İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

29 Mayıs 2020 Cuma

Hangi Ses?


Çok farklı müzik türlerini dinlediğim doğru.

Hatta, zaman zaman farklı arkadaşlarımın sözlerini bildiğim şarkılara şaşırdıkları oluyor.  Şarkı sözü ezberlemekte iyi değilim.  Sesimin de kendim için mırıldanmak dışında şarkı söylemeye pek uygun olduğu söylenemez.  Annemin tatlı, yumuşak ve melodik sesine göre sanırım sesimin özelliklerini baba tarafımdan almış olmalıyım.  Annemin çok sık olmasa da arada mırıldandığı şarkıları dinlemek keyiflidir.  

Ve arada kendine mırıldandığı dizeleri de. 

Annemin şiir mırıldandığını uzun yıllardır duymuyordum. Bunu sık yapmadığı için kesintili süreler ile yanında geçirdiğim zamanlarda bunu duymak mümkün olmuyormuş meğer. Annemin şarkı mırıldanma sesi kadar, konuşma ve okuma ses tonu da çok hoşuma gider.  Çocukluğumuzdan beri, konuştuğu birilerinin, siz tiyatrocu musunuz, ses sanatçısı mısınız, diye sorduklarına sık sık şahit olmuşuzdur.  

Şiirleri genelde sabahları mırıldanır annem. Kimbilir hangi çağrışımlar ile aklına gelen satırları mesela mutfakta kahvaltıya oturmak üzereyken mırıldanır. Ya da koridorda yürüdüğünde fısıldar gibi söylüyordu mesela. Bazıları çocukluğundan, bazıları genç kızlığından, altmış, yetmiş yıl öncesinden gelerek dudaklarından dökülen şiirleri, hatta kimilerini tamamen, hatırladığına annem de şaşırır.  Sık yapmaz bunu ama o cümlelerin sesi kulağınızda sanki duyduktan sonra uzun bir süre kalır.  Yumuşak ama kararlı, sevgi dolu olduğunu hissettiren ama bir o kadar da ciddi.  Annemin ses tonundaki o disiplin ya da resmiyetten farklı, belki yaşama saygı olarak da tarif edilebilecek o tonu doğru tarif eden kelimeyi henüz bulabilmiş değilim.   

Annemin kendine özgü ses tonunun bir özelliği daha vardır.  Telefon ile bir yeri aradığında, telefon numaralarını tanıyan sistemler olmadığında bile annemin sesini tanırlar, ve tanımakla kalmazlar, mutlaka çok sıcak bir yanıt verirler.  Sipariş verdiği zamanlarda bile ses tonuna iltifat aldığına şahit olmuşuzdur annemin.  Benim ile yüzüme bir tebessüm yayılır onun gündelik konuşmalarda bile alabildiği tatlı, olumlu reaksiyonlar.


*

Bunları tekrar fark ediyorum ve hatırlıyorum, çünkü annemle hiç olmadığı kadar çok zaman geçiriyorum.

Koronavirüs öncesinde, annemle bu kadar kesintisiz geçirdiğim en son zaman hangi yıllardı diye düşündüm bu sabah. Gelen yanıta ben de şaşırdım.

En son anaokulunda annem ile kesintisiz bir altı ay geçirmişim. 44, 45 yıl önce.

O nedenle, zorlukları olsa da, İstanbul’da yakalandığım bu dönem bu açıdan da yaşamımda farklı bir dönem oluyor.  Sanırım bu birçoğumuz için geçerli.  Alışılagelmeye başlayanların yerine farklılıklar kadar geçmişe döndüğümüz anlar özlem ile birlikte yaşamlarımızın biraz daha çok parçası.

İşlerimi tamamlamak için iki hafta kalmayı planlayarak geldiğim ve bundan sonra onbeş, yirmi günde bir gelirim dediğim İstanbul’da altıncı ayımı tamamlamak üzereyim.  Annemle olan zamanlarım bir yana, bu süre, Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden mezun olduğumdan beri İstanbul’da da kesintisiz olarak geçirdiğim en uzun süre. Eh, onunda üzerinden 32 yıl geçmiş.  Ömrümün yarısından oldukça fazlası.

Bu sürede, birçok insan gibi ben de birçok dizi seyrettim, film seyrettim.  Korona günlerinden önce başlayan vertigom da müsaade ettiği sürece.  Ama yapmadığım bir şeyi çok daha fazla yaptım. Müzik dinlemeyi.  Ben çocukluğumdan beri müzik ile çalışabilen biri değilim.  Okul yıllarımda çoğunlukla ders çalışmakla geçen zamanlarımda müzik dinlemedim, iş hayatımda da, neredeyse hep kapısını kapatabileceğim ya da yalnız çalışabileceğim bir ofisim olsa da, müzik dinlerken iş yapamadım.  Müzikle birlikte konsantre olmakta zorlandım.  Bu gürültü ya da ses varken konsantre olamadığım anlamına gelmesin. Çok gürültülü ya da kalabalık bir cafede saatlerce ve çok da keyifle kitap okuyabilirim mesela.  Ama fondaki müzik çok yüksekse bunu başarmam o kadar kolay olmuyor.

