İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Ne İstersin Bugün? Bir Havlu Ya da Biraz Gözyaşı?


Bizi nelerin mutlu edebildiğinin kesin bir tarifi yok.  Olmadık zamanlarda olmadık şeylerin mutlu edebildiği oluyor.  Ya da beklenen zamanlarda beklenmedik şeyler mutlu edebiliyor.

Bazen bir mesaj, bazen bir eposta.

Bazen mesaj daha beklenmedik şekilde geliyor, mesela, Fethiye’de bir gece, evet gece, posta kutuma bakmam için bir mesaj geliyor ve posta kutusunun içinde arkadaşlarımın benim için, kimilerini tek tek, kimilerini grup olarak çektikleri doğumgünü kutlama videolarından hazırladıkları videoyu buluyorum bir zarfın içinde.  Onların mesajlarını seyrederken mani olamadığım gözyaşları o yılki en kıymetli hediyelerimden oluyor.

Başka bir yıl, başka bir gün, yine Fethiye’deki evime bir kargo paketi geliyor.  Paketi açınca, fotoğraflarımdan hazırlanmış resimli kitap buluyorum.  Hayatımın benim için çok kıymetli anlarının, sanki her fotoğrafın beni nereye götüreceği biliniyormuş gibi seçildiği resimlere bakarken bu defa, nasıl yani  bunu da mı seçmiş, bunu da mı seçmiş, diyorum.   

Doğum günü hediyeleri ile yüzümdeki gülümsemelerin uzun zaman küçülmediği zamanlar oluyor. Mesela, doğum günü hediyelerimin beni tatlı şekilde şaşırtanının havlular olması beni şaşırtabiliyor.  Gelen bir paketi açıyorsunuz ve içinden farklı boylarda beyaz havlular çıkıyor.  Ben beyaz rengi çok severim ve evet hediye edilecekse beyaz havlu edilmesi çok normal diyorum ama bu havlular öyle bildiğiniz beyaz havlulardan değil. Bu beyaz havlularda, çok hoşuma giden bir font ile ve kırmızı ipliklerle işlenmiş bir yazı ile, İngilizce kitaplarımın adlarından biri olan, “Image Being Lucky - Şanslı Olduğunu Hayal Et” yazıyor.  Ve o kitabın adını koyarken o kapağı görenlerin, o kitabı okuyanların hissetmesini arzu ettiğim şans enerjisi enteresan şekilde bana dönüyor.  Ve devamlı olarak kullanmaya kıyamasam da, arada kullanarak yaşamıma kattığım havlularda bana ulaşıyor.

*

Önce, aa güzel, hoş bir doğum günü hediyesi bir masa saati deyip açtığınız hediyedeki küçük masa saatinin, aslında sizi sahip olduğunuz için havalara uçuran kaptanlık belgenizi kutlama hediyesi olduğunu fark ediyorsunuz.  Dümen şeklindeki saati bir dümen gibi çevirebildiğinizi fark ediyorsunuz. Ve o hediyenin yeri İstanbul’daki elektronik piyanonuzun üstü oluyor.  İstanbul’da piyano çalışırken, kendinizi Fethiye’de, Şövalye Adası’na giderken kullandığınız küçük beyaz, ve tesadüf bu ya, yazıları kırmızı renkli, 5 metrelik ufak bir teknede hayal edebiliyorsunuz.  Saçlarınız rüzgarda uçuşup dudaklarınız üzerinize sıçrayan damlaların tuzu ile hafifçe ıslanırken.

Bugünlerde yaşama, yaşadığıma, hayatımdaki insanlara şükrettiğim her anı hatırlamak istiyorum.  Çok net hatırlayabildiklerimin yanında flulaşmaya başladığını hissettiklerime daha da farklı tutunmak istiyorum.  

*

Yaşamın zenginliği yaşadığımız, bize yaşatılan duyguların yoğunluğu ile mi çoğalıyor?

Mesela, bir yılbaşı günü, bir 31 Aralık’ta,  babamın çok hasta olduğu, hastanede olduğu bir günde mutluluktan ağlayacağımı söyleseler ve bunun babamla hiç ama hiç ilgisi olmayan bir nedenle olduğunu söyleseler tabii ki inanmazdım. O yılbaşında, çok sevdiğimiz iki arkadaşımız bizde kalıyordu.  Babam ise rahatsızdı.  Zorlu bir operasyon geçirmişti.  Yoğun bakımdan çıkacak duruma gelmiş ve o yılbaşı gecesi, nedense benim ısrarla rica etmem nedeni ile hastanenin bakımına ek olarak odada benimle kalacak ek bir özel hemşire ile yoğun bakım dışındaki ilk geceyi geçirecektik.  

Türkiye’nin en iyi hastanelerinden birinde neden ek bir hemşirenin o gece benimle birlikte olmasını istediğimi inanın bilmiyorum.  Ama hastanenin de nedense kırmadığı bu belki de anlamsız talep gecenin ilerleyen saatlerinde olmadık şekilde işimize yarıyor,  babamın bir anda, bir anda kötüleşen nefes almasına hastanenin hızla müdahale etmesini sağlayarak, babamın yaşama bir süre daha devam etmesini sağlıyordu.

Ama muhtemelen tahmin ettiğiniz gibi bahsedeceğim hediyem babamın hayata tutunması değil. Sonrasından, çok şükür o geceyi atlattık, babam kurtuldu, dedim ama o gece babamın hastane odasında yanında olabilmek yerine onu yoğunbakıma göndermek benim için en büyük üzüntülerden biriydi. Odasından yoğunbakıma götürmek için geldiklerinde kalbimin acıdığını hissetmiştim.  Şarkılarda bolca geçen o sözlerin gerçekte bir karşılığı vardı.

O 31 Aralık gecesi, geceyi babamla geçirmek yerine eve döndüm.  Çok ağlamış mıydım, yoksa o gece bana emanet edilen babamı koruyamamış olduğuma dair o garip his ile kafam karışık mıydı ya da güçlü durmaya mı çalışıyordum, emin değilim. Hatırlamıyorum ama babamı yoğun bakıma götürmek için almaya geldiklerinde hissettiğim ve odanın kapısında çıkarırlarken kalbimde hissettiğim acıyı, bir şey batırılmışcasına can yakan o hissi hatırlıyorum.  

Gece misafilerimin kaldığı evime geri dönmüştüm.  Hayatımda geçirdiğim en kötü yılbaşı herhalde bu olmalıydı.  

Sabah uyandım.  Detayları biraz flu ama salonun sol tarafında bir çam ağacı duruyordu.  Bir an yanlış mı görüyorum diye anlamak istercesine baktığımı hatırlıyorum.  Sonra arkadaşım Muki eşine ve o zamanlarda evli olduğum için benim eşime seslendi.  Şuna benzer bir şeyler söyledi: “Ben size söylemiştim bu ağacı kurmamız gerekiyor, diye. Bakın iyi ki kurmuşuz.  Zeynep geldi eve gördü işte,” diyordu.  

Tatlı ışıkları ile o yılbaşı ağacı, hayatımın en kötü gecelerinden birinin sabahında, yeni bir yılın ilk gününde, kendiliğinden kocaman bir gülümseme yaymıştı yüzüme.  Dışarıda hava güneşli miydi, bulutlu muydu, bilmek için geçmişteki hava durumlarına bakmam lazım ama, içimin aydınlandığını, çok sevdiğim bir sarı ışığın içimden dışarıya yayılmaya başladığı hissini hatırlıyorum.  İşin doğrusu, arkadaşım Muhterem bana sürpriz olması için bir yılbaşı ağacı kurmak istiyor ama erkekler, Zeynep zaten hastanede olacak, kimbilir kaç gün orada olur, diye onun bu isteğini anlamlı bulmamışlardı ama azmin elinden kurtulmamış ve Muki’nin beni mutlu edeceğini düşündüğü için kurmak istediği çam ağacı, amacına tam da zamanında ulaşmıştı.

*

Başkalarına anlamsız gelse de, içinizden gelen ve bir şeyleri yapmanızı ısrarla söyleyen sesi dinlemenizi öneririm.  Bu hissi dinleyenlerin bana yaşattıkları özel anlar,  bana, içimden gelen ses sayesinde hissettirebildiğim mutlulukların rehberi oldu.   Başka bir yılbaşı gecesi, kendimi babamın uzun zaman kaldığı o hastanenin yoğun bakımına bir yılbaşı pastası götürürken buldum mesela.  O yoğun bakımın kapısından, adeta ufak bir çocuk gibi zıplar gibi adımlarla, içimde tatlı bir sevinçle, kalbimde teşekkürle ayrıldığımı.  Ve o yoğun bakıma yeni yıl ziyaretleri İstanbul’da geçirdiğim yeni yıllarda uzun süre devam etti.  Bunu bir süredir unutmuş olduğumu bugün fark ediyorum.

*

Teşekkür listem çok uzun.  Düşündükçe beni mutlu etmek için yapılan onlarca, yüzlerce jest geliyor aklıma.  Bizi mutlu edenler bunun bizde yarattığı bitmeyen dalgaları biliyorlar mı acaba?  Bir “Seyhan Hanna” macerasını yaşatan arkadaşlarım mesela, o iki direkli, otuzdokuz metrelik zarif guletin bana hala rüya gibi geldiğini ve o Fethiye gecesinde o güzel teknenin ön kısmında koşan Zeynep’in hala kendini kırlarda koşan Heidi gibi hissettiğini biliyorlar mı acaba?  

Başka bir yere gidecekken, yani bana öyle demişlerdi, bir arkadaşın unuttuğu bir şeyi almak için uğradığımızı sandığım ve yıllar içinde hala en beğendiğim tekne olan Seyhan Hanna’nın mumlar yakılarak hazırlanmış masası ve mutlu yıllar şarkısı ile karşılanacak, arkadaşlarımın kendilerinin yaparak hazırladıkları nefis yemeklerle, çiçeklerle, aldıkları kolye ve bileziğim ile, söylediğimiz şarkılar, kahkahalar ile  o gece hayatımın en unutulmazlarından biri olacaktı. 

İşin enteresan tarafı, o gün rahatsızlanmıştım ve arkadaşlarımın, haydi en azından birlikte bir yemeğe gidelim ricalarını, telefonda, ben iyi değilim diyerek durdurmak için çok çaba sarfetmiştim.  O dakikalarda ise teknede, o gün Fethiye’de çok yağmurlu bir gün olduğu için, başka bir ekip tekneyi hazırlamak için yoğun bir hazırlık içinde uğraşıp duruyor olmalıydı.  Aralarında yaptıkları konuşmaların bazılarını sonradan paylaştılar ama o benim gelmeyeyim diyip durduğum bir iki saatlik sürede, onları kimbilir ne kadar yormuş olmalıyım. 

Ve, Fethiye Körfezi’nde her zaman kolaylıkla tanıdığım Seyhan Hanna, her gördüğümde sevginin sembolü olmaya devam edecek benim için.

*

Bu günlerin çoğuna ait duygularımı muhtemelen biryerlere yazmışımdır ama o defterler şimdi nerededir, Fethiye’deki ya da İstanbul’daki hangi depodaki hangi kutunun içindedir şu an için hiçbir fikrim yok.  İçimde bir süredir eski günlüklerimi okumak için bir istek uyanıyor.  Hissettiklerimizi duygular sıcakken kaydetmenin, içimizde yükseldikleri anda yazmanın önemini ve değerini fark ediyorum.

Mesela dün, bir kuzenim aile WhatsApp grubumuza bir fotoğraf gönderdi. Esasında doğum günüm olduğu için beni kutluyor ve yaşamındaki yerimi paylaşıyordu.  Bu fotoğrafı da mesajının ardından paylaşmıştı.  Yazdığı mesajı beni çok duygulandırsa da gönderdiği fotoğraf da beni bambaşka bir diyara ışınlamıştı.  O fotoğrafta, çerçevelenmiş, elle yazılmış ve boya kalemleri ile renklendirilmiş bir mektup vardı.

Tabii ki fotoğrafı görür görmez ne olduğunu biliyordum.  Kuzenim Reyhan’a, İstanbul’dan Ankara’ya tayin olduğunda, annemin evinde kaldığı iki küsur yıldan sonra anne babasının evine dönmek için teyzemin ve eniştemin onu almaya geldiği gün, bir diploma gibi rülo yaparak ve sanırım bir kurdela ile bağlayarak verdiğim, bir şiir gibi yazmış bir mektup vardı o çerçevenin içinde.

Reyhan’dan o mektubu ayrıldıktan sonra okumasını istemiştim.  Ve onu çok mutlu ettiğini ilk defa yoldan ettikleri telefon ile öğrenmiştim. O mektubu yazdığım ve verdiğim için ben inanılmaz çok mutlu olmuştum.  Yüreğimdeki o yoğun heyecan ve mutluluk hissi hatırladığım kadarı ile onların Ankara’ya yaptıkları 4-5 saatlik yolculuk boyunca, onlar Ankara’ya varana kadar sürmüştü. 

O günden onsekiz yıl kadar sonra, dün, o çerçevenin fotoğrafını büyüterek o mektubumu tekrar okudum.  Mektubun bir yarısını okumak için bilgisayarımı ters çevirmem gerekti, çünkü iki ayrı bölümden oluşan mektubun ikinci yarısını kağıdı ters tutarak yazmıştım.  O günlerde 23 yaşında olan Reyhan, daha önce 3 yaşındayken yine annemlerde bir süre kalmıştı ve o 3 yaşındaki Reyhan’a da hediye olması için bu mektubu küçük bir çocuğun yapacağına benzer desenler ve resimler ile süslemeye çalışmıştım, ve mektup içerik olarak iki bölüme ayrılabilecek bir özellik taşıdığı için, biraz da küçük Reyhan’ı hatırlamak için mektubu, sayfasının sonuna geldiğini fark eden bir çocuğun yapabileceği gibi kağıdın kalan yerlerine ters çevirerek yazmış gibi yazarak devam etmiştim.

