İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

17 Mayıs 2020 Pazar

Yakala

İstanbul’da, Arnavutköy’de, yine sokağa çıkma kısıtlaması olan bir Pazar sabahında, erkenciyim. Saat şimdi 8.30 olduğuna göre, oldukça erken uyanmıştım.  Mayıs ayının ortasını geçtik ve günler oldukça uzadı. Sanırım Mayıs ayı benim en sevdiğim ay.  Sadece doğduğum ay olduğu için değil. Günlerin oldukça uzamaya başladığı, havaların ısındığı ama tatlı serinliklerin de olduğu, doğanın renklendiği bu ayı gerçekten çok seviyorum.  Daimi olarak bir Mayıs ayı halinde yaşasam bu kadar sever miydim bilmiyorum ama ruhuma iyi geldiği kesin.

Bu sabah, yine bol rüyalı bir geceden sonra, birden uyandım.  Sevindim de. Çünkü sabahlar benim için her zaman günün en güzel zamanı.  Mesela hep bir Mayıs ayı sabahında yaşasam, ama tabii güzellikler zıddı ya da yoksunluğu ile de anlamını buluyor.  Haydi, vazgeçtim o hayalden.

Sabahlar gerçekten benim en verimli, en istekli, en berrak olduğum zamanlar. Şimdilerde aynı hızda olmasa da, çocukluğumda da, ve sonrasında da, sabah uyandığımda, neredeyse beş dakika içinde tüm hazırlıklarımı yapıp işe gitmek için kapıdan çıkabilecek hale gelebiliyordum.  Genel olarak hızlı olduğumu da söylerler. Bir şeyleri ağır ağır yapabilmek için emek sarfetmem gerekiyor.  Bu sabırsız olduğum anlamına pek de gelmiyor galiba. Zihnimin ve kalbimin beklentileri olarak çok sabırlı olduğumu söyleyemem belki ama sabırsızlıkla hareket etmeyi de seçmem genelde.  “Sabrın sonu selamet,” sözü gelir zaman zaman aklıma.

Covid-19 ile yaşadığımız bugünlerde, ben de birçok insan gibi eskisine nazaran çok daha fazla online ders takip ediyorum.  Korona günlerinden önce kayıt olduklarıma ek olarak bazı yeni derslere yazıldım ve çok ilginç konular ve insanlar karşıma çıkıyor.  Bunlardan bazıları da şefler.  Doğru, korona günleri, biraz ihtiyaçtan, biraz sıkıntıdan, biraz meraktan içimizdeki aşçıları uyandırdı.  Mutfağa girmeyenlerimiz bile,  ben de bir deneyeyim, dedi.  Bu doğru ve açıkçası görevlerim ve yaşam tarzım nedeni ile uzun zamandır yemek yapma fırsatı bulamazken ben de çocukluğumda keyifle yediğim annemin yemeklerinin tadını bu defa kendim yaparak alma şansını buldum. Bu ruhuma iyi geldi. Korona günlerinin bana en büyük hediyesi kesintisiz bir süre annemin yemeklerinin tadını damağımda hissederek çocukluğuma ve ortaokul ve lise yıllarıma gitmek oldu.

Üniversiteyi Amerika’da okuduğum yıllarda ve sonrasında Türkiye’ye dönüp iş hayatına başladıktan sonra çok uzun süre yemek yapma şansım olmadı.  Ailemle yaşarken annemin ya da yardımcılarının yemeklerini yediğim günleri, ofis yemekleri, şantiye yemekleri, otel yemekleri takip etti.  Evde oldukça az yemek yiyebildiğimi söyleyebilirim.  Sonrasında evli olduğum dönemde yine çok az yemek yaptım sanırım. Doğrusu Amerika’dan gelen bir alışkanlık olsa gerek dışarıda yemeyi sevdim.  Esasında annem ve babam da gezmeyi çok severlerdi.  Pazar günleri bir balık lokantasına gitmek babamın İstanbul’da olduğu günlerde önemli ritüellerimizden biriydi. Her ne kadar ağabeyim ve ben bundan zaman zaman şikayet etmiş olsak da, geriye dönüp baktığımda gözümde o sofralarda canlanan görüntüler olduğu için mutluyum.  Balık lokantalarında buluşmak bizim aile ritüellerimizden biridir aslında.  Özellikle ailenin, büyüklerimizin çoğunun yaşadığı İstanbul’da bayram buluşmalarında.  Buluşma noktamız genelde Kireçburnu’ndaki bir lokanta olurdu.  Çok yakın zamana kadar.  Korona nedeni ile kısıtlı kalmaya devam edeceğimiz bu Ramazan Bayramı’nda bu buluşma olmayacak ama gözümde hatırlayabildiğim bir çok bayram olduğu için mutlu hissediyorum.

Elden ele geçirilen meze tabakları, büyüklerin gençlere ikramları, haydi şunu da ye, haydi şunu da tat hatırlatmaları, büyüklerin uzun masanın bir ucundaki sohbetleri, gençlerin masarın diğer ucundaki paylaşımları.

Ve bu bir balık lokantasındaki bayram sofralarında, gözümün önüne gelen bir resim de, yavaş yavaş çocuk olmaktan, ailemizin küçük çocukları ile ilgilenen yetişkin abla ve sonra da büyüklerin oturduğu bölüme geçen yetişkin olmak.

Şunu da söylemeliyim, bizim ailemizde çocuklar her zaman çok değerliydi ve hala da öyle. O nedenle genelde uzun olarak hazırlanan bu masa yerleşimi çocukların ve gençlerin rahat sohbet edebilmesi için bu şekilde olurdu. Bazen de ailenin en küçüklerinden biri büyüklerin yanına alınır ve onunla sohbet edilir, onun da sohbete dahil olması sağlanırdı.  O sofralar her zaman kalbimizi ısıtan, bizi kuvvetli hissettiren, sevgi ile sarmalandığımız ve adeta uçarak eve gittiğimiz buluşmalar olurdu.

Bu bayram yemeği buluşmaları genelde annemin evindeki çay saati ile devam ederdi ve açıkçası evde de birlikte olmak çok güzel olurdu ama o bayram lokanta sohbetleri ve buluşmaları hep özel kalacak.

*

Son yıllarda pek yemek yapamıyordum demiştim.  Üniversiteye gidene kadar ise, ilkokul değil ama ortaokul ve lise yıllarımda çok yemek yaptım.  Börekler, çörekler, kekler, kurabiyeler, pizzalar, tartlar en başarılı olduklarımdı. Çeşit çeşit yapardım ama evde akşam yemeklerimizi tam menü ile hazırladığım da olurdu.  Okulu çok seven bir öğrenciydim ve günlerimin büyük bölümü ders çalışmakla geçerdi ama sanırım yemek yapmanınn ruha iyi gelebilen bir terapi  olduğunu o günlerde kimse bana söylemeden ve hatta yap bile demeden, kendim bir şekilde isteyerek seçmiştim.  O kadar güzel yemek yaptıktan sonra çok uzun süre yemek yapmamış olmam beni de şaşartıyor ama sanırım bunun nedeni liseden sonra 4,5 yıl kadar Amerika’da yaşamış olmam.  O yaşa göre uzun bir süre.  

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, Amerika’da yemekler belki pek güzel değil diye biliriz ama okuduğum Cornell Üniversitesi’nin yemekhane yemekleri gerçekten müthişti. Beni hayrete düşürmüştü.  Cornell’de bir deyim vardı, “Freshmen fifteeen, 1. Sınıf Öğrencisinin 15’i”.  Bu deyimin çıkma nedeni, Cornell’e gelen birinci sınıf öğrencilerinin bu güzel yemekler nedeni ile genelde 15 pound, yani 7-8 kilo alıyor olmasıydı. Bu arada, ben kilo almadım.  Tam tersi o günlerde kendimi şişman saydığım 58 kg’dan 47 kg’a düştüm.  Ama yemekler nedeni ile değil. Kampüsün farklı bölümlerindeki yemekhanelerde sınırsız olarak yemek yeme hakkımız olduğu için, neredeyse durmadan yememe rağmen, kampüs çok büyük olduğu ve derslerimin sınıfları kampüsün sanki bilinçli olarak en zıt köşelerine yerleştirildiği için, yürümekten ve hareketten.   Benim bedenimin yemeği kısıtlayarak değil hareket ederek kilo verdiğini Cornell’deki ilk iki yılım bana öğretti.

İşte, Korona günlerinde, çok uzun bir aradan sonra, ben de çok yemek yaptım.  Açıkçası Korona günleri öncesinde, Lions Federasyonumuzdaki görevim nedeni ile birkaç yıl, neredeyse yılın 10-11 ayı, İzmir’de bir otelde yaşamıştım. Ve o dönemde, neredeyse her akşam başka bir otelde ya da lokantada yapılan toplantılar nedeni ile otel ve lokanta menüleri benim klasiğim olmuştu.  

Türkiye’de ve yurtdışında olduğumda da farklı ülkelerin yemeklerini denemeyi ve yemeyi çok severim.  Favorim ise Japon yemekleri.  Mesela sushi kadar miso çorbasını canım çeker benim.  Sade pilav ile Japon turşusu yemek mutlu eder beni.  Ve hele Japonya’da yediklerime benzer bir Japon tatlısı bulabilmişsem eğer tatlı bir keyif adeta bedenimde dolaşır.

O nedenle, dışarıda belki yenilebilecek her türlü farklı yemeği yıllarca denemiş olduğum için, benim Korona günlerindeki yemek tercihim, lise yıllarımdan beri pek yeme fırsatı bulamadığım annemin yemeklerini yapmak oldu.  Korona dönemine annemi ziyaret ettiğim günlerde İstanbul’da yakalandığım için bu tariflerin üzerinden annemle geçme şansım da oldu.  Bugünlere özel yeni bir yemek defteri açtık.  Annemin Türk Klasikleri. :) 

Bu yemekleri yaparken, zaman zaman internetten farklı şeflerin, mesela Refika Şefin ya da Arda Şefin bu yemekleri nasıl yaptığına da baktım. Refika Şef'in bizim yemek yapma tarzımıza daha yakın bir yaklaşımı olduğu fark ederek farklı tarifleri de inceledim. Ama denemekten ziyade annemin tarifleri ile karşılaştırmak ve farklarına bakmak için.  Mesela, annemin ailesinin büyükleri Kesriye’den, Kastoriya’dan geldikleri için onların yemek yapma tarzı, mesela bir Adana’dan, Çankırı’dan, Taşköprü’den ya da Muğla’dan farklı. Yine mesela, yemekler daha beyazdır bizde.  Salçası azdır. Bazen hiç kullanmayız.

İşte, bir yandan yemek yapar, bir yandan kayıt olduğum edebiyat ve dil üzerine online derslerimi takip ederken, biraz da açıkçası yeğenimin katkısı ile, birkaç yabancı hocanın online yemek kurslarını takip eder oldum.  Youtube’da seyredebileceğimi belki binlerce tarif ve binlerce şef videosu var ama bir şefin kayıtlı öğrencilerine verdiği bir dersi izlemek de enterasan oluyormuş.  Bir iki derse katılırım derken, kendimi bu dersler çok güzelmiş derken buldum.

Ama daha enteresanı, bu şeflerin bazılarından hiç de hoşlanmadığımı ve tarzlarını sevmediğimi düşünürken, bazılarının derslerinde kendimi notlar alırken buldum. Ama yemek yapmaya dair değil, bireysel yaşama, kişisel gelişime dair notlar.  Hani çalıişma masanızın bir köşesinde önemli bir hatırlatma olarak her zaman görmek isteyeceğiniz ya da yatağınızın başucunda her sabah görmek isteyeceğiniz notlar.

Ben yemek üzerine yeni birşeyler göreyim derken, bir alanda ustalaşmış, bir alanda Dünya’da en iyilerden biri olmuş bir kişinin başarısının tesadüf olmadığına bir kere daha şahit oluyordum.  Gerçek başarı, bir konudaki beceri birikiminin ötesinde bir şeydi. Ustalık, sadece ustanın kendi alanındaki gelişmişliğinden öte, deneyimleri ile süzdüğü yaşam bakış açısı ile o işi yapmasından gelen bir zerafet, çok zoru çok kolay görünen bir şekilde yapabilme yetisi olarak yansımasıydı.  Aşçılara, Ustam deriz genelde ama bu kelime belki daha iyi yaşamak, daha iyi öğrenmek, daha iyi insan olmak adına  daha öğreneceğimiz çok şey olduğunu söylüyor.

Kendimce iyi yaptığım bazı işler ve uzunca bir süre emek verdiğim için bana Hocam, Ustam diyenler zaman zaman oluyor. Henüz oralarda olduğumu sanmıyorum ama bu sözleri her duyduğumda, benim ustam ve hocam olarak kabul ettiğim insanlar aklıma geliyor.  Öğretmenlerim. Anaokulundan bu güne. Şanslılardandım ki genelde ehil ve becerikli, güzel kalpli, özverili, kendini bilen öğretmenler ve eğitmenler karşıma çıktı. Bazen ustalar ile öğrenebilmeyi herkesin yaşadığı bir durum bile sandım. Oysa, ne özel bir hediyeymiş.

Bugünlerde uzun yazıyorum.  Eskiden belki bu anlattıklarımı üç, dört parçaya bölerdim ama bugünlerde böyle geliyor ve olanı olduğu gibi kabul ediyorum.

Tüm bunlara nereden geldim.  İşte bu sabah erken uyandığımda, birkaç hocanın dersini dinledim. Bir tanesinin sözü çok hoşuma gitti. “If you think it touches you, capture it.”  Mealen şöyle tercüme edeyim, “Eğer seni etkiliyorsa, sana dokunuyorsa, onu yakala, kaydet, sakla.”  

Bu cümleyi duyunca nedense kaydı durdurdum, bu cümleyi defterime yazdım ve yatak odamın açık penceresinden gelen kuş seslerini dinleyerek düşüncelere daldım.  Ve o cümle sayesinde, şimdi bu sıcak, serin Mayıs sabahının duygu ve düşünceleri, bugünlerden bir anı olarak bu satırlarda benim için korunuyor olacak.

Mutlu günler dileğiyle. Sevgiyle kalın.

17 Mayıs 2020
Arnavutköy, Beşiktaş, İstanbul

Hiç yorum yok: