İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

31 Mayıs 2020 Pazar

Uzayda Süzülen Dinazor

2020 yılının böyle bir yıl olacağını kimse hayal edemezdi.

Tüm Dünya’da yaşamın duracağı, yüzbinlerce kişinin hastalanacağı ve öleceği kimin aklına gelirdi.


2020’nin ikinci mevsimi yarın bitiyor.  31 Mayıs’a geldik ve Dünya bahar mevsimini adeta yaşamadı. Hani esprisini yapanlar çok oldu ama espri de gerçek oldu, Türkiye’ye göktaşı bile düştü. Korona’yı kanıksanmaya başlanırken günde bin küsur kişiye hastalık tanısı konulmaya devam edilirken 1 Haziran’da ülkemizde yaşam sınırlamalarının gençler ve yaşlılar dışında kaldırılacağı haberi ile İstanbul’da muhtemelen son sokağa çıkma kısıtlaması gününe uyanmak üzereyiz.


Bugün, 30 Mayıs’ta insanlık tarihi adına önemli bir gün yaşandı.  SpaceX’in fırlattığı uzay aracı ile Elon Musk esasında özel uzay havacılığı anlamında çok önemli bir adım atıyordu.   Bu başarılı insanlı uzay aracı fırlatma operasyonunun Amerika’nın bir çok şehri alev alevken gerçeklese de ilginçti.  Siyahi bir vatandaşlarının polisin bir nevi zorbalığı sonucu hayatını kaybetmesi ile çıkan olaylar hızla ülkeyi sarmıştı.  


Amerika’da protestolar, yağmalar  ve ayaklanmaların yaşandığı bu günlerde, Amerika’dan ve uzaydan Dünya’daki gerçeklikleri unutturan görüntüler geliyordu. 


Bir görüntüde astronotlardan birinin kızının uğur olarak verdiği oyuncak dinazor astronotların içinde olduğu kapsülde süzülüyordu.



Sonraki günlerde bakalım neleri görüyor ve yaşıyor olacağız.


29 Mayıs 2020 Cuma

Nasıl Vereceksin O Kararı?


Değişik özellikleri vardı rahmetli babamın.  Mesela, tereddütsüz söyleyebilirim, karşılaştığım en sabırlı insandı babam. Bunun aksini düşündürecek bir şey ile karşılaşmışsanız eğer, esasında bıçak Sinan Kocasinan’ın kemiğine çok uzun zamandır dayanmış ve derinden derinden o kemiği kesmeye başlamıştır aslında.   

Hiçbir işin zorluğundan ya da büyüklüğünden korkmayan, akıl, planlama, sistemli uygulama ve sabırla sonuca ulaşılabileceğine inanan bir insandı.   Bu sabrı her durumda gösterirdi. Ağrıya, acıya, yorgunluğa, zor diye adlandırabileceğimiz herşeye karşı sabırlı ve dayanıklı olabilme gücü vardı babamın.    Sonuna kadar mücadele etmekten vazgeçmeyen bir yapısı. En zorlu anlarında bile yakındığını duymak mümkün olmazdı.  O, 1927 yılında dünyaya gelmiş, Türkiye'nin Cumhuriyet çocuklarından biriydi ve onların yaşam programları sanki özel bir sistemle yazılmıştı.

Babamdan çok şey öğrendim.

Neleri öğrendiğimi ise keşfetmeye devam ediyorum.

*

Belki sizlerle de paylaşmışımdır, bir gün babam bir baraj inşaatı ihalesi aldığında zihninden geçenleri paylaşmıştı.  İhalesini kazandığı işin yapılacağı araziye gittiğini, muhtemelen şantiyesini kurmayı planladığı tepeden, aşağıda barajın yapılacağı yere baktığını.

“Bitmiş halini hayal ederim kızım,” demişti. “Ve oradan, geriye giderim, başlangıcına. O zaman işi yapmak kolay olur,” demişti.  Zihninde hayal ettiği bitmiş olan, muhtemelen dolmuş, mavi baraj gölü ile birlikte hayal ettiği barajın o hale gelmesi için yapılması gerekenleri sondan başa adım adım hayal ederek yapması gerekenleri, daha şantiye binaları için ilk kazmayı vurmadan önce zihninde oluştururmuş.

Bireysel gelişim çalışmaları ile ilgilendiğim son yirmi yılda zihnin gücü, olumlu düşünce ve imgelemeye dair çok şey karşıma çıktı.  Bunların büyük bir kısmı da, babam öldükten sonra geçen onbeş, onaltı yılda.  Öğrendiğim bir çok doğru bakıyorum da onun doğal yoluydu.  Bunun çok örneği ile karşılaştım.  Sadece, bu farkındalıklarım babamın vefatından sonra olduğu için sunu sorma şansım olmadı:  Bunları yaşayarak, tecrübe ile mi keşfetmişti yoksa bunları öğrendiği, ilham aldığı birileri olmuş muydu hayatında? 

Ben doğduğumda 43 yaşında olduğuna göre, 50’li yaşlarında tanımaya başladığım babamın, ilk elli yılı ile ilgili olarak bilmek istediğim çok şey var ve yanıtlarını ondan alamayacak olmak beni üzüyor; bir yandan da hayal gücümü zenginleştiriyor.  

*

Belki son bir iki yıldır okuduğum bir kitap var.  Hem kitabın içeriği nedeni ile, hem de okumaya devam ederken bu kitabı iki ayrı kişiye hediye ettiğim için.  Timothy Ferriss’in “Tribe of Mentors”u.  Esasında daha önce okuduğum “Tools of Titans” kitabının da başına aynı şey geldi. O kitabı da bir kere hediye edip tekrar satın aldıktan sonra okuyabilmiştim. Ve işin komik tarafı, bitirdikten sonra, yine bir seyahatte elimdeki kitabı hediye ettiğim için şimdi bende yok ve tekrar satın almamak için kendimi zor tutuyorum.

Her iki kitabın da hoşuma giden yönü, belki son zamanlarda hoşuma giden birçok kitap gibi, çok farklı yollardan ve deneyimlerden insanların yaşam bakış açıları ile ilgili fikirler vermesi, bir anlamda tavsiyelerini paylaşması.  İnsanların yazdıkları ve paylaştıkları konusunda ne kadar samimi olduklarını bilmek mümkün olmasa da, yazılanların okuduğumuzda kalbimize ya da aklımıza işleyen özelliğinin ancak samimiyet ile geçebildiğine inanıyorum.  Siz inanmıyorsanız başkasını inandırmanız pek mümkün değil sanırım.

İnandırmak derken, Rahmetli Babam, “Kızım, işin en zoru kendini inandırmaktır,” derdi. “En büyük mücadele oradadır.  Eğer bir konuda, yaptığının doğruluğuna kendini inandırabiliyorsan o zaman herkesi ikna edebilirsin.”  Belki o nedenle, babam genelde çok hızlı karar veren bir insan değildi.  Yaşam tecrübesi ile doğru ve yanlışı hızlı tespit edebildiğini düşündüm hep, ama kararları vermek için acele etmezdi.  

Onun, bu olayları ve kararları bekletme sürecini başlangıçta anladığımı söyleyemem. Güvendiğim ve inandığım bir insan ve iş hayatımda da aynı duygular ile birlikte çalıştığım patronum olarak bu süreci çok da sorgulamadım. Öyle olmasını istiyor ise öyle olacaktı.  Bu babamın işleri yavaş yaptığı ya da yavaşlattığı olarak algılanmasın.  Öyle bir şey değil.  Sadece bazı önemli kararlarda, babamın çalışırken ya da boş zamanlarında sessizleştiğini ve eskilerde sigarasını içerken ya da son yıllarında çalışma masasında çayını yudumlarken gözlerinin dışarıya değil de sanki içindeki bir şeye, bir yerlere baktığını hissederdiniz. 

Tüm bunlarla birlikte, babamın o süreçte ne yaptığını bugün daha iyi anlıyorum. Bir mühendis olarak ya da iş tecrübem nedeni ile değil.  

Bugün, o günlere nazaran, iç sesimizi dinlemenin, ve o iç sesin bize duymak için beklediğimizde nasıl anlamlı ve başka türlü keşfetmemizin mümkün olmadığı yanıtlar verebildildiği bildiğim için. O tadı artık biraz bildiğim için.