Mektubun ikinci bölümdeki birkaç satırı okurken neden yazı yazmak istediğimin yanıtı olduğunu düşündüğüm birkaç cümle ile karşılaşmıştım. 
Şöyle diyordum:

“… 
Tabii ki bu kadar net hatırlamayacağız bu anları zamanla,
Bu dakikalar eklenecek ve
Ait olacaklar sadece yaşanan an’lar kervanına,
…”

*

Dün doğumgünümdü.  Ailemin ve Türkiye’nin ve Dünya’nın farklı köşelerinde yaşayan farklı arkadaşlarımın sesini duyduğum, mesajlarını aldığım, iyi ki hayatımdalar dediğim bir gün yaşadım.  Esasında bir gün öncesinden başlayarak, anılarda, yaşananlarda, dostluklarda gezinmeye başlamıştım.  Geçmişe, iyi ki o günleri yaşamışım diye bakabilmek güzel bir his.  Geriye baktığımız kimi anlardaki zorlukları hatırlasak da, geçmiş, en azından bana, genelde güzel duygular ile geri geliyor.  

Geçmişin beni mutlulukla havalara uçuran, sevinçten ağlatan, nefesim kesilinceye kadar koşturan, tarifi kolay ve tarifi zor yüzlerce an ve anısı geçti aklımdan dün. Kimilerini konuştuğum arkadaşlarım ile konuşurken hatırladık, kimileri onların başka bir sözlerinin çağrışımları ile koştu geldi.  Sevgiyi paylaştığımız, güzel olanları hatırladığımız, çok ama çok mutlu hissettiğim bir gün oluyordu bu 22 Mayıs.  Korona günlerinde, sevdiklerimizin oldukları yerde iyi olmalarını dilediğimiz bu günde, kimseden uzak hissetmedim,  yapmayı çok istediğim kucaklaşmaların eksikliğini de hissetmedim doğrusu.

Ta ki,

Ta ki, kapı çalıncaya kadar.

*

Esasında kapının çalacağını biliyordum. 

Yani öncesinde telefon gelmişti, ve binanın alt kapı ziline de basıldığında kapıyı biz açtık.  Kapının çalışı sürprizdi diyemem ama içinde bir sürpriz saklıydı işte.  

Binanın kapı zili çaldı, düğmeye bastık ve açtık. Sonra belki iki, iki buçuk aydır onu korumaya çalıştığımız için apartman dairemizin kapısını kimseye açmayan annem kapıyı açtı. 8, 9 haftadır, İstanbul'da yakalandığım sokağa çıkma kısıtlamalarında kaldığım annemin evinde,  o görev benim görevimdi.  Eh, kapımızı çok da çalan olmamıştı aslında, belki günde sadece bir iki defa. 

Annem dairenin kapısını açtı ve gelen kişinin binanın merdivenlerinden ikinci kata çıkmasını beklemeye başladık. Bir süre önce otomatik olarak yanmak üzere programlanan apartman merdiven ışıkları bizim katta yanmaya başladığında, yeğenim merdivenin başında görünmüştü.  Yüzünde beyaz bir maske, uzun açık saçlarının bir kısmı arkada toplanmış, beyaz bir sweatshirt, siyah pantalon ve beyaz ayakkabıları ve gülen gözleri ile Melisa karşımızda duruyordu.

14-20 yaş gençlere bu dönemdeki ikinci defa sokağa çıkma izni bu Cuma günü, 22 Mayıs’ta verilmişti.  O gün bugüne denk gelmişti.

Apartmanın içinde, kapımızın önünde duran Melisa’nın elinde sarı ve mor renkli çiçeklerden hazırlanmış kocaman bu buket duruyordu.  “Doğum günün kutlu olsun Halacım,” dedi gülen gözleri ile.  Maskesinin içinde gözlerindeki gülüşün parçası olan gülümsemeyi görmeden görmek mümkün oluyordu.

Uzandım, buketi aldım.

Sonra annem, ben, o,  birbirimize bakıp, gülüp durmaya devam ettik uzunca bir süre. 80 yaşını birkaç ay sonra tamamlayacak olan annemi düşünüp sarılmadık, dokunmadık birbirimize.  Keşke şöyle omuza, koluna dokunsaymışım yeğenimin, dedim sonra ama, o an aklına gelmemişti.  O gittikten birkaç saat sonra, aniden aklıma geldi. Ah, dedim, nasıl aklıma gelmedi.  O an için, birbirimizi böyle yakından görüyor olmak bile o kadar harika gelmişti ki.

O an için birbirimizi, onu, maskesinin arkasından bile olsa görmek çok mutlu etmişti bizi.  Birbirimize dokunamadan, karşılıklı olarak kucaklaşır gibi yaparak kucaklaşmak bile çok ama çok mutlu etmişti bizi.  Yine, sevinçten uçuyorduk işte.  Ağlamadık. Doğrusu ağlayamayacak kadar neşeli bir mutluluktu bu karşılaşma.  Ağlamaları sonraya, o anı tekrar hatırlayarak hissettiğimiz gecenin ilerleyen saatlerine sakladık.

Babamı kaybettiğimde değil ama  birkaç yıl sonra babamı kucakladığım bir zaman ağabeyimin çekmiş olduğu bir fotoğrafı gördüğümde babamı kucaklamayı ne kadar özlediğimi hatırlamıştım.   

Dün, korona günlerinde zaman zaman televizyonlarda gördüğümüz, sağlık görevlilerimizin çocukları ile yaşadıkları anları da içeren bazı sahnelerin ne anlama geldiğini ilk defa hissettiğim, yaşayabileceğimi hiç aklımdan geçirmediğim, kapının önünde geçen bir tahminen beş dakika yaşadım.

Tarifi zor bir boyut, bir katman, bir anlamda da yaşamın ağır çekimde yaşandığı hissini veren, bir değişim, bir yol ayrımı, değişik bir farkına varma anı oldu yaşamımın içinde.  His o kadar farklı ki şu anda bile tanımlamakta zorlanıyorum. Doğrusu nasıl geçeceğini fazlası ile bildiğim bir günü yaşayacağımdan eminken, duygularım beni  sabahtan beri farklı bir tura çıkarmışken, adını ve tadını bilmediğim bir duygu ile karşı karşıya olduğumu hissediyorum.  Bu duygunun bir adı varsa eğer, bunu shinrinyoku, tsundoku ya da natsukashii gibi ifadelerde, birçok düşünce, duygu ve kavramı bir kelime ile anlatmayı başaran Japonlar koymuş olmalıydı.  Uzaktan sevmek bir anlamda onların uzmanlık alanı da sayılırdı.

Adlandıramadığım ve ruhumda nereye dokunduğunu bilemediğim duygular ile bana bilinmedik bir şeyler yaşadım.  Bir beş dakika, artık elli yaşında oldum, büyüdüm, derken, tekrar büyüttü beni. 


*
Bu sabah evimizde, goblen desenli büyükçe bir vazonun içinde, sarı ve mor renkli çiçeklerden kocaman bir buket duruyor. Doğum günümü gösteren gününü de söylüyor mu bilmiyorum ama bu buket bana tam da Mayıs ayı diyor.

Mutluluğun tarifini yapmak kolay değil ama, mutlu olmanın tarifinde, düşünülmek yatıyor.

*

Son olarak, bu yazı ile paylaştığım fotoğrafa gelince.  Esasında bu fotoğrafı izinsiz aldım.

Fethiye'de yaşayan kuzenim Erdoğan bugün paylaşmış.  O zaman sanırım bunu dün doğum günümde, Şövalye Adası'nda, günbatımında çekmiş olmalı.  Ve resimden anladığım kadarı ile Ece Boutique Otel'in yemek bölümünün üstündeki teraslardan birinden çekilmiş olmalı.

Hayatımın yeni tamamladığım 50 yılının hatırlayabildiğim dönemlerine ait beni derinden etkileyen birkaç manzarasından biridir Erdoğan'ın kaydettiği manzara. Çektiğini tahmin ettiğim yerden, her fırsat bulduğumda, bıkmadan usanmadan bakmak için koştum günün o saatlerinde o manzaraya.   Bana üzerinde yaşadığımız Dünya'nın parçası olduğumu ve bir o kadar da bambaşka bir Dünya'da olduğumu da hissettiren bir manzaradır o.  Dünyanın neresinde olursam olayım görmeyi özlediğim sihirli bir manzara.  

Dedim ya, bu fotoğrafı izinsiz aldım.  Eh, Erdoğan'cım, artık bu da bana 50. yıl doğum günü hediyesi olsun, olmaz mı?

...

Sevgiyle kalın ve ruhunuzu aydınlatan gökkuşaklarıyla.

23 Mayıs 2020
Arnavutköy

Hiç yorum yok: