İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

31 Aralık 2011 Cumartesi

Mutlu Yıllar... Happy New Year...

21 Aralık 2011 Çarşamba


Edwin Markham'dan:
"Başkalarının hayatlarına gönderdiklerimiz kendi hayatımıza geri gelir."

Olumlamalardan...

Bugün önemli bir ameliyat olan ve ağrı ile mücadele etmekte olan kıymetli bir dostumun yanındaydım. Ona tüm kalbimle şifa dilerken, Louise Hay'in ağrıya dair bir onaylamasını daha paylaşmak istiyorum: "Geçmişi sevgiyle serbest bırakıyorum. Onlar da özgür, ben de özgürüm. Yüreğimde her şey olması gerektiği gibi iyi; kalbim şimdi huzurlu ve iyi."

17 Aralık 2011 Cumartesi

Gün ve Gece

O gün bu gündür,



Yaradan'ın şefkatine kavuşanların ruhları


dinleyenler için konuşur,



Korkunun perdeleri


yüreklerden usulca kalkar...


16 Aralık 2011 Cuma

Alzheimer'ın Fethiye'de Düşündürdükleri

Dışarıda yeni başlayan sağanak yağmur Fethiye Belediyesi Kültür Merkezi’nin çatısını dövmeye başladığında Türkiye Alzheimer Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ve Mersin Şubesi Başkanı Sn. Selami Gedik’in Alzheimer Konferansı başlayalı ancak on, on beş dakika olmuştu. Sayın Selami Gedik, üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Derneği’nin Kurucu Başkanı Sayın Lion Burcu Döğerli Gül’ün ve eşinin yakın dostuymuş. Türkiye’deki Lions Yönetim Çevreleri 2011-2012 Dönemi için Alzheimer Hastalığını yıl boyunca Türkiye’nin tamamında ele almaya karar vermişlerdi. Fethiye Lions Kulübü olarak bizler de Burcu Hanım’ın katkıları ile Fethiye’de bir konferans organize etmeyi planlamıştık.

Uzun bir süre park yeri aradıktan sonra Uğur Mumcu Parkı’nın içinde otoparkta Kültür Merkezi’ne oldukça uzak bir noktada arabamı park ederek, hızla salona gitmiştim. İçeri girdiğimde ışıklar söndürülmüştü. Sahnede konuğumuz takdim ediliyordu. Hemen müsait bulduğum bir yere oturdum. Not defterimi çıkarmak üzere çantamı açtığımda dün döndüğüm Antalya seyahatimde not defterlerimi bilgisayarımın çantasına koyduğumu hatırladım. Salonda biraz ışık yapacaktı ama telefonumun not defterine not almaktan başka şansım yoktu.

Annemin, babamın ve ailemizde ben dahil birçok kişinin rahatsızlıkları nedeni ile birçok farklı hastalık ile aşinaydım. Danışmanlık ve koçluk çalışmaları sırasında da bir çok kişi rahatsızlıkları paylaşırlardı. Mühendis olmama rağmen hastalık ve tıbbi terimler dağarcığım oldukça genişti. Öyle ki özellikle rahmetli babamın hastane girişleri yaparken hastalıklarını sıralamaya başladığımda kaydı yapan personel istinasız olarak sağlık personeli veya hemşire olup olmadığımı sorarlardı. Alzheimer kelimesinin ise bu dağarcıkta yeri olmamıştı. Bu konferans neredeyse hiçbir fikrim olmayan bu hastalık konusunda bilgi sahibi olmayı sağlayacaktı.

Salon oldukça doluydu. Fethiye Sağlık Meslek Yüksekokulu’ndan öğrenciler de konferansı dinlemeye gelmişlerdi. Sahne dışında karanlık olan salona baktığımda her yaş grubundan insan bulunduğunu fark ettim. Belki de normalde böyle bir havada dışarı çıkmayacak olan yaşlılar da gelmişlerdi. Selami Bey’in konusunu iyi bilen, Türkiye’de bu konudaki önemli isimlerden olduğunu söylemişlerdi.

Geçmiş Dönem Başkanlarımızdan biri bana Selami Bey’in doktor olduğunu aktarmıştı ama konuşmanın başında Selami Bey “Alzheimer konusunu çok iyi bildiğim için beni doktor sanırlar ama ben işletmeyiciyim,” diyerek konuya açıklık getirdi. Aklım rahmetli babamın anlattığı bir hikayeye gitti. Yıllar önce babam bir firmanın baraj inşaatı şantiyesini ziyaret ediyor. Baraj inşaatları inşaat makineleri ile yapılan inşaatlar oldukları için makinelerin bakımı, işletilmesi işin çok önemli bir parçasıdır. Bu tarz inşaatlarda inşaatın başındaki ve genelde inşaat mühendisi olan bir şantiye şefinin yanında bir de makine şefi vardır. Tüm makinelerin alım, bakım, tamir, kullanım ve işletimlerini takip eden, makine operatörleri, formenler, yağcılar, tamirciler, kısaca tüm personelden, makinelerin en üst sorumlusu. Kimilerine göre inşaat şantiyelerinin en zorlu görevlerini yapan kişilerdir makine şefleri. Özellikle baraj inşaatları gibi yolun bittiği bir dağ başında en yakın ilçeden, bazen en yakın köyden kilometrelerde uzakta şantiyeyi çalışır durumda tutmak için muazzam bir çalışma gerektirir. Şantiye şefleri ve makine şefleri şantiyelerin tanrıları gibidir. Emirleri demiri keser ve olmazı oldururlar.

Ne diyordum. Evet, babam şantiyeye ziyarete gidiyor. Makine atölyesine de uğruyor. Makine şefi tertemiz bembeyaz bir önlük ile kendisini karşılıyor. Babam kendisine inşaatta kullandıkları makineler, makinelerde işin özelliğine göre yaptıkları modifikasyonlar ve bunun gibi birçok özel konuda sorular soruyor. Makine şefinin bilgisi babamı çok etkiliyor ve mezun olduğu İstanbul Teknik Üniversitesi’nin büyük bir hayranı olan babam “İTÜ’lü müsünüz?” diye soruyor. “Hayır,” cevabını veriyor şef hafif bir tebessümle. “O zaman ODTÜ mezunusunuz?” diyor babam. Makine şefi birkaç saniye duruyor, “Sinan Bey, ben Çapa mezunuyum,” diyor.

Karşısındaki, hayranlık uyandıracak kalan bilgili makine şefinin tıp doktoru olmuş olması babamın asla unutmadığı bir deneyim oluyor. Bu ve bunun gibi kim bilir kaç deneyim yaşamış olmalı ki “Diploma önemli değildir,” derdi babam. “Diploma bir kağıt parçasıdır. Ne bildiğin, esas önemli olan odur.

Ağabeyin okumasa da olur ama kızım sen mutlaka okumalı ve meslek sahibi olmalısın,” derdi babam. İlkokul yıllarımda bunu söylediğini hatırlarım. O İTÜ’den İnşaat Yüksek Mühendisi olarak mezun olmuştu. Okumanın önemine inanırdı.

Bilginin ne kadar farklı şekillerde edinilebileceğine dair beraber çalıştığımız yıllarda paylaştığı yüzlerce hikayenin bazıları zihnimde çok net; bazıları ise flulaşıyor.

İşte Fethiye Kültür Merkezi Salonu’nda Selami Bey’i dinlemeye başladığımda aklıma gelen hikayeleri bir kenara bırakıp tekrar onun anlattıklarına odaklanıyor. “Alzheimer, Dün Bugün Yarın” olarak isimlendirmiş konferansını Sn. Selami Gedik. Ve Alzheimer üzerinde çalışmaya annesine 13 yıl önce Alzheimer hastalığı teşhisi konulması ile başlamış. 13 yıldır annesine o bakıyormuş. Annesinin aynı şeyi defalarca tekrar tekrar sorduğunu fark etmesi ve bir gün evdeki buzdolabının içinde konulmuş olan kaşık ve çatalları görmesi ile başlıyor annesinin teşhis süresi. Önce evdeki yardımcı hanımın yanlışlıkla buzdolabına çatal bıçakları koyduğunu sanırken, annesinin evdeki farklı eşyaları çok farklı yerlerde saklamaya başladığını keşfediyorlar o gün. “Bir cumartesi günüydü,” diye paylaşıyor Sn. Selami Gedik. O pazartesi günü yapılan bir yazılı test ve MR çekimleri ile annesine Alzheimer teşhisi konuluyor ve Alzheimerlıların dünyasını keşfetmeye başlıyor.

Annesinin hastalığını 1. Evrede yakalamışlar. Alzheimer hastalığı 7 evreden oluşuyormuş en son safhasına kadar. Ve bir hasta bir evrede bir ay ile üç yıl arasında kalabiliyormuş. Evrelerin ilerlemesini yavaşlatmak hastanın ömrünü uzatmak mümkün oluyor. “Bunu duyduğum da mutlu olmuştum,” diyor Sn. Selami Gedik, “Annemi hemen kaybedeceğim korkum hafiflemişti.”

Alzheimer’in genetik bir yönünün olduğunun düşülmesine rağmen bunamanın yaşlanma ile gelen doğal bir sonuç olmadığını paylaşıyor Selami Bey. “İhtiyarlık insan kendini yaşlı hissettiğinde başlar,” diyor. Pasteur’un kuduz aşısını 60 yaşında bulduğunu paylaşıyor. Mimar Sinan’ın kıymetli eserlerini 70 yaşından sonra vermeye başladığını.

