İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

20 Şubat 2011 Pazar

Şimdi...

Yazmak yapmayı en çok sevdiğim şey. İtiraf etmek istesem de istemesem de bu doğru. Bunu esasında hep bildim ve inkar edemiyorum. Yazmak istiyorum, ne kadar iyi veya kötü olduğum o kadar önemli değil sanki. Çok önemli ve hem de anlamsız. Ben yazmayı seviyorum, kelimeleri, ruhumun yazdıktan sonra hafiflemesini. Yazarken ağlamayı, yazarken yerimde durmakta zorlanmayı. Tüm ruhumu ve bedenimi saran heyecanı seviyorum. Yazdıklarımda beni bu kadar heyecanlandıracak ne var bazen bilemiyorum. Kendimi anlatma ihtiyacındayım belki. Belki anlatmam gerekiyor.

Bugün, şimdi farklı gelen bunu blog ortamında yapmak istemediğim. Şimdi. Bir süre için. Her ne kadarsa o süre.

Yazdıklarım, yazacaklarım var.

Okunmasını istiyorum muyum? Evet, çok istiyorum. Sadece kendim için yazamıyorum artık. Yetmiyor. Sadece kendim için yazmak yeterli gelmiyor beni mutlu etmeye.

Yazmak yapmayı en çok istediğim şey. En çok sevdiğim. Çok iyi yapmak istediğim bir şey. Hep yetersiz hissettiğim ve yapmaktan kendimi alıkoyamadığım.

Artık sayfaların arasında hayat bulmasını istiyorum kelimelerimin. Bir kitabın sayfalarını çevirdikçe keşfedilmesini istiyorum. Bunu istediğimi fark ediyorum. Belki daha az şeffaf olmak istiyorum, belki keşfetmem gereken farklı bir Zeynep daha var.

Yüreğim ne istiyor?

Yüreğim yazmak istiyor. Kendi dünyası içinde kaybolup yazmak.

Okunabilecek bir hale gelirse eğer yazdıklarım, ki gelsin diye diliyorum o tüm çocukça heyecanım ve korkum ile, hangi sayfalarda bulabileceğinizi de paylaşacağım, bulmak isterseniz eğer.

Sevgilerimle.

17 Şubat 2011 Perşembe

"En zoru kendini inandırmaktır," derdi Babam, "sen inanıyorsan, yapamayacağın şey yoktur." ... Nur içinde yatsın.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Modern British Sculpture

I have been to a strong exhibition today, thanks to a friend to works at Royal Academy of Arts in London: Modern British Sculpture.

This was not what I was planning to do on my last afternoon in London this Saturday. I am pleasantly surprised.

If you are planning to visit London until April 7th, plan to spend some time to visit this exhibition, even just to visit first few halls.

After the entrance section of the exhibition as you enter the room on the right hand side, you start to travel in time. Just that room is enough to take in what this exhibition was set out to give. Even just that room was enough to make my soul travel around the world and through time. Statues from all around the world made from all possible materials. Limestone, marble, basalt, sandstone, gypsum, wood, cheerwood, elmwood, granite... This room in the exhibition was named "Theft by Finding" and as walked around the room, my head started spinning. It was as if each statue was being a channel for the time period and culture it was representing.

Was it the Totem Pole from Canada that touched me more or Statue if Moai Hava from Rapa Nui-Easter Island? Or the torso without the arms or the head from India which felt quite alive?

How about The Seed by Maurice Lambert and Sekhmet borrowed from the British Museum for the exhibition? One from 1932 and the other from 1350 BC seemed familiar with each other. So different and so good together.

London is always full of surprises. It turns I was in the same room with Madonna for a couple of hours this morning and did not even know it until much later. Oh, well, maybe next time.

As I am heading back home, I do feel a little tired, but definitely calm and thankful. Grateful.

May those who share their love and light with me, receive even more.

11 Şubat 2011 Cuma

Where Do You Hear Your Soul the Best?

I am in London again, only for a few days. It's been raining since I arrived yesterday, but I like. It has been a while since I saw rain in London. It has been strangely sunny and warm the last few times I was here and I miss the classic London weather.

My life has not been about patterns, it has been, well at least for the last five siz years it is about change. I do travel almost every week for quite some time. No days are quite the same. Yet, as I was getting out of the plane on Thursday morning, I realised once again that I do have my patterns within the chaos that make me feel safe.

When I come to London, I always, at least when I have a choice, use Turkish Airlines. I might use different ways to get to the city, but I stay at the same hotel. There are more... I realise once again that I balance change and "sameness" in different ways.

I love London. I really do.

This city is one of the places on the planet that I can hear my soul clearly. In the middle of this big and busy city.

...

As I remember the different places where my soul feels free to speak, I would like to ask you where is that place for you?

...

With love and light,
Zeynep

8 Şubat 2011 Salı

Kimi için Everest, Kimi için İstanbul Boğazı



Kuleli Askeri Lisesi örtülerinden sıyrılmaya başlamış. Restorasyon çalışmaları sırasında üzerine Kuleli’nin görüntülerinin yerleştirilmiş olduğu örtüler kapladı Askeri Lise’yi. İnşaatlarda gördüğümüz örtülerin çok özenli bir şekliyle. Fethiye’den döndüğüm bir gecenin sabahında Kuleli’nin kulelerinin örtülerden kurtulmaya başladığını görmek çok mutlu etti beni. Sanki o güzel bina hava alamıyormuş gibi geliyordu. İçerideki öğrenciler hava alamıyormuş gibi. Değişimi görür görmez bir gülümseme yayıldı yüzüme. Bazen mutlu olmak ne kadar kolay.

Bir Sahil Güvenlik teknesi beyaz köpükler yaratarak hızla geçiverdi Kuleli’nin önünden. Pencerelerimin bir ucundan göründü, diğer ucundan hızla uzaklaştı. Fethiye’de Sahil Güvenlik Birimi’nin yeri evime yakındır. Tekneleri görürüm. Deniz İstanbul’da şehrin özüdür ama birçok İstanbul’lu denizi sadece dizilerin görüntülerinde görerek günler, aylar geçirir. Fethiye’de deniz yaşamın içindedir. Dokunulabilir bir denizdir Fethiye’de mavi sular. İstanbul’da yanı başında bile mesafeli kalırız bazen. Hem yakınızdır hem çok uzak.

Boğaz’dan gözlerimin önünden yüzlerce gemi, tekne, kayık geçer her gün. Kimileri tekrar tekrar bir Karadeniz’e bir Marmara’ya doğru hareket eden gemilerdir. Kimileri bir daha hiç hatırlanmayacak olan gemiler. Arnavutköy’ün sahiline bağlı gezi tekneleri çokça takılır gözüme, bazen de isminden, şeklinden şemalinden tanıdığım ama Boğaz’ın hangi köşesinde yaşadıklarını bilmediğim tekneler geçer. Arnavutköy’de deniz çok yakındır ve çok uzak. Bu hal denizden midir benden midir merak ederim bazen.

Nasuh Mahruki’nin “Kendi Everest’inize Tırmanın” kitabı karşıma çıkıveriyor İstanbul’daki evimin farklı köşelerinde. Ben taşıyor olmalıyım. Nasuh Mahruki ile Everest’e tırmanmak için İstanbul’dan yola çıkacağı günlerde Levent’teki evinde tanışmıştım. Ev çok kalabalıktı. Bir arkadaşımın çocukluk arkadaşıymış meğer. Çok soğuk bir havada kısa kollu, beyaz mıydı emin değilim ama açık renkli bir t-shirt giydiğini hatırlıyorum. Ufak tefek bir adamdı, sakin ve kuvvetli görünen. Dağlara gitmeyi tercih etmiş bir adam. Nasuh Mahruki’nin o gün tanıştığı onlarca yeni kişi ile birlikte beni hatırlaması mümkün olmayan bir tanışmaydı bu. Ancak o günden hafızamda yer eden şeyler var.

Ben dağları, yaylaları seven bir insan olamadım hiç. Amerika’da dört yıl üniversiteyi okuduğum Ithaca kasabası yaşadığım deniz kenarı olmayan ilk ve tek yerdi ama İstanbul Boğazı’nı andıran Cayuga Gölü’nün yanında kurulmuştu. New York Eyaleti’nin o bölgesi göller ve şelaleler bölgesiydi. Beni çeken hep su olmuştur, özellikle denizler. Dağları keşfetmeye gitmek bana yabancı gelen bir yolculuk. Kendi sınırlarını zorlamak, keşfetmek için göze alınması çok zor yolculuklara çıkanlara hayranlık duyuyorum. Sınırlarımı bu kadar zorlamadığımı düşünüyorum. Nasuh Mahruki’nin yaptıklarını okuyunca yaptıklarım çok kolay seçimlermiş gibi geliyor. Şimdi öyle geliyor.

Bir denizaltı geçiyor Boğaz’dan. Siyah gövdesi suyun üzerinde. Biraz önce geçen Sahil Güvenlik teknesine göre o kadar az beyazlık bırakıyor ki arkasında. Sessizce, yavaş yavaş geçiyor Boğaz’dan. Siyah gövdesinin üzerinde Arnavutköy sahilinden gözle görülebilen Türk Bayrağı’nın kırmızılığı yansıyor.

Ernest Hemingway’den bir alıntıya yer vermiş kitabında Mahruki: “Şu an sahip olmadığınız şeyleri düşünme zamanı değildir, elinizdekilerle neler yapabileceğinizi düşünün.” Geleceğe yönelik olarak planlar yapmak ruhuma uyar, ancak bir özelliğim var, doğuştan gelen bir şey mi yoksa babamdan bana kalan bir miras mı bilemiyorum ama bir konuda aksayabilecek birçok şey bir anda aklıma gelir, geliverir. Yapmak istediğiniz bir şeyi söylediğinizde bir yandan bu konunun tüm fırsat ve imkanları ve geleceği kendini gösterir; diğer yandan o işin başarıya gidebilmesi için yapılması gerekenler de bir anda, nasıl oluyor bilmiyorum ama bir anda kendilerini gösterir. İlk anda bu ağır bir yüktür. Zihnim çalışmaya başlar. Bu ihtimallerin belki birçoğu uzaktır ama zihnime gelirler.

Nasuh Mahruki kitabında bir bölüme “Tedbirli Olun” başlığını vermiş. Çevremdekilerin “gereğinden fazla” tedbirli olduğumu söyledikleri anlar olduğu gibi cesaretle ölçüp biçmeden kalkıştığım işler de oldu. Çok fazla hesap yapıyor göründüğüm ve hesapsız hareket ettiğim anlar. Her iki halin de benim için ölçüsü aynıydı esasında: Yüreğimin sesi.
Çok basit görünen bir işlem bazen yüreğimi o kadar rahatsız eder ki karşımdaki insanlardan, bu bazen elemanlarım olur, bazen müşavirim, bazen avukatım, bazen bir firma yetkilisi olur, bazen bir arkadaşım, bir dernekten dostum, bir hocam, farklı kişilerden basit görünen o duruma dair oldukça detaylı bilgiler isterim. İşlemin değişik yönlerini detaylı olarak sağlama almalarını isterim. Bunu bazen gereksiz bulurlar, fuzuli bulurlar, çoğu zaman yine de istek ve tercihlerime saygı gösterirler. Ben bile kendimden şüphe etmeye başlarım ama genelde bu süreçte sonunda gözden kaçan ve aksayabilecek bir şeyleri keşfederiz. Bir bakarım yüreğime huzur gelmiş, tekrar rahat nefes alabiliyorum.

Bazen de görünen verilere rağmen yüreğim başarı ihtimali düşükte olsa yüksekte olsa o işe girişmek ister. Sonuç bazen başarı, bazen başarısızlık olur. Yine de neredeyse her zaman o kritik anlarda doğru karar aldığımı bilirim. Doğrunun ne anlama geldiği ile ilgili tarifim değişmiştir biraz. Çok başarısız olarak adlandırılabilecek bazı girişlerimde, birkaç kişinin yaşamını siyahtan beyaza çeviren etkiler yarattığımı sonradan öğrenirim. Maddi olarak kaybım olmuştur, ama o insanların hayatlarındaki olumlu değişikliği yaratmak için gereken benim gibi biridir belki. Kendi için hesap yapmadan yüreği ile hareket eden. Onların varlığından haberdar bile değilken başladığım işlerin sonucu başkalarının yaşamlarındaki büyük ve olumlu değişimler olmuştur.

Yaşadıklarımdan aldığım dersler var, tam kabul etmediğim dersler var, kazandığım dostlar var, yitirdiğim dostlar var. Bir dağcının gerekli tüm tedbirleri almadan sadece yüreğinin sesi ile hareket etmesi kabul edilemez belki. Ama belki yüreğinin sesi bir yolculuğu işaret edebilir, dağcının yüreği bunu söyleyebilir. Gerekli tüm hazırlıkları yapar ama bir ses dur diyebilir, bugün gitme. Bilgi, hazırlık, çalışma yapılmalıdır; ruhumun yeni deneyimlerine göre yeterli değildir. Yüreğimin de onaylaması gerekir.

Belki bir dağcının yaşamında belki yeri olmayan ikinci hali var ruhumun. Dış faktörler ne kadar olumsuz görünürse görünsün olumlu olacağını hissettiğim adımları attıran ruh hali. Çocukluğumda, öğrencilik yıllarımda ve mühendislik yaptığım yıllarda kabul etmeyeceğim bir risk alma hali, başarı kadar başarısızlığı da peşinen kabul ederek bir işe girişme hali. Ego, bencil istekler diye tarif edebilirim belki, belki olabilir ama ben beni her ne olursa olsun yapmam için iten gücün ruhumun özünden gelen farklı bir hal olduğunu bilirim. Ego ile ruhun sesleri çok farklıdır aslında. Ruhun görevleri bazen kaybeden olmayı gerektirir.

Nasuh Mahruki’nin kitabını samimi buldum. İnandıklarını yazdığını düşündüm, birçok insana ışık tutacağını. Kendi yaşamımda ise bana eski Zeynep’i hatırlattı. Çok tedbirli, çok planlı, çok hazırlanan, çok ölçen, çok gayret eden, bencil olmayan sorumluluk sahibi, fazla sorumluluk sahibi Zeynep’i. Tüm bu çoklara rağmen nereden geldiğini bilemediği engeller ve sorunlar ile uğraşan Zeynep’i. Başarılı olan ama belki tam kendi olamayan Zeynep’i.

Fethiye’den ayrılmadan önce kahve falıma bakmıştı yakın bir arkadaşım, “Terazi var, dengeye geliyor herşey,” demişti. Denge kelimesi yaşamımın ayrılmazı. Aleister Crowley Tarot kartlarında hiç 8 sayısının nasıl resmedildiğine dikkat ettiniz mi bilmiyorum. Bir kılıcın üzerindedir ve o kılıcın üzerinde dengeye durmaktadır karttaki figür. 8 sayısı dengeyi arayan bir yaşamı sembolize eder, dengede olmayı. Bir yandan adaleti temsil eder, zıtlıkları dengelemeyi, merkezlenmeyi. Benim yaşam sayım 8 ve bu sayı belki de kaderimi tarif ediyor. Her duygu ve düşünce her zaman zıddı ile de yaşamıma konuk oluyor.

Pandül beni sağa sola sallayıp dururken ruhum o kılıcın üzerinde günleri karşılıyor.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Enerji

Ruhumun dünyalarında yeterince gezindim. Şimdi dünyamı neler aydınlatıyor, bunlardan bahsetmek zamanı. Tamamlayıcı tıp teknikleri hayatımın ayrılmaz parçası. Özellikle enerji aktarımı. Enerji çalışmaları.

Çevreci kimliğimi bilen dostlar enerji deyince yeşil enerji, güneş enerjisi kullanımı, rüzgâr enerjisi gibi konulardan bahsedeceğimi düşünüyor. Müteahhitlik yapan mühendis Zeynep’i tanıyanlar, ömrümün büyük bir kısmının baraj inşaatı ile geçtiğini bilenler hidroelektrik santrallerden bahsedeceğimi zannedebiliyor. Oysa yaşamımda enerji kelimesini en çok evrenin, ruhun, bedenin bize sunduğu gözle her zaman görülemeyen ama yeri geldiğinde kendini gösteren, elle tutulamayan denilse de varlığını ellerimizde inkâr edilemeyecek kadar net hissettirebilen enerjiden bahsediyorum. Farklı adları var bu enerjinin. Gökkuşağının renklerinin farklı tonları gibi farklıları. Farklı tatları var, farklı dokuları.

Reiki ülkemizde en çok bilinen enerji aktarım tekniği, en çok tanınan enerji. Reiki kuvvetli, hassas, duyarlı ve şefkatle saran bir enerjiyi aktarmamıza imkân verirken insan olarak gücümüzü fark etmemize ve sahiplenmemize de yardımcı oluyor. Reiki sadece kendi gücünü kullanma imkânı vermenin çok ötesinde insanı farkında olduğu ve olmadığı yönleri ile buluşturuyor ve kavuşturuyor.

Kendimizi güçlendirmek için yaşamak dışında bir şeylere ihtiyacımız olması bana da bazen ters gelir. İnsan olmak ve var olmak yeterli olmalıdır. Yeterliydi de belki. Maalesef 21. Yüzyıldaki yaşamımızda yeterli değil, çoğumuz için mümkün değil. Unuttuğumuz gücü bize hatırlatacak, tadını almamızı sağlayacak araçlara ihtiyaç duyuyoruz. Onlardan faydalanarak gücümüzü çok daha kolay keşfedebiliyoruz.

Kuvvetli olmak için ille de bir araca gerek yok. Sağlıklı olmak için tekniklere ihtiyaç yok. Mutlu olmak için yabancı hocalar ile çalışarak yabancı kelimeler öğrenmemiz gerekmiyor. Gerekmiyor. Gerekmiyor. Birçok kıymetli Türk ve yabancı hoca işimize çok yarayacak metotları ve deneyimleri paylaşıyor. Gerekmiyor ama işe yarıyor. Zaman kazandırıyor. İşini bilgisizce yapanlar öğrenci ve danışanlarından çok kendilerine zarar veriyorlar. Faydalı bilgiler ile destek olanlar esasında kendi yolculuklarını kolaylaştırıyorlar.

Nazar kültür olarak yabancı olmadığımız bir kavram. İslami öğretilerde yeri var; farklı geleneklerde farklı şekillerde ifade ediliyor. Enerji bakış açısı ile nazar gerçek. Nazar diye adlandırdığımız şey zarar veren bir enerji. Bazen bilerek bazen kişinin duygu ve düşünceleri ile doğal olarak oluşabilen olumsuz bir enerji. Olumsuz diye adlandırmak bulabildiğim ne yakın tarif. Nazar dediğimiz enerji ulaştığı yeri besleyen bir enerji olmuyor. Teması ile bütünlüğü kesiyor, bölüyor, parçalıyor. Ulaştığı yerin gücünü alıyor, güçsüzleştiriyor. Verdiği darbeler ile diğer darbelere karşı savunmasız bırakıyor. Yıllarca etkisi altında bırakabiliyor. Vücudun direncini azaltarak sadece başarısız olmamıza, işlerimizin aksiliklerle devam etmesine neden olmuyor. Sağlığımızı korumamıza da engel alıyor. Eşyaları dirençsizleştiriyor, daha kolay zarar görmelerine neden olabiliyor. Enerji alanımızda yarıklar, kesikler bırakıyor. Enerjimizi doldurmakta zorlanıyoruz. Sanki bir kevgire su doldurmaya çalışmaya uğraşıp duruyoruz.

Enerjileri görmek, hissetmek, fark etmek mümkün. Görünce başa çıkmak, anlamak daha kolay. Yoksa gaipten gelen tokatlar ile savrulup durduğumuzu anlamadan, “Neden, neden, neden?” deyip duruyoruz. “Neden?” … Görünmez eller sarsıyor sanki bedenimizi, görünmeyen duvarlara çarpıyoruz. Bize görünmez gelen ama var olan.

Enerjileri görmek, hissetmek, fark etmek mümkün. Esasında birçoğumuz bunu yapıyoruz. Yapamadığımıza inanmakla uğraşıyoruz. İçimize doğan hisleri “Yok canım,” diyerek silip atıyoruz. İçimize sinmeyen sözleşmelere imza atıyoruz. İçimize sinmeyen iş ortaklıkları, yaşam ortaklıklarına adım atıyoruz. Adımlarımız geri geri gitmek istiyor; bile bile dinlemiyoruz.

Dünyada gizli bir bilgi yok. Gizli bir düşünce, gizli bir söz yok. Her yaşanan, her düşünülen, her hissedilen ulaşabileceğimiz bir kayıt. Kinesioloji bunu aktaran bir dal. Bedenimiz evrendeki her bilgiyi okuyabilecek, bilgisayarın temel dili olan ikili cevaplar verebiliyor bize. Sıfır bir. Evet hayır. Olumlu olumsuz. Cevabı evet hayır olan her sorunun cevabını bedenimizden almamız mümkün. Cevapları almak için nefesimizde yeterli, göz kapaklarımız yeterli. Cevapları bilmek için düşünmemiz ve cevabını sonucuna karışmadan tarafsızca dinlememiz yeterli. Dünyanın farklı köşelerinde birçok insan kendilerine ve başkalarına dair soruların cevaplarını bu şekilde alıyor.

Dünyada gizli bir bilgi yok. Farz edelim sizinle bir çalışma yaptık, seanstan çıktınız. Yapmam gerekenleri yaptım mı bilebilirsiniz. Sizden istediğim ücret adaletli mi bilebilirsiniz. Bana ihtiyacınız var mı bilebilirsiniz. Haydi ikili ilişkilere değinelim. Beraber olmaktan hoşlandığınız biri var. Yanında olmaktan hoşlanıyorsunuz, konuşmaktan keyif alıyorsunuz, saatler bitsin istemiyorsunuz. Onun hislerinden emin değilsiniz. Esasında onun sizin için ne hissettiğini bilebilirsiniz. Cevabı duymaktan çekindiğiniz için frekansları karıştırabilirsiniz, duymamayı seçiyor olabilirsiniz. Ama cevap oradadır.

Bizler kendimiz dışındaki insanlar için bu cevabı çok daha rahat duyarız. Kişiler ile duygusal yakınlıklarımız azaldıkça bu sesleri daha rahat duyabiliriz. Objektif kalabildiğimiz sürece cevapları çok daha rahat anlayabiliriz. Cevap her zaman vardır. Cevap vardır her zaman. Mesele duymayı seçmekte yatar çoğunlukla. Duymak o kadar da kolay değildir.

Ben sizin sorularınızın cevapları kendi sorularımın cevaplarından çok daha net duyarım, çok daha net bilirim. Evrenin sigorta sistemidir bu. Bir sigorta sistemi daha vardır. Cevapları ancak cevapları kendim için kullanmayacaksam duyarım, kendi yararıma kullanmak gibi bir derdim yoksa. Başkalarına zarar vermek gibi bir derdim yoksa duyarım ve alırım. Cevaplar cevaplara saygı duymaya başladığımızda artmaya başlar. Cevaplar bir yandan nimet bir yandan omuzlarımızda taşınması gereken yüklerdir aslında.

Reiki gibi bir enerji çalışması yapmak enerjileri daha yakından tanımamıza fırsat verdiği için enerjileri okumamıza da destek verir. Tanıdıkça gördüğümüzde fark etmeye, anlayabilmeye ve okuyabilmeye başlarız. İnsanın unuttuğu kendine ait bir gücü hatırlamasıdır bu. İnsanın kendini tekrar keşfetmesidir.

Sevgi bir enerjidir. Tüm duygular, sözcükler, davranışlar, duygular, düşünceler, eşyalar enerjidir. Hepimiz ve her şey enerji. Olumlu, olumsuz, görünen, görünmeyen…
Ait olduğumuz dünyanın tüm boyutları ile tanıştıkça yaşam macerası biraz daha keyifli hale geliyor sanki.

Yaşam macerası devam ediyor.

Öğrendiklerim



Ailemden, büyüklerimden, arkadaşlarımdan, öğrencilerimden öğrendiğim çok şey var. Yaşamıma dokunan insanların bana söyleyecekleri olduğuna inanırım. Karşılaşmaların tesadüf olmadığına.

Kendimde olmadığını gördüğüm ve olmasını istediğim özellikler var. Yapabilmek için gayret göstermek istediklerim var; belki başaramayacağımı düşündüklerim var. Yaşam ömrümün sonuna kadar sürecek olan iç mücadeleleri de getiriyor. Ömür bitmedikçe bitiş çizgisine varılmıyor.

Benden merhametli, benden sabırlı, benden yürek olarak temiz, benden şefkatli, benden adaletli, dürüst, korkusuz, yaratıcı, yetenekli, zeki, akıllı, başarılı, çalışkan, titiz, neşeli, saf ve sevecen insanlara rastladım. Yaşamımda kuvvetli olduğunu düşündüğüm neredeyse her konuda benden iyi olanları yaşam bana gösterdi. Hiçbir zaman yere vurmadı yaşam beni, takdirsiz bırakmadı. Ancak ne kadar iyi olsam da benden iyi olanları, gerek maddi gerek manevi anlamda daha iyi durumda olanları hep gösterdi. Yaptıklarımdan hoşnut olduğum çok oldu; kendimde tam olarak gurur duyabildiğim zamanların sayısı ise pek o kadar fazla değil. Belki hep geliştirmem gereken noktaları da gösterdiği için yaşam bazen yersiz gurur diye adlandırılabilecek davranışlarda bulunmuşumdur ama çok kibirli yapmadı beni. Kendimi beğenmelerim oldukça kısa sürdü. Genelde oldukça kısa. Dedim ya kendimi başarılı bulduğum günler oldu. Bu hissi yaşayabilmem gerçekten çok emek verdiğimde mümkün oldu. Eksiklerimi görmek konusunda zorluk yaşamadım. Yaptıklarımı yeterli bulmak konusundaki zorluklarım hep daha fazlaydı. Bugün bu bakış açım çok değişmemiş gibi.

Sevdiğim insanların beni sevdiğine güvenebildiğim anlar eskisine göre çok olmakla beraber, kendimde gördüğüm olumsuz özelliklerin sevilir olmamı engellediğini de düşündüm. Yeterince düşünceli, yeterince hoşgörülü ve hatırşinas, yeterince iyi niyetli, yeterince sevgi dolu, yeterince güzel, yeterince güvenilir, yeterince istikrarlı olup olmadığımı çokça sorguladım. Özlenecek bir arkadaş olma becerimden istediğim kadar hoşnut kalmadım. Hissettiğim duygulara göre davranmayı, duygularımı gösterebilmeyi her zaman başaramadım. Yüreğimde hissettiklerimin niyetin gücü ile sevdiklerime ulaşmasını diledim, umut ettim. Kelimelerimin seslerinden çok, ifade edilmeyen duygu ve düşüncelerin enerjisini ilettim sevdiklerime.

Ben doğduğumda babam 43 yaşındaymış, benden 2-3 yaş büyük. Neden geç yaşta evlenip çocuk sahibi olmayı seçtiğini çocukken çok düşünmüştüm. Ben doğduğumda 43 yaşında olması, babamın yaşının arkadaşlarımın babalarına göre çok büyük olması beni düşündürmüştü. Çok enerjik, sportif yapılı bir adamdı babam, çok kuvvetli bedenini belki şantiyelerde sınırlarına kadar zorlamasından bir yandan kuvvetini hiç yitirmedi, bir yandan ameliyatlar ve hastalıklar ile mücadele etti. Hastalık sözünü yaşasa bile ağzına almadı, aldırmadı son zamanlarına kadar. Babam sahip olmak istediğim birçok özelliğin barındığı bedendi benim için. “Aynen baban gibi konuştun,” der bazen annem. “Baban da aynen böyle yapardı,” der. Ben farkında değilim. Yirmili yaşlarımın başına kadar, yani üniversiteyi bitirip babamla çalışmaya başlayıncaya kadar beraber geçirecek çok zamanımız olmadı babamla. Sevgisini, ilgisini, ailesine verdiği kıymet ve önemi hep derinden hissettir bizlere babam, ancak fiziken yanımızda yoktu. Şehirden şehire, şantiyeden şantiyeye giden bir adamdı. Bizler için çalışmak görevini üstlenmişti.

Belki artık bizlerle olmadığı için babamdan bahsedip duruyorum ama evimizin asıl temel direği eşi yanında olmadan çocuklarını büyüten annemdi tabii ki. Dürüstlükten, saygıdan, hoşgörüden, sabırdan ayrılmayan kuvvetli bir kadın annem. Doğru düşünen bir kadın. Modellemek istediğim ama tam başaramadığım, sevgi ile mantığı birleştirmeyi başaran bir kadın. Adı Sevgi olan bir kadın.

Annemin ve babamın bana gösterdiklerinden öğrenmeye çalıştım. Hiçbir zaman doğruluklarını, farklı yaşların farklı duygu rüzgarlarında kabul etsem de etmesem de, yok sayamadım. Yaşım 41’ e geliyor ama galiba henüz tam büyüyerek onlardan el alamadım. Sanki çocukluğum öğrenciliğim gibi devam ediyor.

“Kendi öğrenmemiz gereken şeyleri öğretiriz en çok,” demişti bir hocam. Yaşamımı eğitmenlik ve danışmanlık yaparak kazandığım bu günlerde yaptıklarımın beni kendi mezuniyetime hazırlayan adımlar olduğunu düşünür oldum. Öğreten asıl öğrenen aslında.

41 yaşın bir kerameti var mı bilmiyorum ama yaşamım kendini farklı ayrıntıları ile pek çok düşündürüyor son aylarda bana. 22 Mayıs'a dört ay var. Göreceğiz Zeynep Zeynep’e daha neler söyleyecek o güne kadar…

4 Şubat 2011 Cuma

Sadece Olmak


Fethiye’ye neden geldim bu hafta? Fethiye Lions Kulübü’nün toplantısı vardı. Reiki dersi almak isteyen öğrencilerim, görüşmek isteyen danışanlar vardı. Neredeyse iki aydır doğru düzgün gelememiştim.

Fethiye’ye neden geldim ben bu hafta?

Bir arkadaşımın gideceği haberini aldım. Dinlendim. Yalnız kalmak için zaman buldum. Yazmak ve dinlemek için zaman buldum. Çalışmak için istediğim kadar konsantre olamadım; duygularımın sesi daha yüksekti bu hafta. Duygular dünyasına dalıp çıktım.

Yapmak için geldiğimi düşündüğüm işlerin birçoğuna başlayamadım bile bu hafta. Kötü bir planlama mı yaptım, tembellik mi ettim, nedenleri mi yanlış anladım? Bir yerden kalkıp başka bir yere gitmek bir güç ister. Benim gibi haftada bir iki defa seyahat eden bir insan için bile harekete geçmek kolay değil. Bir enerji gerekiyor bu kesin.

Bu enerjiyi bize veren farklı nedenler çıkıverir karşımıza. Mecburiyetler, yükümlülükler, yasal işlemler, resmi işlemler, sosyal çalışmalar, dernek işlemleri, vergi ödemeleri, düğünler, cenazeler, doğumlar… Bin bir adı vardır bizi harekete geçiren enerjinin. Ama hepsi sadece bir vesiledir. Olmamız gereken yere bizi götürmek için gereken sebeplerdir çoğu aslında. Bizi harekete geçirmek için gerekenler.

Bazen bir şey yapmak için değil sadece olmak için bir yere gideriz. Sadece orada olmak için. Hani bir resim yaparsınız, detayları çizersiniz, boyaları kullanırsınız, aylarca haftalarca emek verirsiniz. Bitmesi için gereken bir ton vardır. O rengi bulamayınca iş tam bitmez. Bazen sadece o renk olmamız gerekir. Bizi bekleyen ressamın çağrısıdır bizi harekete geçiren. Esas işi yapan odur, bize gitmek ve kendimiz olmak görevi düşer.

Ya da yapbozlar vardır, detaylı, manzaralar, şekiller, insan yüzleri. Ne kadar çok detaylı ve karışık desenler vardır, o desenleri oluşturan parçalar. Bir de şekli, manzarayı, görüntüyü etkilemeyen ancak yapbozun bitebilmesi için mutlaka gereken düz renkli parçalar vardır bazen. Gökyüzünün bir parçası, ormanların, çimlerin bir parçası, özelliksiz görünen parçalar. O son parça yerine gelmeden bitmez yapboz, manzaranın tamamını yaratmış olsanız da gökteki o eksik parça işi yarım bırakır. Yapboz dünyası dayanamaz, yollar çağrısını.

Bazen dağları devirmemiz için çağırırlar bizi; bazen sadece oturmak dinlemek için. Bazen sadece evimizde tek başına oturmak ve çayımızı yudumlamak yeterlidir yapbozu tamamlamak için. Bazen kan ter içinde gece gündüz çalışmak, düşünmek, denemek, yapmak, çabalamak gerekir. Çabalarken nereden orada olmamız gerektiğini farklı sorguları; yapmak için gittiğimiz hiçbir şeyi yapamadan boş boş oturduğumuz da farklı. Cevaplar ise aynıdır aslında.

...

Sadece bu hafta değil, neden Fethiye var hayatımda? Neden gelip gidiyorum? Neden Japonya var? Neden Amerika var? Neden Malatya vardı, neden İstanbul hep var? Neden Londra var? Neden her gidişimde Londra metrosunda yürüyen merdivenlerden çıkıp inerken sanki hep oradaymışım ve orada olacakmışım hissi ile ürperirim? Neden Fethiye’de zaman durur? Neden eski İstanbul yüreğime hüzün hissini verir? Nedenler listesi uzun. Ve bir kısmı farklı şeylere dair.

Yaşam bazen sadece olmaya dair. Hiçbir şey yapmadan bir yerde olmaya, durmaya. Var olmaya dair. Yaşam sadece bir şeyler yaptığımız zaman anlam kazanmıyor. Bazen biz durmak istesek de bizi koşturuyor. Bazen biz koşmak istiyoruz, o dur diyor.

Uzun bir liste ile geldim Pazartesi akşamı Fethiye’ye. Yanına yapıldığına dair işaret konulanlar bir elin parmağını geçmiyor. “Kalkmam lazım, kalkmam lazım,” diyorum. Yaşam ise sadece gülümsüyor ve “Sabırlı ol,” diyor.

Ayrılık


Çok yakın bir arkadaşım eşinin ve kendisinin işi durumu nedeni ile ay sonunda Fethiye’den taşınacağını haber verdi iki gün önce. Son iki ayda aldığı bir karar olduğunu paylaştı, benim Fethiye’de sadece dört beş gün bulunabildiğim iki ay içinde.

Bazı haberler dalga dalga vurur bizi, dalga dalga gelir ve sarsar. Bu haber de öyle oldu benim için. Bu dostum sadece bir dağ gibi arkamda durup bana destek veren bir kişi olduğu için değil, ayrılıklar bir ölüm tadı taşır belki daha çok o yüzden.

Rahmetli babam inşaat yüksek mühendisiydi, müteahhitlik yapardı. Çocukluğumuz onun Anadolu’nun farklı köşelerinden geri gelmesini bekleyerek geçti. Ayrılık nedir bilirim. Üniversite yıllarında önce ağabeyim gitti Amerika’ya, sonra ben üniversite eğitimim için. Ünlü bir Amerikan üniversitesi burs vermişti, bu fırsatı tepmek olmazdı. İstiyordum ben de gitmeyi. Amerika’daki üniversite’deki odama yerleşim gece yattığımda tavana bakıp “Nasıl geçecek bu dört yıl…” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Dört yıl ailemden nasıl uzak kalacaktım. Önceleri hem kış yarıyıl hem yaz tatillerinde Türkiye’ye dönerek, sonrasına sadece yaz tatillerinde İstanbul’a dönerek geçti yıllar. Sonra ağabeyim tekrar Amerika’ya gitti MBA İşletme Master’ı için.

Aile büyüklerimiz son yıllara kadar benim yaşadığımdan farklı şehirlerde yaşadılar çoğunlukla. Teyzelerim ile çocukluğum telefon görüşmelerinde hasret giderdiğimiz kıymetini bilmeye özen gösterdiğimiz kısa buluşmalar ile geçti. Annemin küçüğü olan Serap Teyzem üniversite yıllarında bizimle birlikteydi. Ondan ayrılmak hep çok zor olurdu. Kuzenlerimden Murat Ağabeyim Kadıköy Anadolu Lisesi’nde yatılı olarak okuyordu ve hafta sonları bize evci çıkardı. Okulu bittiği zaman da Teyzemlerin yanına Elazığ’da dönerdi. O yıllarda ortaokul ve liseler ilkokullardan önce kapanırdı. Murat Ağabeyim benden yedi, ağabeyimden beş yaş büyüktü. Onun gideceği günler yaklaştığında bizleri büyük bir hüzün alırdı. Birkaç gün daha kalsa diye dua ederdik. Tabii o da bizleri sevgi ile kucaklayıp sarsa da anne ve babasının hasreti ile bir an önce yola çıkmak isterdi. Bizleri kendi anne babasından çok daha fazla görüyordu sadece hafta sonları görüşsek bile.

Hasret hepimizin yaşamında var. Babam 2004 yılının Eylül ayında öldü. Ayrılığın tadını tarif etmeye gerek kalmadı. Bir yandan çok özlüyorum, bir yandan hiç gitmemiş gibi.

Belki babamın yaşamından alıştığımdan mı okul yıllarımın bitmesi ile hep hareketli bir yaşamım oldu. Önce inşaat işlerimiz nedeni ile şantiyelere, ihaleler ve görüşmeler için özellikle Ankara, Malatya, Elazığ, Adıyaman ve Kayseri olmak üzere Türkiye’nin birçok farklı şehrine gittim. Sonra danışmanlık, eğitmenlik, koçluk yapmaya başladım, farklı nedenlerle ve farklı şekillerde önce Fethiye girdi hayatıma, ikinci evim oldu, belki de memleketim oluverdi kısa sürede. Muğla girmeye başladı farklı yöreleri, ilçeleri ile hayatıma, Antalya ve İzmir kervana katıldı.

Türkiye kadar dünyanın farklı köşelerine gidip geldim. Gidip geliyorum. Hep bir yolculuk hali var hayatımda. Hep bir ayrılık, hep bir kavuşma. Aynı yerde üç dört ay geçirmeyeli çok uzun zaman oldu. Aynı yerde kesintisiz bir ay geçirmek hayal oldu.
Şikâyet eder halde bulsam da kendimi, istediğim için, tercih ettiğim için ayrılıklar ve kavuşmalar dünyasında yaşıyorum. Öyle olmalı, başka yolu yok.

Çocukken bazen gecenin geç saatlerinde uçak yolculuklarından gelişini beklerdik babamın. Uykumuz gelir dayanamazdık beklemeye çoğu zaman. Sabah uyandığımızda babam çoktan yazıhanesine gitmiş olurdu ama antredeki masada, üzerinde Türk Hava Yolları’nın arması bulunan bir çikolata, bir kek, bir kurabiye de bizim için bekliyor olurdu. Babam uçaklarda yapılan ve taşınabilecek ikramları yemez, bizim için saklardı.

Türk Hava Yolları’nın logosu, arması kavuşmak demekti benim için bir anlamda. Bunu şimdi çok daha net fark ediyorum. Kim bilir uçakların çevreye olumsuz etkilerini bilmeme rağmen belki de bu yüzden uçmayı çok seviyorum. Uçmayı gerektirecek işler ve sosyal çalışmalar yapıyorum. Ve belki de bu yüzden tercihimi hep Türk Hava Yolları’ndan yana kullanıyorum…

Her ayrılık bir ölümdür aslında, ancak kavuşmalarda sanki can veren bir nefes tekrar dolar ruhumuza…