İç sesimizi dinleyebilmek kalıpların dışında düşünebilmeyi de gerektiriyor.  "Ne yapmak doğru," sorusunun yanıtının hangi çerçeveye sığacağını kestirmek mümkün değil. Nereden geldiğini bilemediğimiz halde içimize doğan yanıtın geçerli ve yerinde olup olmayacağını değerlendirmeye açık olabiliyor muyuz?

Hep söylüyorum, çok yerinde bulduğum kararlarım kadar hatalarım da oldu ve oluyor bu yaşamda.  Hatalarım olarak saydığım kararlarımın, bilgisizlikten ya da yeterince düşünmemekten çok, içimdeki bir his, herşey çok doğru görünmesine rağmen bunda bir şey var dediği halde, elimde o an için yeterince veri olmadığı için hislerimi yok saydığım, dikkate almadığım için olduklarını fark ediyorum. Özetle, beni uyaran o iç sesimi dikkate almadığım için.

Bir ses, bunda bir şey var, taşlar ne kadar düzgün dizilmiş görünse de taşlar yerine oturmuyor, diyor.  Diyor ama bu sesi anlamsız bir ses olarak kabul etmeyip dikkate almayı seçmek o kadar kolay olmuyor.  Bu, ancak, o ses, günler, aylar, bazen birkaç yıl sonra ne kadar haklı olduğunu gösterince insanı uyandırıyor.  Ve bir defa da değil. Ancak bu defalarca olduktan sonra, bir dakika, bir dakika, bunda bir şey var, diyor insan. Belki de karar almak gerektiğinde zihnimin ürettiği kararlar ya da kalbimin olmasını istedikleri kadar, içimden gelen, ama duyabilmek için bazen beklemek gereken o sesi de duymak için beklemeliyim, demeye başlıyor insan.

Babamın, çalışma masasında, bazen elinde çay bardağı, aslında son yıllarda daha çok elinde yazı ve hesaplamaları için kullandığı ve Amerika’dan aldığı 0,7 mm uçlu gri metalik kurşun kalemi, uzaklara ya da bilmediğimiz bir yere baktığı hissini veren anları, sanırım bu sesi dinlemek için sessiz bekleyişleri olmuş olmalı.  


*

Ve, şimdilerde, kendi karar anlarım ile karşı karşıya kaldığım zamanlarda, gayriihtiyari bir görüntü canlanıyor gözümün önünde. 

Ofisimizdeki odamdan, babamı çalışma masasında otururken elinde kalemi ile görebildiğim ve onun o sessiz dakikalarını sessizce uzaktan seyrettiğim anları hatırlarken buluyorum kendimi.

Hangi Ses?


Çok farklı müzik türlerini dinlediğim doğru.

Hatta, zaman zaman farklı arkadaşlarımın sözlerini bildiğim şarkılara şaşırdıkları oluyor.  Şarkı sözü ezberlemekte iyi değilim.  Sesimin de kendim için mırıldanmak dışında şarkı söylemeye pek uygun olduğu söylenemez.  Annemin tatlı, yumuşak ve melodik sesine göre sanırım sesimin özelliklerini baba tarafımdan almış olmalıyım.  Annemin çok sık olmasa da arada mırıldandığı şarkıları dinlemek keyiflidir.  

Ve arada kendine mırıldandığı dizeleri de. 

Annemin şiir mırıldandığını uzun yıllardır duymuyordum. Bunu sık yapmadığı için kesintili süreler ile yanında geçirdiğim zamanlarda bunu duymak mümkün olmuyormuş meğer. Annemin şarkı mırıldanma sesi kadar, konuşma ve okuma ses tonu da çok hoşuma gider.  Çocukluğumuzdan beri, konuştuğu birilerinin, siz tiyatrocu musunuz, ses sanatçısı mısınız, diye sorduklarına sık sık şahit olmuşuzdur.  

Şiirleri genelde sabahları mırıldanır annem. Kimbilir hangi çağrışımlar ile aklına gelen satırları mesela mutfakta kahvaltıya oturmak üzereyken mırıldanır. Ya da koridorda yürüdüğünde fısıldar gibi söylüyordu mesela. Bazıları çocukluğundan, bazıları genç kızlığından, altmış, yetmiş yıl öncesinden gelerek dudaklarından dökülen şiirleri, hatta kimilerini tamamen, hatırladığına annem de şaşırır.  Sık yapmaz bunu ama o cümlelerin sesi kulağınızda sanki duyduktan sonra uzun bir süre kalır.  Yumuşak ama kararlı, sevgi dolu olduğunu hissettiren ama bir o kadar da ciddi.  Annemin ses tonundaki o disiplin ya da resmiyetten farklı, belki yaşama saygı olarak da tarif edilebilecek o tonu doğru tarif eden kelimeyi henüz bulabilmiş değilim.   

Annemin kendine özgü ses tonunun bir özelliği daha vardır.  Telefon ile bir yeri aradığında, telefon numaralarını tanıyan sistemler olmadığında bile annemin sesini tanırlar, ve tanımakla kalmazlar, mutlaka çok sıcak bir yanıt verirler.  Sipariş verdiği zamanlarda bile ses tonuna iltifat aldığına şahit olmuşuzdur annemin.  Benim ile yüzüme bir tebessüm yayılır onun gündelik konuşmalarda bile alabildiği tatlı, olumlu reaksiyonlar.


*

Bunları tekrar fark ediyorum ve hatırlıyorum, çünkü annemle hiç olmadığı kadar çok zaman geçiriyorum.

Koronavirüs öncesinde, annemle bu kadar kesintisiz geçirdiğim en son zaman hangi yıllardı diye düşündüm bu sabah. Gelen yanıta ben de şaşırdım.

En son anaokulunda annem ile kesintisiz bir altı ay geçirmişim. 44, 45 yıl önce.

O nedenle, zorlukları olsa da, İstanbul’da yakalandığım bu dönem bu açıdan da yaşamımda farklı bir dönem oluyor.  Sanırım bu birçoğumuz için geçerli.  Alışılagelmeye başlayanların yerine farklılıklar kadar geçmişe döndüğümüz anlar özlem ile birlikte yaşamlarımızın biraz daha çok parçası.

İşlerimi tamamlamak için iki hafta kalmayı planlayarak geldiğim ve bundan sonra onbeş, yirmi günde bir gelirim dediğim İstanbul’da altıncı ayımı tamamlamak üzereyim.  Annemle olan zamanlarım bir yana, bu süre, Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden mezun olduğumdan beri İstanbul’da da kesintisiz olarak geçirdiğim en uzun süre. Eh, onunda üzerinden 32 yıl geçmiş.  Ömrümün yarısından oldukça fazlası.

Bu sürede, birçok insan gibi ben de birçok dizi seyrettim, film seyrettim.  Korona günlerinden önce başlayan vertigom da müsaade ettiği sürece.  Ama yapmadığım bir şeyi çok daha fazla yaptım. Müzik dinlemeyi.  Ben çocukluğumdan beri müzik ile çalışabilen biri değilim.  Okul yıllarımda çoğunlukla ders çalışmakla geçen zamanlarımda müzik dinlemedim, iş hayatımda da, neredeyse hep kapısını kapatabileceğim ya da yalnız çalışabileceğim bir ofisim olsa da, müzik dinlerken iş yapamadım.  Müzikle birlikte konsantre olmakta zorlandım.  Bu gürültü ya da ses varken konsantre olamadığım anlamına gelmesin. Çok gürültülü ya da kalabalık bir cafede saatlerce ve çok da keyifle kitap okuyabilirim mesela.  Ama fondaki müzik çok yüksekse bunu başarmam o kadar kolay olmuyor.

Korona günleri bir şeyi daha fark etmemi sağladı.  Seslerle olan ilişkimi.


*

Çoğunlukla evlerimizde geçirdiğimiz bu günlerde, gündelik yaşamda en çok farkında olduklarım, açık ya da kapalı pencelerden süzülüp gelen sesler.  Martı sesleri, karga sesleri,  adını bilmediğim farklı kuşların gün doğumları ya da akşamüstlerine özgü cıvıltıları, arabaların, motorların, gemilerin sesleri.  Biz çocukken ağabeyimin sokaktan geçen arabaların marka ve modellerini motorlarının seslerinden tanıyabildiğine dair bir şeyler hatırlıyorum. Bu kavram benim için nasıl olabildiğini algılamakta zorlandığım bir şeydi.  Araba sesleri deyince, benim kulağımın yakaladığı bir ses vardı.  Çocukluğumda evimizin kapısına koşup zilin çalmasını beklememi sağlayan bir ses.  Babamın kullandığı Buick Regal marka arabasının evimizin önüne geldiğini fark etmemi sağlayan motor ve park ettiği sırada çıkan lastik sesleri.  Şimdi bile o ses kulağımdadır.

Seslere çok düşkünlüğüm olmadığını düşündüm hep.  Müzik dinlemek çok önceliğim değildi. Kitap okumayı müzik dinlemeye tercih ettim hep.  Nadiren duygu dünyama göre bir şarkıyı belki gün boyu tekrar ve tekrar dinlediğim olsa da,  beni etkileyen bir cümleyi ya da bir metni tekrar ve tekrar okumayı tercih ettim ben.

Korona günlerine girdiğimiz ilk günlerde değil ama, vertigom iyileşmeye, ben kendime gelmeye başladıktan sonra, etrafımdaki seslerin farkına, farklı şekilde varmaya başladım.  Mesela bilgisayarımın fan sesi, nispeten hızlı yazı yazdığımda tuşların çıkardığı ses, silme tuşunun, belki de anında yaptığım düzeltmeler için daha sık ve farklı bir tempoda kullandığım için, farklı gelen sesi, sokağın sesleri, Boğaz’ın sesleri, arka bahçenin sesleri, nefesimin sesi, elimizin bir yere temasının çıkardığı ses.

Seslerin bu kadar farkında olmak değişik gelirken canımın müzik dinlemeyi çektiğini fark etmeye başladım.  Back Number ya da Barış Manço, Behiye Aksoy ya da Rachel Yamagata.  Yazarken şimdi garip geliyor bana ama Kamuran Akkor ve Kibariye’den “Kim Bilir’”i dinlediğim de oldu ve Harbiye Marşı’nı da.  Bir baktım kafamın içinde Harbiye Marşı çalıyor, açtım, dinledim.  Galiba o gün 4, 5 defa. Kimi günler Bishop Briggs dedi, kimi günler Carrie Underwood ya da Rachel Platten.


En çok ne dinledin derseniz, sanırım Korece ve Japonca şarkılar ile geçti bu korona günleri.  BTS’in hayranıyım diyemem ama sevdiğim Koreli şarkıcılar var.  Korece’nin kulağımdaki tınısı hoşuma gidiyor.  Çok az Korecem ile bazı sözlerin tanıdık gelmesi de hoşuma gidiyor, çocukluk günlerimde İngilizce öğrenmeye başladığım günlerdeki tatlı heyecanları hissettiriyor.  Japonca’da çok sevdiğim birkaç şarkı olsa da, Japoncam daha iyi olduğu için Japon dizilerini seyretmeyi Japonca şarkı dinlemeye tercih ediyorum.  Yine de, canımın Back Number ya da Hikaru Utada çektiği oluyor. Ve bazen de, nasıl beğendiğime benim de biraz şaşırdığım Rhymthic Toy World’ü dinlerken buluyorum kendimi.  


*

Bugünler, müziğin ve seslerin ruhumuzda başka türlü dokunulması mümkün olmayan yerlere dokunduklarını fark etmemi sağlıyor.  

Annemin dudaklarından dökülen ya da kulaklıklarımla mesela ocaktaki irmik helvasını karıştırırken dinlediğim sesler, beni, hissettiğim duyguları tarif edecek olan kelimeleri bulma isteği ile farklı dünyalara götürüyor.

28 Mayıs 2020 Perşembe

An




Sokağa çıkma kısıtlaması olan günlerle belki kabilikıyas değil ama 2020 yılının Mayıs ayının bu son günlerinde, İstanbul yine de çok sessiz.  Genelde sokağın gürültüsünden dolayı telefon ile konuşmakta zorlandığım Arnavutköy’de kuş seslerini belirgin olarak duymak mümkün.  Çok büyük bir çoğunluğunu evde geçirdiğim bu bahar mevsiminden en çok aklımda kalacak olan şey, kuş sesleri.

Fethiye’de, Şövalye Adası’nda yaşamın doğalı olan kuş seslerini İstanbul’un göbeğinde düzenli olarak fark edebilmek, belirgin olabilmesi bana farklı geliyor.

Korku, endişe ve kıstlamaların, kısıtlı kalmışlık duygusunun insanın içini daraltan hissinin izlerini atmamız belki zaman alacak ama bu günlerden benim hatırlayacağım en önemli şeylerden biri, sessizlikle birlikte, kuş sesleri olacak.

İstanbul’daki evimizin, yani apartman dairemizin olduğunu binanın, arka bahçesinde ve bitişik binamızın arka bahçesinde birkaç büyük ağaç var.  Kışın yeşil olmamakla birlikte kuşlara ev sahipliği yapan bu ağaçlar, gri ve yağmurlu İstanbul’da, yağmurlu günlerin o değişik aydınlığnda, Mayıs ayının taze yeşilliği ile, içimdeki sıkışmışlık hissini ferahlatıyor.  Doğadaki baskın rengin yeşil olması boşuna değil belki de.

Bir şehri renkler tarif etmek mümkün mü bilmem ama benim için İstanbul en çok mavidir. Ama bir tonu ile diyemem.  Güneşin ışıkları ile tonları değişen mavi gözler gibi, bazen açık uçuk bir mavi, bazen petrol yeşili denilebilecek bir mavi, bazen koyu grilerle bezenen, lacivertleşen, güneşle portakal renginin tonları ile kırmızılaşan bir mavidir İstanbul benim için.  Bu şehrin deniz gibi sınırsız hissettirmesi ve ihtimallerle dolu olması biraz da bu nedenle midir acaba?

İstanbul’u eskisi kadar sevmediğimi biliyorum.  Belki şaşırarak bunu da paylaşıyorum. Ağır geliyor bana enerjisi. Biraz da Fethiye’de yaşamaya başladıktan sonra, güler yüzler görmenin keyfini aldığım için olmalı.  Türkiye’nin ve Dünya’nın şartları ne olursa olsun, Fethiye’de, tüm dertleri unutmanın mümkün olduğu anlar çok daha fazla karşıma çıkıyor.  Görünenin ardındaki huzuru, gündelik telaşın ardına saklanmış anlamı, ruhumuzun tatlı sohbetini, hissetmek, fark etmek, duymak, daha kolay oluyor.  Kolay demek belki doğru değil, mümkün oluyor.

İstanbul’un sessizleştiği bugünlerde, kendimi daha iyi duyabiliyorum.  Sanki biraz daha iyi anlayabiliyorum. Sanki geçmişe daha özgürce bakabiliyorum.  Gelecek ile ilgili alana girmemek için gizli bir gayret gösterdiğimi fark etmekle birlikte, olan ile yüzleşmek adına daha kuvvetli hissediyorum.  Daha cesur olmasam bile, daha çok kabulde olduğumu fark ediyorum.

Duygular, düşünceler onları tetikleyen, doğuran ya da saklandıkları yerlerden çıkarmak için uyaran etkileri, ilhamları, temasları bekliyor.

Bir andan bardaktan boşalıverircesine indiren yağmur, İstanbul’daki bir pencereden sizi Amerika’daki yemyeşil bir kasabanın göl kenarına, Rio’da bir yılbaşına ya da Fethiye’de pek de kimsenin olmadığı küçük bir plaja götürebiliyor.  Mayıs ayı olmasına rağmen aralarına mini dolu tanecikleri eklenmiş olan yağmur damlaları benzer bir manzaraya Kyoto’daki küçücük otel odanızdan baktığınızı hatırlatabiliyor.  Ya da İzmir’de, Bayraklı’da, küçük ve biraz eskimeye yüz tutmuş tarihi bir binanın birinci katındaki bir pencereden, yoğun bir günde zihninizi biraz toparlamak için İzmir Körfezi’ne baktığınız dakikaları.

An’da kalmak, an’ı hissetmek yaşamın temel hedeflerinden biri diyor hocalar.  Son yirmi yıldır buna dair ne çok şey okudum aslında.  Bize gelen mesajları anlamak her zaman kolay değil. 

Yüzlerce kere okumak, bir o kadar defa duymak yeterli olmayabiliyor.

An’da kalmanın gerçek değerini, yıllar sonra, o farkında olmadan dolu dolu hissetmeyi başardığınız anları -berraklıkla ve tüm renkleri ile hatırlayabildiğinizde fark ettiğiniz zaman ve adeta yeniden yaşayınca, keşfediyor insan.

Mesela,

Parmaklarınızın ucu, yıllar önce soğuk bir kış sabahında ince belli çay bardağı ile, tekrar, ısındığında…

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Ne İstersin Bugün? Bir Havlu Ya da Biraz Gözyaşı?


Bizi nelerin mutlu edebildiğinin kesin bir tarifi yok.  Olmadık zamanlarda olmadık şeylerin mutlu edebildiği oluyor.  Ya da beklenen zamanlarda beklenmedik şeyler mutlu edebiliyor.

Bazen bir mesaj, bazen bir eposta.

Bazen mesaj daha beklenmedik şekilde geliyor, mesela, Fethiye’de bir gece, evet gece, posta kutuma bakmam için bir mesaj geliyor ve posta kutusunun içinde arkadaşlarımın benim için, kimilerini tek tek, kimilerini grup olarak çektikleri doğumgünü kutlama videolarından hazırladıkları videoyu buluyorum bir zarfın içinde.  Onların mesajlarını seyrederken mani olamadığım gözyaşları o yılki en kıymetli hediyelerimden oluyor.

Başka bir yıl, başka bir gün, yine Fethiye’deki evime bir kargo paketi geliyor.  Paketi açınca, fotoğraflarımdan hazırlanmış resimli kitap buluyorum.  Hayatımın benim için çok kıymetli anlarının, sanki her fotoğrafın beni nereye götüreceği biliniyormuş gibi seçildiği resimlere bakarken bu defa, nasıl yani  bunu da mı seçmiş, bunu da mı seçmiş, diyorum.   

Doğum günü hediyeleri ile yüzümdeki gülümsemelerin uzun zaman küçülmediği zamanlar oluyor. Mesela, doğum günü hediyelerimin beni tatlı şekilde şaşırtanının havlular olması beni şaşırtabiliyor.  Gelen bir paketi açıyorsunuz ve içinden farklı boylarda beyaz havlular çıkıyor.  Ben beyaz rengi çok severim ve evet hediye edilecekse beyaz havlu edilmesi çok normal diyorum ama bu havlular öyle bildiğiniz beyaz havlulardan değil. Bu beyaz havlularda, çok hoşuma giden bir font ile ve kırmızı ipliklerle işlenmiş bir yazı ile, İngilizce kitaplarımın adlarından biri olan, “Image Being Lucky - Şanslı Olduğunu Hayal Et” yazıyor.  Ve o kitabın adını koyarken o kapağı görenlerin, o kitabı okuyanların hissetmesini arzu ettiğim şans enerjisi enteresan şekilde bana dönüyor.  Ve devamlı olarak kullanmaya kıyamasam da, arada kullanarak yaşamıma kattığım havlularda bana ulaşıyor.

*

Önce, aa güzel, hoş bir doğum günü hediyesi bir masa saati deyip açtığınız hediyedeki küçük masa saatinin, aslında sizi sahip olduğunuz için havalara uçuran kaptanlık belgenizi kutlama hediyesi olduğunu fark ediyorsunuz.  Dümen şeklindeki saati bir dümen gibi çevirebildiğinizi fark ediyorsunuz. Ve o hediyenin yeri İstanbul’daki elektronik piyanonuzun üstü oluyor.  İstanbul’da piyano çalışırken, kendinizi Fethiye’de, Şövalye Adası’na giderken kullandığınız küçük beyaz, ve tesadüf bu ya, yazıları kırmızı renkli, 5 metrelik ufak bir teknede hayal edebiliyorsunuz.  Saçlarınız rüzgarda uçuşup dudaklarınız üzerinize sıçrayan damlaların tuzu ile hafifçe ıslanırken.

Bugünlerde yaşama, yaşadığıma, hayatımdaki insanlara şükrettiğim her anı hatırlamak istiyorum.  Çok net hatırlayabildiklerimin yanında flulaşmaya başladığını hissettiklerime daha da farklı tutunmak istiyorum.  

*

Yaşamın zenginliği yaşadığımız, bize yaşatılan duyguların yoğunluğu ile mi çoğalıyor?

Mesela, bir yılbaşı günü, bir 31 Aralık’ta,  babamın çok hasta olduğu, hastanede olduğu bir günde mutluluktan ağlayacağımı söyleseler ve bunun babamla hiç ama hiç ilgisi olmayan bir nedenle olduğunu söyleseler tabii ki inanmazdım. O yılbaşında, çok sevdiğimiz iki arkadaşımız bizde kalıyordu.  Babam ise rahatsızdı.  Zorlu bir operasyon geçirmişti.  Yoğun bakımdan çıkacak duruma gelmiş ve o yılbaşı gecesi, nedense benim ısrarla rica etmem nedeni ile hastanenin bakımına ek olarak odada benimle kalacak ek bir özel hemşire ile yoğun bakım dışındaki ilk geceyi geçirecektik.  

Türkiye’nin en iyi hastanelerinden birinde neden ek bir hemşirenin o gece benimle birlikte olmasını istediğimi inanın bilmiyorum.  Ama hastanenin de nedense kırmadığı bu belki de anlamsız talep gecenin ilerleyen saatlerinde olmadık şekilde işimize yarıyor,  babamın bir anda, bir anda kötüleşen nefes almasına hastanenin hızla müdahale etmesini sağlayarak, babamın yaşama bir süre daha devam etmesini sağlıyordu.

Ama muhtemelen tahmin ettiğiniz gibi bahsedeceğim hediyem babamın hayata tutunması değil. Sonrasından, çok şükür o geceyi atlattık, babam kurtuldu, dedim ama o gece babamın hastane odasında yanında olabilmek yerine onu yoğunbakıma göndermek benim için en büyük üzüntülerden biriydi. Odasından yoğunbakıma götürmek için geldiklerinde kalbimin acıdığını hissetmiştim.  Şarkılarda bolca geçen o sözlerin gerçekte bir karşılığı vardı.

O 31 Aralık gecesi, geceyi babamla geçirmek yerine eve döndüm.  Çok ağlamış mıydım, yoksa o gece bana emanet edilen babamı koruyamamış olduğuma dair o garip his ile kafam karışık mıydı ya da güçlü durmaya mı çalışıyordum, emin değilim. Hatırlamıyorum ama babamı yoğun bakıma götürmek için almaya geldiklerinde hissettiğim ve odanın kapısında çıkarırlarken kalbimde hissettiğim acıyı, bir şey batırılmışcasına can yakan o hissi hatırlıyorum.  

Gece misafilerimin kaldığı evime geri dönmüştüm.  Hayatımda geçirdiğim en kötü yılbaşı herhalde bu olmalıydı.  

Sabah uyandım.  Detayları biraz flu ama salonun sol tarafında bir çam ağacı duruyordu.  Bir an yanlış mı görüyorum diye anlamak istercesine baktığımı hatırlıyorum.  Sonra arkadaşım Muki eşine ve o zamanlarda evli olduğum için benim eşime seslendi.  Şuna benzer bir şeyler söyledi: “Ben size söylemiştim bu ağacı kurmamız gerekiyor, diye. Bakın iyi ki kurmuşuz.  Zeynep geldi eve gördü işte,” diyordu.  

Tatlı ışıkları ile o yılbaşı ağacı, hayatımın en kötü gecelerinden birinin sabahında, yeni bir yılın ilk gününde, kendiliğinden kocaman bir gülümseme yaymıştı yüzüme.  Dışarıda hava güneşli miydi, bulutlu muydu, bilmek için geçmişteki hava durumlarına bakmam lazım ama, içimin aydınlandığını, çok sevdiğim bir sarı ışığın içimden dışarıya yayılmaya başladığı hissini hatırlıyorum.  İşin doğrusu, arkadaşım Muhterem bana sürpriz olması için bir yılbaşı ağacı kurmak istiyor ama erkekler, Zeynep zaten hastanede olacak, kimbilir kaç gün orada olur, diye onun bu isteğini anlamlı bulmamışlardı ama azmin elinden kurtulmamış ve Muki’nin beni mutlu edeceğini düşündüğü için kurmak istediği çam ağacı, amacına tam da zamanında ulaşmıştı.

*

Başkalarına anlamsız gelse de, içinizden gelen ve bir şeyleri yapmanızı ısrarla söyleyen sesi dinlemenizi öneririm.  Bu hissi dinleyenlerin bana yaşattıkları özel anlar,  bana, içimden gelen ses sayesinde hissettirebildiğim mutlulukların rehberi oldu.   Başka bir yılbaşı gecesi, kendimi babamın uzun zaman kaldığı o hastanenin yoğun bakımına bir yılbaşı pastası götürürken buldum mesela.  O yoğun bakımın kapısından, adeta ufak bir çocuk gibi zıplar gibi adımlarla, içimde tatlı bir sevinçle, kalbimde teşekkürle ayrıldığımı.  Ve o yoğun bakıma yeni yıl ziyaretleri İstanbul’da geçirdiğim yeni yıllarda uzun süre devam etti.  Bunu bir süredir unutmuş olduğumu bugün fark ediyorum.

*

Teşekkür listem çok uzun.  Düşündükçe beni mutlu etmek için yapılan onlarca, yüzlerce jest geliyor aklıma.  Bizi mutlu edenler bunun bizde yarattığı bitmeyen dalgaları biliyorlar mı acaba?  Bir “Seyhan Hanna” macerasını yaşatan arkadaşlarım mesela, o iki direkli, otuzdokuz metrelik zarif guletin bana hala rüya gibi geldiğini ve o Fethiye gecesinde o güzel teknenin ön kısmında koşan Zeynep’in hala kendini kırlarda koşan Heidi gibi hissettiğini biliyorlar mı acaba?  

Başka bir yere gidecekken, yani bana öyle demişlerdi, bir arkadaşın unuttuğu bir şeyi almak için uğradığımızı sandığım ve yıllar içinde hala en beğendiğim tekne olan Seyhan Hanna’nın mumlar yakılarak hazırlanmış masası ve mutlu yıllar şarkısı ile karşılanacak, arkadaşlarımın kendilerinin yaparak hazırladıkları nefis yemeklerle, çiçeklerle, aldıkları kolye ve bileziğim ile, söylediğimiz şarkılar, kahkahalar ile  o gece hayatımın en unutulmazlarından biri olacaktı. 

İşin enteresan tarafı, o gün rahatsızlanmıştım ve arkadaşlarımın, haydi en azından birlikte bir yemeğe gidelim ricalarını, telefonda, ben iyi değilim diyerek durdurmak için çok çaba sarfetmiştim.  O dakikalarda ise teknede, o gün Fethiye’de çok yağmurlu bir gün olduğu için, başka bir ekip tekneyi hazırlamak için yoğun bir hazırlık içinde uğraşıp duruyor olmalıydı.  Aralarında yaptıkları konuşmaların bazılarını sonradan paylaştılar ama o benim gelmeyeyim diyip durduğum bir iki saatlik sürede, onları kimbilir ne kadar yormuş olmalıyım. 

Ve, Fethiye Körfezi’nde her zaman kolaylıkla tanıdığım Seyhan Hanna, her gördüğümde sevginin sembolü olmaya devam edecek benim için.

*

Bu günlerin çoğuna ait duygularımı muhtemelen biryerlere yazmışımdır ama o defterler şimdi nerededir, Fethiye’deki ya da İstanbul’daki hangi depodaki hangi kutunun içindedir şu an için hiçbir fikrim yok.  İçimde bir süredir eski günlüklerimi okumak için bir istek uyanıyor.  Hissettiklerimizi duygular sıcakken kaydetmenin, içimizde yükseldikleri anda yazmanın önemini ve değerini fark ediyorum.

Mesela dün, bir kuzenim aile WhatsApp grubumuza bir fotoğraf gönderdi. Esasında doğum günüm olduğu için beni kutluyor ve yaşamındaki yerimi paylaşıyordu.  Bu fotoğrafı da mesajının ardından paylaşmıştı.  Yazdığı mesajı beni çok duygulandırsa da gönderdiği fotoğraf da beni bambaşka bir diyara ışınlamıştı.  O fotoğrafta, çerçevelenmiş, elle yazılmış ve boya kalemleri ile renklendirilmiş bir mektup vardı.

Tabii ki fotoğrafı görür görmez ne olduğunu biliyordum.  Kuzenim Reyhan’a, İstanbul’dan Ankara’ya tayin olduğunda, annemin evinde kaldığı iki küsur yıldan sonra anne babasının evine dönmek için teyzemin ve eniştemin onu almaya geldiği gün, bir diploma gibi rülo yaparak ve sanırım bir kurdela ile bağlayarak verdiğim, bir şiir gibi yazmış bir mektup vardı o çerçevenin içinde.

Reyhan’dan o mektubu ayrıldıktan sonra okumasını istemiştim.  Ve onu çok mutlu ettiğini ilk defa yoldan ettikleri telefon ile öğrenmiştim. O mektubu yazdığım ve verdiğim için ben inanılmaz çok mutlu olmuştum.  Yüreğimdeki o yoğun heyecan ve mutluluk hissi hatırladığım kadarı ile onların Ankara’ya yaptıkları 4-5 saatlik yolculuk boyunca, onlar Ankara’ya varana kadar sürmüştü. 

O günden onsekiz yıl kadar sonra, dün, o çerçevenin fotoğrafını büyüterek o mektubumu tekrar okudum.  Mektubun bir yarısını okumak için bilgisayarımı ters çevirmem gerekti, çünkü iki ayrı bölümden oluşan mektubun ikinci yarısını kağıdı ters tutarak yazmıştım.  O günlerde 23 yaşında olan Reyhan, daha önce 3 yaşındayken yine annemlerde bir süre kalmıştı ve o 3 yaşındaki Reyhan’a da hediye olması için bu mektubu küçük bir çocuğun yapacağına benzer desenler ve resimler ile süslemeye çalışmıştım, ve mektup içerik olarak iki bölüme ayrılabilecek bir özellik taşıdığı için, biraz da küçük Reyhan’ı hatırlamak için mektubu, sayfasının sonuna geldiğini fark eden bir çocuğun yapabileceği gibi kağıdın kalan yerlerine ters çevirerek yazmış gibi yazarak devam etmiştim.

Mektubun ikinci bölümdeki birkaç satırı okurken neden yazı yazmak istediğimin yanıtı olduğunu düşündüğüm birkaç cümle ile karşılaşmıştım. 
Şöyle diyordum:

“… 
Tabii ki bu kadar net hatırlamayacağız bu anları zamanla,
Bu dakikalar eklenecek ve
Ait olacaklar sadece yaşanan an’lar kervanına,
…”

*

Dün doğumgünümdü.  Ailemin ve Türkiye’nin ve Dünya’nın farklı köşelerinde yaşayan farklı arkadaşlarımın sesini duyduğum, mesajlarını aldığım, iyi ki hayatımdalar dediğim bir gün yaşadım.  Esasında bir gün öncesinden başlayarak, anılarda, yaşananlarda, dostluklarda gezinmeye başlamıştım.  Geçmişe, iyi ki o günleri yaşamışım diye bakabilmek güzel bir his.  Geriye baktığımız kimi anlardaki zorlukları hatırlasak da, geçmiş, en azından bana, genelde güzel duygular ile geri geliyor.  

Geçmişin beni mutlulukla havalara uçuran, sevinçten ağlatan, nefesim kesilinceye kadar koşturan, tarifi kolay ve tarifi zor yüzlerce an ve anısı geçti aklımdan dün. Kimilerini konuştuğum arkadaşlarım ile konuşurken hatırladık, kimileri onların başka bir sözlerinin çağrışımları ile koştu geldi.  Sevgiyi paylaştığımız, güzel olanları hatırladığımız, çok ama çok mutlu hissettiğim bir gün oluyordu bu 22 Mayıs.  Korona günlerinde, sevdiklerimizin oldukları yerde iyi olmalarını dilediğimiz bu günde, kimseden uzak hissetmedim,  yapmayı çok istediğim kucaklaşmaların eksikliğini de hissetmedim doğrusu.

Ta ki,

Ta ki, kapı çalıncaya kadar.

*

Esasında kapının çalacağını biliyordum. 

Yani öncesinde telefon gelmişti, ve binanın alt kapı ziline de basıldığında kapıyı biz açtık.  Kapının çalışı sürprizdi diyemem ama içinde bir sürpriz saklıydı işte.  

Binanın kapı zili çaldı, düğmeye bastık ve açtık. Sonra belki iki, iki buçuk aydır onu korumaya çalıştığımız için apartman dairemizin kapısını kimseye açmayan annem kapıyı açtı. 8, 9 haftadır, İstanbul'da yakalandığım sokağa çıkma kısıtlamalarında kaldığım annemin evinde,  o görev benim görevimdi.  Eh, kapımızı çok da çalan olmamıştı aslında, belki günde sadece bir iki defa. 

Annem dairenin kapısını açtı ve gelen kişinin binanın merdivenlerinden ikinci kata çıkmasını beklemeye başladık. Bir süre önce otomatik olarak yanmak üzere programlanan apartman merdiven ışıkları bizim katta yanmaya başladığında, yeğenim merdivenin başında görünmüştü.  Yüzünde beyaz bir maske, uzun açık saçlarının bir kısmı arkada toplanmış, beyaz bir sweatshirt, siyah pantalon ve beyaz ayakkabıları ve gülen gözleri ile Melisa karşımızda duruyordu.

14-20 yaş gençlere bu dönemdeki ikinci defa sokağa çıkma izni bu Cuma günü, 22 Mayıs’ta verilmişti.  O gün bugüne denk gelmişti.

Apartmanın içinde, kapımızın önünde duran Melisa’nın elinde sarı ve mor renkli çiçeklerden hazırlanmış kocaman bu buket duruyordu.  “Doğum günün kutlu olsun Halacım,” dedi gülen gözleri ile.  Maskesinin içinde gözlerindeki gülüşün parçası olan gülümsemeyi görmeden görmek mümkün oluyordu.

Uzandım, buketi aldım.

Sonra annem, ben, o,  birbirimize bakıp, gülüp durmaya devam ettik uzunca bir süre. 80 yaşını birkaç ay sonra tamamlayacak olan annemi düşünüp sarılmadık, dokunmadık birbirimize.  Keşke şöyle omuza, koluna dokunsaymışım yeğenimin, dedim sonra ama, o an aklına gelmemişti.  O gittikten birkaç saat sonra, aniden aklıma geldi. Ah, dedim, nasıl aklıma gelmedi.  O an için, birbirimizi böyle yakından görüyor olmak bile o kadar harika gelmişti ki.

O an için birbirimizi, onu, maskesinin arkasından bile olsa görmek çok mutlu etmişti bizi.  Birbirimize dokunamadan, karşılıklı olarak kucaklaşır gibi yaparak kucaklaşmak bile çok ama çok mutlu etmişti bizi.  Yine, sevinçten uçuyorduk işte.  Ağlamadık. Doğrusu ağlayamayacak kadar neşeli bir mutluluktu bu karşılaşma.  Ağlamaları sonraya, o anı tekrar hatırlayarak hissettiğimiz gecenin ilerleyen saatlerine sakladık.

Babamı kaybettiğimde değil ama  birkaç yıl sonra babamı kucakladığım bir zaman ağabeyimin çekmiş olduğu bir fotoğrafı gördüğümde babamı kucaklamayı ne kadar özlediğimi hatırlamıştım.   

Dün, korona günlerinde zaman zaman televizyonlarda gördüğümüz, sağlık görevlilerimizin çocukları ile yaşadıkları anları da içeren bazı sahnelerin ne anlama geldiğini ilk defa hissettiğim, yaşayabileceğimi hiç aklımdan geçirmediğim, kapının önünde geçen bir tahminen beş dakika yaşadım.

Tarifi zor bir boyut, bir katman, bir anlamda da yaşamın ağır çekimde yaşandığı hissini veren, bir değişim, bir yol ayrımı, değişik bir farkına varma anı oldu yaşamımın içinde.  His o kadar farklı ki şu anda bile tanımlamakta zorlanıyorum. Doğrusu nasıl geçeceğini fazlası ile bildiğim bir günü yaşayacağımdan eminken, duygularım beni  sabahtan beri farklı bir tura çıkarmışken, adını ve tadını bilmediğim bir duygu ile karşı karşıya olduğumu hissediyorum.  Bu duygunun bir adı varsa eğer, bunu shinrinyoku, tsundoku ya da natsukashii gibi ifadelerde, birçok düşünce, duygu ve kavramı bir kelime ile anlatmayı başaran Japonlar koymuş olmalıydı.  Uzaktan sevmek bir anlamda onların uzmanlık alanı da sayılırdı.

Adlandıramadığım ve ruhumda nereye dokunduğunu bilemediğim duygular ile bana bilinmedik bir şeyler yaşadım.  Bir beş dakika, artık elli yaşında oldum, büyüdüm, derken, tekrar büyüttü beni. 


*
Bu sabah evimizde, goblen desenli büyükçe bir vazonun içinde, sarı ve mor renkli çiçeklerden kocaman bir buket duruyor. Doğum günümü gösteren gününü de söylüyor mu bilmiyorum ama bu buket bana tam da Mayıs ayı diyor.

Mutluluğun tarifini yapmak kolay değil ama, mutlu olmanın tarifinde, düşünülmek yatıyor.

*

Son olarak, bu yazı ile paylaştığım fotoğrafa gelince.  Esasında bu fotoğrafı izinsiz aldım.

Fethiye'de yaşayan kuzenim Erdoğan bugün paylaşmış.  O zaman sanırım bunu dün doğum günümde, Şövalye Adası'nda, günbatımında çekmiş olmalı.  Ve resimden anladığım kadarı ile Ece Boutique Otel'in yemek bölümünün üstündeki teraslardan birinden çekilmiş olmalı.

Hayatımın yeni tamamladığım 50 yılının hatırlayabildiğim dönemlerine ait beni derinden etkileyen birkaç manzarasından biridir Erdoğan'ın kaydettiği manzara. Çektiğini tahmin ettiğim yerden, her fırsat bulduğumda, bıkmadan usanmadan bakmak için koştum günün o saatlerinde o manzaraya.   Bana üzerinde yaşadığımız Dünya'nın parçası olduğumu ve bir o kadar da bambaşka bir Dünya'da olduğumu da hissettiren bir manzaradır o.  Dünyanın neresinde olursam olayım görmeyi özlediğim sihirli bir manzara.  

Dedim ya, bu fotoğrafı izinsiz aldım.  Eh, Erdoğan'cım, artık bu da bana 50. yıl doğum günü hediyesi olsun, olmaz mı?

...

Sevgiyle kalın ve ruhunuzu aydınlatan gökkuşaklarıyla.

23 Mayıs 2020
Arnavutköy

22 Mayıs 2020 Cuma

Reyhan Kaya'dan, Teşekkürler Rey

"Ben ailemizin şanslı kuzenlerindenim 💫 en azından kendimi öyle hissediyorum çünkü tüm ağabeylerimle ve ablalarımla teyzelerimle ve eniştelerimle hem güzel hem keyifli tamam bazen stresli de olsa (yok bisiklet ile kamyonet altında kalmalar, yok Sevinç Teyzemlerde bütün süs eşyalarını tuzla buz etmeler, yok Silivri’deki evin camını Dayımla oynarken çatlatmalar 🙈😆) beni ben yapan anılar yaşamış ve kendime saklayabilmişim ♥️😘 çok şükür kısıtlı zamanlarda da olsa Alp de yaşıyabildiği için çok şanslı 🍀 (Nihal Ablamın evinin balkonuna Alp’e havuz yapması 🙏🏻 Erdoğan Ağabeylerin evde bizimki Efe’yle Ada’yı azdırmaya çalışırken peşinden koşup Oğlum bunlar alışık köpekler değil deyip bir yandan da Handan Ablamın İspanya’dan özel getirdiği sopaları Alp’in alıp Efeyle Adaya yakalamaları için savurmasını engellemeye çalışması 😆) çoğu küçük yaşlarımdan aklımda ama genç kızlık dönemimin önemli bir kısmında Zeynep Ablam var. 1996 yılı hayatımın ilk yurt dışı seyahatini paylaşırken beni İngilizce konuşmak için cesaretlendirdiği andan, bir yıl yaz akşamı Sultanahmet tarafında polis çevirmesine takıldığımızdaki polisin beni turist zannetmesine, bana sabırla şuanki mesleğimin temellerini oluşturan bilgiyi düzeni disiplini öğretmesine kadar ♥️ Daha nice nice mutlu sağlıklı keyifli anılarımızın çoğalmasına! İyki doğdun iyiki varsın Zeynep Ablacım 🙏🏻♥️💫🥳🥂🎂"

21 Mayıs 2020 Perşembe

49, 50


Otuz yaşıma girdiğim doğum günümü çok hatırlamıyorum. En yoğun çalıştığım zamanlardan biriydi. Muhtemelen arkadaşlarım ile kutlamışsızdır.

Kırk yaşıma girdiğim günleri daha net hatılıyorum. Ama iyi ya da kötü anlamda, otuzlu yıllarımı tamamlayıp kırk yaşıma geldiğim için özel bir anlamı olduğunu söyleyemem. O yılı hayatımda önemli olan bazı olaylar ile hatırlıyorum daha çok. Mesela, doğum günümden kısa bir süre önce Japonya’ya gidip dönmüş olmam ile. O yıl yaptığım Japonya seyahatinin benim için özel olma nedenlerinden biri Kushimoto’yu ve oradaki Türk Şehitliğini ziyaret etmiş olmamdı.

Yılları, yaşları, olayları bize hatırlatanlar, yaşananların yoğunluğu, değeri ya da üzerimizdeki etkisi ile belirleniyor bir yandan.  Hafıza sanki duygular ile yazılıyor.

Dedim ya, esasında yirmili yıllara geçişimi de dahil etmeliyim, herhangi bir onlu yıl dönümümü çok hatırlamıyorum.  Herhangi bir yaşımı kutlamak ile ilgili özel bir isteğim olmadı. Çalışarak geçirdiğim doğum günlerim olduğu kadar özel kutlamalarla dolu doğum günlerim de oldu.  Bir doğum günümü uçakta kutladım. Atlantik aşırı bir uçuşta, ki okul yıllarımda olduğu için bir anlamda mecburen o gün uçmak durumda kalmıştım. Yolculuğu birlikte yaptığım ve çok sevdiğim okul arkadaşım Beril sayesinde, o gün hayatımdaki en keyifli günler arasına girmişti. Gökyüzünde pastalı, şampanyalı, Danimarkalı hosteslerin doğum günü şarkısı söylediği çok şirin ve neşeli bir kutlama olmuştu.  

Sonra ne olduysa, 2019 yılının sanırım Eylül ayının sonlarıydı, Fethiye’de, Şövalye Adası’nda, kuzenlerim Handan ve Erdoğan’ın işlettiği Ada Restaurant’ın Fethiye’ye bakan bölümünde, Fethiye’de her zaman sanki kocaman bir ışık topunun yükseltmek olduğu hissini veren ayın doğuşunun altında yemeğimizi yerken, birden 2020 yılının Mayıs ayında 49. Yaşımı tamamlayacağımı ve 50 yaşıma gireceğimi fark ettim.  İçime farklı bir mutluluk hissi geldi.  Bu dünyada 50 yılı, yarım asırı tamamlamış olacaktım.

Yanımda oturan Kuzenimin eşi Handan’a döndüm. “ Handan’cığım, gelecek sene doğum günümde burada bir parti yapalım mı?” 

Esasında 2019 Eylül ayındaki o güne  ve o gün hissettiklerime dair belki biraz arka plan bilgisi vermem gerekiyor.  Daha önceki yıllarda iş programımdaki yoğunluk, son üç dört yılda ise Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği ve Türk Lions Federasyonumuz ile yaptığımız çalışmalar nedeni ile Fethiye’de çok az zaman geçirebilmiştim.  2018-2019 döneminde, yurtiçi ve yurtdışı seyahatler derken, İzmir’de, Federasyon merkezimizde olmam gereken zamanlar derken, bir yılda tam tamına 15 gün Fethiye’ye olabilmiştim. Fethiye’yi ve Fethiye’deki arkadaşlarımı, orada olmayı çok ama çok özlemiştim.  Fethiye’yi çok sevdiğimi her zaman biliyordum ama bir yeri bu kadar çok özleyebileceğimi ben de tahmin etmemiştim.  Benim için ailemi, arkadaşlarımı, dostlarımı Fethiye’ye davet etmek, onlarla yaşamı Fethiye’de paylaşmak her zaman özel bir anlam taşıyor. En sevdiğim yerde sevdiklerimle olmanın farklı bir enerjisi olduğunu düşündüm hep. 

İşte o nedenle, 50. yaşımda, Fethiye’den, Türkiye’den ve yurtdışından arkadaşlarım ile Fethiye’de iki, üç günlük bir buluşma hayal ettim.  Yemek masasında hemen takvime bakmıştık Handan ile. 22 Mayıs Cuma gününe geliyordu. Yani gelebilenlerle Cuma’dan Pazar’a, ya da belki Perşembe’den Pazar’a bir Fethiye, Şövalye Adası programı yapabilirdik.

O an, kendimi, Şövalye Adası’nın Şat Burnu’na yakın olan bir tepesindeki Ada Restaurant’ta arkadaşlarım ile hayal ettiğimi hatırlıyorum.  Beyaz örtüleri ile hazırlanmış olan masaları, ikramların bir kısmının konulduğu servis masalarını, fondaki müziği.  22 Mayıs’ta ayın ne durumda olacağına bakmak o akşam aklıma gelmemişti, ama o gece orada olmasını istediğim onlarca insanın yüzünü, o terasta dolaştıklarını bir film seyreder gibi gördüğümü de çok net hatırlıyorum.

“Handan,” dedim, “bugüne kadar hiç böyle bir şeyi istemek, bu kadar ay öncesinden planlamak hiç aklıma gelmedi, ama bu defa istiyorum gerçekten.  Ne kadar güzel olur.”

“Neden olmasın,” dedi Handan. “Yaparız Zeynep, çok güzel olur”.

*

Ve hayatımda ilk defa, dokuz ay öncesinden, Mayıs ayında Fethiye’de bir doğum günü kutlamayı hayal ettim. Hatta, Fethiye’de benden bir gün önce doğan bir arkadaşım ile birlikte kutlamayı da hayal ederek.

Uzaktan gelecek olan akadaşlarımı davet etmeye başladım.  Bir kısmını ise Şubat, Mart ayı gibi davet ederim, diyordum.  50 yaşında dokuz ay öncesinden doğum günü kutlama hazırlıklarına başlamak ve davet etmek biraz garip olacaktı galiba.   İşin özünde, son bir iki yıldır sevdiğim arkadaşlarım ile zaman geçirebilmeyi tahmin edebileceğimden çok özlemiştim ve benim için özel olan insanların, ailemin biraya gelebilecek olması ihtimali beni heyecanlandırmıştı. Kuzenlerimin Şövalye Adası’nda bir butik otelleri olması da bu buluşmayı keyifli bir şekilde organize etme imkanı verecekti. O günler için bazı odaları Eylül, Ekim ayından ayırmıştık.

2020 yılına girdiğimizde, Ocak ayında Japonya’dan bir mesaj aldım.  Esasında tesadüf bu ya, Japoncamı biraz daha düzgün hale getirmek için Ekim ayından itibaren tekrar derslerime başlamıştım.  Ocak ayında gelen mesajı okuduğumda yüzüme hakim olması zor bir gülümseme yayılmıştı. Yine çok özlediğim ve bir süredir gidemediğim Japonya’ya 2020 yılında tekrar gitmek için bir plan yapayım derken, Japonya’ya gitmek için bir davet almıştım. Sokakta yürürken okuduğum bu mesaj ile, kalbimden yükselen alev alev bir heyecanla uçarak yürüdüğümü hatırlıyorum.  Ve, yine tesadüf bu ya, bu davetin tarihi yine Mayıs ayına, doğum günümden önceki günlere denk gelecekti.  Japonya’ya yedi defa gittim. Bunların iki defası hariç diğer hepsinde tesadüfen Mayıs ayında gitmek nasip oldu.  Her seyahat birinden keyifli ve tadı damağımda kalarak.

*

Japonya’yı tarif edilmesi zor bir şekilde seviyorum.  Esasında çocuklukta ve gençlik yıllarımda birçok genç gibi benim de hayalim Amerika’yı görmek ve Amerika’da okumaktı. Cornell Üniversitesi’nin bana verdiği burs sayesinde, belki aksi takdirde bu maceraya pek de istekli olmayan ailemden izin koparmayı başarmıştım.  Amerika bana çok şey öğretti. O yılların şartları ile evden uzak olmak ve orada yaşamak çok da kolay bir süreç değildi.  Dil ya da Türk olmam ile bir ilgisi yok.  Evden uzakta yeni bir yaşam ve kendini keşfetme sürecinin doğal zorlukları belki de. Yine de beni ben yapan en büyük şanslarımdan biridir o dönem.

Yine de, bugün bana, Amerika mı, Japonya mı diye sorarsanız, ya da nereye gitmeyi tercih edersin diye, tereddütsüz olarak Japonya, derim.  Ve şimdiki aklım olsaydı,  Japonya ile tanışmaya başladığım 2007, 2008 yıllarında şu anki istekliliğim ile Japonca çalışırdım.

Ve yine de, hiçbir zaman hiçbir şey için geç değildir.

Japonya gezisi için bana iletilen ve Türkiye’den birkaç kişinin daha davetli olduğu bu programın bazı tarihleri belliydi, ancak dönüş tarihini benim belirleyebileceğim söyleniyordu.  Hazır Japonya’ya gitmişken, çok özlediğim birkaç kişi ve birkaç yeri görmek, özellikle Kyoto’ya ve Shiga Bölgesine, ve özellikle de çok sevdiğim Miho Müzesi’ni görmenin hayalleri, Şövalye Adası’nda geziden arkadaşlarımın görüntüsü gibi hızla, gözümün önünde belirmeye başlamıştı.  Ne kadar güzel bir ön-doğum günü hediyesi olacaktı bana.  Bu davetin zamanlaması ne kadar anlamlı olmuştu.

Japonya seyahatinin bitiminde benim dönüş yapmak istediğim Osaka’dan Türkiye’ye önce 19 Mayıs’ta dönmek istedim ama o gün uçuş yoktu. 20 Mayıs’ta Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Bu, ziyaret etmek istediğim birkaç yer için bana bir gün daha verecekti.  Bu sözde aksaklık bile bir hediye gibiydi.  

21 Mayıs’ta da, yani bugün, İstanbul’dan Fethiye’ye gitmeyi planlamıştım.  Perşembe gününden Şövalye Adası’na geçebilecek ve çoğu muhtemelen Cuma sabahı gelecek olan misafirlerimi karşılayabilecektim.   Japonya’ya gitmeden önce Fethiye’de hazırlıklarımı yapar, öyle giderim, dönüşte de bir sorun olmaz diyordum.

*

Eh, sizlerin de çok iyi bildiği gibi işler öyle olmadı.

Japonya’ya gitmek bir yana, hem ilgilenmem gereken işlerimiz, hem annemi de yalnız bırakmamak adına Japonya davetini aldığım günden beri olduğum İstanbul’dan pandemi ile birlikte Fethiye’ye bile gitmek nasip olmadı.

Ben nasibe inanırım.

Rahmetli babam inşaat ihalelerine girmeden önce hatırlatırdı. “Kızım bazen işi altın diye alırsın birden toprak olur.  İşi toprak diye alırsın altın olur.  Nasip,” derdi.  Bilime, hesaplamaya, hazırlanmaya, araştırmaya inanan ve olmazları oldurmak için sonuna kadar çalışan babamın beraber çalıştıkça keşfettiğim değişlik bir kader inancı vardı. Tanrı sevgisi ve inancından da gelen. Hiç kaderci bir insan olmadan, kadere, kısmete ve yaşamın getireceklerine çok dillendirmeden teslim olmayı da içeren bir kader inancı. 

Önce ben Mayıs ayına kadar iyileşmesini umduğum vertigom nedeni ile gidebilecek miyim derken, bu defa önce Uzak Doğu, sonra Avrupa ve sonra da Türkiye, bir pandemi rüzgarıyla değişen yaşam ile yüzyüze geldi.  

İçinden geçmekte olduğumuz süreci ve bize etkilerini zaman içinde göreceğiz.

*

Bu satırları yazdığım 21 Mayıs’ın bu öğle saatlerinde, aslında İstanbul’da bir masanın başından ziyade, Şövalye Adası’nda, muhtemelen Ece Boutique Otel’in balkonlarından birinde oturuyor ve denize, Kızılada’ya ya da Çalış’a bakıyor olacağımı hayal ediyordum.  

Hayatta birçok hayalimin gerçekleştiği oldu. Ama bir o kadarının da gerçekleşmediği de.  

Onuruma düzenlenen gecelere gidemediğim oldu.  Valizlerim kapıda, mesela Güney Amerika’ya gidecekken, biletimi yakıp kendimi Malatya’ya giden bir uçakta bulduğum da oldu.  Mesela, koltuk değneği ile şantiyeye gittiğim de oldu; başka bir zaman, başka bir yerde aynı bileğim nedeni ile günlerce yatağımdan kalmadığım da.  Bazen irademin, zihnimin, bedenimin gücü karşılaştığım zorluklara rağmen aklımda olanı yapmama izin verdi; bazen ne kadar çok istesem de, kendimi perişan etsem de, hiçbir şey değişmedi. 

Birbirine çok benzeyen bu durumların arasındaki farkı anlamakla çok uğraştım.  Benzer emek, benzer gayret, benzer inanç, benzer isteklilik bazen yolu açıyor, bazen ise bekle, dur, yapamazsın, diyordu.

Ve garip olan, bazen sonrasında, durmanın ne kadar doğru olduğunu, yerine göre devam etmenin doğru olduğu kadar önemli ve gerekli olduğunu, kavrıyordum.

Babamın kaderciliğini anlamaya çalışırken, gerçekten kaderci olmak için, elimizden geleni sonuna kadar yapmanın ne olduğunu anlamak gerektiğini fark ettim.  Beyninizin, bedeninizin, iradenizin, benliğinizin size imkan tanıdığı sınırlar ile karşılaşıyorsanız eğer, yaşamın akışındaki başka bir elin, başka bir gücün varlığı ile karşılaşıyorsunuz sanırım.  Yaşamın ve hayatın anlamı da o karşılaşma ile belirginleşebiliyor, netleşebiliyor, ya da nasıl daha iyi ifade etmeli bilmiyorum, anlamını idrak etmeye başlıyoruz belki de.

Bugün 49 yaşımın son günü.  Bugün nedeni ile yaşlanmış hissetmiyorum.  Değişmekte olduğumun son birkaç yıldır farkındayım.  Son yıllarda, daha çok,  büyüdüğümü düşünüyorum. Çocukluğun ömüre yayılan ne çok aşaması varmış.  

*

Yaşamdan öğrendiğimin daha çok farkındayım.  Ve benim için gerçekten değerli olanların.

Bu 21 Mayıs’ta ve tabii ki doğum günüm olan 22 Mayıs’ta en çok ailemi, arkadaşlarımı dolu dolu kucaklamayı hayal ediyordum.  Tek tek ve tekrar tekrar.  Sevdiklerime bir teşekkür partisi olarak hayal etmiştim doğum günümü.  Esasında dokuz ay öncesinden planlamak istememizin nedeni biraz da buydu.

Yaşamıma anlam katan, kendimi keşfetmemi sağlayan, beni anlayan, güvenen, inanan ve seven bu çok sevdiğim insanlara, onları da mutlu edecek, bir teşekkür buluşması organize etmekti hayalimiz.

Nasip olmadı.

Belki şimdi bu teşekkürü evrene onlara ulaşması için sunmak gerek.  

Başta bu yaşamı yaşama şansı veren annem ve babama, ve bu yaşam yolundan birlikte geçtiğim herkese.  Yaşamıma değen herkes ile şekillendi bu 50 yıl.  Keşkeler, pişmanlıklar galiba tahmin ettiğimden az.  İyi, kötü, güzel, çirkin dediklerimizin hepsi için derin bir şükür var kalbimde. 

Teşekkür ederim. Hepinize ve herşeye.


Sevgiyle kalın.  Geçmişten, geleceğe, nefes aldığımız her güne şükürle.