Korona günleri bir şeyi daha fark etmemi sağladı.  Seslerle olan ilişkimi.


*

Çoğunlukla evlerimizde geçirdiğimiz bu günlerde, gündelik yaşamda en çok farkında olduklarım, açık ya da kapalı pencelerden süzülüp gelen sesler.  Martı sesleri, karga sesleri,  adını bilmediğim farklı kuşların gün doğumları ya da akşamüstlerine özgü cıvıltıları, arabaların, motorların, gemilerin sesleri.  Biz çocukken ağabeyimin sokaktan geçen arabaların marka ve modellerini motorlarının seslerinden tanıyabildiğine dair bir şeyler hatırlıyorum. Bu kavram benim için nasıl olabildiğini algılamakta zorlandığım bir şeydi.  Araba sesleri deyince, benim kulağımın yakaladığı bir ses vardı.  Çocukluğumda evimizin kapısına koşup zilin çalmasını beklememi sağlayan bir ses.  Babamın kullandığı Buick Regal marka arabasının evimizin önüne geldiğini fark etmemi sağlayan motor ve park ettiği sırada çıkan lastik sesleri.  Şimdi bile o ses kulağımdadır.

Seslere çok düşkünlüğüm olmadığını düşündüm hep.  Müzik dinlemek çok önceliğim değildi. Kitap okumayı müzik dinlemeye tercih ettim hep.  Nadiren duygu dünyama göre bir şarkıyı belki gün boyu tekrar ve tekrar dinlediğim olsa da,  beni etkileyen bir cümleyi ya da bir metni tekrar ve tekrar okumayı tercih ettim ben.

Korona günlerine girdiğimiz ilk günlerde değil ama, vertigom iyileşmeye, ben kendime gelmeye başladıktan sonra, etrafımdaki seslerin farkına, farklı şekilde varmaya başladım.  Mesela bilgisayarımın fan sesi, nispeten hızlı yazı yazdığımda tuşların çıkardığı ses, silme tuşunun, belki de anında yaptığım düzeltmeler için daha sık ve farklı bir tempoda kullandığım için, farklı gelen sesi, sokağın sesleri, Boğaz’ın sesleri, arka bahçenin sesleri, nefesimin sesi, elimizin bir yere temasının çıkardığı ses.

Seslerin bu kadar farkında olmak değişik gelirken canımın müzik dinlemeyi çektiğini fark etmeye başladım.  Back Number ya da Barış Manço, Behiye Aksoy ya da Rachel Yamagata.  Yazarken şimdi garip geliyor bana ama Kamuran Akkor ve Kibariye’den “Kim Bilir’”i dinlediğim de oldu ve Harbiye Marşı’nı da.  Bir baktım kafamın içinde Harbiye Marşı çalıyor, açtım, dinledim.  Galiba o gün 4, 5 defa. Kimi günler Bishop Briggs dedi, kimi günler Carrie Underwood ya da Rachel Platten.


En çok ne dinledin derseniz, sanırım Korece ve Japonca şarkılar ile geçti bu korona günleri.  BTS’in hayranıyım diyemem ama sevdiğim Koreli şarkıcılar var.  Korece’nin kulağımdaki tınısı hoşuma gidiyor.  Çok az Korecem ile bazı sözlerin tanıdık gelmesi de hoşuma gidiyor, çocukluk günlerimde İngilizce öğrenmeye başladığım günlerdeki tatlı heyecanları hissettiriyor.  Japonca’da çok sevdiğim birkaç şarkı olsa da, Japoncam daha iyi olduğu için Japon dizilerini seyretmeyi Japonca şarkı dinlemeye tercih ediyorum.  Yine de, canımın Back Number ya da Hikaru Utada çektiği oluyor. Ve bazen de, nasıl beğendiğime benim de biraz şaşırdığım Rhymthic Toy World’ü dinlerken buluyorum kendimi.  


*

Bugünler, müziğin ve seslerin ruhumuzda başka türlü dokunulması mümkün olmayan yerlere dokunduklarını fark etmemi sağlıyor.  

Annemin dudaklarından dökülen ya da kulaklıklarımla mesela ocaktaki irmik helvasını karıştırırken dinlediğim sesler, beni, hissettiğim duyguları tarif edecek olan kelimeleri bulma isteği ile farklı dünyalara götürüyor.

Hiç yorum yok: