İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

28 Mayıs 2020 Perşembe

An




Sokağa çıkma kısıtlaması olan günlerle belki kabilikıyas değil ama 2020 yılının Mayıs ayının bu son günlerinde, İstanbul yine de çok sessiz.  Genelde sokağın gürültüsünden dolayı telefon ile konuşmakta zorlandığım Arnavutköy’de kuş seslerini belirgin olarak duymak mümkün.  Çok büyük bir çoğunluğunu evde geçirdiğim bu bahar mevsiminden en çok aklımda kalacak olan şey, kuş sesleri.

Fethiye’de, Şövalye Adası’nda yaşamın doğalı olan kuş seslerini İstanbul’un göbeğinde düzenli olarak fark edebilmek, belirgin olabilmesi bana farklı geliyor.

Korku, endişe ve kıstlamaların, kısıtlı kalmışlık duygusunun insanın içini daraltan hissinin izlerini atmamız belki zaman alacak ama bu günlerden benim hatırlayacağım en önemli şeylerden biri, sessizlikle birlikte, kuş sesleri olacak.

İstanbul’daki evimizin, yani apartman dairemizin olduğunu binanın, arka bahçesinde ve bitişik binamızın arka bahçesinde birkaç büyük ağaç var.  Kışın yeşil olmamakla birlikte kuşlara ev sahipliği yapan bu ağaçlar, gri ve yağmurlu İstanbul’da, yağmurlu günlerin o değişik aydınlığnda, Mayıs ayının taze yeşilliği ile, içimdeki sıkışmışlık hissini ferahlatıyor.  Doğadaki baskın rengin yeşil olması boşuna değil belki de.

Bir şehri renkler tarif etmek mümkün mü bilmem ama benim için İstanbul en çok mavidir. Ama bir tonu ile diyemem.  Güneşin ışıkları ile tonları değişen mavi gözler gibi, bazen açık uçuk bir mavi, bazen petrol yeşili denilebilecek bir mavi, bazen koyu grilerle bezenen, lacivertleşen, güneşle portakal renginin tonları ile kırmızılaşan bir mavidir İstanbul benim için.  Bu şehrin deniz gibi sınırsız hissettirmesi ve ihtimallerle dolu olması biraz da bu nedenle midir acaba?

İstanbul’u eskisi kadar sevmediğimi biliyorum.  Belki şaşırarak bunu da paylaşıyorum. Ağır geliyor bana enerjisi. Biraz da Fethiye’de yaşamaya başladıktan sonra, güler yüzler görmenin keyfini aldığım için olmalı.  Türkiye’nin ve Dünya’nın şartları ne olursa olsun, Fethiye’de, tüm dertleri unutmanın mümkün olduğu anlar çok daha fazla karşıma çıkıyor.  Görünenin ardındaki huzuru, gündelik telaşın ardına saklanmış anlamı, ruhumuzun tatlı sohbetini, hissetmek, fark etmek, duymak, daha kolay oluyor.  Kolay demek belki doğru değil, mümkün oluyor.

İstanbul’un sessizleştiği bugünlerde, kendimi daha iyi duyabiliyorum.  Sanki biraz daha iyi anlayabiliyorum. Sanki geçmişe daha özgürce bakabiliyorum.  Gelecek ile ilgili alana girmemek için gizli bir gayret gösterdiğimi fark etmekle birlikte, olan ile yüzleşmek adına daha kuvvetli hissediyorum.  Daha cesur olmasam bile, daha çok kabulde olduğumu fark ediyorum.

Duygular, düşünceler onları tetikleyen, doğuran ya da saklandıkları yerlerden çıkarmak için uyaran etkileri, ilhamları, temasları bekliyor.

Bir andan bardaktan boşalıverircesine indiren yağmur, İstanbul’daki bir pencereden sizi Amerika’daki yemyeşil bir kasabanın göl kenarına, Rio’da bir yılbaşına ya da Fethiye’de pek de kimsenin olmadığı küçük bir plaja götürebiliyor.  Mayıs ayı olmasına rağmen aralarına mini dolu tanecikleri eklenmiş olan yağmur damlaları benzer bir manzaraya Kyoto’daki küçücük otel odanızdan baktığınızı hatırlatabiliyor.  Ya da İzmir’de, Bayraklı’da, küçük ve biraz eskimeye yüz tutmuş tarihi bir binanın birinci katındaki bir pencereden, yoğun bir günde zihninizi biraz toparlamak için İzmir Körfezi’ne baktığınız dakikaları.

An’da kalmak, an’ı hissetmek yaşamın temel hedeflerinden biri diyor hocalar.  Son yirmi yıldır buna dair ne çok şey okudum aslında.  Bize gelen mesajları anlamak her zaman kolay değil. 

Yüzlerce kere okumak, bir o kadar defa duymak yeterli olmayabiliyor.

An’da kalmanın gerçek değerini, yıllar sonra, o farkında olmadan dolu dolu hissetmeyi başardığınız anları -berraklıkla ve tüm renkleri ile hatırlayabildiğinizde fark ettiğiniz zaman ve adeta yeniden yaşayınca, keşfediyor insan.

Mesela,

Parmaklarınızın ucu, yıllar önce soğuk bir kış sabahında ince belli çay bardağı ile, tekrar, ısındığında…

Hiç yorum yok: