İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Kader Nerede? 50'ye 6 Gün Kala İle O 11 Yaş

İngilizce öğrenmeye başladığım günleri çok net hatırlıyorum.  İngilzcenin bugünlerde olduğu gibi rahatlıkla duyulabildiği, erişilebildiği günlerde çok öncelerde, 1981 yılında, Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nin hazırlık sınıfına başladığım İngilizce ile tanıştım. Öncesinde ise sanırım, gerçekten, bildiğim iki kelime vardı.  Evet ve hayır.  Başka bir kelime bildiğimi hatırlamıyorum.

Bugünlerin eğitim sistemleri ve yaklaşımları ile kıyaslayınca ne kadar farklı geliyor. Ne kadar geç.  Oysa, benden iki yaş büyük olan ağabeyim, benden iki yıl önce Robert Kolej’e başlamıştı.  Ona çok imrendiğimi hatırlıyorum.

İlkokulda başarılı bir öğrenciydim. Matematiği çok severdim ve o zamanlarda adlandırdığımız şekilde kolej sınavlarında başarılı olmam bekleniyordu.  Ağabeyim girilmesi en zor okul olan Robert Kolej’e girmeyi başarmıştı.  Benden de böyle bir başarı bekleniyordu sanırım, hiç söylenmese de.  Ben de çok istiyordum.  

En çok hoşuma giden şey ağabeyimin İngilizce öğrenmeye başlamasıydı. Doğrusu okulu konusunda, ya da dersleri konusunda onunla çok konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Muhtemelen ilkokul çocuğu olan Zeynep ile koleje yeni başlamış Yaman’ın, oyun için biraraya geldiğimiz saatler dışında farklı işleri ve dertleri vardı.  Sadece gözlemlediğimi, ağabeyimi seyrettiğimi hatırlıyorum.  Onun ders kitaplarına arada bakmış da olabilirim, çok net hatırlamıyorum doğrusu.

Ama şunu hatırlıyorum.  Hani bazı sahneleri ömür boyu ilk günkü gibi hatırlarsınız ya, şunu hatırlıyorum.

O zaman oturduğumuz Akaretler’deki evimizin misafir tuvaletinde, aynanın önünde, İngilize konuşur gibi yaptığımı hatırlıyorum.  Annemin evdeki İngilizce öğrenme kasetleri dışında İngilizce neredeyse hiç duymadığım düşünülürse, ağabeyimden duyabildiklerim kadarı ile kendmce İngilizce konuşmaya çalıştığımı, benzer sesler çıkarmaya çalıştığımı hatırlıyorum.

Kısacası, benim için kolej sınavlarına çalışmak için en büyük motivasyon İngilizce öğrenme isteğimdi.

O zaman iki aşamalı yapılan sınavların birincisinde 600 küsuruncu, ikincisinde ise biraz daha kötü bir sıralama ile binli sıralamalarda yer almıştım.  Esasında başarılı bir öğrenciydim ve doğrusu Robert Koleji kazanmam doğal olarak bekleniyordu.  Geneldeki sonuçlarıma göre, ama ilk sınavdan önce de ama ikinci sınavdan önce kaygılanmaya başladığımı hatırlıyorum.  Bir şeyi çok istemek üzerimizde değişik bir baskı yaratıyor. Bu arada, açıkça söylemeliyim, ailem, ima ederek bile hiçbir zaman üzerimde bir baskı oluşturmadı, benden bir beklentileri olduğuna dair hiçbir şey söylemediler, hiç bir şey hissettirmediler. Bu konuda anneme ve babama ömür boyu çok müteşekkirim. Beni o küçük yaşımda sonuna kadar desteklediklerini hissettim ama üzerimde bir baskı hissetmedim. İlerleyen yaşlarda, belki iş hayatında, belki onlar da yaşlandıkları için birşeyi yapmam ya da yapmamam konusunda daha belirgin tavırlar ortaya koyduklarını gördüm ama 10,11 yaşındaki Zeynep için ideal bir anne babaydılar doğrusu.  Bir stres yaratan varsa, o benden başkası değildi.

Sınav sonuçlarını öğrendikten sonra uzunca bir süre ağladım.  Kaç gün bilmiyorum.  Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ni kazanmıştım.  İkinci tercihimi.  Türkiye’nin en iyi okullarından biri olduğunu söylüyorlardı.  Söylüyorlardı ama ben sanırım ağabeyimin okuluna gitmek istiyorumdum.

Yaşama, kadere, yaşamımıza anlam katacak insanlar ile buluşmalarımıza dair bir şeyleri bilmem tabii ki o günlerde mümkün değildi.  Oysa bugün, geriye baktığımda, beni ben yapan bir çok şeyin o yol ayrımı ile belirlendiğini düşünmeden edemiyorum.

Elli yaşımı tamamlamama altı gün kalan bugünden geride dönüp, o günlerden bugüne geçen otuzdokuz, kırk yıla bakınca, beni mutlu eden, beni yerine göre çok başarılı kılan ve hayalini kurmamın bile mümkün olmadığı farklılıkları yaşamamı sağlayan şeylerin, o dönemde saklı olduğunu görüyorum.

Günahları ve sevapları ile olduğum Zeynep tam da olmak için doğduğum Zeynep gibi geliyor şu anda.  Pişmanlıklarım, keşkelerim, kendimce zaferlerim, gerçekten havalara uçuran mutluluklarım, kuşkularım, endişelerim, korkularım ve peşinden koşmayı muhtemelen bırakamayacağım meraklarım ile.

Yaşamda geriye dönüp baktığım, o çocukluk günlerde farklı bir şey yapabilir miydim bilmiyorum.  Her zaman elimden gelenin en iyisini yaptım.

Geriye dönüp 39, 40 yılıma baktığım da ise, daha farklı yapmak istediğim bir şey var.  Ve öyle düşündüğü neredeyse bir yıldır çok yoğun olarak fark ettiğimi için yaklaşık olarak sekiz aydır farklı yaptığım bir şey var.

Nereden başlamıştık söze.  Ağabeyim, İngilizce ve misafir tuvaletini aynasının karşısında İngilizce konuşmaya çalışan Zeynep diyorduk.

Amerika’da Cornell Üniversitesi’nde mühendislik okuduktan sonra babamın 1950’lerde kurduğu inşaat işimizde çalışmaya başladım.  Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’ne baraj inşaatları yapıyorduk ve şantiyelerimiz hep Türkiye’deydi. O nedenle, belki seyrettiğim filmler, çok çok yoğun çalıştığım için uykuya zor zaman bulabildiğim ve Türkçe okumayı da sevdiğim için nadiren okuyabildiğim İngilizce kitaplar ve gittiğim yurtdışı tatilleri dışında çok uzun süre İngilizce konuşmadım ve yazmadım.  Üniversite arkadaşlarım ile gittikçe seyretleşen yazışmalarımız dışında, ki o günlerde bu belki birkaçı ile yaptığım faks ile karşılıklı yazışma dışında kart ya da mektup yazmak anlamına geliyordu.

Derken, farklı boyutları var ama, Türkiye’de yaşayan farklı yabancılar, hocalar, eğitmenler karşıma çıkmaya başladı.  Birden, sanki aniden, içimde bir şey uyanmaya başladı.

Lise de, İngilizce ek olarak Almanca öğrenmeye başlamıştım.  Lisemizdeki tek ikinci yabancı dil seçeneği Almanca’ydı.  Üniversite’de Almanca derslerine devam etmiştim ama mühendislik dersleri yanında zaman ayırmakta gerçekten zorlansam da, bir nokta da Bertold Brecht’i hiç ama hiç zorlanmadan ve herşeyi de anlayarak okuyabildiğimi hatırlıyorum.  Tabii dil oldukça nankör ve şu anda Almanca haberlere denk geldiğimde duyduklarımı tam olarak anlayamadığımda televizyon kanalını değiştirme refleksimi tam olarak yenemiyorum.  Zürih’te ya da Münih’te üç, dört gün kaldıktan sonra kulaklarımın alışmaya ve beynimin saklı sayfalarını açmaya başladığını deneyimlemiş olsam da Almanca rahat olduğum bir dil değil. Benim için rahat olduğun bir dil demek konuştuğumu fark etmediğim bir dil demek.

Bu ne mi demek?  Mesela, bir Fransız flimi seyrettim diyelim. Alt yazılı bir film. Ve bana sordunuz, alt yazılar hangi dildeydi, Türkçe mi İngilizce mi, diye. Buna yanıt veremem çünkü farkına varmam. Nereden mi bilmiyorum çünkü bu soru ile birkaç defa karşılaştım.   Bir söz Türkçe mi söylendi, İngilizce mi, bunu ayırt etmem çünkü her ikisi de ana dilim gibi gelir.  İngilizcemin mükemmel olduğunu söyleyemem. Bilmediğim çok kelime var muhtemelen, ve eminim Türkiye’de bu dili benden çok çok daha iyi konuşan onbinlerce kişi var ama İngilizce ile aramda, tarif edilmesi zor bi yakınlık var.

Mesela, İngilizce-Türkçe simültane, yani eş zamanlı anında çeviri yapabiliyorum.  Bunu ortaokul yıllarımdan beri yapıyorum ama simültane tercüme kabininde de yapmışlığım var.  Bir buçuk gün, bir uluslararası mimarlık toplantısında.  Doğrusu bunun İngilizce bilen biri için çok da özel bir durum olduğunu düşünmemiştim, sadece simültane tercüme yapabilmenin, bu konuda hiçbir bilgi ve eğitim almamış olsam da, çok hoşuma gittiğini, beni mutlu ettiğini biliyordum. Kabinde tercüme işi için ücret almış olsam da, en çok yapmış olmak beni mutlu etmişti.  Neyse, toplantı bittiğinde kabin malzemelerinin kiralandığı firmanın temsilcisi genç bir bey yanıma geldi. Toplantı sırasında arkaplanda kendisini görmüştüm ama hiç konuşmamıştık. Şimdi malzemeleri topluyorlardı ve ben de üzerimde hissettiğim yorgunluğu atmak için dinleniyordum.  Toplantının son yarım saatinde bir noktada çok yorulmuştum ve konuşmacılar benim için bir on dakika dinlenme arası vermişlerdi ve sonrasında toplantıyı kapatmıştık.  

İşte, ben eve gitmek için yola çıkmadan önce biraz oturup kendime gelmeye çalışırken bu genç bey yanıma geldi.  “Zeynep Hanım, sizi çok tebrik ederim,” dedi. “Teşekkür ederim,” dedim ama sesinden algıladığım kadarı ile, bu, iş bitimlerinde söylenen tebrik, teşekkür cümlelerinden biraz farklı gibiydi. Biraz merakla yüzüne baktığımı hatırlıyorum.  Ve genç adam devam etti.  “Zeynep Hanım, ben on yılı aşkın süredir bu işi yapıyorum, Türkiye’nin çok farklı yerlerinde kabin kurduk, toplantılara hizmet verdik, ben bugüne kadar birbuçuk gün kabinde tek başına tercüme yapan ve bunu bu kadar iyi yapan birini hiç görmedim. Genelde iki kişi, yarım saat, bazen yirmi dakikalık sürelerde değişerek tercüme yaparlar. Siz tek başınıza bunu yaptınız. Çok başarılısınız. Sizin bu konuda yeteneğiniz var. Bana düşmez ama bu işi yapabilirsiniz,” dedi ve beni tekrar tebrik ederek, elimi sıkarak uzaklaştı.  Ben, genç adamın söylediklerini idrak etmeye çalışırken iskemleme tekrar oturdum ve sanırım bir on, onbeş dakika öyleye kaldım.  Sonrasında yüzüme derince bir gülümsemenin yayıldığını hatırlıyorum.  Ve adeta uçarak arabama bindiğimi ve eve gittiğimi.

Bu sabah uyandığımda aklımdan geçen birkaç cümleyi yazmak için oturmuştum bilgisayarın başıma ve yine neler geldi aklıma.  

Oysa bu sabah 11 yaşında İngilizce konuşmaya çalışan Zeynep’i hatırlamıştım.  Sabah, son sekiz aydır ciddiyetle çalışmaya başladığım Japonca kelimeleri, cümleleri kendime tekrar etmeye çalışırken. Dinlediğim ve büyük kısımlarını halen anlayamadığım Japonca röportajlardaki ifadeleri tekrar etmeye çalıştığımı hatırlayarak tekrar 11 yaşındaki Zeynep gibi hissettiğimi ve davrandığımı fark ederek.  Almanca’dan sonra İspanyolca ve Fransızca’da öğrendiğim halde Japonca’nın beni İngilizce gibi heyecanlandırdığını fark ederek.

Merak ile heyecanlanan bir çocuk gibi hissetmek ne güzel.

Ve daha da güzeli bizi heyecanlandıran şeylerin izinden gitmeyi seçebilmek.

Yabancı dilleri bilmek ve konuşmak beni inanılmaz şekilde mutlu ediyor ve heyecanlandırıyor.  Genlerimde bir yerlerde gizli kalmış atalarıma kavuşmanın mutluluğu mudur yoksa yabancı bir dil ile açılan dünyaları keşfetmenin sihrinden midir bilmiyorum ama hayatıma anlam katıyor. Nerede, ne zaman, ne için kullanacağımın hiçbir önemi ve anlamı olmadan, sanki arkadan biri beni kovalıyormuşcasına bir hız ve istekle yabancı dilleri çalışıyorum. İşe başladığım ilk on yıl nasıl uzak kalabildiğimi ve nasıl ruhumu ihmal ettiğimi de fark ediyorum.

Bir dersim ya da mesajım yok.  

Sadece bundan sonra, daha kuvvetli bir inanç ve teslimiyetle, beni mutlu eden şeylerin peşinden gitmeyi seçiyorum.

Sevgiyle kalın.

16 Mayıs 2020
Arnavutköy, Beşiktaş, İstanbul

Hiç yorum yok: