İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

21 Temmuz 2020 Salı

Daha Büyük İstek, Daha Büyük İnanç ve Daha Çok Emek Vererek...

Bugün iki şey karşıma çıktı.

Biri bir kadın cinayeti haberi.  Derinden üzen bir haber. Merhum Pınar Gültekin'e Tanrı'dan rahmet diliyorum.

Diğeri sekiz yıl öncesinden, İstanbul'dan metroda çekilmiş, bir sivil toplum kuruluşunda görev yaptığımız ağabeylerimin, benim çektiğim ve sosyal medyada paylaştığım, bir toplu fotoğrafları.

Şunlar geçti aklımdan.

...

Bazen bazı buluşmalar, bazı sohbetleri dinleyebilmek yaşamımızda öncesinde hayal edemediğimiz yeni kapılar açar.  

Bu fotoğraf bir çok an ve anıyı hatırlattı, öncesinde ve sonrasında yaşanan.
Doğduğum günden beri, bir kız çocuğu olarak, genç kız olarak, genç bir insan olarak, çok insan destekledi beni. 


Çok insan çok şey öğretti, yol gösterdi, yol açtı. 

Ve yol bazen buna rağmen zordu. 

O zaman düşünmeden edemiyorum,


bu şanslara sahip olmayan kız çocuklarına, genç kızlara, kadınlara,

destek olmak, fırsat yaratmak, korumak, kendilerini korumalarına destek vermek için çalışmaya,

daha büyük istek, daha büyük inanç ve daha çok emek vererek devam etmek gerekiyor...

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Biraz Yemek, Biraz Ter, Biraz Toz, Biraz Mutluluk




Bugün bir süredir yapmadığım kadar çok yemek yaptım.  Kahvaltı etmeden başladığım yeni günde yapacağım yemekleri tamamlarken, aç karnına yaptığım yemeklerin daha mi iyi olduğu gibi bir düşünce geçti aklımdan.  Açken yaptığım yemeklere acaba daha çok mu özeniyordum?

Sonra aklım başka bir konuya ve zamana gitti. Biraz ilgili, biraz ilgisiz.

1992 yılında, işe başladığım ilk ay, birlikte çalışmaya başladığım babam bana işe dair çok şey anlatmıştı. Mühendislik konularından ziyade genel düzene, işleyişe dair bir çok detayı ardı ardına paylaşıyordu.  

Bu kadar çok bilgiyi esasında nasıl bu kadar hızlı öğrenebileceğimi varsaymış olabilir, bunu şimdi biraz garipsiyorum ama devamlı paylaşıyordu.  Yıllar içerisinde, bir insanın yapabileceklerimize inanması ve güvenmesinin ne kadar sihirli bir duygu olduğunu babamla çalışarak, bir kere daha, öğrenecektim.   Yapabileceğimize inanılması sanki yapabilmemizi mümkün kılıyordu.

Bir kere daha diyorum, çünkü şanslı bir çocuk olarak okuduğum devlet ilkokulundan, özel ortaokul ve liseye, karşılaştığım neredeyse tüm öğretmenler, kurumlar, hayatıma dokunan neredeyse herkes beni desteklemek, öğretmek, geliştirmek, yaşam yolumu açmak için çalışmışlar, ya da en azından bana böyle hissettirmeyi başarmışlardı.

İşe başladığım o günlerde Amerika’dan yeni dönmüş bir mühendis olarak, doğrusu ben de işten ve öğrenmekten korkmuyordum.  Okuduğum üniversite bizi çok çalışmaya alıştırmıştı.  Üsküdar Amerika Kız Lisesi’ndeki yıllarımız da öğrenci olmayı önemsediğimiz ve bunu gereğini yerine getirmeyi ciddiye aldığımız yıllardı. Öğrenmeyi sevmek öğretilmişti bize ve bunu biz de severek kabul etmiştik.

Sonrasındaki Amerika’daki üniversite ortamı bunu desteklemiş ve bir yandan da bizden beklenenler açısından, biraz da bir üniversite ortamı olması nedeni ile, hatta çıtayı oldukça yükseltmişti.  

Genelde lise eğitimi bizim Türkiye’deki lise müfredatımıza göre daha kolay olan Amerikalı öğrencilerin bir çoğu, ilk defa sıkı bir okul ortamı ile üniversitede karşılaşıyorlar ve taze bir heves ile çok başarılı şekilde çalışıyorlardı.  Üniversiteler de bunu teşvik ediyor ve destekliyorlardı. Amerika’da belki binlerce üniversite olduğu için genelleme yapmak doğru olmayabilir ama gözlemleyebildiğim üniversite ortamı bunu hissettiriyordu.

Ne diyordum, 1992 yılında, çalışmaya başladığım bu ilk haftalardan birinde, bir şantiyeye gitmek için İstanbul’dan Adıyaman’a yaptığımız bir uzun yolcukta, babam şantiyelerdeki günlük düzenden bahsetmişti biraz.   Kurallarından bir tanesi enteresan gelmişti.  Sonraki yıllarda kimi şantiye şeflerimizin uymak için özen göstermeyi ihmal ettiklerine de şahit olduğum bir kural.

“Şantiyede öncelikle arazide çalışan personelimiz yemek yer,” demişti. “Önce operatörler, yağcılar, sonrasında atölye personeli.  En son mühendisler ve şantiye şefi yemek yer,” demişti.  Türkiye’de bir çok çalışma ortamında ya da sosyal ortamda, üst konumda olanlara ekstra bir ihtimam gösterilmesi gibi bir alışkanlık vardır.   Ama babamın anlattığı bu sistemde, esasında bir anlamda bir aile olan bir şantiyede, idarecilerin fiziksel olarak daha zorlu şartlarda çalışan personelinin ihtiyaçlarının farkında olmaları gerektiğine, sorumluluğumuzda olan insanları korumak gerektiğine dair önemli bir mesaj vardı.  “Tüm personelinin doyduğundan emin olmadan yemek yememelisin,” demişti babam.  

İşe başladığım o ilk haftalarda belki daha önce dikkat etmediğim şeyleri fark ediyordum.

Sonra bir şey daha eklemişti babam. 

Tabii bugünlerin şartları ile benim işe başladığım 28 yıl öncesinin şartları farklı. Babamın 1951, 52 yıllarında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden inşaat yüksek mühendisi olarak mezun olup çalışmaya başladığı yıllardan da farklı.  Şimdi düşünüyorum da, ben 1992 yılında babamla birlkte çalışmaya başladığımda, kırk yıllık bir mühendis ile çalışmaya başlamıştım.  Bu arada, gerçekten rahmetli babama, eskiden daha çok olsa da hala, biraz kızıyorum.  Tamam o günlerin şartları ile vakit bulamadığınızı biliyorum ama yine de, neden anılarınızı kısa kısa da olsa yazmadınız Babacığım? 

Babam, İstanbul’la Adıyaman arasında, araba ile yaptığımız o uzun yolculuk sırasında, şantiye düzeni ile bilgileri anlatırken işte bir şey daha paylaşmıştı.
  
Bir yol ya da baraj inşaatında arazide çalışırken öğle yemeği için ya da işin bitiminde şantiyeye dönecekleri zaman operatörler gibi iş makinesi personelinin şantiyeye dönüşlerindeki şartlarına dikkat etmemi hatırlatmıştı.    “Personelinin arazide ya da makinenin içinde ne kadar çok terleyebileceklerinin, yorulabileceklerinin farkında ol.  Duş alabilmeleri önemli, terlilerse rüzgarda kalmamaları önemli.”  

Babamın, benim şantiyeleri ancak ve çoğunlukla çocukken yaz tatillerdeki ziyaretlerimde ve müteahhit Sinan Kocasinan’ın kızı olarak gördüğümü bilerek, ve anlattıkları gibi detayların pek de farkında olmayabileceğimi haklı olarak tahmin ederek, belki de çok bariz olması gereken bu şeyleri hatırlatmaya ihtiyaç duyduğu belli oluyordu.   

Babam, kendisinin aktif olarak arazide çalıştığı yıllarda araziyeden şantiyeye bazen şantiye araçlarının kasa bölümlerinde döndüğünü anlatmıştı.  Araçta, arazide çalışan iş arkadaşlarına, çalışanlarına yer açmak için gerektiğinde aracın açık bölümüne, ya da kamyonetin kasasına bindiğinden bahsetmişti.  “İş makinesinin içinde çalışan personelini koruman gerekir, saatlerce sıcak bir operatör kabininde çalıştıklarını hatırla,” demişti.   

Onun dediklerini hatırladıkça aklımdan çok şey geçiyor. Bu pandemi günlerinde onun bana anlattıklarını, bana işaret ettiklerini sanki daha çok hatırlıyorum. Mühendis olmayı çok seven ve sağlığının müsaade etmediği son birkaç ayına kadar hayatını çalışarak geçiren bu adama zamanında Türkiye’nin en iyi şantiye şefi diye boşuna dememişlerdi galiba.  



Ve bunları düşünürken, gözümün önüne, babamın, gençlik yıllarından, şantiyelerde, arazide ekipleri ile, çoğunluğunda arazide ayakta, bir şeyler anlatırken, kontrol ederken, yaptığı işe kapılmış olduğu görüntüler geliyor.  Neredeyse tamamı siyah beyaz ve biraz da silikleşmiş fotoğraflardan bugüne gelen görüntürler.

1950’li, 1960’lı yıllardan ya da 1970’li yılların başlarından olan bu fotoğrafları kimler çekmişti acaba?


Ve şimdi, babamın anlattıkları ile gelen düşünceler aklımdan geçerken, o karelerdeki sanki otuzlu yaşlarında görünen Sinan’lardan biri, yeşil, sarı ve kahverengi kareli olduğunu hayal ettiğim gömleği ve muhtemelen koyu haki ya da kahverengi olduğunu düşündüğüm pantolonu ile, o fotoğraf karesinde ayakta durduğu yerden hızla yürüyerek biraz ileride bekleyen kamyonetin kasasına atlıyor.

Sırtını kamyonetin kabinine doğru dayarken, cebinden çıkardığı, ömür boyu cebinden eksik etmediği kumaş mendillerinden biri ile yüzündeki ve boynundaki teri biraz siliyor.  Araç hareket edince, şantiyeye doğru yol almaya başlayan aracın geçtiği şantiye yolundan yükselen tozun içinde ilerlerken, mühendis Sinan çalışma masasına döner dönmez yapması gereken hesaplamaları ya da çizimlerdeki düzeltmeleri kafasının içinde yapmaya başlamış, açık mavi renkli gözlerini koruyan güneş gözlüklerinin arkasından, muhtemelen artık ezberine kazınmış olan araziden çok, zihnindeki sayıları, formülleri ve proje paftalarını gördüğü bir manzaraya bakıyor.

Hem arazi çalışmasını, hem de mühendisliğin hesap dünyasını çok seven Sinan bugün benim zihnimde o kare içinde yaşıyor.  Biraz yorgun ama mutlu görünen yüzünde, çok sevdiği bir şeyi yapıyor olmanın ve o gün iyi çalıştıklarını hissettiren ve muhtemelen güneş gözlüklerinin ardında gözlerinin kenarlarını kırıştıran hafif bir gülümsemeyle bakıyor.

Pandemi günleri bana çok şey öğretiyor.

Ve bugünlerde babamın sesi nedense çok daha iyi duyuluyor.


Saat Çalınca

İş için seyahat etmesi gereken birçok kişi gibi benim için de, sabahları erken saatte çalan saat ya da telefon zili, kimi zaman belki ayakta geçecek 24 saatlik bir iş gününün başladığı anlamına geliyordu.

Özellikle günü birlik yapılan iş gezilerinde, gün, genelde saat sabah 6.00 civarında kalkan bir uçak ile başlardı.  Bu da benim için Fethiye ya da İstanbul’da oluşuma göre değişmek üzere, genelde iki ya da ikibuçuk saat önce evden yola çıkmak ve ikibuçuk üç saat önce kalkmak anlamına geliyordu.


Saat sabah üç buçuk, dört arası başlayan gün, mesai başlamadan önce gideceğim yere yetişmek ve yine genelde mesai bitiminde de yapılması gereken işler ya da görüşmeler olabildiği için, gece yarısı ya da geceyarısını geçtikten sonra, yerine göre son uçakla geri dönerek günü tamamlamak anlamına geliyordu.  Eve döndükten sonra ancak bir gün önce evden çıktığım saate kadar uyuyabildiğim çok oldu.  Dört, beş saat uykudan sonra yeni gün başlıyordu.


Belki on yılı aşkın süre bunu çok yaptım.  Bunu haftada iki, üç defa yapmanın olağan tempom olduğu zamanlar oldu. Bir gün şehir dışına git geli, bir gün ofiste çalış, diğer gün ve ertesi gün tekrar git gel, sonraki gün ofiste ol, bazen haftasonu da çalış ve şehir dışına git gel.



Seyahat etmeyi genelde çok sevdim. Bunu zaman zaman paylaşıyorum. O nedenle, çok uzun yıllar bu yolculukları esasında keyifle, yaşamın normali olarak kabul ederek yaptım.  Sonrasında İstanbul’dan Fethiye’ye taşındıktan sonra, iş programımı bir de Fethiye denklemi ile çözmek gerekince, Dalaman Havalimanı sadece geziler için değil gündelik yaşam için hayatımın parçası oldu. Yolcuklar biraz daha uzadı ve uçaklarda geçirdiğim saatler daha da artmaya başladı.


Genelde uçaklarda evimde gibi rahat ettim.  En güzel kitap okuduğum, en zorlu metinleri çalışabildiğim, ve bir anlamda rahatsız edilmediğimiz kesintisiz bir odaklanma zamanı verdiği için, bazı zorlu çalışmalarımı yapabildiğim yer oldu. 


Uçağın kimi zaman bebek ağlamaları, kimi zaman yüksek sesle yapılan sohbetler, anonslar ve kulaklık kullanmadığımızda uçağın tipine göre oldukça rahatsız edici olabilen uğultusu odaklamama hiçbir zaman engel olmadı.  Koridor kenarında bir koltukta oturmayı başarmışsam, ve sanırım hayatım boyunca yaptığım yolculukların belki sadece yüzde üç, beşi mecburen başka bir koltukta olmuştur, keyifle ve rahatlıkla uçakta çalışabildim. 


Ne servis, ne de koridorda geçen yolcuklar, aslında rahatsızlık vermelerine rağmen engelleyecek kadar rahatsız etmedi beni.  Genelde D koltuklarını ya da koridorların sağ tarafını tercih ettiğim için, özellikle sol kolum ve omzum koridordan geçen hostes ya da yolcuların çarpmaları ya da taşıdıkları eşya ya da çantalarını vurmaları ile zaman zaman morarmış olsa da, bu da koridor kenarı seven yolcuların katlanması gereken gülün dilkeniydi ne de olsa.


Sabah yolculuklarından eskisi gibi hoşlanmamaya ne zaman başladığımdan tam emin değilim ama 2010 yılının Mart ayında, o yıl birkaç eğitim nedeniyle neredeyse birkaç haftada bir yaptığım Londra yolcukluklarından birinden bir gün önce, yaşadığım ilk vertigo atağı ile kendimi İstanbul Amerikan Hastanesi’nin acilinde bulmam ile başlamış olabilir.


2010 yılının Mart ayına gelinceye kadar 2010 yılının ilk ikibuçuk ayında kırkı aşkın uçuş yapmış olduğumu fark etmiştim.  Bunu merak edip hesaplandığımdan değil, Acil Servis’teki doktor sorduğu için, düşününce fark etmiştim.  Hatırladığım kadarı ile acile yattığım günden önceki sekiz günden altısında uçak yolculuğu yapmıştım. Kimilerinde, aktarmaları ile günde dört defa uçağa binerek.  “Bunu azaltmanız gerekiyor,” demişti doktor.  “Yavaşlamanız,” gerekiyor.


Sonrasında, o günden beş yıl sonra vertigo biraz sık olarak karşıma çıkmaya başlayınca, günübirlik yolculuklarımı, mümkün ise gittiğim yerde bir gece konaklayarak yapmamı önermeye başladılar. “Aynı gün gidip dönmeyin mümkünse,” diye rica etti doktorlarımdan biri.   


Eve dönmek için acele etmek yerine, yolda olma hali ile daha çok barışmam gerekiyordu. Ve mesela Kanada ya da Japonya gibi uzun mesafeli yolculuklarımda, aynı zamanda öncesinde ve sonrasında eskiye göre farklı bir programlama yapmak gerekecekti.


Kırkbeş yaşımdan sonra uçaklarla olan yaşamımı ve çalışma programımı değiştirmem gerekmişti.  


Ve bu da, sabahın erken saatlerinde, genelde gün ağarmadan önce çalan alarm sesini artık çok az duyduğum anlamına geliyordu.



2020 yılının bu sabahında telefonumun alarmı saat 04.30’da çaldığında hızla giyinip bindiğim takside havalimanına giderken aklıma tüm bu düşünceler geliyordu.

14 Temmuz 2020 Salı

Düşe Kalka

Çocukluğumda 3 defa boğulma tehlikesi yaşadım.  2 tanesi yüzerken, 1 tanesi bir şeker yerken.

İki tanesini ailem biliyordu. 

Çünkü şeker ile boğulmaktan beni kurtaran babamdı. 

Yüzme okulunun havuzundaki boğulma maceramdan ise, o sırada yüzme dersimiz devam ederken okulun büyük havuzunun bir kenarında güneşlenmekte olan anneminde gözleri önünde, bir yüzme hocası giysileri ile suya atlayarak beni kurtarmıştı.   Yüzemediğimden değildi. Dersin sonunda havuzdan çıkmak için en sona kalan öğrenci olmuştum. Ve merdivenlere doğru yüzerken, bir anda, yüzmeyi yeni öğrenmekte olan öğrencilerin havuzun kenarına tutunarak ayaklarını çırpmaya başlamaları ile gelen darbeler ve dalgalarla,  kendimi, havuzun içine onların ayaklarını yorulurlarsa basabilmeleri için konulmuş olan platformunun altında bulmuştum. Bunu da dikkatli bir öğretmen sayesinde atlatmıştım.

*

Üçüncü defasında ise, etrafımda ağabeyim ve bir arkadaşımız dışında kimse yoktu.  Esasında ağabeyim ve benim ilkokul yaşlarımızda kendi başımıza çok uzaklara gitmemiz ya da kendi başımıza denize girmeye gitmemiz pek yaşadığımız bir şey değildi. Antalya’da, Rahmetli Halam Gülten Yalçın'ın yazlığında geçirdiğimiz tatil ise farklı bir düzen getirmişti. Halamın yazlığının olduğu sitede bizim yaşlarımızdaki çocuklar, gençlerle birlikte zaman geçiriyor ve çok da büyük olmayan sitede aileler çocukların özgürce oynamasına izin veriyorlardı.

Babam zaten o günlerde Elmalı’da yapmakta olduğu bir inşaat işi nedeni ile bizlerle olamıyordu ama annem de gün içinde yemek saatlerimiz dışında daha çok halamlarla oluyor, ağabeyim ve benimle normalden daha az zaman geçiriyordu.  Ağabeyim ve ben kendimize göre farklı bir özgürlük yaşıyorduk.  O tatilin çocukluğumdaki en güzel tatillerden biri olduğunu söyleyebilirim.  Çocuklukta bir şekilde hemen kaynaşabildiğimiz ve birlikte keyifle oynayabildiğimiz arkadaşlar bulmak bir yaz tatili için harika bir hediyeydi.

İşte o gün de, ağabeyim ve bir arkadaşımızla sitenin plajına gitmiştik.  Genelde çocukluğumuz İstanbul’da Kilyos ve Silivri sahillerinde geçtiği için, bizim deniz deneyimimizin çoğunluğu Marmara ve ondan biraz farlı olan Karadeniz’in zaman zaman ürkütücü olabilen deniziydi.  

Çocukluğumuzda birçok yaz uzun süre kaldığımız Kilyos’taki Turban Tesisleri'nde, cankurtaranların uyarı anonsları, denizden boğulmak üzereyken ya da maalesef boğulduktan sonra çıkarılmış, hatta kimilerinin yüzücü olduğunu öğrendiğimiz insanların seydeler üzerindeki görüntüleri silikleşse de hala gözümün önündedir.  

Bu benim denizi ve yüzmeyi sevmeme mani olmadı.  Çocukluğumun sonraki yıllarında, deniz maceralarımız, Silivri Semizkumlar’da, metrelerce gitseniz de hala bileğinizde olabilen sıcak, sakin, çoğunlukla sığ ve o zamanlar pırıl pırıl olan bir denizde yüzerek keyifle geçti.

Oysa Antalya'daki, Kemer'deki o yaz farklı bir denizle uzun bir süre ve çoğu zaman yanımızda bir yetişkin olmadan başbaşa kalmayı ilk defa deneyimliyordum. Çok küçük sayılmazdık aslında. Sanırım ben onbir, ağabeyim onüç yaşındaydı.  Daha önce Alanya'ya ya da Foça'ya Fransız Tatil Köyü'ne ya da Bodrum'a seyahatlerimizde hep ailecek tatil yaptığımız için bu neredeyse tatilin her anını annem ve babamla geçirmek anlamına gelirken, Kemer'de yanımızda büyükler olmadan daha çok zaman geçiriyorduk.

Esasında bahsedeceğim o günden önce, belki bir haftadır o sahilde denize giriyorduk. Giriyorduk ama Akdeniz’in o günkü halini değerlendirmeme imkan verecek kadar tanımıyorduk, tanımıyordum henüz.  Akdeniz’in dalgalarını.

Özellikle Silivri'nin sakin denizi yerine Kemer'deki denizin hareketliliği çok keyifli gelmişti.  Birçok çocuk gibi ben de dalgalar ile oynamayı, atlamayı, savrulmayı, sürüklenmeyi, dalgalarla adete savaşmayı çok sevmiştim.  Kemer'de o gün denize girdikten sonra ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum.  Keyif aldığımız zamanlarda olduğu gibi yaşadığım mutlulukla etrafımdaki değişimi fark etmemiş olmalıydım.  Ben neşe içinde oynamaya devam ederken o sırada muhtemelen hava değişmiş ve dalgalar da değişmeye başlamış olmalıydı.  Ve dalgaların neye dönüşebileceklerine dair fikrim olmadığını keşfedecektim.

Ne olduysa bir anda oldu.  Ve bir dalganın üzerine atlayarak kendimi o dalganın akışına bırakmışken, nefes almak için başımı suyun dışına çıkarmak isterken, bir anda kendimi başka bir dalganın içinde buldum.  Dalgalar sanki ardı ardına üstüme gelmeye başlamışlardı.

Esasında o günlerde artık oldukça iyi bir yüzücüydüm, Yüzme İhtisas Kulübü'nün Ortaköy'deki yüzme okulunda yüzmeyi öğrendiğim günlerin üzerinden dört, beş yıl geçmişti.  Ama işte o sırada ne olduysa, kendimi içinden bir türlü çıkmayı başaramadığım bir suyun içinde bulmuştum.  Bu arada gözlerim o yaşta da ileri derecede miyop olduğundan zaten gözlüksüz çok net görmem mümkün değildi.  İleride kullanacağım numaraları deniz gözlüklerine kavuşmama daha uzun yıllar vardı.  Ve işte o sırada suyun içinde tüm yön duygumu da yitirdiğim için bir türlü kendimi dışarı çıkarmam ve havaya ulaşmam mümkün olmuyordu.

Zorlu zamanlarda kısa süreler bize asırlar gibi gelebiliyor.  O nedenle suyun altında geçirdiğim bu yüzeye çıkabilme mücadelem ne kadar sürdü bilmiyorum.  Bir ara suyun dışına çıkar gibi olduğumda uzaktan sahili seçebildim. Ve, kendimi tekrar ve tekrar o yöne doğru atmaya çalışarak üzerime devrilip beni suya batırmaya devam eden dalgaların içinden ve arasından sahile ulaşmayı sonunda başardım.

Kumsala bastığımda bacaklarımın zangır zangır titrediğini hatırlıyorum.  Kumsalda ağabeyim ve arkadaşımız, iki oğlan sanırım sahilde oturmaya ve sohbet etmeye devam ediyorlardı.  Az önce olan bitenden pek haberleri var gibi de görünmüyordu.

Ben de bir şey söylemedim.  Annem duyarsa çok ama çok kızacaktı. Havluma sarıldım ve bir süre ayakta kendime gelmeye çalıştım.  Oturursam kalkamayabilirim gibi gelmişti.   Biraz su yutmuştum ama çocuk aklımla kendimi bir kontrol ettim.  Yok, nefes alabiliyordum, sadece burnum ve  boğazım biraz yanıyordu. Muhtemelen tuzlu sudandı ve su içmeye ihtiyacım vardı.  Yine de, plajdan niye yalnız erken döndüğümü izah etmek istemediğim için ağabeyimi bekledim.  Uzun zamandan beri ilk defa çok korkmuştum.  Ve korktuğumun belli olmasını da istemiyordum.

*

Geriye dönüp baktığımda, çocukluğum ile ilgili anılarımda, genelde yanımda annem ya da babam vardır.    Babam özellikle yazları daha da aktif olarak şantiyelerde çalışıyor olsa da, çocukluğumuz genelde büyüklerimizin ya da bizimle ilgilenen abla ya da ağabeylerimizin yakın takibi ile geçti.  Belki çocuk olarak fazla korunaklı olarak büyüdüğümüz bile söylenebilir.  İstanbul’un merkezinde büyüyen bir çocuğun olabileceği kadar özgürdük.   Herhalde en azından ortaokula kadar ve sanırım sonrasında da bir kaç yıl daha yanımızda bir büyük olmadan gitmemize izin olan tek yer, evimizin hemen önündeki ilkokulumuzun bahçesindeki oyun alanı ve park ve daha az olarak apartmanımızın hemen yakınlarındaki iki bakkal, eczane ve marketti. Annemin evimizin salonundan neredeyse her köşesini görebildiğini park bizim özgürlük alanımızdı.

Bununla birlikte ve buna rağmen, benim bile istemeden, farkında olmadan kendime riskli şekilde incitme ihtimali ile karşı karşıya kaldığım çok durum oldu.  Mesela bir kere o Akaretler'de, Dolmabahçe Sarayı'nın hemen arkasındaki tepedeki evimizin önündeki parkta, salıncakta sallanırken, nasıl başardıysam salıncak bağlı olduğu demirin etrafında bir tam tur atmıştı. Şimdiki salıncaklarda bu mümkün mü bilmiyorum. Hızlı sallanmayı çok severdim ama o gün salıncağı 360 derece döndürmeyi ve o sırada salıncaktan uçmamayı nasıl başarmıştım bilmiyorum. Avuçlarımın içlerinin zincire tutunmaktan uzun bir süre kırmızı kaldığını hatırlıyorum.  İlkokul üçüncü ya da dördüncü sınıfta olduğum o günden sonra salıncağa çok bindiğimi söyleyemem.

Ailemin bildiği birkaç tanesi çok riskli denilebilecek iki boğulma, dört beş kaza vakam varsa, en az bir kaç katı kadar da atlattığım ama annem ya da babam ile paylaşmadığım tehlikeli durum yaşadım çocuklukta.  Muhtemelen birçok çocuğun yaşadığından çok az da olsa.

Çocuk olmak bir yandan düşerek ve kalkarak yaşamı öğrenmek demek. Ama bir yandan da aslında ne kadar çok tehlikeyi atlayarak büyüyoruz.  Benimki gibi büyüklerin korumak ve kollamak için çok büyük özen gösterdiği, neredeyse daimi bir mesai yaptığı bir çocuklukta bile ne çok tehlike atlatıyoruz.

Yaşamın tehditleri yıllar geçtikçe azalmıyor.  Riskler ve tehlikeler değişiyor ve genişliyor bir yandan. Bununla birlikte, çocuklukta, tehlikeli anlar ile karşılaştığımızdaki o bilinmezlik ile yüzleşme hissi sonraki yılların korkularından farklı.

*

Yazın gelmesin ile birlikte son birkaç aydır boğulan çocuk haberleri çıkıyor karşıma.  Genelde yaptığım gibi ya kanalı değiştiriyorum ya da televizyondan uzaklaşıyorum.  Yine de duymak istemediğim o haberi duyduğum o kısa saniyelerde Antalya’da, Kemer’de, üzerime kırılan dalgaların içindeki boğuşmam ve onların son dakikalarında hissetmiş olabilecekleri geliyor, çoğu zaman ürperiyorum.  Melekler çocukları korur derler, bazen belli ki onların da gücü yetmiyor.  Mesela Amerika'da boğulma kaza ile ölümlerde 5. sırada ve çocuklarda kaza ile ölümlerde 2.  Türkiye'de farklı araştırmalara bir göz atmıştım.  Çocuk ve Ergen Sağlığı Daire Başkanlığı'nın yayınlarına ve bazı bölgesel araştırmalara.  Çocuk ölümlerinde boğulma hala önemli nedenlerden biri. Çocuklarımızı korumak için yüzme öğrenmelerini teşvik etmek gerekiyor.  Tabii, Türkiye'de çocukların belki çok daha acil denilebilecek ihtiyaçları ve korunma ihtiyaçları arasında bu biraz önemini yitiriyor.

Dünya'nın farklı köşelerde çocukların ve yetişkinlerin boğulmalarını önlemek için farklı tedbirler alanlar var.  Mesela, üniversiteyi okuduğum Amerika'daki Cornell Üniversitesi'nin mezun olmanız için bir kuralı vardı.  Bildiğimiz anlamda ders çalışmak ile ilgili olmayan, bir üniversiteden mezun olmamız için gerekebileceğiniz düşüneceğimizden farklı bir kuralı.  

Cornell'den mezun olabilmek için yüzmeyi bilmeniz gerekiyordu.  Ve bunu aslında sonraki yıllara bırakmanıza pek izin verilmeden, hemen okula başladığınızda yılın başında geçmeniz gereken bir test ya da yazılmanız gereken bir kurs ila göstermeniz gerekiyordu.  

Yüzmeyi bildiğinizi yüzme havuzunun derin kısmına atlayarak ve 75 yard, yani takriben 70 metre, kesintiniz olarak yüzerek geçmeniz gereken test ile belgelemeniz gerekiyordu. Bu testte, ilk 25 yardı serbest ya da kurbağalama gibi bir stilde, sonraki 25 yardı sırt üstü yüzerek ve son 25 yardı istediğiniz bir stil ile tamamlamanız isteniyordu.

1975'ten beri bu tarif ettiğim şekilde uygulanan test aslında erkek öğrencilere 1905, kız öğrenciler için ise 1920 yılından itibaren zorunlu olarak, yıllar içinde farklı uzunluklar ve şekillerde uygulanarak bugüne kadar gelmiş.  Kuralın nedenini boğulma tehlikesi ile karşı karşıya kalırsak hayatta kalabilmemiz ve kendimizi güvene alabilmemizi sağlamak olarak izah etmişlerdi.  Okulun kurucularından birinin çocuğunun boğularak hayatını kaybettiğinden de.

Yüzme bilmiyorsanız, o zaman ilgili başlangıç yüzme beden eğitimi dersine yazılmanız ya da yüzme ile ilgili çok özel bir sorununuz veya engeliniz varsa sonraki yıllarda yapılan bir ilave ile doğada acil yardım dersini almamız gerekiyordu.

Okuduğum yıllarda bana İstanbul Boğazını hatırlatan ince uzun Cayuga Gölü'nün kenarındaki ve şelaleleri ile meşhur Cornell Üniversitesi, erkek öğrenciler için 115, kız öğrenciler için 100 yıldır uyguladığı bu mezuniyet kuralını Covid-19 pandemisi nedeni ile ilk defa bu yıl askıya aldı.  Türkiye'de olduğu gibi Dünya'daki bir çok üniversite uzaktan eğitim ile bu özel dönemi öğrencilerini koruyarak geçirmeye özen gösteriyor.   Covid tehlikesi bir süre daha diğer tehlikelerin önünde olacak gibi görünüyor.

*
Çocuklarımıza kendilerini korumaları için ihtiyaç duyabilecekleri donanımları sağlayabildiğimiz, bir yandan da şiddet ya da istismar gibi tehlikelerle karşı karşıya kalmayacakları, korunmaya ihtiyaç duymacakları daha güvenli bir dünya yaratabilmemiz dileğiyle.

10 Temmuz 2020 Cuma

Hanım mı, Bey mi ve Yolun Neresi?

İnsan isimlerinin Türkçe’de bazı alıştığımız kısaltmaları vardır.
Kullanageldiğimiz.

Mesela benim ismim olan Zeynep için kısaltma olarak en çok Zeyno’yu biliriz ama bana çok az insan Zeyno dedi.

Ailede benim ismimin kısaltması esasında ismimden uzundu. Zeynebikos.

Ortaokul, lise yıllarında, daha önce belki bahsetmişimdir, ismim için başka kısaltmalar kullanıldı.  Ve bu kısaltmaların Zeynep ile pek ilgisi yoktu.  

Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nin 1988 yılı mezunları sınıfında, yanlış hatırlamıyorsam, yedi Zeynep olduğumuz, sadece iki Şubemiz olduğu ve her sınıfa en az 3 Zeynep düştüğü için, o yedi yıl boyunca bazen öğretmenlerimiz bile Zeynep diye çağırmadı beni.  

Genelde Kocasinan’dım.  Arkadaşlarımızdan arada Zeynep diyenler belki oluyordu ama neredeyse tüm Zeynep’ler benim gibi genelde soyadları ve soyadlarının kısaltmaları ile bilinirdi.  

Koca, Koco ismimin kısaltmalarından bazılarıydı ama soyadım Kocasinan olduğu için Sinan diyenler de oluyordu. Ve öğretmenlerimizden bile. 

Türkçe öğretmenlerimizden birinden “Kızım Sinan şu bölümü sen oku,” cümlesini birkaç defa duyduğumu hatırlıyorum.  Ve şimdi düşününce belki sadece bir kız okulunda benimki gibi bir soyadı ile söylenebilecek bu hitap yüzüme bir tebessüm yayılmasını sağlıyor.  

“Kızım Sinan” kadar yüzüme bir tebessüm yayılmasını sağlamasa da bana hep enteresan gelen diğer bir ifade de “Mühendis Bey”, “Zeynep Bey”di.

Daha sonra doktor olan arkadaşlarımızın ve özellikle Anadolu’da görev yapanların aşina olduklarını anladığım bu ifade ile 1992 yılında Amerika’dan dönüp işe başladığımda tanışmıştım.  

Adıyaman, Elazığ ve Malatya illerimizde bulunmam ve oradaki özellikle esnaf ve teknik işler ile ilgilenen insanlar ile temaslarımda, Mühendis Hanım ya da Zeynep Hanım ifadeleri kadar bu hitapların "Bey"li versiyonları ile de karşılaştım.

*


Esasında geriye dönüp bakınca, bugün bile esasında bir saygı ifadesi olarak kadınlara hitapta kullanılan ‘bey’ ifadesinin, ne kadar büyük bir sorunu ifade ettiğini görmemek mümkün değil.  

Özellikle iş hayatımın ilk yıllarında, birlikte çalıştığı mühendis babası tarafından çok kıymet verilen ve desteklenen bir mühendis olarak, hele Üsküdar Amerikan Kız Lisesindeki yedi yıldan sonra Amerika’da, Cornell Üniversitesi'nden okuyup dönmüş bir yeni mezun olarak, benim kadınların yaşam mücadelesine dair algılayabildiklerim o günlerde çok sınırlıydı.  

Kadın ya da erkek olmak gibi ayrımın çok da farkında ve ayırdında olmadan yeni ve tecrübesiz bir mühendis ve çalışan olmaya dair olarak gördüm mücadelemi.  Öğrendikçe ve tecrübelendikçe yaşam kolaylaşacaktı.  

*

Amerika’dan döndükten sonra geçen yirmi sekiz yılda ,Türkiye’de kadın olmaya dair, ülkemizdeki kadınların çoğunluğunun deneyimlerine göre muhtemelen çok daha kolay olsalar da, bir çok şey yaşadım.  

Türkiye’de kadın ve erkek olmak arasında çok büyük farklar var.  Kadın ve erkek çalışan olmak, kadın ve erkek iş insanı olmak, kadın ve erkek mühendis olmak, kadın ve erkek işveren olmak arasında, kadın ve erkek sivil toplum gönüllüsü olmak arasında, kadın ya da erkek olarak bir seçime girmek, haydi bunları bıraktım, sokakta yürümek ve bir günün saatleri için bile çok büyük bir fark var.   Tüm Dünya’da var.  Belki İzlanda’da yoktur ama neredeyse her yerde bu fark var. 

Yaşamda her an, erkeklerle ile aynı şeyleri yaparken, karşılaştığımız ek yük ne kadar fazla aslında.  

Mesela, işe başladığım yıllarda, benden 43 yaş büyük ve Türkiye’deki en iyi mühendislerden biri, zamanında Türkiye’nin en iyi şantiye şefi diye bilinen babam Sinan Kocasinan ile çalıştığım için, tabii ki iş hayatımda babamın talimatlarının, sözlerinin çalışanlarımız tarafından benim sözlerime göre farklı şekilde hızla kabul edilmesini ve uygulanmasını hiç sorgulamadım.    

Yine aynı şekilde, Şantiye Şeflerimizin, amirlerimizin talimatları ya da önerileri için de aynısını düşündüm.  Özellikle işe başladığım ilk yıllarda.  Çünkü çoğu yaşça benden en az yirmi, otuzyaş büyüktüler ve hem bilgileri, hem tecrübeleri çok daha fazlaydı.  Doğru olduğuna inandığım bir önerim, düşümcem ya da uyarım varsa, onlar dinleyene kadar anlatmaya, paylaşmaya, savunmaya ısrarla devam ettim.  Israr etmem gerekmesini, önerimin doğrululuğunu gerekirse defalarca göstermeye çalışmayı normal kabul ettim.  Yani, benim bu şekilde yorumladığım, esasında söylediğimin dinlenmesi için mücadele etmeyi, emek vermeyi normal kabul ettim.

İş hayatımın ilk bir iki yılı böyle geçti. Ta ki, başka bir şeyi fark edene kadar.  

Amerika’dan Türkiye’ye dönen, kendisi de bir mühendis olan ağabeyim de bizimle çalışmaya başlayana kadar.

Bazen paylaşıyorum, koşarken içinde olduğumuz manzarayı hemen fark edemeyebiliyoruz.  Ya da bana öyle oluyor. Aynı görüntüler tekrar tekrar karşıma çıkmaya başlayınca fark ediyorum.

Bir gün baktım, işle ilgili bir görevlilerimizin bir işlem yapması lazım.  İşlem çok net, belki yeni bir uygulama ama hepimize faydası olacak.  Hani hem işleri kolaylaştıracak, hem hızlandıracak.  Hepimiz için.  Personelimizi işten etmek gibi bir sonucu da yok. Tam tersi, onların işlerini daha rahat yaparak daha başarılı olmalarını da sağlayacak. İçinde biraz yeni uygulamalar var mı var ama hani bana sorarsanız çok daha minimal bir yenilik de diyebiliriz.  Ve üstat mühendis babamdan da vize aldığım için kararımdan ve uygulamam da pek eminim. 

Bu işle ilgili talimatı verdim. Yeni bir uygulama olduğu için bir tereddüt süreci olmasını da bir yandan bekliyorum.  Ve tahmin ettiğim ve biraz da alışık olduğum üzere, konunun sorumlusu arkadaşımız uygulamayı başlatmak için elini bir biraz ağırdan aldı. Tekrar hatırlattım, tekrar izah ettim, tekrar açıkladım.  Herhalde bu beş gün kadar devam etti.

Sonra, sanırım ofisteki bir öğle yemeğinde babam ve ağabeyim ile otururken konuyu mu açmış olmalıyım bilmiyorum ama sonrasında beni uyandıran bir şey oldu.  

Şimdi, bu yaşananı, o güne kadarki bir iki yıllık iş hayatımda normal karşılamakta olduğumdan, bir şikayet olarak paylaşmadığımdan eminim.  Muhtemelen, bunu nasıl aşabiliriz, arkadaşları nasıl benimsetebiliriz diye aklımdan geçmiş ve söylemiş olmalıyım. Böyle olmuş olmalı.

Olmalı ama, sonrasında olan, çok farklı bir şekilde oldu.

Aynı akşamüstü müydü, yoksa ertesi sabah mıydı bilmiyorum kısa bir konuşmaya şahit oldum.  O günlerde Amerika'dan nispeten yeni dönmüş ve yeni işe başlamış olan, yani konuyu hazırlıklar bittiğinde ve uygulama aşamasında öğrenen, benimle paralel bir konumda görev yapan ağabeyim ile  benim sorumluluğumdaki bu iş için konunun sorumlusu görevlimiz arasındaki şu diyaloğun geçtiğine şahit oldum.

 “… Bey,  bundan sonra bu işi bu şekilde yapacağız.  Buna göre hazırlıklarınızı bitirin ve başlayın.”

Bu cümleyi duydum ve ağabeyim şimdi neden bu konuya dahil oldu, benim söylediklerimi niye tekrar ediyor acaba, dedim.  Benim kurduğum cümlelerin neredeyse aynısını söylediği de dikkatimi çekmişti. Ben belki lütfen kelimesini ilave ederek söylemiş olabilirim o cümlelere.

Beni uyandıran ve iş hayatımı sonrasında değiştiren bu cümlenin sonrasında yaşananlardı.   İlk reaksiyonum ağabeyim bu konuya neden dahil oldu diye sormak oldu, ama sonradan anlayacaktım ki o günden öğreneceklerim vardı.

Görevlimiz ağabeyimin iki kısa cümlesini dinledi ve hemen ardından, “Tamam Yaman Bey,” dedi.  Ve ikinci bir cümle etmeden döndü ve başlatılması için beş gündür çalıştığım işi başlattı.  

*

Uzaktan şahit olduğum sahne beynimin içinde iki üç hafta dönüp durdu ve sonrasında fark ettiklerim dağ gibi artmaya başladı.  

Sadece işte değil, yaşamın her anında, sanki gözlerimin önünden bir perde kalkmış gibi, kadın olarak yaptıklarımızı yaparken erkeklere göre verdiğimiz emeğin, harcamamız gereken ek gücün, vermemiz gereken ek zamanın, kendimizi ispat etme mücadelemizin, kendimizi erkeklere göre daha farklı şekilde ispat etmemiz gerektiğinin, karşılaştığımız davranışların ek duygusal yükünün birbiri ardına farkına varmaya başladım.   

Ben çok şanslılardandım.  Eğitim alma şansına kavuşmuş, bilgiye erişme şansı olan, desteklenen, yüreklendirilen, fırsat verilen, söz hakkı verilen, özgür bir genç kadındım.  Öğreniyor, öğretiliyor, deneyimliyor, seçiyor, istediğim adımları atabiliyor ve birşeyleri başarmanın tadını da alabiliyordum.  Alabiliyordum ama Türkiye’deki kadın gerçeği bambaşka şeyler söylüyordu.  

*
İş hayatımın ikinci ya da üçüncü yılındaki bu uyanış,  benim çalışma hayatımı, yaşamımı çok olumlu yönde etkileyen oldukça önemli ve çok değerli bir başlangıç oldu.

Fark ettiğim şey, anlayabildiğim, kadın olduğum için, erkeklerin beni kalıplara göre gördüğü ve değerlendirdiğiydi.  

Bildikleri, alıştıkları ve alıştırıldıkları kalıpları bir kenara koyup, Zeynep’i görmeleri kolay olmuyordu.  

Öğretilmişlikler, kodlanmış bilgiler otomatik olarak devreye giriyor, onların bana duydukları güven ve inanç bu kodları bir kenara bırakmalarını zamanla sağlasa da, evet, işte zaman alıyordu.  Emek gerektiriyordu.

İstemediklerinden değil, denemediklerinden değil, çünkü gerçekten, mesela iş arkadaşları anlamında da, inşaat gibi bir sektörde çalışmamıza rağmen, aslında bir kadın olarak ne kadar şanslı olduğumu zaman içinde anlayacaktım.

Eşitliğe inanan erkeklerin bile, kendileri ile verdikleri mücadeleyi kazanmak için zamana ihtiyaçları oluyordu.
*

Benim bir kadın olarak yaşamıma bakış açımı beklenmedik bir anda iki üç cümlelik bir diyaloğa şahit olmak değiştirdi.

O günden sonra aslında ben pek değişmedim.  Konuşma tarzımı ya da davranışlarımı değiştirmek gibi bir yol izlemedim.  Kendimi değiştirmek, olduğumdan farklı görünmek ya da davranmak gibi bir ihtiyaç hissetmedim.  Sadece, karşımdaki insanların beni nasıl görüyor ya da diğer bir deyişle görmüyor ve o nedenle anlayamıyor olabileceklerine dair bir uyanış yaşadım.  Ve bunu, belki biraz geç de olsa, farketmek, bana verilen en değerli hediyelerden biriydi.   

Sadece bu konuda değil, yaşamın ne çok alanında farkında bile olmadığımız otomatik pilotta çalışan kalıplar ile yaşadığımızı değişik bir şekilde fark etmek bir yandan beni yaşamla daha çok barıştırırken diğer yandan da doğruluğuna inandığım şeyler için mücadele etme isteğimi de kuvvetlendirdi.

*

Bugünlerde birçok farklı konu ile birlikte İstanbul Sözleşmesini de konuşuyoruz.  

Dünya’da ve Türkiye’de kadınları bekleyen birçok mücadele var.  

Fiziksel ve duygusal şiddet, can güvenliği, ekonomik özgürlük, adalet ihtiyacı, haklar, ...

Mücadele devam ediyor.

Toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda yol, bir yandan kısalırken sanki bir yandan da uzuyor. 

Bize de, eşitliğe olan inancımızla, yapabildiğimizi yapmak kalıyor.

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Şampiyonların Yolu

Benim çok defa karşıma çıktı ve her defasında da beni etkilemeye devam ediyor.  Bir orkidenin hızla büyüyen dalınca tomurcuklar oluşmaya başladığını fark edersiniz bir gün. Ve öyle bir an gelir ki, o tomurcuk ya hızla büyümeye ve sonrasında da beyaz, pembe ya da morun farklı bir tonunda açmaya başlar. Ya da, o sırada her ne olmuşsa, o tomurcuk, açamadan, bir anda dalından kopar ve yere dökülür.

Bugünlerde Dünya’dan farklı sporcuların hayat hikayelerini okuyorum, inceliyorum ve neredeyse her birinin çocukluktan Dünya şampiyonluklarına, Olimpiyat şampiyonluklarına uzanan hayatlarını okurken, izlerken, bir yandan gözümün önüne hep orkide tomurcukları geliyor.  

Bu her biri farklı özellikleri ile güçlü ve başarılı gençlerin yaşamlarında neler doğru yapıldı ki, bu çocuklar hem spor hayatının onların yaptığı şekli ile zorlu yoluna çok uzun yıllar devam etmeyi seçtiler ve aynı zaman da başardılar.  Hangi yetenekler ise o açamadan dökülen tomurcuklar gibi özlerindeki cevheri tam olarak yaşamadılar.

Kimi sporcuların, mesela 19 yaşında Dünya şampiyonu olup öncesinde 15 yıl kadar o sporu yaptıklarını görüyoruz. 4, ya da 5 yaşlarında bir spora başlayıp devam ediyorlar. 

Ve, bir yandan şunu da düşünmeden edemiyor insan.  Kimi sporcular ile ilgili çocukluklarında farklı aşamalarda çekilen videoları, tesadüfen yapılan ve yıllar sonra çok anlamlı hale gelen röportajları dinlerken, o çocukların, hocalarının, onlarla röportaj yapanların söylediklerini duyunca, şunları düşünmeden edemiyorum.  

Öncelikle bu çocuklardaki cevheri keşfetmeyi nasıl başardılar?  Ve o uzun yıllar boyunca hem teşvik etmeyi, hem korumayı, hem yüreklendirmeyi, hem geliştirmeyi nasıl başardılar?  Yaşamın heyecanı ve merakları ile dolu çocukların ve gençlerin bu emek isteyen yola devam etmelerini nasıl sağladılar?

Başarılı bir sporcu yetiştirmenin ne kadar büyük emek olduğunu bazı Olimpiyat sporcularının hayatları ile ilgili bir araştırma çalışması yaptığım son sekiz aydır daha çok fark ediyorum.

Olimpiyatların temel prensipleri mükemmeliyet, arkadaşlık ve saygı, rekabet ve kazanma arzusunun da ötesinde bir güç yaratıyor sanki.  Rakiplerine üstünlük sağlamak için çalışırken efsane olmuş sporcuların kendilerini geliştirmek, kendilerini aşmak ve zihnin ve bedenin sınırlarını zorlamak için bir mücadeleye girdiklerini görüyoruz.

Tokyo 2020 Yaz Olimpiyatlarının 2021 yılına ertelenmesi büyük emekle hazırlanan sporcuları tabii ki benden daha çok hayal kırıklığına uğratmış olmalı.  2021 yılında yapılıp yapılmayacağı kesinleşmeyen Yaz Olimpiyatlarını 2022 yılında Pekin’de yapılması planlanan Kış Olimpiyatları takip edecek mi onu da tam bilemiyoruz.

Hepimiz bu beklenmedik zamanlarda yaşamdaki yolumuzu bulmaya çalışırken, şampiyonların yolunda onların fiziksel, zihinsel, duygusal dünyalarında neler oluyor, bunlar muhtemelen önümündeki yıllarda öğreneceğiz.

Pandemi ile yaşadığımız bu zorlu dönemin hepimizin içindeki cevherleri ve henüz keşfetmediğimiz kuvvetlerimizi keşfetmemize vesile olmasını diliyorum.

Sevgiyle.

Yarınımız Olmazsa?


Bu pandemi sürecinden öğrendiğim bir şey var.

Öğrendiğim onlarca şey içinde kalbimi ele geçiren bir şey.

Bundan sonraki yaşamımı değiştireceğini hissettiğim bir şey.

*
Sevdiklerimi kaybetmenin ne olduğunu biliyorum. Babamı, anneannemi, halalarımı, eniştelerimi, bir kuzenimi, bu yıl ilk defa bir okul arkadaşımı, bir çok çalışma arkadaşımı ve dostumu kaybettim.  Sevdiklerimizi kaybetmek, yüreği sızlatan ve sızısı zaman zaman hafifler gibi olsa da, yoksunluk duygusu hiç bitmeyen değişik bir özlem hissi.  

Sevdiklerimden uzak kalmanın yarattığı özlemi de biliyorum aslında. Amerika’da geçen ve Türkiye ile telefonla konuşmanın bile zor olduğu ve son onsekiz ayında daimi olarak Amerika’da kalmam gereken bir dörtbuçuk yıl. Evden uzak geçen günler, bazen iş, bazen sivil toplum çalışmaları nedeni ile günlerce, haftalarca, aylarca sevdiklerimi görememek.

Özlemin ne demek olduğunu biliyorum.  Uzakta kaldığım süre uzadıkça alışmaya başladığımı sandığım ama daha ilk buluşmadaki kucaklaşmada ne kadar eksik kaldığımı iliklerime kadar hissettiğim o derin özlem ne demek biliyorum.

Bunları biliyorum.

Bunları biliyorum ama,

pandemi ile başka bir duyguyu hissettim.

Başka bir yoksunluk, başka bir özlem.

Bildiğimi sandığım renklerin bilmediğim tonları.

Bir süre yasaklar elvermediği için, ama daha çok birini çok sevdiğimiz için görmemeyi, çok sevdiğimiz için sarılmamayı, dokunmamayı, çok sevdiğimiz için özlemeyi seçmek. 

Bu hal farklı bir durummuş.

İşte belki bu nedenle, 

sevdiklerime sarılamıyor, gözlerinin içindeki gülüşü ya da bakışlarındaki anlamı yakından hissetme şansım olmadığı için, 
hayatımdaki yerlerini, benim için önemlerini, teşekkürlerimi, onlarla ilgili şükrettiğim şeyleri daha çok ifade etmeyi seçtiğimi fark ediyorum.

Bugüne kadar yapmadığım kadar çok.

Ve sanırım, bundan sonra da bu benim için çok önemli bir tercih olacak.

Sevgisini hiç ifade etmeyen bir insan olduğumu söyleyemem ama belki uzun yıllar kurumsal bir iş ortamında çalıştığım için, çalıştığım ortamlarda çoğunlukla en genç olan ben olduğum için, aile büyüklerime sen yerine siz diyerek hitap ettiğim için ve bu gündelik konuşmalarıma da yansıdığı için mesafeli olduğumu düşünenler olmuştur.  Ya da benim kendimi belki gerekenden çok frenlediğim de.

Yine de, pandemi süreci ile birlikte, sevdiğimizi söylemeyi ertelemenin, bir insanın takdir ettiğimiz özelliklerini, kutlamalarımızı, şükrettiklerimizi paylaşmayı geciktirmenin anlamı olmadığını daha derinden hissediyorum.  

Yaşamıma dokunuşları ile ışık verenlerin belki bunları duymaya ihtiyaçları yok ama fark ediyorum ki benim söylemeye ihtiyacım var.

Yaşadığımız günün tekrarı olmadığı gibi yarınımızın olacağının da bir garantisi yok.  Bu süreçte Türkiye’de ve Dünya’nın farklı köşelerinde vedalaşamadan yaşamdan ayrılanların hikayelerinin de beni oldukça etkilediğinin farkındayım.

İşte bu yüzden, 
bugüne kadar eksiği fazlası ile neyi nasıl yapabildiğimi bir kenara bırakıp,
bugünden sonra, 
paylaştığımız her anın eşsizliğinin bilinci ile, 
sözlerimin de hissettiklerimi daha çok yansıtmasını diliyorum.

Sevgiyle.

7 Temmuz 2020 Salı

Yolda Buluşmak

Bazen düşünmeden edemiyorum. 

Benim Lions Ailemizde Genel Yönetmen, Federasyon Başkanı olmak gibi bir düşüncem aslında eskiden hiç olmadı. 

Sadece, beni Lions'a öneren bir üyemiz bana belki Kulüp Sekreteri olduğum günden itibaren, “Sen genel yönetmenlik yapmalısın,” deyip durdu. O zamanlar genel yönetmenliğin ne olduğunu bile anlayacak zamanım yoktu. 

O kadar yoğun çalışıyordum ki, Kulüp Sekreterliği hatta Kulüp Başkanlığı yaptığım yıl bile, kulüp toplantıları ve kulüp etkinlikleri günleri sabah uçağı ile Fethiye'ye geliyor, gece uçağı ile nereye gitmem, nerede olmam gerekiyorsa oraya geri dönüyordum.

Sonra Fethiye Lions Kulübü üyesi olmamı sağlayan o değerli arkadaşım, Sevgili Ayşegül bunu daha sık söylemeye başladı, bir çok göreve beni o itti, teşvik etti, inandırdı. Hep ama hep destekledi.  Bir abla gibi, bir anne gibi, öğrencisine koşulsuz inanan bir öğretmen gibi.  Sonrasında çok destekleyenler oldu ama onun bu yıllarca süren değişik inancı bende de önce bir merak, sonra da bir istek uyandırdı. 

Sonrasını bir çoğunuz biliyorsunuz.

Aradan yıllar geçip, Genel Yönetmenlik görevimi ve sonrasında Yönetim Çevresi Federasyonumuzun Yönetim Kurulundaki görevimi tamamalamakta olduğum bugünlerde, geriye dönüp bakıyorum.  

Bu sürecin bana öğrettiği çok şey var.  


Adaylık süreci ile başlayan son beş yılın her anının farklı lezzeti var.  Kendimi tanımamı sağladı.  İyi yapabildiklerimi, öğrenmem gerekenleri, başaramadıklarımı, algılayabildiklerimi, fark etmekten uzak olduklarımı, öğrenmek istediklerimi, öğrenmeyi başaramayacağımı kabullenmem gerekenleri keşfetmemi sağladı.  

Heyecanlı ve yeniliklerle geçeceğini tahmin ediyordum ama bu sürece dair neredeyse hiçbir anlamda hiçbir tahminim tutmadı.  Ve belki de yaşamın güzelliği işte böyle sürprizler ile dolu olmasından geliyor.


Şimdi diyorum ki,  
bu görevi yapmak için duyduğum bu istek, 
henüz tanışacağımı o zamanlar bilmediğim, 
başka türlü yolumun kesişmesi belki de mümkün olmayacak,
hayatı anlamlı kılan çok farklı ve çok özel insanları, 
çok özel Lion ve Leoları tanıyacak olmamdan da mı geliyordu acaba?

Ruhumuz belki bilincimizin bildiğinden fazlasını mı hissediyor bazen...