, kimileri de oldukça ağır. Yorgunum. Son altı aydır, belki üç yıldır demeliyim, çok seyahat ediyorum. Kimi zaman, çoğu zaman dışardan gelen taleplere, isteklere cevap verebiliyorum. Elimden geldiğince. Ama kimi zaman, devam edebilmek için, elimdekileri bitirebilmek ve kendi sağlığımı koruyabilmek için sessizliğe girmek zorundayım. Ve bunu yapıyorum.

Bu ihtiyacımı bilen aile üyeleri, arkadaşlar mesajlarına cevap gelmediğinde olduğum hali anlarlar. O zaman e-posta kutumdaki mesajlar artmaya başlar, zaman bulundukça cevaplanmak, bazen de sadece görülmek üzere. Çalışmalarım yoğunlaştığında danışanlarımda sanki ruhuma kolaylık olsun diye gerçekten acil ve önemli olana yol açarlar. Bilirler ki kimi zaman da sadece sohbetin tadına doyduğumuz anlar da vardır. Olanı ve geleni kabul eden tüm dostlarıma teşekkür etmek istiyorum, bana verdikleri destek için.

*

Benim de çok konuşmak istediğim zamanlar olur. Yalnız bugünler onlardan değil. Uyumak, yemek yemek ve acil olan işlerimi tamamlamak dışında bir şey yapmaya zaman bulamadığım, zamanın sınırlılığını bana hissettirdiği günlerdeyim. Bundan dolayı da cep telefonlarım gerekmedikçe kapalı. İletişime açık olmadığımın, olamadığımın ifadesi olarak.

Cep telefonları hayatı kolaylaştırırken bir yandan büyük bir yanılgı yaratıyor. Her an her saniye gelecek olan her türlü talebe ve iletişime açık olmak mümkün mü? Sanmıyorum. Ben olamadım. Daha çok ofiste bulunduğum yıllarda sekreter arkadaşlar sağ olsunlar bu iletişim akışını yönetirlerdi. Yeni yaptığım iş benim derin iletişim içinde olmamı gerektiriyor. Danışanlarım ile görüşmeleri yaptığım zamanlar, eğitim verdiğim zamanlar.

Ama ya yazı yazmam gerektiği zaman ne olacak? Bugünlerde kitap düzeltmeleri üzerinde çalışıyorum. Bana sessizlik gerekiyor. Konuşurken okuyamam, ve yazarken dinleyemem ki.

Mühendislik çalışmalarımı yaparken bugüne kıyasla aynı anda birçok şeyi yapabildiğimi fark ediyorum. Ancak yazı için daha farklı bir iç dinamik gerekiyor. Danışanlarımda bireysel çalışmalarda daha derin ve kesintisiz zamanlar gerekiyor. Yazı yazmak için sessizlik ve derinleşme gerekiyor. Yazıdan başımı kaldırıp bambaşka bir konuya odaklanamıyorum. Bunu yapmayı seçersem akışı durdurmuş hatta yazacaklarımı yitirmiş oluyorum. Şaka değil, başıma geliyor.

Bu ruh halimi paylaştığım insanlar var. Açık olarak söylerim, “Konuşacak durumda değilim beni affet bir süre,” diye. Ve şükrediyorum bunu söyleyebildiğim ve beni duyan arkadaşlarım olduğu için. Bunun nedenini niçinini sorgulamak, beni eleştirmek ve yargılamak ile uğraşmayan arkadaşlarım var. Kendi isteklerine rağmen benim ricalarımı duyan arkadaşlarım var.
Ama her zaman anlaşılmak o kadar da kolay değil. Duyulmak ihtiyacımız derin bir ihtiyaç. Biliyorum çünkü konuşmaya gücüm olmadığı günler kadar durmadan anlatmak istediğim günler de oluyor. Farklı farklı zamanlarda olsalar da. Her ikisinin de tadını ve her ikisine de duyduğum ihtiyacı biliyorum. Ama ya ihtiyaçlarımızı size anlatamıyorsam? O zaman ne olacak?

Şiddetsiz İletişim konusu benim bir süredir üzerinde okuduğum ve çalıştığım bir konu. Zorlu bir konu. Yine de dünyada barış adına bir şeyler olacaksa bu hareketin etkisi de büyük olacak diye düşünüyorum. Şiddetsiz İletişim, iletişimin kurulduğu anlar ve etkileşimler ile ilgili. Ama ya iletişime açık bir halde değilsem?

Birçok şeyi kişisel algılamak gibi bir bakış açımız var. Don Miguel Ruiz’in Dört Anlaşma adlı kitabındaki dört ana maddeden biri buna dair. “Kişisel algılamayın,” der Don Miguel. “Bir kişinin yaptıkları, söyledikleri kendine dairdir, size değil.” Yani benim sessiz kalma isteğim benim sessiz kalma ihtiyacımı ifade eder; sizi duymak istemediğimi düşünüyorsanız bu sizin getirdiğiniz yorumdur. Sizin duyulma ihtiyacınız karşılanmamaktadır ve benim sessiz kalma ihtiyacımı dikkate alınmayabilir. Ve ben de sessizlik ihtiyacım karşılanmadıkça sizin duyulma arzunuza sağır kalırım, çoğu zaman istemeden.

Özellikle yazı ve resim gibi yaratıcılık ve içe dönmeyi, derin düşünmeyi gerektiren çalışmalar yapacağım zamanlar yalnız olmaya ve sessizliğe büyük ihtiyaç duyarım. Yapmak istediklerimi başarabilmek için bana gereken şartların neler olduğunu gördüm ve öğrendim yıllar boyunca. Beni başarılı ve başarısız kılan şartları gördüm; yapabilir ve yapamıyor kılanları. Ve yaşamımın sorumluluğunu alarak bazen kendime evet ve çevremdekilere hayır diyorum. Bazen sesli bazen de sessiz kalarak. Sesli olmayı beceremiyorum bazen. Konuşmanın mümkün olmadığı zamanları anlamak mümkün mü? Anlaşılamayabilirim. Bunu biliyorum. Ve eleştirenlerim olabilir, yargılayanlarım olabilir. Ama ben böyleyim. Saf ve dürüst halimle bu benim, ben ve benim ruh halim. Amacım zarar vermek, incitmek değil, sadece bir var olma şekli bu ruhumun zaman zaman ihtiyaç duyduğu. Ve başka türlüsünün bazen mümkün olmadığı.

Ve son bir not daha. Marshall Rosenberg diyor ki “Eleştiriliyor hissetmediğimiz zaman, tüm enerjimizi kendimizi savunmak için harcamıyoruz.”

Kabul ederek ve kabul edilerek yaşanan günlere…

Zürafalar ve Çakallar







Yürekten İletişim – Şiddetsiz İletişim konusunu aktarmaya olan arzum bitmiyor. Dünya üzerinde fosil yakıtların karbon salınımları dünyayı yaşanamaz kılmaya başlarken, sözcüklerimiz dünyaya ve insanlara çok daha farklı zararlar verebiliyor. Sözler tüm yaşlarda bizi etkiliyor, ama en çok da küçük yaşlarda.

Ailelerimizden duyduğumuz sözler var. Öğretmenlerimizden duyduğumuz sözler var. Prof. Dr. Yankı Yazgan çocukların ruh sağlığını etkileyen faktörlerden bir tanesinin çocuğun güvendiği ve ilgi beklediği insanların onu hayal kırıklığına uğratması olduğunu söylüyor. Çocuklar anne babalarının ve öğretmenlerinin gözlerinin içini gözlüyor. Ben de yaptım biliyorum. Belki şanslıydım, beni destekleyen insanlar ile birlikte oldum; beni genelde destekleyen öğretmenlerim oldu. Ancak okul yıllarında, çocukluk yıllarında gerek fiziksel şiddete, gerekse ağır sözlü eleştiri ve hakaretlere uğradığını anlatan arkadaşlarım oldu. Hatta hocalarım oldu.

Sözlerin ruhumuzda yarattığı yaralar fiziksel yaralanmaların, hatta fiziksel şiddetin ötesinde olabiliyor. Korkular, endişeler ve güvensizlikler ile dolu yaşamlar yaratılabiliyor. Geleceğimizi Zürafalar veya Çakallar yazabiliyor.

*

Zürafa ’nın Şiddetsiz İletişim dilinde farklı bir anlamı. Dünyada karada yaşayan hayvanlardan kalbi en büyük olan hayvan zürafa, yürekten iletişimde kalbimiz ile hareket etmenin, kalpten konuşmanın önemini hatırlatıyor bize. Kendimizdeki ve başkalarındaki güzellikleri görmemizi hatırlatıyor, bu güzellikleri hatırlatıyor.

Yermek ve yargılamak bu düşüncede yer almıyor. Eleştirmek bu iletişim tarzında yer almıyor. Eleştiri içimizdeki güzellikler ile bağlantımızı koparıyor. Çakal yaklaşımını kulanlar, eleştirerek ve hatta utandırarak bir kişiyi doğru yöne yöneltebileceğini sanıyorlar. Ama çakal dili kullanan bir kişinin sözlerinin ardında ifade edilmemiş ve karşılanmamış birçok ihtiyacı yatıyor. Kendi ihtiyaçlarının tam farkında olmayan biri baş bir kişiyi nasıl etkiler acaba?

*

Öğretmenler hangi dili konuşuyor?

Dünyada eğitimde büyük farklılıklar yaşanıyor gibi görünse de, Türkiye’de görebildiğim kadar ile eğitimde, eğitim dilince şiddet varlığını sürdürüyor. Şiddet adını verdiğimiz fiziksel hareketler azalsa da sözel şiddet belki de artarak varlığını sürdürüyor. Bir de şiddete yüklediğimiz anlam nedir? Bunun farklında olmak gerek. Eleştiri yerine göre çok ağır şiddet yerine geçebiliyor. Özellikle daha korunmasız olan küçük ruhların dünyalarında.

Eleştirmeden, düzeltmeden nasıl öğretmen olunabilir? Değil mi?

Şiddetsiz İletişim sözcüklere ve sözlere çok farklı bir açıdan bakıyor. Şiddet bir anlamda başkasının ihtiyaçlarının kendi ihtiyaçlarım kadar dikkate almamaktan doğuyor. Almamanın ta kendisi belki de şiddet.

Şiddetsiz İletişim’de ihtiyaçlarımızı karşılamak için karşımızdaki insandan rica da bulunmak hakkımız var. Ama ricanın gerçek bir rica olması, yani üstü örtülü bir talep veya zorlama olmaması gerekiyor. Şiddetsiz İletişim’de yapılan bir ricanın kabul edilmesi kadar kabul edilmemesi de uygun. Eğer beklediğimiz cevap ‘evet’ ve bunu almamak bizi hayal kırıklığına uğratıyor, üzüyor veya kızdırıyorsa, niyetimizde bir yerlerde şiddet var demek. Yani karşımızdakinin özgür seçimine saygımız tam değil. İsteklerimiz, bizim isteklerimiz daha öncelikli demek. Öncelikler zor bir konu. Bir öğretmen ve öğrencinin öncelikleri söz konusu olduğunda konu daha karışık bir görüntü oluşturabiliyor.

Şiddetsiz İletişime dair tüm cevapları verebilmek değil amacım. Kısa bir yazıda mümkün değil. Ama dikkatinizi çekmek istediğim doğru. Başka bir bakma şekli var. Ve eğer kullanmayı öğrenebilirsek hayal edebileceğimiz her ortamda, her grupta kullanılması ve o grubun içindeki huzur ve uyumu arttırması mümkün.

Zürafaların dünyasındaki yolumuz hep açık olsun…

Terazi Denge'de mi?


Geçtiğimiz günlerde bir haftalığına Bolu’daydım. Bolu’da Abant İzzet Baysal Üniversitesi ’nde. Mimarlık Bölümü’nün misafirliğinde III. Sürdürülebilir Yaşam Çalıştayı gerçekleştirildi.

Daha önce Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bu çalışma bu defa Bolu’daydı.

Bu gezi benim için hala çok taze. Ama bana bunu şimdi düşündüren masamın üzerinde önümde duran bir kupa. Bir sınıf arkadaşım, hatta adaşım, eğitimin son günü hediye etti bunu bana. Bu eğitimin ilk gününde bu eğitimden beklediklerimizi belirten bir niyet belirlemiş ve buna destek olacak bir kart çekmiştik. Bana Balance-Denge kartı çıkmıştı. Eğitimin son günü yaptığımız kişisel sözlü değerlendirmelerimiz sırasında bunu paylaşmıştım arkadaşlarımla.

Bu eğitim çevre koruma ile yakından ilgili olduğu için bizden gelirken kahve ve çay içmek için kendi kupalarımızı getirmemiz istenmişti. Terazi burcu olan arkadaşım Zeynep’in de eğitim için Bolu’ya getirdiği kupa, burcunu temsil eden bir kupaydı ve bir tarafında bir terazi resmi vardı. Benim paylaşımımı duyunca bana kendi kupasını hediye etmek istemiş. Çok sevindim. Ancak Zeynep’in bilmediği bir şey vardı - Benim en sevdiğim şeylerden bir tanesi kupa koleksiyonu yapmaktır. Dünyanın gittiğim her yerinden kupa alırım. Bana göre gittiğim gördüğüm yerleri ve yaşadıklarımı hatırlatan mükemmel bir hatıradır kupalar. Hatta beni tanıyan aile üyeleri ve arkadaşlar beni en çok mutlu eden üç şeyin kitaplar, defterler ve kupalar olduğunu bilirler.

Bolu’da olmak gerçekten çok güzeldi. Hem orada yaşamaya başlayan bir kuzenimi ve eşini görme şansına kavuştum hem de son birkaç yıldır benim için çok önemli olan sürdürülebilirlik üzerine çalışmalar yapmak şansına kavuştum. Özellikle sosyal sürdürülebilirlik üzerine.


Şiddetsiz İletişim benim zaman zaman bahsettiğim bir konu. Bu çalıştayın içinde bir gün şiddetsiz iletişim-nonviolent communication konusuna ayrılmıştı. Sosyal sürdürülebilirlik konusu Gaia Eğitim direktörü ve 1992 yılında beri İskoçya Findhorn Ekoköyü’nde yaşayan Brezilyalı aktivist May East tarafından verildi. Bolu’da May East ile üçüncü defa karşılaşma şansına kavuştum. May bu defa son yıllarda sıkça konuşulan Spiral Dinamikler konusu ile, dünyada son bir buçuk yıldır gelişmekte olan Transition Towns – Geçiş Şehirleri hareketinden bahsetti.

Dünyada çevrenin ve kaynakların korunması kavramları ve sürdürülebilirlik bilincinin oluşması ekoköylerden dünyaya yayılırken, dünyanın şehirleşme süreçleri artık çözümlerin şehirlerde hızla oluşmasını ve şerhlerde buna destek olacak sosyal grupların şehirlerde organize olması gereğini doğuruyor. Transition Towns dünyaya hızla yayılan bir hareket. Dünyada birçok şehir iklim değişikliği, dünyanın doğal kaynaklarını tükenmesi ve dünyayı bekleyen şartlara karşı seyirci kalmak yerine çözümün parçası olmak üzere harekete geçiyor.

Dünyada kendini bir Geçiş Şehri, bir Transition Town olarak açıklayana şehirlerden bazıları İngiltere’de Bristol, Totnes, Leichester, Glastonbury, Bath, Exeter ve daha birçokları. Avustralya’da, Amerika’da, Kuzey İrlanda, Japonya, Şili, İtalya, Hollanda, Finlandiya ve Kanada gibi birçok ülkede şehirler artık bu hareketin içinde yer alıyorlar. Şehirler yaşayanları ile iklim değişikliğine karşı seyirci kalmak yerine harekete geçmeyi seçiyor. Konu hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenlere www.transitiontowns.org sitesini inceleyebilirler.

Bu hareketin temel düşüncelerinden bir tanesini çözümün grup olarak beraber çalışmaktan geçtiği. İdarecilerin harekete geçmesini beklersek çok geç olabilir diyen bir düşünce. Ve sadece birey olarak hareket ettiğimizde başarmamız zor olabilir. Birlik olarak, bilinçli bir topluluk olarak hareket edersek çözüm üretmek mümkün olabilir. Dünya karbon salınımlarının ve insanın dünya üzerinde gittikçe büyüyen ayak izi altında eziliyor. İnsanlığın yaşama alışkanlıklarında büyük değişimler gerekiyor. Transition Towns hareketi bu değişimi en gerekli olduğu yerlerden, şehirlerden başlatmaya gayret ediyor.

Türkiye’de henüz bir Geçiş Şehri yok, ama Türkiye’de Bolu’daki gibi çalıştaylar katılımcıları dünyanın yaşamı tehdit eden gidişine dur demek için heyecanlandırıyor. Türkiye’de büyük bir çoğunluk gündelik dertlerin sıkıntıları ile uğraşıyor olsa da, ilgili gruplar Türkiye’nin ve dünyanın kaynaklarının korunması için çalışıyor. Ve bu gayretler bana tüm haberlere rağmen umut veriyor.

Sürdürülebilirlik dünyada daha çok bilinen ve bizde yeni yeni tanınmaya başlanan bir kavram. Dünyada ekoköyler sürdürülebilir yaşam birimleri oluşturmak ve yaşamı ve dünyayı sürdürülebilir kılmak için son 20-30 yıldır girişimlerde bulunuyorlar. Şimdi şehirler sosyal girişimler ile bu değişim hareketine katılıyorlar.

İzzet Baysal Üniversitesi’nde denge’yi dikkate almamı söyleyen bir kart çektim. Bu kart bana çok şey söyledi. Sürdürülebilir olmak dengede olmayı gerektiriyor. Dünya ekolojik anlamda dengesini birçok yönden yitirmiş durumda ve bizler gündelik uğraşların içinde bunların farkında değiliz, ya da farkında olacak gücü bulmakta zorlanıyoruz. Ve belki de dünyanın dengede olması için bizim artık bilinçli olarak büyük bir gayret gösterme zamanımız geliyor. Karbon salınımlarımızı azaltmak zorundayız. Yeryüzü kaynaklarını tüketimimizi denetlemeliyiz. Tüketim alışkanlıklarımızı yeniden ele almalıyız. Sadece geri dönüşüm konusunu bile hakkıyla ele almaktan çok uzağız. İstanbul’da hala geri dönüşebilecek tonlarca malzeme her gün çöp alanlarında toprağa gömülüyor. İstanbul’un içinde geri dönüşüm toplama noktaları adeta elin parmağı ile gösteriliyor. Geri dönüşüm atıkların toplanması ve yeniden kullanılmaya çalışılması demek ama bu süreçte büyük emek ve enerji gerektiriyor. Yani esas çözüm atıkların azaltılması. Ama zaten oluşmuş olan atıkların geri dönüştürülmesi çok önemli ama bu konuda büyük eksiklik var.

Siz atıklarınızı geri dönüşüm noktalarına götürüyor musunuz? Götürebiliyor musunuz? Geri dönüşebilecek atıklarınızın yüzde kaçını sisteme geri kazandırabiliyor sunuz? Büyük tesislerde, otellerde, lokantalarda, alışveriş merkezlerinde geri dönüşüm adına neler oluyor? Avrupa’da ve Japonya’da gördüğüm geri dönüşüm yaklaşımları ve ülke insanlarının bu konulara yaklaşımı beni derinden düşündürüyor. Sokaklarda, yollarda gezinen binlerce plastik şişenin atılacağı geri dönüşüm kutularını arıyor gözlerim. Benzin istasyonlarında, alışveriş merkezlerinde geri dönüşüm kutularını arıyorum. Güzel ülkemin topraklarında aradığımı çok az yerde bulabiliyorum.

İstanbul en azından geri dönüşüm adına bir transition town olsun diliyorum. Bunun çok yetersiz olduğunu bilerek. Türkiye’de yaşayan Avrupalı dostlarım ülkelerinde geri dönüşüm için toplanan malzemeleri Türkiye’de çöpe attıkları zaman yüreklerinin sızladığını söylerler hep. Geri dönüşüm malzemelerini ayırdıklarını ama bunları mahallerinde buna dair bir sistem yoksa ulaştırmakta zorlandıklarını anlatırlar. İstanbul’da ben de bunu yaşıyorum. Yaşadığım ikinci şehir olan Fethiye bu konuda çok daha başarılı. Ama ne geri dönüşür ne dönüşmez – bu konuda çok daha iyi bir bilgilendirme gerektiğini düşünüyorum. Bu bilgi bizim tüketim alışkanlıklarımızı da değiştirebilir. Dünyaya zarar veren ambalaj ve malzemeleri kullanmak konusunda dikkatli olmak istiyorum – ama birey olarak tüm bilgilere ulaşmam mümkün olmuyor. Yerel ve merkezi hükümetlerin dünyayı bekleyen zorlu iklim değişikliği ve kaynak kıtlığı şartlarının farkında olması ve harekete geçmesi gerekiyor.

Dünyanın kaynakları tüketimimizin hızına yetişemiyor. Dünyanın terazisi dengesini yitirmiş, problemlerinin kaynağı insanoğlundan çözüm bekliyor.

Lizbon Sokaklarından



Dünyada gezdiğim şehirler içerisinde Barselona bana İstanbul’un ruhunu hatırlatsa da Lizbon fiziki özellikleri ile bence İstanbul’a daha çok benzer. İnişler çıkışları, dar yolları, denizi, kıyıları. Yalnız tarifi zor bir hüzün vardır Lizbon’da, İstanbul’da olmayan.

İstanbul karışık, karmaşık, belirsizlikler ile dolu ve insanı yoran bir şehirdir. Yüzlerin çok gülmediği, özellikle kış aylarında kalabalığın ve trafiğin insan ruhunu zorladığı bir şehirdir İstanbul. Yazları ise biraz nefes alır; biraz daha sakin, biraz daha huzurlu ve daha yaşanabilir olur.

Bazen kızgınlık, telaş ve rekabet vardır İstanbul’da. Ama tarihi mekânlarında bile hüzün yoktur. Yaşanmışlığın izleri hissedilir ve insanın ruhunu derinden etkiler, ama buna hüzün denilemez.

Lizbon’un benim hayatıma kattığı en güzel şeylerden bir Fado’dur. Sadece Lizbon’un değil, Portekiz’in. Fado hüzünden hayat bulan bir müzik türü. Yüreğin seslenişi. Hüzünlüdür Fado. Melodileri de hüzünlüdür, sözleri de. Ayrılıklara dairdir en çok, kavuşamamaya dairdir. Yine de severim ben. Belki Portekizce sözlerini yeterince derinden anlamadığım için. Belki ruhum bazen hüzün ile buluşmak istediğinden.

Yıllar önce Cristina Branco’yu dinlemiştim İstanbul’da. Sonra uzun süre CD’lerini dinledim. Fado’nun unutulmaz ismi Amalia Rodrigues ’i de. Bir kere dinlemeye başlayınca ara veremiyor insan. Neden bilmem.

Fado nedir bundan bahsetmedik değil mi? Fado bir halk müziği türü Portekiz’de. Portekiz gitari ve klasik gitar eşliğinde genellikle kadınlar tarafından söylenen, özellikle denize yolu edilen denizciler ve balıkçılarında ardından, geri dönüşlerini beklerken bir yandan umutsuzluğa dönüşen ve hasretlerini döktükleri bir ağıttır adeta. Ama sanki gizli bir umut da vardır bir yerlerde saklı. Ayrılığın acısı ile yitmeye başlayan kavuşma umudunun ruha işleyen karışımıdır Fado.

Barco Negro benim belki de en çok sevdiğim Fado parçalarından bir tanesi. Dinlemenizi öneririm. Özellikle de Amalia Rodrigues’den…

"Evi Boşaltın"

Kirada oturanlarımızın duymaktan çekindiği ve çoğumuzun er ya da geç duyduğu sözlerdir bunlar. Mal sahibinden bir telefon gelir ve kelimeler dudaklardan dökülür.

Bu söz birçok anlama geldiği gibi birçok niyetle de söylenebilir. Söyleyen de duyan da kendine göre haklıdır.

Ben çok seyahat ederim. Gerçekten aylar geçer bir hafta aynı yatakta uyumadığımı fark ederim. Farklı şehirlerde bazen kendi evlerimde bazen misafir olduğum evlerde bazen de kaldığım şehirlerdeki otel odalarında uyanırım.

İlle de şu giysimi diyeyim, ille de şu yiyeceği yiyeyim diye bir düşüncem olmaz. Çünkü ne kadar istesem de yapmam mümkün olmaz. Geleni kabul ederim. Etmeye gayret ederim. Doğam buna uygun olduğundan mı yoksa seyahat etme nedenlerim ruhumu çok beslediğinden mi bu değişkenlikten şikâyet etmem bilmiyorum.

Gezmeyi sevdiğim kadar eve dönmeyi de severim. Ev denilen kavramın belki binlerce yıl ötesinde bizi koruyan mağaralarımızın tadını verdiğinden midir bilinmez ruha iyi gelen bir yeri vardır. Tabii oturduğumuz yer kendi evimiz değil de kiraladığım bir yerse bu güven çok da sağlam olmayabilir. O durumda evin bize ne kadar güven verdiği mal sahibimizin ruh haline kalmıştır biraz.

Kimi arkadaşlarım var, her kira yenileme döneminde mal sahipleri “evi boşaltın” deyip durur, her yıl, belki on yılı aşkın süre. Anlaşılıyor ki burada mal sahibinin kaygısı iyi kira geliri elde etmek. Malından en iyi geliri elde etmek hakkıdır, neden olmasın. Ama bu ifade etmenin en iyi yolu dairemi boşaltın demek midir acaba?

Ve kolay mıdır evi boşaltmak? İşinizin yeri bellidir, alışveriş yaptığınız yerler, gittiğiniz kasap, ayakkabı tamirciniz, manavınız artık belirlenmiştir. Ta ki yeni adresler yeni yerleri gösterene kadar.

Ev denilen yerin önemini ve hayatımızdaki yerini düşünüyorum bu günlerde. Farklı olaylar, kişiler, konuşmalar bu konuyu önüme getiriyor. Evimizin anlamı ne bizim için? Gerçekten sağladığı ne?

Ev deyince sevgiye dair düşünmeden de edemiyorum. Yaşamı bizim için güvenli kılan ne aslında? Belki gerçekten sevdiğimiz duvarların arası, belki de duvarlara yüklediğimiz anlam.

Mal sahibimiz “evi boşaltın” diyebilir belki bize ama yüreklerimiz hep sevgi ve güvenle dolu olsun. Sağlık, huzur ve mutluluk ile yaşayacağınız mekânlar diliyorum sizlere…

Japon Balıkları


Balıkların adının Türkçede ‘Japon balığı’ olduğunu paylaştığımda Japon dostlarım şaşırmışlardı. Gerçekten de Japonya’da lokantalarda, binaların girişlerinde, müzelerde, alışveriş merkezlerinde küçük fanuslarda, büyük akvaryumlarda ve binaların içindeki yapma ve açık havadaki göletlerde gerek Japon balıklarını ve diğer beslenen balıkları görmek oldukça olağan bir şey. Bu ismin kaynağını bilmesem de bu ismin pek de yerinde olduğunu söylemeden geçemiyorum.

Uzun yaşamı ve bereketi temsil eden kaplumbağalara da, Japonya’daki özellikle mabetlerin içindeki göletlerde yüzerken rastlamak mümkün.

Feng-Shui’de evde ve işyerlerinde Japon balığı beslenmesi önerilir. Sembolik olarak değil sanırım bu balıkların enerjisinin kuvvetinde oldukları mekânı destekleyen ve açan bir özellik var.
Japonya’daki gelenek ve adetler geliyor aklıma. Bizler kadar ve belki de daha çok geleneklerin bağlı bir toplum Japonlar. Dünyanın hızlı değişimi içinde hem dünyadaki gelişmelerinde farkında hem de zamanın oldukça ağır ilerlediğini düşündüren gelenekçi bir yanları var. Geleneklerini sakinlik, uyum ve sevgi ile koruyor ve uyguluyorlar. Belki de çalışma, başarma ve devam etme kuvvetini geleneklerine olan bağlılıktan alıyorlar.

Hızla değişen Türkiye Japonya’dan bakınca bana daha farklı görünüyor. Benzerliklerimiz kadar farklılıklarımız da kendini gösteriyor.

Haydi, önce benzerliklerimizden başlayalım.

Dünyanın görmediğim birçok ülkesi var. Hep ülkenin ve toplumun birbirinden farklı gelenekleri, düzenleri ve adetleri. Bilmediğim çok. Ben bildiklerimin bana gösterdiklerinden gideceğim.

Japonya’da gündelik ve sosyal yaşamda saygının çok önemli bir yeri var. Neredeyse iki insanın bir araya geldiği her zaman kişiler birbirlerini selamlıyorlar. Teşekkür sözleri dillerinden eksik olmuyor.

Selamlaşmanın, özellikle Japon kültüründeki gibi eğilerek selamlaşmanın ruha farklı bir etkisi olduğunu düşünmeye başlıyorum. Sanki eğilmek, karşımızdaki insanın karşısında eğilmek, ruhumuza daimi olarak mütevazı ve alçak gönüllü olmayı hatırlatıyor. En azından her Japonya’dan dönüşümde bir süre bunun doğru olup olamayacağını kendime soruyorum. Japonya’dan her dönüşümde insanlara, canlılara, doğaya duyduğum saygı sanki artıyor. En kadar kısa süreyle olursa olsun yaşadığımız çevre ve içinde olduğumuz ortam bizi etkiliyor.

Küçüklere sevgi büyüklere saygı, hocalara, öğretmenlere saygı Japon kültüründe de önemli bir yer tutuyor. Biz de büyük şehirlerde unutulmaya başlandığı hissini veren yaşlılara saygı kavramının Türkiye geneline bakınca hala yerinde olduğun görmek beni mutlu ediyor. Yaşlıların da gençleri ve dünyadaki kaçınılmaz değişimleri reddetmek yerine kucaklamak ve gençler ile yakın olmaya gayret etmeleri gerekiyor. Hepimiz olduğumuz yerde kalırsak birbirimize nasıl yakınlaşabiliriz?

Yediğimiz yiyecekler birbirinden çok farklı olsa da yemek Japonya’da Türkiye’de olduğu gibi yaşamda önemli bir yet tutuyor. Ailenin, dostların sofranın başında bir araya gelmesi önemli bir olay. Ev sahipleri misafirlerini özel hazırlanmış ve özenle sunulmuş yemekler ile ağırlarken farklı bir özen gösteriyorlar. Sofraların bizden farkı, sanki Japonlar yemeklerinin her lokmasının tadına varmaya özen gösteriyorlar. Bizlerin sofralarında çeşit bol olur, ama sanki yemeğin tadını almaya, lezzetini ruhumuza almaya Japonların yaptığı kadar özen göstermiyoruz sanki.

Türk yemeklerimizde her çeşit tat vardır. Acılar, tuzlular, et yemekleri, sebze yemekleri, çok farklı çeşitte tatlılar. Şerbetli tatlılarımız da vardır, sütlü tatlılarımızda. Japonya’da ağırlıklı olarak pilav, erişte, sebze ve balık yemekleri yeniliyor. Yemekler çok tuzlu olmuyor. Yerine göre acı kullanılıyor ama tuz bizim kullandığımıza göre çok daha az. Tatlıları da bizim tatlılarımıza göre çok hafif. Mesela baklava genelde Japonlara ağır gelen bir tatlı. Onların tatlı kırmızı fasulyeden yapılan farklı tatlıları var. Doğal olarak çok daha hafif. Meyve Japonya’da pahalı bir gıda ama çilek, çilekli tatlı ve pastalara, pudinglere de sık rastlanıyor. Yeşil çay ve yeşil çaylı tatlılarda var. Ben bir keresinde yeşil çaylı dondurmayı denedim, pek güzeldi. Son seyahatimde Türkiye’ye dönerken Tokyo Narita havalimanında KitKat’ın yeşil çaylı bir çeşidini gördüm ve bir paket aldım. Hafif ve lezzetliydi.

Yeşil çay Japon yaşamının ayrılmaz bir parçası. Sabah kahvaltısında, öğle yemeğinde, akşam yemeğinde ve aralarda yeşil çay içiliyor. Adeta su gibi ve su niyetine içiliyor. Lokantalarda yemeğin yanında çay ikram ediliyor, isterseniz başka içecek söyleme imkânı da oluyor ama çay gerçekten daimi olarak içiliyor.

Japonya’daki yemekler oldukça çeşitli. Bizim Japon yemeği olarak bildiğimiz sushi her gün yenilen bir yiyecek değil. Japonya seyahatlerimde belki üç dört defa özel olarak sushi yemişimdir. Çok farklı çeşitte yemekler var Japonya’da.

Pilav en çok tüketilen gıda diyebilirim. Sabah kahvaltısı dâhil tüm öğünlerde pilav yeniliyor. Genellikle evlerde bulunan pilav makinelerinde yapılan bu pilav oldukça sade ve biraz lapa kıvamında bir pilav. Ben pilav ve pirinç yemeklerini çok sevdiğim için Japonya seyahatlerimde yiyecek sıkıntısı ile karşılaşmadım.


Miso çorbası Japonya’da pilav kadar çok tüketilen ikinci bir gıda. Yine sabah kahvaltılarında ve neredeyse her öğünde içilen bir çorba. Hafif ve farklı bir tadı var. Çok tuzlu değil. Farklı. Ve enteresan olan Japonya’daki yiyeceklerden hangisini özledin diye sorduklarında miso çorbası diyorum. O farklı tadı olmadık zamanlarda canım çekiyor. İstanbul’da çok sevdiğim dostlarım var. Sağ olsunlar bazen onlar hazırlıyor, İstanbul’da içme şansım oluyor.

Japon dostlarımdan çok şey öğreniyorum. Özellikle dostluğa ve paylaşmaya dair. Ülkelerimiz dünya üzerinde birbirinden çok uzak olsa da belli ki yüreklerimiz tahmin ettiğimizden çok daha yakın.

24 Haziran 2009 Çarşamba

Yürekten İletişim

Şiddetsiz İletişim dünyada en çok konuşulan tekniklerden bir tanesi. Dünyamızdaki sosyal ve siyasal tartışmaların aşılmasında, dünyada barışa dair kullanılabilecek en güzel araçlardan bir tanesi. Bu yaklaşımın dünyada kullanılmakta olan adı nonviolent communication, yani şiddetsiz iletişim. İçinde şiddet kelimesi geçiyor. Söylediğimiz ve odaklandığımız şeyleri yaşamımıza çektiğimizi belirten birçok öğretiyi dikkate alınca bu ifade şiddet kavramını çalışmanın içine getirmiş oluyor. Bu nedenle bu çalışmayı yürekten iletişim olarak adlandırmak isteyen hocalar var. Ve bu isim, bu ifade benim de yüreğime doğru geliyor. Yürekten iletişim kurmak asıl hedefimiz gibi geliyor.




Marshall B. Rosenberg tarafından geliştirilen bu tekniğe dair kendisinin yazdığı kitaplar var. En çok bilinen kitabının adı Şiddetsiz İletişim. Ancak Bolu'daki bir çalıştay vesilesi ile bu kitabın baskısının tükenmiş olduğunu öğrendim. Üzüldüm, özellikle de yayınevinin tekrar basmayı düşünmediğini öğrenince. Verilen bu bilgiye güvenmeyip internet üzerinden kontrol ettim. Evet, baskısı tükenmiş. Dünyanın ve ülkemizin belki de en çok ihtiyacı olan kavramlardan biri şiddetsiz iletişim. Bu önemli kitabın en kısa zamanda tekrar Türkçe baskısının çıkmasını diliyorum. İngilizce bilenlerinize mutlaka okumanızı öneriyorum. Yaşama bakış açısını derinden değiştiren bir yaklaşım.



Türkçe kitabı temin etmek artık mümkün olmadığı için Marshall Rosenberg’in şiddetsiz iletişim tekniği ile ilgili bazı notaları paylaşmak istiyorum. Belki konuya bir giriş olur. Bu teknikleri yaşamımızın içine almak zaman ve gayret gerektiriyor, ama bir yerden de başlamalı.

Şiddetsiz İletişim nedir?

Şiddetsiz İletişim farklı bir iletişim şekli. Anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması ve şiddetin yaşamımızdan çıkarılması niyeti ile bir konuşma tarzı diyebiliriz.

Şiddetsiz İletişim’in altında yatan bazı temel düşünceler var. “İnsanın yaptığı her şeyin karşılanmamış ihtiyaçları karşılamak için bir girişim olduğu” bunlardan bir tanesi. “İhtiyaçları rekabet yerine işbirliği içinde karşılamanın herkes için daha sağlıklı olduğunu ve insanların başkalarının iyiliğine kendi iradeleriyle katkıda bulunabildikleri zaman, bundan doğal olarak keyif aldıklarını” anlamamızı sağlayan bir yaklaşım.

Marshall Rosenberg kitabına Carl Rogers’a teşekkür ile başlıyor. Kendisi ile çalışma fırsatı bulduğu ve aktarmak istediği konuların temelinde onunla araştırma şansı bulduğu ilişkilerin yapıcı öğelerinin keşfi yattığı için.

Bu iletişim tarzı yaşamımızda aktif şiddet olan fiziksel şiddetten belki daha yaralayıcı olan pasif sözel şiddetin ne kadar da yaygın olduğunu ve hayatımızı nasıl da derinden etkilediğini fark etmemizi sağlıyor.

Şiddetsizlik bir teslim olma tarzı değil. Yani bize yapılan haksızlık varsa bunlara göz yummak veya şiddete korumasızda karşı çıkmak anlamına gelmiyor. Şiddetsiz İletişim ihtiyaçlarımızın, duygularımızın, yaşadıklarımızın farkında olarak kendimize ve benliğimize daha derinden sahip çıkmak anlamına geliyor esasında.

Dil değişimde çok büyük bir etken. Enerji çalışmalarında sesin frekansının ve kullandığımız kelimelerin enerjilerinin bize etkisi üzerinde çok konuşuluyor. Burada sözlerin ifade ettikleri üzerinde duracağız, ve söylediklerimizin ilişkilerimizi nasıl yarattığını göreceğiz.
Marshall Rosenberg’in sorduğu iki ana soru var:

- “Ne oluyor da şefkatli yapımızdan kopuyoruz, parlıyor ve şiddete yöneliyoruz?”

- “Ve nasıl oluyor da bazı insanlar en kışkırtıcı koşullarda bile doğalarındaki şefkati korumayı becerebiliyor?

Çok kuvvetli iki soru. Yaşama, insana ve ilişkilere derinden bakmamıza neden olan iki soru.

*

Şiddet kelimesi özel bir tarif getiriyor Rosenberg. “Yüreğimizdeki şiddet dindiği zaman, doğal şefkatimize kavuştuğumuz durumu anlatmak için kullandığımı belirtmek isterim,” diyor.

Bu iletişimin temelinde tepkisel olarak davranmak ve aklımıza gelivereni söylemek yerine, bir olay karşısında veya bir konuşmada ne algıladığımızı, ne hissettiğimizi ve ne istediğimizi fark etmemizi sağlayan bir sistem.

Burada açıklık ve dürüstlük var. Aynı zamanda karşımızdaki kişiye saygı ve anlayış ile yaklaşan bir tarz var. Kendimizin ve başkalarının ihtiyaçlarının, derinlerde olan ama ilişkiyi etkileyen ihtiyaçlarının farkında olmayı hedefleyen bir tarz bu.

*

Şiddet ile karşılaştığımızda genelde ya kaçıyoruz ya da saldırıya geçiyor ve saldırı varsa buna aynı şekilde karşılık veriyoruz. Kaçmak, direnmek, savunma ve saldırıya geçmek bizi genelde mutlu eden sonuçlar getirmiyor. Yakınlaşma sağlamıyor.

Şiddetsiz İletişim 4 ana unsurdan oluşuyor:

1- Gözlem
2- Duygular
3- İhtiyaçlar
4- İstek/Rica

Şiddetsiz İletişim bu dört unsuru ifade ederek iletişimi sağlamayı hedefliyor.

Gözlem: Birinci adımdır. Bir konu hakkında konuşacağınız zaman, yaşananları tarafsız bir kameranın gözünden açıklamayı ve tarif etmeyi içerir. İki kişi arasında yaşanmış bir olay veya diyolog varsa buna yorum katmadan aynen yaşadığı şekilde durumun ve yaşananların tarif edilmesini içerir.

Örneğin: Eşinizin söz verdiği şekilde sofrayı toplamaya yardım etmediği ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorsunuz. Öncelikle gözlem bölümü ile, yani olanların tarifsiz bir ifadesi ile başlamanız öneriliyor. “Bu akşam yemeğin bittikten sonra masadakilerin hiçbirini alıp mutfağa götürmeden salondaki televizyonun karşısına oturarak diziyi seyretmeye başladın…”

Duygular: Yaşananların bize hissettirdiklerini paylaşmanın önemi vurgulanıyor. Hislerin paylaşımı iletişimi açıyor.

Örneğin: “Bunu yapman beni önemsiz ve yalnız hissettiriyor.”




İhtiyaçlar: Ruhumuzun benliğimizin ihtiyaçlarının karşılanmaması ilişkilerimizde sıkıntı yaşamamıza neden olan temel nedenler. Bu ihtiyaçların karşılanabilmesi için ise bu ihtiyaçlarımızı telaffuz etmemiz, söylememiz gerekiyor. Bazen bu ihtiyaçlarımızın biz de farkında olmayabiliriz, ama bakmamız gerekiyor. Ve ifade etmemiz. Böylelikle kendimizi anlatma ve aynı zamanda anlaşılma şansımız var.




Örneğin: “Evin işlerinin tamamlanması için desteğe ihtiyacım var. Fiziksel olarak yorgun hissediyorum ve işleri tamamlamak için fiziksel olarak desteğe ihtiyacım var.”




İstek/Rica: Bu bölüm ihtiyacımızın karşılanması için karşımızdaki insandan bir talepte bulunduğumuz bölümdür. Söz ile isteğimizi rica ederiz. Burada önemli olan bu ifadenin gerçek bir rica olmasıdır. Yani karşımızdaki kişiye ihtiyacımızı belirttiğimiz şekilde karşılayıp karşılayamayacağını sormuş oluruz. Burada esnek olmalıyız. ‘Hayır’ cevabı alabiliriz, ama bir diyalog başlamış olur. Ve başka ricalar ile hem bizi hem de karşımızdakini tatmin eden bir çözüme ulaşma şansımız artar.

*

Bu dört unsuru ifade ederken esas olan dürüst ve açık olmak ve son istek/rica aşamasında karşımızdaki insanı da açık yüreklilik ile dinlemek. Etkin dinleme, derin dinleme Şiddetsiz İletişimin en önemli unsurlarından biri. Belki de tüm bilgiyi ve tekniği bir araya getiren temel özelliği.

Şiddetsiz İletişimi uygulamak için her iki tarafında bu teknikleri bilmesi şart değil. Bir tarafın bilmesi akışı yönlendirmeye yeterli olabiliyor. Bu iletişim tarzı aile ilişkilerinde, okul yaşamında, iş hayatında, danışmanlık çalışmalarında, her türlü pazarlık, anlaşma ve iletişin problemlerinin çözümlenmesinde kullanılabiliyor.

Rosenberg’e göre Şiddetsiz İletişim “doğal şefkatimizi ortaya çıkararak, kendimizle ve birbirimizle bağ kurmamıza yardımcı oluyor.” Ve dünyadaki birçok aktarılan örnek bu düşüncenin gerçek olduğunu ortaya koyuyor.

Yaşamınıza biraz daha huzur, anlayış ve sevgi getirmek için siz de denemeye ne dersiniz?

10 Haziran 2009 Çarşamba

Bahçedeki Kelebek


Şövalye Adası’na uzun bir aradan sonra ilk defa gitmiştim. Bahçede otururken gözlerimin önünden küçük açık sarı renkte bir kelebek geçti.


Birkaç yıl öncesine gitti aklım. Bir Pazar günü bahçedeki salıncakta oturmuştum. Reiki vereceğim iki genç İngiliz hanımı bekliyordum. Müzik setini dışarı koymuştum ve The Waltz of the Butterfly, Kelebeğin Valsi çalıyordu. Gecikmişlerdi ve bende biraz sıkılmaya başlamıştım.
Ve aniden sanki çalan müziği duyduklarını belli etmek ister gibi birbiri ile dans ederek uçan iki kelebek geldi bahçeye. Bir süre onları seyretmeye dalmış ve her şeyi oluruna ve akışına bırakmamı hatırlattıklarını düşünmüştüm.


Bir iki dakika kelebekleri seyrettikten sonra bahçe kapısının açıldığı fark etmiştim. Biraz yorgun ve telaşlı iki hanım kapıda belirmişti. Meğerse ben mutfaktayken evin yanından geçmiş ve ta adanın diğer ucuna kadar yürüyerek evimi aramışlar. Artık beni bulamayacaklarını düşünüp biraz umutsuz ve bezgin otellerine geri dönerken beni bahçede görmüş ve sevinçle içeri girmişler.


Şimdi bahçemde dolaşan bir küçük kelebek bana birkaç yıl öncesini nasıl da bu kadar canlı olarak hatırlatmıştı?




Küçük kelebeğin bahçemde dolaşmasından birkaç saat sonra Fethiye’ye dönmek üzere iskeleye indim. Beni alacak olan tekneyi beklemeye başladım. Uzaktan tekne göründü, yavaşça yaklaştı. İçinde adadaki otele gelen İngiliz müşteriler vardı. Tekneye binerken hepsine selam ettim ve oturdum.


Bir iki dakika geçmemişti ki İngilizlerden bir bey bana “Siz doktorun kardeşi miydiniz?” diye sordu. Kuzenim Dr. Erdoğan’dan bahsediyordu. “Hayır, kuzeniyim,” dedim gülümseyerek. Bey konuşmaya devam etti, “Biz birkaç yıl önce sizinle tanışmıştık.” … “Bundan dört yıl önce. Siz iki kızımıza Reiki vermiştiniz, hatırladınız mı?” Belli edip etmemekte tereddüt ettiğim bir şaşkınlık aldı beni. Daha birkaç saat önce hatırladığım iki genç hanımdan bahsediyordu. Kızlarından. Yıllardır aklıma gelmeyen ama o gün bana bir kelebeğin hatırlattığı kızlarından. Aradan demek dört yıl geçmiş. “Bir de takvim vermiştiniz bize hatırladınız mı?” dedi son olarak İngiliz bey, “sizin resim çalışmalarınız yer alıyordu.” Unutmuştum, o yıl benim yağlı boya resim çalışmalarımdan bir takvim bastırdığımızı unutmuştum.


Yaşam enteresan tesadüflerle dolu. Bildiğimiz ve bilemediğimiz gizemlerle. Kimi tesadüflerin anlamlarını ve mesajlarını net olarak görebiliyorum. Kimileri daha gizemli kalmayı tercih ediyor.

Ama inanıyorum ki tesadüfler bana her zaman doğru yerde olduğumu teyit ediyor.


Tesadüfleriniz bol olsun.


Sevgilerimle.

Seçtiğimiz Yol


"Benim zamanımda mühendis olmak çok kıymetli bir şeydi. Mesela ben bir vali kadar maaş alıyordum daha mezun olmadan. Yazın staj için Doğu’ya gitmiştik. Karayolları’nda çalışıyoruz. Yıl 1949-50. Daha Devlet Su İşleri kurulmamış. O kadar iyi çalışıyoruz ki Bölge Müdürü bizi daimi kadroya almayı teklif etti. İki arkadaş gitmiştik. 17-18 yaşlarındayım ve şartlar muhteşem. Okul başladı, bir ay geçti, ben çalışıyorum. “Teklife hayır,” dedim “bu böyle olmamalı ben okula dönmek istiyorum.” Bir ay geç başladım okula o sene. Düşündüm ki okulu bitirmeliyim. Müdür de haklı. O yıllarda mühendis yok, teknik eleman yok. Bulmuş, kaçırmak istemiyor. Arkadaşım kaldı, uzun yıllarda çalıştı Karayolları’nda. Çok yıllar sonra okula döndü ve mühendis diplomasını aldı. Belki onunda kalmasına müsaade etmemeliydim, ama teklif edilen şartlar o kadar iyiydi ki …”


Özgeçmişine bakınca babamın, genelde sorarlar: “Bu işlerin hepsini siz mi yaptınız?” diye. Ve evet gerçekten o bahsettiği işlerin şantiyelerinin hepsinde bizzat bulunmuştu babam. O işleri yapmıştı. Yaptığı işleri alt alta sıralayınca birçok insana bir ömre sığması zor görünürdü. Yapabilmek ve ortaya çıkarabilmek konusunda farklı bir gücü vardı babamın. Peki, bu güç nereden geliyordu?


Kızım en zor şey gece başını yastığa koyduğunda rahat uyuyabilmektir. Şimdi iş hayatında farklı yollar var seçebileceğin. Ben başımı yastığa koyduğumda uyuyabilmek istiyorum. Müteahhitlikte, bizim yaptığımız birim fiyatlı işlerde kar marjı bellidir. Birim fiyat tarifinde müteahhitlik karı %25’dir. Bunun üzerinden indirim yapman gerekiyor. Taşeron bulursun, ucuza yaptırırsın, karın artar. İş bitirme belgesine ihtiyacın vardır, işi yüksek indirimle alırsın, kazancın kazandığın iş bitirme belgesidir. Ya da boş durmak istemezsin, çark dönsün dersin işi para kazanmayacağını bile bile alırsın. İş mevcut iş makinelerine uyar, tamam makinenden yersin ana yine de işin hesabı sana uymuş olur. Müteahhitlik budur kızım. İyi çalışırsan para kazanabilirsin. Kısmet de işin parçası. Bir işi altın diye alırsın toprak olur, toprak diye alırsın altın olur Müteahhitlik ile para kazanırsın. Zengin olmak istiyorsan kızım, bu yol senin yolun değil bilesin.”


*


Mühendis olmak istediğime ne zaman karar verdim bilmiyorum. Ağabeyimin inşaat mühendisi olmaya karar vermesinden çok daha önce olmalıydı. Ama üniversite sınavları yaklaştığında bu konuyu daha ciddi olarak ele almam gerekiyordu.


Lisede matematik bölümünü seçmiştim, matematiği, kimya ve biyolojiyi çok seviyordum. Fen dersleri arasında fizik dersleri beni o kadar çok çekmiyordu. Daha sonra gözlem olarak fizik derslerini sevenlerin mühendis olmaya daha yatkın olduklarını düşünmüşümdür. Beni mühendisliğe yönlendiren nokta babam ve ağabeyimin meslek seçimleri kadar matematiğe olan sevgim olmuştu.


Üniversitede eğitimini aldığım mühendislik bilgilerini hiçbir zaman tam anlamı ile kullanmadım. İnşaat işlerimizde yaptığım işlerin hiçbirini yapmak için mühendis olmama gerek yoktu.
Ancak mühendislik eğitiminin bana verdiğini kesinlikle söyleyebileceğim şeyler var. Kendine güven, anlatılanı anlayabileceğime dair bir inanç, detaylardan ve uzun vadeli çalışmalardan çekinmemek. Mühendislik insana problem çözme yaklaşımını kazandıran bir eğitim. Çözeceğimiz problemler bambaşka dünyalara ait ve çözümler çoğu zaman beklenmedik yerlerde olsa da.
Tekrar üniversiteye gitme şansım olsa öğrenmek istediğim dallar var. Son yıllarda tıp ve psikoloji çok ilgimi çekiyor. Üniversiteye giderek olmasa da bu konularda okuyorum ve daha kısa süreli eğitimler alıyorum. Ama yine de geriye dönüp baktığımda, bugün yaptığım yaşam koçluğu, eğitmenlik ve danışmanlık çalışmalarımda mühendislik eğitiminin bana çok şey kazandırdığını biliyorum. Mühendis olmak çözüme odaklı ve detaylardan korkmayan, hem detaya hem bütüne bakmayı öğreten bir bakış açısı öğretiyor insana.


Babam her yönüyle tam bir mühendisti. Hatta gençlik yıllarında Türkiye’deki en iyi şantiye şefi diye de tanınırmış. Artık mühendislik yapmıyor olsam da, geri planda yaşamıma destek olan mühendis Zeynep’in varlığı kuvvet veriyor bana.

Kırmızı Kalemin Söyledikleri


- “Zeynep sana şu verdiğim konu maddeleri ile ilgili olarak Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’ne hitaben bir yazı yaz bakalım,” demişti babam.
- “Nasıl yazayım? Detaylarını nasıl ele alayım? Kaç sayfa olsun? …”


Bunun gibi on soru sormuştum herhalde. Babam sessizliği ile cevap vermişti. Bu ‘şimdi soru sormayı bırak, haydi yapmaya başla’ demekti. Nasıl olacağını babam benim keşfetmemi istiyordu.


Babam bir işi yapabileceğinize inanıyorsa, artık kendi kapasitenizi keşfetmemiş olup olmamanız mühim değildi. Babam, o işi yapabileceğinize sizi inandırana ve yaptırana kadar peşini bırakmazdı.


Babamın verdiği yazıyı büyük bir heves ile yazmış ve bitirir bitirmez adeta koşarak odasına gitmiştim. Büyük bir işi başarmış bir insan edasıyla yazıyı babamın önüne koydum. İki cins kalem kullanırdı babam - 0,7 2B uçlu kurşun kalem ve bir de kurşun kırmızı kalem.

Babam yazıyı okudu. Kırmızı kalemini aldı ve yazının üzerine kocaman bir çarpı işareti yaptı. Sonra yazıyı bana sakince geri uzattı. Hemen atıldım: “Babacım neresini beğenmediniz? Yazı şekli mi? Hangi bölümde sıkıntı var?” Vs. vs.


Ben sormaya babam da sessizce ve tatlı bir sakinlik ile yazıyı bana uzatmaya devam ediyordu. Kâğıdı elinden aldım ve odama bilgisayarın başına döndüm. Doğrusu pek de memnun olmamıştım. Yazı iyiydi bence. Ve yazdıklarımı bilgisayarında başında tekrar okumaya başladım.


Yazıyı ikinci defa yazdım getirdim. … Yine kocaman kırmızı bir çarpı işareti.


Sanrınım dördüncü ya da beşincide, babam bu defa yazının oldukça büyük bölümlerini daireler içine alarak bu dairelerin üzerlerine kırmızı çarpı işaretleri yaptı. Dairelerin içinde olmayan az sayıda da olsa satırlar ve bölümler vardı.


Bu bir süre böyle sürüp gitti. Babam, olmadığını düşündüğü yerlerin üzerlerini işaretliyor ve bana geri veriyordu. Sanırım buna benzer şekilde yirmiye yakın düzeltme yapmıştım. Ve tekrar yazıyı babama götürmüştüm. Her seferinde yaptığı gibi yazıyı aldı ve dikkatlice okudu babam. Bitirince başını kaldırıp bana “Kaşeyi bas bana getir, ellerine sağlık,” dedi.


İlk resmi yazım tamamlanmıştı. Adeta uçarak kaşeyi almaya gittim.




O günün hayatımda ne kadar önemli bir gün olduğunu ancak yıllar sonra tam olarak anlayabilecektim...

8 Haziran 2009 Pazartesi

İki Sihirli Sözcük

Yazarak yazar olunabilir mi bilmiyorum ama benim müteahhit olmak için kâğıt üzerinde tüm yeterliliklerim olsa da yaşam boyu bu işi sürdürebilmem o kadar da kolay bir şey değildi sanırım. Bir inşaat müteahhidi olmak bilgi, beceri gerektirdiği kadar gerektirdiği yaşam şartları nedeni ile çok kolay bir iş değil. Özellikle işin uğraşları ile aktif olarak ilgilenmek istiyorsanız ve gerekiyorsa.

Ben babam ile çalıştığım ve inşaat müteahhitliği yaptığımız yıllarda kendimi başarılı bir ikinci adamdım diye tarif edebilirim. Alınan kararların iyi bir uygulayıcısı ve aktaranı olmayı başarabiliyordum. Ancak başarılı bir ikinci adam olmak başarılı bir müteahhit olmak için yeterli bir kriter olmadığı gibi, başarılı bir müteahhit olmanın kuralları farklı tarif edilmesi kolay bir şey değildi. Geçen yıllar ve değişen zaman bu kuralları da hızla değiştirmekteydi. İşin gerekleri gerek Türkiye’nin gerek dünyanın şartları ile birlikte hızla değişmekte.

İşi inşaat müteahhitliği olan inşaat mühendisi bir babanın kızı olarak yaşamım, hem çok kolay hem de yerine göre oldukça zor oldu. Aile işinde çalışıyor olmak beni kimi zaman bir yabancı olarak bir firmadan çalışıyor olsam alacağım bazı kararları almakta çekimser kalmak zorunda bıraktı. Firmamızda belki aile dışından bir müdürü veya çalışan fikirlerini özgürce ifade ederken, ben kimseyi kırmamak adına daha temkinli olmayı tercih etmekte fayda gördüm. Nezaket, saygıya öncelik ve alttan alarak iş hayatını sürdürmeyi seçtim.

Öğrendiğim bir şey var. Bu sanırım Türkiye’nin bir gerçeği. Bir insan nazik ise onu güçsüz olarak algılama eğilimindeyiz. Dünyada nezaket ve incelik sosyal yaşamın insanları bir araya getiren zamkı diye düşünülürken toplumumuzda sanki nezaket gücümüz yetmediğinde insanlara gösterdiğimiz bir davranış. 1992 yılında Türkiye’ye döndüğüm günden bugüne kadar bu davranış tarzını üzülerek sadece iş hayatında değil, her türlü toplumsal ve sosyal ilişkilerimizde gözlemliyorum.

Bize servis yapan bir garsona, uçakta hizmet eden hostese, alışveriş sırasında ödememizi yaptığımız görevli kasiyere kaç kişi teşekkür ediyor dikkatinizi çekti mi? Bize hizmet eden kişilere yaklaşımlarımız nasıl? Seçtiğimiz kelimeler konuştuğumuz insanın sosyal statüsüne göre ne kadar farklılaşıyor ya da aynı kalıyor? … Bu konu sosyal yaşamın huzuru için, keyifli bir yaşam için bence çok çok önemli.

Teşekkür etmek, her zaman, her yerde, bizim için görevi bile olsa bir şey yapan herkese teşekkür etmek bana çocukluğumda ailemin öğrettiği bir şey. Özellikle Avrupa’da, Amerika’da ve Japonya’da bunu görüyorum. İnsanlar teşekkür ediyorlar, bunu istinasız yapıyorlar ve bunu yaşamlarının içine nefes almak kadar entegre etmişler. Japon araştırmacı Masaru Emoto’nun çalışmalarında ‘teşekkür ederim’ sözlerinin suda çok güzel kristaller oluşmasını sağladığını artık biliyoruz. Ve bu sözlerin ağırlıklı olarak sudan oluşan bedenimiz üzerindeki olumlu etkilerini de tahmin edebiliyoruz. O zaman neden çekiniyoruz bu sözleri söylemekten? Bizi tutan şey ne? Teşekkür sözleri insanı küçültmez yüceltir, insanın ruhunu besler – hem söyleyenin hem duyanın. Çünkü o ses frekansları oradaki herkesin enerji alanlarına ulaşır. Nedense kelimeler dudaklarımızdan dökülürken zorlanıyoruz.

Birkaç gün önce Dalaman’dan İstanbul’a uçmuştum. Uçakta gerçekten güzel yüzlü ve ilgili hostesler vardı. Ben koridor kenarında oturuyordum. İki koltuk yanımda cam kenarında oturan bey uçakta başımızın üzerinde yanan paneldeki hostes çağırma düğmesine bastı. Bir iki dakika sonra bir hostes hanım geldi ve “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. Beyin cevabı biraz yüksek sesle “Yastık!” oldu. Evet ihtiyacını az ve öz olarak söylemişti. Ama yüreğim başka cevapları diledi. Mesela “Bir yastık rica ediyorum” veya “ bir yastık verebilir misiniz?” veya benzeri daha ince daha nazik bir ifade diledi. O bey soruya tek bir kelime ile sert sayılabilecek bir ifade ile cevap vermeyi tercih etmişti.

Uçaklarda uçuşlarda yiyecek ve içecek ikramı yapılır. Hostesler yiyecek ve yolcunun isteğine göre içecek ikramı yaparlar. Yıllardır dikkat ederim genellikle yabancılar hostes bir şey verirken teşekkür ederler. Daha sonra hostesler bu defa boşalan kapları toplarken tekrar teşekkür ederler. İstisnasız. Ben de teşekkür etmeyi çocukluğumdan beri hayatımın parçası yapmaya gayret ederim. Ama genelde Türk yolcuların bu kelimeleri söylemekten uzak olduğu görüyorum. Teşekkür etmek ile ilgili bir sıkıntımız var. Ve bence bunu acilen aşmamız gerekiyor. Ben küçükken dışarıya bir yere yemeğe gittiğimizde bir garson masamıza servis yaptığında, tabağımızı getirdiğinde veya bir yiyecek servis yaptığında ailemiz teşekkür etmemizi öğretmişti. Eğer unutursam “Zeynepciğim, garson ağabeyine teşekkür et bakalım” diye hatırlatırlardı. Her hangi bir yerde, her hangi bir zamanda teşekkürü ihmal edersek, bunu hatırlatırlardı. Zorunda olduğumuz değil zorunda olmadığımız kişilere teşekkür etmenin önemini anlatırlardı. Bir yandan şükran ve teşekkür toplumumuzda önemli yeri olduğunu düşündüğüm şeyler. Biz bunlara gerçekten hiç önem mi vermedik, yoksa unuttuk mu? Düşünmeye ve üzerinde bir şeyler yapmaya değer bence.

*

Nereden nereye gitti düşüncelerim. Oysa başka şeyler vardı söylemek istediğim. Haydi, aklımdaki konuya döneyim. Bundan herhalde dört yıl kadar önceydi. Eğitim firması sahibi bir arkadaşımın hazırladığı yeni bir eğitimin test çalışmasına dinleyici olarak katılmıştım. On on beş kişi kadardık. Prof. Dr. Yankı Yazgan eğitim programının danışmanıydı ve o da iki günlük çalışmayı dinlemeye gelmişti. Bu eğitim çalışması kendisi ile tanışmam için vesile oldu. İleriki yıllarda kendisi Fethiye Rehberlik Araştırma Merkezi’nin davetlisi olarak Fethiye’ye geldi ve dinlemeye gelen kapılardan taşan yüzlerce Fethiyeli veliye bir konferans verdi. Ne zamandı tam hatırlamıyorum ama Yankı Bey ile bir konuşmamızda kendisi beklenmedik şekilde bir soru soruverdi bana: “Neden ‘Anadolu’da Bir Kadın Müteahhit Olmak’ diye bir kitap yazmıyorsunuz?” … Şimdi nereden gelmişti bu soru. Bir an için daha önce nelerden bahsettiğimizi unuttuğumu fark ettim. Yazmayı sevdiğimi, bu kadar çok sevdiğimi söylemiş miydim sahiden?

Şaşırmıştım, ama zihnimdeki çarklar da dönmeye başlamıştı. Hayatımdaki büyük değişiklikler beklenmedik zamanlarda, beklenmedik kişilerin bir önerisinin veya bir tavsiyesinin içimde yerini bilemediğim bir motoru ateşlemesiyle olmuştur. Beklenmedik zamanlarda, beklenmedik yerlerde.

Bu konuşmadan iki üç yıl kadar sonra ilk kitabım çıktı. Konusu müteahhitlik değil, bir tamamlayıcı tıp metodu olan Reiki üzerine oldu. Sonradan kitapların devamı geldi. Yazı hayatımın vazgeçilmezi olarak yerini aldı. Müteahhitlik işimiz mükemmel bir eğitim süreci olarak hayatımda çok önemli bir yer alırken, yazmak ruhumu kanatlandıran bir uğraş oldu.

Bazen kendi plan ve kontrolümde olduğuna inanmak istediğim yaşamım, sanki sihirli bir değneğin dokunuşuyla, o ana kadar var olmayan ihtimallerin dünyasına akmaya başlar. Aniden bir kapı karşımda belirmiş ve açılmayı beklemektedir. Bazen de bir bakarım yeni bir yolda koşmaya başlamışım. Ne zaman başladım, o yolun başına ne zaman geldim ve nereye gidiyorum tam bilemeden. Sadece koşmanın doğru olduğuna inancım ile ilerlerim. Yeni ve farklı dönemeçlere kadar.

Sabah ezanı az önce okundu. Bu gece de uyumadığımı fark ettim. Elimde dolaşan uzunca bir kitabı bitirdim. Farklı kitaplara göz gezdirdim. Ve sonra yorgun da olsam uyuyamayacağımı bilerek yazmaya karar verdim. Sessizliği bölen sakin sabah ezanı yorulmaya başladığımı hissettirdi bana. Az önce bitirdiğimi kitabın sonralarında da sabah ezanından bahsedilmemiş miydi? İstanbul’da Akaretlerdeki evimizin karşısındaki küçük cami geldi aklıma, Vişnezade Camii. Swissotel’in birkaç sokak altındaki küçük bir cami. Dolmabahçe Sarayı’nın arkasındaki sırtlarda. Sabah ezanlarını duya duya duymaz olurdu insan. Bazense gereğinden fazla şey düşündürürdü ezan sesi. Sabah ezanı ise her zaman bir farklı olurdu. Günün henüz karanlık saatlerinde sabahın yaklaşmakta olduğunu haber veren bir ses.

Tabii yurt dışında duyulmayan bu ses İstanbul’da, Ankara’da, Fethiye’de ya da Malatya’da, kısaca Türkiye’de olduğumu da haber verir bana.

İnşaat mühendisi bir babanın müteahhitlik işi yapan kızı olarak doğdum, yaşamımın büyük bir kısmı babamın izinden yürüyerek geçti, ama ruhum yazı diyip duruyor artık. Eskiye dair söylemek istediklerim var. Zamanı gelince ve gelirse Anadolu’da müteahhit olmaktan, kadın olmaktan ve o günlerde yaşadıklarımdan da bahsederim hayırlısıyla.


Bugünse içimden teşekkür ederim demek geliyor, önce babama ve sonra bu sihirli iki sözcüğü bana söylemekten esirgemeyerek ruhumu aydınlatanlara…

Yankı Yazgan'ı Dinliyorum


Prof. Dr. Yankı Yazgan’ın kitaplarını hep severek okumuşumdur. Yankı Bey iyi bir yazar, ve bence bir o kadar da iyi bir hatip. Fethiye’de verdiği iki saatlik bir konferansı dinledikten sonra başarısının yaklaşımındaki samimiyet ve gerçeklikten geldiğini düşünmüştüm. Yaşıyordu ve yaşadıklarını dokunarak yaşıyordu sanki, yaşananların kendisinde iz bırakmasın izin vererek. Ve bu izlerin deneyimi ile aktarıyordu, düşüncelerini ve bildiklerini.

Fethiye’ye gelmeden kısa bir süre önce sevilen bir televizyon programına çıkmıştı Yankı Bey. Seyahat programım yoğun olduğu için duymuş ama seyredememiştim. Bu programın kaydını neredeyse bir yılı aşkın bir süre sonra seyretme şansım oldu. Bu programı seyrederken bir yandan notlar aldım, Yankı Bey’in Fethiye’deki konferansını dinlerken yaptığım gibi. Ve bu notlarımı paylaşmak istiyorum.

Belki bunları ilk defa duyacaksınız, belki de bir tekrar olacak sizin için. Yine de aktarmaya değer diye düşüyorum. Kendimizi, yaşamı ve toplumumuzu anlamak adına. İşte Yankı Yazgan konuşuyor:

Türk toplumu, birey ve çocuklar üzerine:

- Çok iyi moral de bir ülke olduğumuz söylenemez. Bu yüzden insanlarımızı iyi hissetmek istiyor.

- Kötü hissetmeden iyi hissedemez siniz. Dibe vurmak diyorlar ya.

- Başkasının başarısı ile avunmak konusunda başarılıyız.

- Şiddet hissetmeyen bir canlı yok. Küçük çocuklar ısırıverirler. İtmek kakmak tabiattaki halimizde var. Doğallıktan uzaklaştıkça şiddet dürtümüzü frenliyoruz. Doğallık derken tabiattaki halimizden bahsediyorum.

- Kendini kontrolleri zayıf olanlar, kontrolün zayıf olduğu ülkelerde suç oranı artıyor. Kuralların denetlenmediği bir yerde kurallara uyulması beklenilmiyor. Kameralı bir kavşakta trafik kurallarına uyan, kırmızı ışıkta duran, yayalara yol veren bir sürücü, kamerasız bir kavşakta kırmızı ışıkta geçiveriyor.


- Yaptığınız davranışın sonuçlarını yaşama ihtimaliniz varsa, iki kere düşünüyorsunuz.

- Gençlikte model arıyorsunuz. Şiddet kültüre sindiği zaman (kötü bir örnek oluyor).

- Dövülerek ilgi almak diye bir kavram var. “Kocam artık beni dövmüyor bile,” diyen kadın var. Dokunmaya, temasa o vuruş ile bile o kadar hasret.

- Kaybetme korkusu var.

- Çocuklara fiziksel dayak çok azaldı, ama sözle de bir insanı hırpalayabilirsiniz. Kimse çocuğunu alenen dövmüyor. Ama dövmüyorum fakat her gün hakaret ediyorum. Ağır konuşmak var Sözlü şiddet var. Bunlar ile aşağılama değersizleştirme oluyor. Salak, aptal gibi ifadeler kullanılıyor. Çok yaygın olduğunu düşünüyorum. Anne baba çocuğa yapıyor. Patron yanındakine. Dövmekten beter etmek bu.

- Toplum olarak aşağılanmaya karşı hassasiyetimiz var. Türkiye’nin ruh halinden bashediyoruz. Reddedilmeye - en ufak ‘hayır’ı reddedilme olarak almaya eğilimimiz var.

- ‘Çocuk kalmışlık’ halimiz var: çocuğun düşüncesizliği, ölçüsüzlüğü, şiddeti, sevimlilik, misafirperver ve misafire ne yapacağı belli olmayan halimiz var.

- Aşağılık kompleksimiz var. Bu itici güç olabilir. Yetersiz hissetmezseniz nasıl başaracaksınız? Örneğin ilk sınavda kaybetmek ikinci sınava tetikleyebiliyor…

- Kuralsızlığı özgürlük mü sayıyoruz? Sorusuna bakarsak. İsyan etmek ihtiyacımız var – kurallara uymamak bunu kolay olarak karşılamak demek. Sizden zayıf çocuğu döverek korkulan ve makbul bir çocuk olmak mesela.



- Kuralsızlık ile özgürlüğü karıştırıyoruz. Kurallara uymak esasında bizi özgürleştiren bir şey. Lüzumsuz şeyler ile uğraşmaktan kurtarıyor. Kurallar bunu sağlıyor. Zihin daha yaratıcı ve ileri düşünceler için özgür kalıyor.

Aşk üzerine:

- Bir akşın ömrü ne kadar diye sorarsanız, 18 ila 24 ay sürüyor. Nereden geliyor? Anne çocuk ilişkisinin en yoğun olduğu dönem çocuğun 18 ila 24 aylık olduğu dönemlerde. Annelerin beyinlerine bakınca bazı yerler aktif. 20’li yaşlarda gençler âşık olmaya başlayınca beyinde aynı yerler aktif oluyor. Anne çocuk ilişkisinde aktifleşen sistemler âşık olunca kullandığımız sistemler aynı. Kendi çocuğumuzu severken de aynı yerle aktif hale geliyor.

- Devamlı aşık kalmaya insan vücudu dayanamaz ki. İhtiyacımız bağ kurmaktır. Kalıcı anlamlı bir ilişki ihtiyacımız var - aşk bunun tetikleyicisi. Aşk bir bağ kurmamız için bizi bir araya getiren mekanizmadır. Bağ kuvvetliyse aşka ihtiyaç olmuyor. Asıl ihtiyaç bağ kurmaktır.


- Âşık olunca eli terler, boğazı kurur, kalbi çarpar - kuduz köpeğe yaklaşınca da bunlar oluyor. Aşk tehlikeli bir şey. Tehlikeli kendisinde yok, âşık olduğunuz anda, anne çocuk sahibi olunca, kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya. Kaybetme kaygısı. Kaybetme ihtimali ile karşılaşılan durumlar beyinde aynı yerler aktif olur.

- Türkiye’de eğitim ve sağlık kamunun hizmeti olarak çıkmış vaziyette. Ticaret ve kamu etiği farklı. Sağlık ve eğitim bir ülkeyi uygar yapan iki bileşen. (Bu dikkat edilmesi gereken bir konu.)

- Kadın ve Erkeğin beyni farklı mı diye sorarsak: Çok farklı. Neden farklı? Beynin gelişimini tetikleyen hormonlar iki cinste farklı işliyor. Bu sebeple farklı yetiler ortaya çıkıyor– üstünlük eşitsizlikten ziyade bir zenginlik şeklinde. Çok yönlü düşünce yetisi olan erkeklerin beyni daha kadınsı. Bu dış görünüş anlamında değil, düşünüş tarzı ile ilgili bir şey.

- Kadınların uzun vadeyi görebilme ve hissedebilme yetileri var.

- Türkler bilmiyorum demiyor.

- Beynin bir sefer yüzde 10’u çalışıyor. Gereken yer çalışıyor.

- Kusur bulmayı seviyoruz. Başkalarında kusur bulma özelliğimiz var. Mükemmeliyetçi - bir şeyi tam yapma ile hiç yapmama arasında kalma hali olabiliyor. O kadar iyi yapmak istiyorlar ve istedikleri derecede yapabileceklerine dair derin şüpheleri var ki yerlerinden kalkmıyorlar.




- Kusur bulmak daha kolay bir şeydir. Kusur kolay göze çarpar. Mükemmel bir sofrayı tarif ederken, bir kuş sütü eksikti diyoruz. Mükemmeli bile yine eksik ile tarif ediyoruz.

- Güncel dertler? 90’lardan bu yana hayatın baskısının daha geniş kitleler üzerinde hissediliyor. Zaman baskısı, yetişme baskısı, yapılacak şeylerin çokluğu ve yapılacak zamanın ve imkânın azalması.

- Hayat yetişilemeyecek kadar hızlı gidiyor. Yavaşlayın diyoruz veya bazen çok yavaşlayıp hayattan geri çekilenler oluyor.

- Çocuklar çiğnemeden yutar, büyüyünce çiğnemeyi öğreniriz ve yaşamın tadı artar.

- Durabilmek için muhafazakârlığa kayıyor insanlar. Kaybetmenin ızdırabını gidermek için.

- Muhafazakârlık bir masumiyet arayışıdır. İnsanlar çözümü orada bulabileceklerini sanıyorlar. Tüm dünyada bu akımlar var.

- Siyasetçiler gerçekten toplumu anlamaya çalışmalı. Oysa şekillendirmeye çalışıyorlar ve şekillendirmek için anlamaya gerek olmuyor.

- Kitaplarımda çizgiyi kullanıyorum. Çizgi yazı kadar eski bir dil. Yazıyı destekleyen bir araç.

*

Yankı Bey’i tekrar dinledim ve yine doyamadım. On kadar kitabı var Yankı Yazgan’ın. Ve kendimizi anlamak, çocuklarımızı, ailemizi, dostlarımızı anlamak, toplumumuzu, insanımızı ve yaşamı anlamak adına okumaya değer diyorum. Beynimizi, yüreğimizi ve ruhumuzu anlamak adına.

Gez, Dolaş, Gör


“Gez, dolaş, gör, yer, iç ancak alışveriş yapmak yok. Alışveriş her yerde var, sen görmene bak. Zamanına buna göre harca, tamam mı kızım?”

İlk defa Londra’ya gidecektim. Ve babam sakladığı eski Londra haritalarını ve metro haritalarını çıkarmış bana Londra’yı tarif ediyordu. “Metrolar kat kat kızım. Haritalarına bakarsan çözersin. Gez, dolaş, gör...”

Benim babam ne kadar çok şey biliyordu. Yıl 1984’ü gösteriyordu.

*

Bu ilk gezimden sonra Londra benim evimde hissettiğim şehirlerden bir tanesi oldu. Belki İngilizce iletişim kurmanın bana kolay gelmesi, belki gerçekten uluslar arası bir şehir olması nedeniyle Londra’da kendimi nedense hiç yabancı gibi hissetmedim.

Sonraki yıllarda ortak çalışmalar yaptığım birçok organizasyonun, kurumun ve grubun merkezleri hep Londra’da olacaktı. Hatta Reiki kitabım ile ilgili ilk yurtdışından not da Londra’dan gelmişti. Türkiye’ye ziyaret için gelen ve Reiki ile ilgilenen Londralı bir Türk kitabımı tesadüfen almış, beğenmiş ve İngiltere’ye döndükten sonra bana bir e-posta göndermişti. Bu paylaşımı beni gerçekten mutlu etmişti.

*

Belki babamın beni yıllarca teşvik etmesinden mi yoksa ruhum mu ister bilmiyorum ama seyahat etmeyi çok severim. Yorulurum, kendimi yine fazla yordum derim, artık durulup dinleyeceğim derim, ama ne zaman seyahat etmek için bir fırsat çıksa ne kadar şikâyet etsem de bir fırsatını bulur giderim. Belki bu nedenle farklı eğitimlere gitmeyi, Türkiye’nin ve dünyanın farklı yerlerinde çalışmalar yapmayı severim. Bu geziler dünyanın ne kadar küçük oluğunu da hissettirir bana. Ve esasında aradığımız her şeyin ne kadar yakınımızda olduğunu da.

Her yurtdışı seyahatimden keyifle dönerim ama bana ait olan pasaportumun da söylediği gibi ruhumun bir yandan sadece ve sadece ülkemin topraklarına ait olduğunu hissederim. Değişik bir sınırsızlık ve ait olma hissi.

*

Bunca söz ile ne demek istiyorum?

Ait olduğumuz yeri bilebilmek için ait olmadıklarımızı görmeye, sevdiğimiz şeyleri keşfedebilmek için sevmediklerimizin tadına bakmamız gerekebilir. Bilebilmek için bilmeye gayret etmek, sevebilmek için sevmeyi denemek gerekebilir. Ruhumuzun yaşamak istediklerini varsa, belki bize sunduğu ihtimaller ile sesleniyor olabilir. Belki ihtimallerin hepsi bize aittir, belki de hepsi sadece yolumuzdaki ipuçları.

Bilebilmek için, ruhumuzun yolundaki işaretleri görebilmek için bedenin ve ruhun ait olduğu dünyalarda gezinmek gerekebilir. Yolculuklarınız sevgi, mutluluk, neşeyle geçsin. Sağlıkla.

Ankara'da Manş'ı Geçmek



Yüzmekten korkmuyorum herhalde ama deniz hala zaman zaman ürkütür beni. Bazen anlayamadığım bir his kaplar içimi ve sahile dönmek isterim.



Yüzmeyi Ankara’da öğrendim ben. Duyanlar “İstanbul demek istedin değil mi küçük kız?” diyorlardı. “Hayır, ben Ankara’da öğrendim, ”diyordum. Bugünlerde spor kulüpler, havuzlar o kadar çok ki bu söz garip kaçmıyor ama 1976’da Ankara’da yüzme öğrenene sanırım çok rastlanmıyordu.



Doğruydu da. Babamın işlerinin Ankara ve Anadolu’da yoğun olduğu bir dönemdi herhalde ve bir arada olabilmek için o yaz bir süre Büyük Ankara Oteli’nde kalmamıza karar vermişti babam.




Babam işe giderken bizde kolluklarımızı takıyor ve havuzda yüzmeye çalışıyorduk. Bir aya kadar kaldık sanırım orada. Son zamanlarına doğru ağabeyim ve ben havuzun bir ucundan diğer ucuna yüzmeyi başarmıştık. Ve bir akşam babam geldiğinde şov yapma zamanıydı.



Taktık kolluklarımızı ve havuzun bir ucundan diğer ucuna yüzdük ve geri. Babam havuzun kenarından bizi alkışlıyordu. “Bravo, Manş’ı geçtiniz.” Babam bizi yüzerken görmüştü; mutluluktan uçuyordum.



Yalnız, havuzdan çıkar çıkmaz sormam gereken bir şey vardı; bu ‘Manş’ da ne oluyordu, acilen sormam lazımdı.

Küçük Zarfın Büyük Ağırlığı


Teklif zarflarının verilmesi saat 14.00’de bitiyordu. İhale salonunda müteahhitler yavaş yavaş toplanmaya başlamıştı. İzmir, Çeşme yolu üzerinde yapılacak olan bu baraj belki uzun zamandır yaşadığımız İstanbul’dan çok uzaklarda, ağırlıklı olarak Doğu Anadolu’da iş yapan bizler için iyi olabilirdi. Kolay bir inşaat değildi. Ancak İzmir’e yakındı. Bu iyi olabilirdi. Ben mi babamı heveslendirdim, babam mı beni heveslendirdi bilmiyorum, ama ihale zarfındaki birim fiyatlardan indirim oranımız teklif zarfına %55,55 olarak yazıldı kalemimin ucundan.


Bilgileri dikkatlice yazmıştım bilgileri. Bir harf hatası, ya da virgül yerine yazılan bir nokta işareti, teklifin geçersiz olmasına neden olabiliyordu. Başka bir ihalede bir bankanın geçici teminat mektubu’nda şube görevlisi mektuptaki limitleri yazarken bir daktilo hatası yapmış, bu bizimde dikkatimizden kaçmış ve bu yazım hatası nedeni ihale dışı kalmıştık. Babam bu hatama bir şey dememişti ama “Bunu nasıl atlayabildim?” diye ihale komitesinin önünde yerin dibine batmıştım doğrusu. Bir de hayatı yapan bankada olsa teminat mektubunun damga vergisi ve diğer masraflarını bizden yine de almışlardı. Tüm ihale masraflarımız boşa gitmişti. Ayırdığımız onca zaman, seyahat masrafları boşa gitmişti. Her şey bir yana bir iş imkânı ellerimizin ucundan kaçmıştı. Benim için çok büyük bir dersti o ihale. İş hayatımın sanırım üçüncü yılıydı. O günden sonra detaylara özen göstermek konusunda hep daha çok çaba harcadım. Yazım hataları konusunda elimden gelen dikkati göstermeye çalıştım. Ve önemli evrakları defalarca kontrol eder oldum. Bedeli ağır ödenen dersler zihinlerimize daha bir derin kazınıyor.


Ve gelelim İzmir’deki işin ihalesine. İhale saati geldi. Bu kapalı zarf usulü açık bir ihaleydi. Yani ihale komitesi teker teker teklif zarflarını ihale katılımcılarının önünde açacaktı. O dönemdeki ihale yönetmeliklerine göre, en yüksek indirim oranı ile işi yapmayı teklif eden firma işi alacaktı.


Gözümüzü karartmış ve hiç para kazanmamayı göze alarak bir teklif atmıştık. Değişik bir kavram değil mi? Para kazanmayacağını bile bile bir işe teklif vermek. Baban Sinan Kocasinan böyle bir adamdı. Boş durmaktansa, kazancı olmadan çalışmayı göze alabiliyordu. Bir şeyleri yapıyor olmak, işini yapıyor olmak babama mutluluk veriyordu. Bir de sanırım, bir işi başından sonuna kadar görme şansım olursa, belki de müteahhitliği yapabileceğimi düşünüyordu. O güne kadar hep ben işe başlamadan önce inşaatı başlayan projelerde çalışmıştım. Babam eski işlerini anlatırdı, şantiye yeri bulmanın ve şantiyeyi kurmanın ilk zorluklarını. Görmek ve yaşamak başka bir şeydi.


O günlerde ben de yapabileceğimi düşünüyor olmalıydım ki o ihalede %55,55 gibi bir indirim oranını o zarfa yazmaya razı ve istekli olmalıydım. Konunun ciddiyetinin tamamen farkındaydım, ama yine de yapmıştık işte. İşi yapmak para kazanmaktan daha önemli olabilir miydi bizim için?


Teklif zarfları açılmadan önce, ne yaptık biz diye düşündüğümüzü hatırlıyorum. İzmir’e, Çeşme’ye, yani modern hayata çok yakın ama çok zorlu bir çalışma dönemi ve şartları bekleyecekti bizi. Zarflar açılmaya başlandığında, benim içimi bir korku ve endişe kaplamaya başlamıştı bile. Ta ki, bir firma %58,55 teklif ile işi alana kadar. Sanırım bizim indirim oranımız ancak 3. olabilmişti çok şükür. Çeşme’de baraj yapma rüyası da sona ermişti.


Bir işin en zevkli aşaması ihale aşamadır kızım. Hayaller kurarız. Bir iş sanki herkesin kapmak istediği bir av gibidir. Bir an için insanın gözlerini kör eder, cesaretini artırır. İşin üzerinde kaldığı belli olana kadar. O zaman bir yük insanın omuzlarına biner. Bir gece önce ihale heyecanı ile uyuyamaz insan. İhaleden sonraki gece de işin sorumluluğu nedeni ile.”


*


Ofiste, yolculuklarımızda elli yıllık iş hayatında yaşadıklarından, karşılaştıklarından bahsederdi babam. Ondan o kadar çok şey öğrendim ki. Bu tecrübe dolu bilge adamı çok özlüyorum.




- “Ben hiç işsiz kalmadım evladım bu güne kadar. Hep bir iş bittiğinde diğeri çıktı karşıma. İşi ben aldım ama hep bir iş çıktı karşıma diğeri bittiğinde.”
- “İnşallah babacığım bizimde karşımıza yenileri çıkar.”
- “Allah zeval vermesin evladım.”
- “O nedir babacığım, ben zeval kelimesini bilmiyorum.”

Evet, bilmediğim bir kelime çıkmıştı karşıma uzun yıllardan sonra. Babamın bu sözü kullandığını da duymamıştım herhalde. Nasıl bilmiyordum ben bunu?

- “Zeval, üst nokta, tepe nokta demek. Yani en üst noktaya gelince, geriye inmek kalır kızım. Hep ileri gidebileceğin bir yer olsun. Budur hayat. Budur hayatta güzel olan. Vardın mı, yol biter.”


Emekliye ayrılmadan, işimi tamamladım demeden hayata veda etti babam. Neredeyse sağlığının iyice bozulduğu son günlerine kadar işimizin nasıl devam edebileceğine dair ihtimalleri aradı. İnşaat müteahhitliği, devletin ve inşaat yaptıran idarelerin şart ve yaklaşımları son yıllarda bizimki gibi orta ve küçük ölçekli firmaların eskisi gibi iş yapmasına pek imkân tanımıyordu. Bir de babamın bilgi ve tecrübesi doğal olarak ben de yoktu. Babam sadece müteahhitlik firması olan bir iş adamı değil, inşaatı seven, teknik çalışmaları, arazi çalışmasını seven tutkulu bir inşaat mühendisiydi.


Babamın ölümünden sonra elimizdeki projeleri tamamlamak dışında yeni bir inşaat işi yapmaya girişmedim. Elli yılı aşan bir süre inandığı titizlik ve doğrularla müteahhitlik yapmış olan babamın ismini zedelemek istemedim. Para kazanılabilirdi, kaybedilebilirdi, ama babamın onca yıllık uğraşından sonra Sinan Kocasinan isminin yaptığı yedi baraj ve binlerce kilometre yol ve hizmet ile anılıyor olması daha doğru geldi bana.


Bu çalışkan ve dürüst adamın kıymeti bilindi mi? Cevabı kolay bir soru değil bu. Fakat şartlar ne olursa olsun babam yaptığını yapmaktan vazgeçer miydi diye sorarsam biliyorum cevabı ‘hayır’ olacaktı. Babam ülkesine hizmet etmeyi görev edinmişti. Edirne’de, Eskişehir’de, Kayseri’de, Adıyaman’da veya Elazığ’da. Belki bir ömür yollarda, dağlarda, şantiyelerde geçmişti ama sanırım sorabilsem “Başka türlüsünü seçmezdim kızım” derdi bana.


Ruhu şad olsun. Nur içinde yatsın.

7 Haziran 2009 Pazar

Sözcüklerimiz Nereden Geliyor?

- “Zeynep, bir dakika gelir misin yavrum?”
- “Buyurun öğretmenim.”
- “Yavrucum, daha 14 yaşındasın. Dikkat ediyorum eski Türkçe kelimeleri biraz fazla kullanıyorsun. İfaden genelde çok güzel ancak, yavrucuğum bu kelimeleri nereden biliyorsun?”
- “Bilmiyorum öğretmenim, tam farkında değilim. Dikkat edeceğim öğretmenim.”


Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde, ortaokul ikinci sınıftayken Türkçe dersi öğretmenim beni çağırmış ve kullandığım bazı kelimelerin, yani sözcüklerin eski Türkçe olduğunu hatırlatmıştı. Söylediği anda fark etmiştim ki ben babamın sözcüklerini kullanıyordum. 1927 doğumlu babam sınıf arkadaşlarımın anne babalarından yaş olarak daha büyüktü. Babam zamanla bazı kelimeleri kullanmayı bırakacaktı ama bazıları da ona özel olarak hep dilinde kalacaktı.


Mesela, “Ben mektepteyken deden tayyare ile … ” diye bir cümle kullanmayı bırakacak ve “Ben okuldayken deden uçak ile …” demeye başlayacaktı. Ancak atölye kelimesini ısrarla atelye olarak yazacak, ben ise onu yanlış yazıyor diye eleştirirken, eski kitaplarını bulacak ve burada o kelimenin ‘atelye' diye yazıldığı görecektim. 1945 yılında İstanbul Teknik Üniversite’si İnşaat Fakültesi’ne giren babam, doğal olarak farklı bir dil kullanıyordu. Ben ise farkında olmadan babamdan öğreniyordum.


Annemin çok düzgün bir telaffuz ve konuşma tarzı vardı. Annemi tiyatro sanatçısı sananlar çok olurdu. Bu açıdan da şanslıydım belki. İstanbul’un göbeğinde Türkçeyi İstanbul lehçesi ile konuşmayı öğrenmiştim. Farklı lehçe telaffuz ve ifadeler ile karşılaşmam, kitapların dışında sık karşılaşmam, üniversiteyi bitirip iş hayatına başladıktan sonra olacaktı.


*


İlkokul, ortaokul ve lisede çok iyi öğretmenlerim oldu. Gerek dilbilgisi gerekse edebiyat derslerimiz dolu dolu geçerdi. Üniversite yıllarda yurtdışına gidince itiraf etmeliyim ki Türkçe dilbilgisi bilgim zayıfladı. Bugün imla kılavuzuna bakma ihtiyacını çok hissediyorum. Yine de sağlam bir temelim olduğu için şanslıyım.

Özellikle çocuklar çevrelerinde konuşulanları bilinçli ve bilinçsiz olarak çok yakından dinliyorlar. Konuşma tarzları, konuştukları konular ve kelime seçimleri buna göre şekilleniyor. Okul hayatı ile birlikte sadece ailedeki değil, okulda arkadaşlarının ve öğretmenlerinin konuştuğu dilde öğrenimlerinin önemli bir parçası oluyor. Televizyon, radyo, diziler ve internet sözlü ve yazılı dilin öğrenildiği farklı mecralar oluyor. Benim çocukluğumda televizyonda sadece TRT’nin tek kanalı yayın yapardı. Evimize her sabah gazete gelirdi, ama ben ve ağabeyim gazeteyi akşamüstü okuldan geldikten sonra okurduk. Kitap okurduk ve eve zaman zaman gelen dergileri. Çok daha az yayın vardı takip edebileceğimiz.

Pazar sabahları gazeteler ile birlikte Milliyet Çocuk isimli bir dergi gelirdi eve. Ağabeyim ile ben dergiyi ilk okuyabilen olmak için o sabahlar erken kalkma konusunda yarışırdık. Hikayeler, karikatürler, bilmece bulmacalar olurdu. Pazar gününü iple çekerdik. Şimdi onlarca televizyon ve radyo kanalı, çeşit çeşit dergiler ve kitaplar var. Ve sayısız bilgisayar oyunu. DVD’iler, CD’ler, filmler… Devir ve dünya değişiyor, ve bu gözlerimizin önünde oluveriyor.

Çocukların dili öğrendikleri çok farklı mecralar var. Ancak ailenin yeri bence hala önemli konumunu koruyor. Çocuklar en çok aile büyüklerini modelliyor, özellikle küçük yaşlarda. Kelime seçimlerini, konuşma tarzlarını aileye, yaşadığımız şehir ve çevreye göre değişiyor. Bunun güzellikleri var. Benim bu vesile ile hatırlatmak istediğim şey kelimelerin seçimi ile ilgili farklı bir nokta: Konuşmalarınızda çocuklarınıza sevginizi ifade ediyor musunuz? Onları başarıları ve olumlu davranışları için kutluyor ve yüreklendiriyor musunuz? Yaşamın olumlu yanlarını görmelerini sağlayan, kuvvet veren ve güven de hissettiren kelimeler kullanıyor musunuz?




Aferin, sen başarırsın, yapabilirsin, yap, sana güveniyorum, akıllısın” gibi ifadeleri çocuklarınız ile konuşmalarınızda kullanıyor musunuz? Bu ve benzeri kelimeleri daha çok nasıl kullanabilir siniz? “Aptal, salak, beceremiyorsun, tembel” gibi kelimeleri kullanıyor musunuz? Bu ve benzeri eleştiren, değersizleştiren kelimelerin şaka yolu ile söylense bile çocuğun psikolojisinde yarattığı etkilerin farkında mısınız?

Çocukları yaşamı öğrenmek için aile büyüklerini modelliyor. En çok da söylenilen sözler bilinçlerine ve bilinçaltlarına yazılıyor. Bizler farkına varmadan sözcüklerimiz ile küçüklerin yaşamlarını şekillendiriyoruz. Bizim sesimiz bir bakmışız minnacık dudaklardan dökülüyor.

İçimdeki Çocuktan Selam Var


Yeğenim Melisa, annemin yemek masasının altına oyuncak hayvanlarını dizmiş, beni otobüs şoförü yapmış, kendisi de bebeklerin annesi rolünü oynuyor.


Kapı çaldı. Gelen bir evrakı imzalamam gerekiyordu. Bu sırada Melisa beni çağırıyordu. Annem “Halan gelemiyor, sen şoför ol”, deyince nedense ağlamaya başlamıştı.


İşim bitince hemen geri döndüm. Yeğenimin ağlamasını susturabilince, yanaklarından akan yaşları parmaklarımla sildim. Gözleri ve burnu hafif kızarmış “Gözyaşı onlar Hala….Bana mendil getirir misin?” dedi yeğenim.


Çocukların çok saf, kırılgan ama kuvvetli ve kendilerini yürekten ifade ettikleri bir dünyaları var. Saf ve kırılgan. Bir o kadar da hakiki.


O gözyaşlarını görünce yirmi kusur yıl öncesine gitti aklım. Kuzenlerimden birinin çocukluğuna. Ne olmuştu hatırlamıyorum ama küçük kızın gözyaşları yanaklarından aşağı doğru süzülmeye başlamıştı. Çok küçüktü ama ağladığının, üzüldüğünün görülmesini istemiyordu. “Zeynep Abla, ben ağlamıyorum,” demişti bana, “gözlerim ağlıyor.”


Çocukluktaki saf ve temiz ifademizi özlüyorum. Saf ve duyguları yürekten kelimeleri. Açıkça ifade edilen sevgiyi. Üzgünlükten sevince hızlı geçişleri. Affediciliği. Özümüz olan ve varlığını arada unutuverdiğimiz canı hatırlatan şeyleri. Hatırlayabilsek, çocukluğumuzu hatırlayabilsek, yaşamlarımız farklı olabilir miydi acaba?

Kenarlarda köşelerde o saf varlık hala bizimle birlikte. Ben buna inanıyorum. Çağırıyorum bazen onu saklandığı köşelerden. Hasretle kucaklaşıyorum.

Siz de seslenmeye ne dersiniz? ...

İçinizdeki çocuğa içimdeki çocuktan selam olsun.

Behçet Bey'i Farklı Kılan Ne?





Bugün üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Derneği olarak dönem başkanı Sn.Vasfiye Doğan ve kulüpten arkadaşlarım ile birlikte Fethiye Belediye Başkanı Sn. Behçet Saatcı’yı makamında ziyaret ettik. Genel bir nezaket ziyaretiydi bu. Ve bir yandan konuşmalara hem iştirak edip hem de dinlerken, bir idareciyi ne başarılı yapar diye düşündüm. Üçüncü defa belediye başkanı seçilen Behçet Bey’i farklı kılan neydi?

Behçet Bey ile ilk defa ne zaman tanışmıştım? Fethiye’deki ikinci resim sergimin açılışın da mı, yoksa Fethiye Belediye Spor Yelken Kulübü’ndeki gençler ile buluşmasında mı? Hatırlayamıyorum. Fethiye’ye gelip gideli dört yılı biraz geçti ama sanki çok uzun zamandır Fethiyeliymişim gibi hissediyorum. Ve bazı anıların detayları biraz silikleşmeye, bazen de sıraları karışmaya başlıyor.

Sahi, neydi Behçet Bey’i farklı kılan?

Öncelikle herkese her an kapısının açık olduğunu hissettirmesi diyeceğim. İnsana güven veren bir his bu. Birilerinin bizi dinlediği ve dinleyeceği hissi çok kuvvetlendirici bir şey. Şehrindeki herkesin derdini dinlemeye gönüllü olduğu hissini veren bir tarzı var Behçet Bey’in. İnsana kıymet veriyor. Bunu hissettiriyor, davranışları ile gösteriyor. Ve sanki ben de bu günlerde insana kıymet verenleri daha çok arıyorum. Belki ben de onlara bunun kıymetini bildirmek istiyorum.

Behçet Saatcı her yaştan, her konumdan ve şarttan insan ile iletişim kurmayı pek güzel başarıyor. Buna gayret ettiğini gösteriyor. Çocukların Behçet Amcası duygularını hissetmekten ve yaşamaktan çekinmeyen bir insan olarak oldukça sahici ve gerçek olarak duruyor karşımızda. Yapmacık ve sahte ilişkilerin yaşamlarımıza girmeye başladığı bu günlerde Fethiye yüreği ısıtan dostlukların tadını sanki başkanının duruşunda da alıyor.

Sabah saatin dördü, yani ertesi sabah olmak üzere. Ve ben hakiki olan üzerine düşünmeden edemiyorum bu gece. Gerçek sevgi, gerçek inanç, gerçek duygu ve düşünceler üzerine düşünüyorum. Etraf sessiz. Sanki çıt çıkmıyor. Az önce nereden geldiği ve nereye gittiği belli olmayan bir motosikletin sesi sessizliği bir anlığına böldü, ama ben daha çok, ve belki de bir süredir duymadığım kadar parmaklarımın altındaki klavyenin çıkardığı sesleri duyuyorum. Ne kadar da yüksek.

Her anımızda, yaşadığımız her anda, karşılaştığımız her insanla ve attığımız her adımda, bir karar alıyoruz. Hakiki olup olmama kararı. Yürekten olup olmama kararı. Sevip sevmemek kararı. Hepimizin bir bütünün parçaları olduğuna inanmak veya yalnızlığımızın kaderimiz olduğunu kabul etmek kararı.

Bu gece uzunca bir süredir düşünmekte olduğum bir fikrin kesinliği yataktan kaldırdı beni. Henüz uyumuş değildim, ama beni yataktan kaldıran ruh hali yaşamın karşıma çıkardıklarını kabul etmek ve buna şükretmek gereğini bedenimin sanki her hücresinde hissetme haliydi.

Behçet Saatcı’yı farklı kılan esasında hepimizi farklı kılabilen şeydi. Tüm maskelerden arınmış olarak sevdiğimiz şeyleri tüm yüreğimizle yapmaya giriştiğimizde bizi saran kuvvet ve heyecan.

Benim için bu, kim bilir kaç gece yarısı beni uykudan uyandıran veya uyutmayan yazmaya duyduğum ihtiyaç ve sevgiydi. Gecelerde, gündüzlerde beni kaleme kâğıda, bilgisayarın başına götüren arzu. Belki sizin benim yazdıklarımı duymaya ve okumaya ihtiyacınız olmayabilir, ama benim beni bekleyen yarına uyanabilmem için yapmam gerekiyor. Kısa bir ziyaret düşüncelerimi farklı yerlere taşıyor.

Allah mahcup etmesin. Yüreğinin yolunda yürümek isteyenlerin yolu hep açık olsun.
03.06.2009, Fethiye

4 Haziran 2009 Perşembe

Ithaca'dan Çelikhan'a


Çelikhan’a vardığımızda hava kararmıştı.1992 yılının Ekim ayında akşam olmasına rağmen hava o kadar soğuk değildi. Türkiye’ye döneli daha belki bir ay olmamıştı ama Türkiye içinde babam ile seyahatlerim devam başlamıştı. Önce Kırklareli’ne uzanan yolumuz, oradan Ankara, Kayseri, Hatay derken şimdi Adıyaman’a, Çelikhan’a yönelmişti. Hava sıcak mıydı soğuk muydu tam farkında değildim bir yandan. İlçeye girişte Jandarma arama yapıyordu. Arabadan indik. Nüfus cüzdanlarımız istediler. İlçenin girişi karanlıktı. Babam ve şoförümüz Metin askerler ile konuşuyorlardı. Ben sanki yeni bir filmi izler gibi sessiz kelimelerin sadece seslerini duyuyordum.



Ankara, Kayseri, Hatay’ı ziyareti içeren bir seyahatin son durağı olarak Adıyaman İli’nin Çelikhan İlçe’sindeki Çat Barajı İnşaatı’nın şantiyesine geliyorduk. Esasında benim lise yıllarımda bu işin ihalesini almıştı babam. Ödenek yetersizlikleri nedeni işe inşaatı hala sürmekteydi.
Bu Ekim ayı akşamında, Jandarma kontrolü sonrası tekrar arabaya bindik ve Şantiye’ye doğru yol almaya başladık. Babam on beş yirmi dakikalık bir yolumuz kaldığını söyledi. Ben, Çat Barajı’na ilk defa gidiyordum. Çocukluğumuzdan beri şantiyelere sık sık giderdik, ancak bu bölgedeki terör olayları ve sonrasında da üniversite eğitimi için yurt dışında oluşum nedeni ile bu şantiyeye daha önce gelememiştim. Türkiye’de günlerim bir rüzgâr gibi. Babamın beni iş ile tanıştırma turları hızlı başlamıştı.



Gece şantiyeye vardık. Denizden 1450 metre yükseklikte, dağların arasında, önü kesilecek bir akarsuyun yanı başında, ayrı bir dünyaya uyandım ertesi sabah. Evet, artık iş hayatı başlamıştı. Esasında, gece çok rahat da uyuyamamıştım. Penceremden, şantiye dinamit deposu ve bekleyen bekçiler görünüyordu. Bir de gece yine silahlı bir grup insanı getirmişti askeri cipler. Sonradan bu kişilerin şantiyeyi korumak üzere her gece gelen köy korucuları olduğunu öğrendim. Ve normalde korucuların köylerinden alınmasını ve bırakılmasını bizim Şantiye araçları yapıyordu. Ama babamın gelmesi şerefine, komutanlar kısa bir merhaba demek istemişti. İlçeye girişteki güvenlik araması nedeni ile Şantiye’ye geldiğimiz haberi ulaşmıştı onlara. Doğrusu, arada hala konuşurken ağzından İngilizce kelimeler dökülüyordu. Çat mezrasının yakınındaki şantiyede uyandığım o sabah fark etmiştim - hızlı bir adaptasyon göstermem gereği acil durum haline gelmişti. Dıştan adaptasyonum oldukça başarılı idi. Sinan Kocasinan’ın kızı olarak, her şeyi yapabilmem gerektiğini, yapılması gerekiyorsa yapılabileceğini öğrenmiştim. İnsanoğlu istedikten sonra her şeyi yapabilecek güce sahipti.


Benim dıştan görünen adaptasyonum ve uyumum oldukça iyiydi. Ama sanki tam olarak yaşadığım sahnelerin içinde değildim. Bir seyirci gibi hissediyordum kendimi. Geçen bir ay içinde, ruhum New York’tan, Ithaca’dan gelip henüz Adıyaman’a yetişip bedenim ile bütünleşememişti belki de.


Sabah uyandığımda, babam şantiyede fırtınalar estirmeye başlamıştı bile. Bu adam bu işi nasıl bu kadar iyi biliyordu? Bu işten iyi para kazandığı ya da kazanabildiği anlamına gelmiyordu. O mühendisliği seviyor ve her detayı kafasında bir araya getirebilme gücünü ve yeteneğini taşıyordu. Zaten kendini tanıtırken her zmana: “Ben mühendis Sinan,” derdi. Ne iş yaptığı sorulduğunda da “Biz devlete inşaat müteahhitliği yapıyoruz,” derdi. Hatta bu yüzden yeni tanışanların, babamın işin sahibi Sinan Kocasinan olduğunu anlamaları zaman alırdı.


Babamın bu tarzı hoşuma gider, insanların onun kim olduğunu öğrenince davranışlarındaki değişikliği, şaşkınlığı, toparlanmayı, kimilerinin konuşmalarında değişerek eklenen hürmet ifadelerini seyretmeyi severdi. Ruhlarının yansıması olurdu davranışları. Kimileri ilk andan son ana aynı içtenlik ile yaklaşırken, kimi insanların davranışları Nasrettin Hoca’nın Ye kürküm ye hikâyesini akla getirirdi. nsanlar, gerçek insana bakmayı galiba unutmuştu. Öze kıymet vermenin önemini ve gereğini anlatırdı babam bana. Söylemeden. Göstererek. Babamı seyrettiğimde, insana baktığını görebiliyordum. Şekil ile karar vermiyor, insanı maddi varlığı, eğitimi ve ailesi ile değil, yüreği ve özü ile ölçmeye gayret ediyordu. İşlerini aksatabileceğini bilse bile, yanlış bir şey gördüğünde söylemekten çekinmiyordu. Kendi olmaktan korkmamayı nasıl başarıyordu?


Herkese eşit davranacaksın, saygı göstereceksin. Diploma ile insan olunmuyor. İnsanlar mühendis olunca kendilerini bir şey zannediyor bazen… İnsan olmak mühim. …”


Babamı özlüyorum. 1992 yılının Ekim’inden bu yana çok uzun yıllar geçti. Çelikhan’a ve Çat Barajı’na sayısız seyahatler yaptım. Yine de Çelikhan’ın içinden baraja doğru ayrılan yolda her seferinde biraz buruk biraz tatlı babam ile çıktığım o ilk uzun yolculuk gelir aklıma. Gecenin bir vaktinde bu şehrin girişte önümüzü kesen askerler yabancı gelen bir merhaba demişti bana.

Mor bir hüzün'ü Dinliyorum

Lions Kulübünün bir eğitimi için Marmaris’e gidecektim. Yolculuktan önceki akşam sabaha hazır olmak için gidip benzin almak ve arabamın deposunu doldurmak istedim. Ve yolculuk için birkaç şişe suyu almak da iyi olacaktı. Fethiye’deki ofisime yakın olan bir benzin istasyonuna gittik, depoyu doldururlarken benzin istasyonunun içindeki mağazaya girdim. Neden bilmem gözüm müzik CD’lerinin olduğu bölüme takıldı. Gittim, ve bir baktım ki birkaç ay önce kapağının taslağını gördüğüm bir CD çıkmıştı. Hemen satın aldım. Ne zaman çıktı acaba, diye geçirdim içimden. Ben Japonya’dayken mi acaba, diye düşündüm. Arabama geri yürürken paketini açtım. Arabaya biner binmez CD’yi arabanın CD çalarına taktım. Ve Mor bir hüzün’ ü, Onur Akın ’ı dinlemeye başladım.




Bundan birkaç ay önce Onur Akın ile Fethiye’de tanıştığımda elinde bu CD’nin kapağının farklı baskıları vardı. “Yeni tamamladık,” demişti. “Tamamladık ve Fethiye’ye geldik.” Çok beğenmiştim beyaz zemin üzerine hazırlanmış olan kapağı. Yeni albümünün adını Mor bir hüzün koymuştu Onur Akın.





Tanıştıktan sonra Onur bey, eşi Seher Hanım ve kendisi ile beni tanıştıran çok sevdiğim dostlarım Av. Arzu ve Ahmet Bozkurt ile Fethiye’de birkaç gün geçirme şansım olmuştu. Kimseyi tahlil etmek veya değerlendirmek bana düşmüş değil ama insan olarak çok sevdim Onur Akın’ı. Gerçekten ince ruhlu, sevgi dolu, insana kıymet veren, insana saygı duyan, yüreği gerçek, sözü yürekten bir insan çıktı karşıma. Doğrusu bu kadarını beklemiyordum.

İçi dışı biri, özü sözü bir insanları ile karşılaşmak eskisi kadar kolay değil. Bu konuda hep çok şanslı olduğumu düşünmüşümdür. O kadar kıymetli, sevgi dolu can dostlarım var ki. Yine de bozulmamış bir ruh daha görmek beni mutlu etti. Sanatla uğraşmak, tanınır olmak insanı bozar diye mi düşünüyordum yoksa. İnsanları yürekten dinlemeyi bilen, anlamak ve tanımak isteyen bir can gördüm. Mutlu etti beni, insana dair hissettiğim umudu biraz daha tazeledi.

Arkadaşlarımın arasında kimilerinin Onur Akın’ının hayranı olduğunu Onur bey ile tanıştıktan sonra öğrendim. Onur bey bizleri kırmayarak Fethiye’deki son gününde akşam İstanbul’a gidecek ve hemen o gece bir televizyon programına katılacak olmasına rağmen akşamüstü evimde kendisi ile tanışmak isteyen bir grup dostum ile bir araya geldi. Kendi de eşi Seher hanımda yıllanmış dostlukların sıcaklığı ile kalplerini bizlere açtılar. Ve bizde güven ve sevgi ile onlara.

İşte benzinciden çıktığım o akşam arabamın içinde Onur Akın’ın yeni albümünü dinlemeye başladığımda aklım bundan birkaç ay öncesine, Fethiye’de geçirdiğimiz o birkaç güne gitti. Eve yaklaşmaya başladığımda daha albümdeki dört beş parçayı dinleyememiştim bile.

Size de olur mu bilmem ama bazen müziğin benim üzerimde farklı bir etkisi olur. Bazen dinlediğim bir şarkıyı yarım bırakamam ve eğer araba kullanıyorsam, ya arabanın içinde durarak veya araba ile dolaşarak parçanın tamamını dinlemek isterim. Bir türlü yarım bırakamam, her nedense.

İstanbul’da bunu yapmak daha zordur. Sıkışık bir trafiğin içinde bulabilir aniden insan kendini. Ama o akşam Fethiye’de şehir sakin ve yollar açıktı. Ve kulağım ve yüreğim sadece dinlediğim müzikteydi. Doymamıştım dinlemeye. Ben de arabamı park etmek yerine Fethiye’nin içinde araba ile dolaşmaya devam ettim. Ta ki albümün tamamını dinleyene kadar. Sonra albümün sekizinci parçası olan Sentez ’i dinledim birkaç defa. Sadece o şarkıyı, birkaç defa daha. İlk dinleyişte o şarkı hoşuma gitmişti, diğerlerinden biraz daha çok. Yüreğim o şarkıyı birkaç kez daha dinlemek istedi. Arabamın yönünü tekrar eve çevirdiğim zaman aradan ne kadar zaman geçmişti tam bilmiyorum. Arabayı park edip biraz daha dingin eve yürüdüm. Kulağıma çalınan tekrar duyulmak istenen diğer şarkıları bir sonraki güne bırakarak, dudaklarımda nereden geldiğini bilmediğim kelimeleri mırıldanarak çıktım merdivenlerden.

Fethiye’de hava artık kararmış ve yıldızlar kendini göstermeye başlamıştı.