Alzheimer’a dair bir çok veri paylaştı. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde her 69 saniye de bir Alzheimer teşhisi konuluyormuş. Türkiye’de farklı çalışmalara göre 250 bin ila 300 bin arası Alzheimer Hastası olduğu tahmin edilmekle birlikte sadece 15 bin hasta tedavi altındaymış. Hastalarından takriben yüzde beşi tedavi görüyor anlamına geliyor bu.

Alzheimer’i önlemek için en çok yürümeyi öneriyor Sn. Selami Gedik. Kardiovasküler kondisyonu sağlayan faaliyetleri öneriyor. Ayrıca daha fazla eğitim almış, yüksek mesleksel başarı sağlamış ve mental-zihinsel stimülasyon ile yaşayan kişiler bu hastalık daha az görülüyormuş. Aşırı zihinsel ve fiziksel yorgunluklar tetikleyici olabiliyormuş. “Dinlenmek gereklidir,” diyor Sayın Gedik. Sonra yıllarda Fethiye ve İstanbul arasında yaptığım, Türkiye’nin ve Dünya’nın farklı köşelerine yapıp durduğum seyahatlerim geliyor aklıma. Kendimi çok yoruyor olabilir miyim? Kulağım tekrar Sn. Selami Gedik’in sözlerine odaklanıyor. “Aşırı diyet de risk yaratır,” diyor.

Alzheimer’lı hastaların zaman zaman evden kaçabildiklerini, aşırı saldırgan ataklar yaşayabildiklerini, kaybolduklarında söylemek istedikleri kelimeleri hatırlayamadıkları için evlerini tarif edemediklerini, dertlerini anlatamadıklarını paylaşıyor. Kişi kelimeleri hatırlayamıyor çünkü bu hastalık nedeni ile beyindeki kıvrımlar derinleşiyor, beyin küçülüyor, beta amyloid proteini plaklaşarak hücreler arası iletişimi kesiyormuş.

Beyin bir yandan endüstri mühendisliği eğitimim sırasında öğrendiğim bir sistem ile bilgileri yitirmeye başlıyor. “Last In First Out.” Son giren ilk çıkar. O nedenle yakın geçmişi hatırlamayan bir hasta çocukluk anılarını tüm detayları ile hatırlayabiliyor. Selami Bey’in annesi kendi babasını hatırlıyormuş ama Selami Bey’in babasını ancak bahsi başka bir kişi açtığında hatırlıyor ve bahsediyormuş.

Alzheimer’a dair söylenebilecek o kadar çok şey var ki. Geçmişte farklı akıl hastalıkları ile karıştırılabilen bu hastalığın işaretlerinden bazıları tekrar eden sorular, eşya kullanma becerisinin azalması, basit matematik işlemlerini yapma becerisinin yitirilmesi ve yer ve zamanı karıştırmak. Alzheimer hastaları, hastalık başladığında normal yaşamlarındaki karakterlerden zıt karakter özellikleri gösterebiliyorlar. Çok sakin olan bir kişi çok sinirli olabiliyor. Bir yakınınızın Alzheimer olabileceğini düşünüyorsanız bir nörologa başvurmanız gerekiyor. Daha önce bahsettiğim gibi yazılı bir test ve MR çekimi ile teşhis konulabiliyor. Beta amyloid plakları MR’da görülebiliyor.


Ben hastalıkları zihinsel nedenleri de olduğuna inananlardanım. Korkuların, inançların, düşüncelerin bedenimizi de şekillendirdiğine. Zihinsel düşünceler ile hastalıkları eşleştirmede dünyadaki en ünlü isim Louise L. Hay. O Alzheimer Hastalığı'nın yaşamı terk etme arzusu ve hayatı olduğu gibi kabul edememekten kaynaklandığına inanıyor ve bu düşüncelerden, bu hastalıktan uzaklaşmak adına şu olumlamayı öneriyor: "Her şey doğru zaman ve mekan sıralaması içinde gelişiyor. Her şey olması gerektiği gibi oluyor."

Ve 16 Aralık 2011 tarihinde, Fethiye Belediyesi Konferans Salonu’nda verilen bu önemli konferansın organizasyonu için üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Dönem Başkanı Sn. Ln. Seniha Öztürk’e, kıymetli katkıları için Kurucu Başkanımız Sn. Ln. Burcu Döğerli Gül’e, Kurucu Üyemiz ve Geçmiş Dönem Bölge Başkanlarımızdan Sn. Ln. Yonca Döğerli’ye ve katkıda bulunan üyelerimize sadece Fethiye Lions Kulübüm ve Lions MD118-R Yönetim Çevremiz adına değil, tüm Fethiye adına yürekten teşekkürler.

Sağlık, mutluluk, bereket ve huzur dolu bir ömür dileklerimle.

"Mevlana, Aşkın Kitabı"ndan...

Coleman Barks'ın derlediği "Mevlana Aşkın Kitabı"ndan, Sayfa 59:

Su Çarkı


Dostlar, bir arada kalın.

Dağılıp uyumayın.

Dostluğumuz uyanık kalmaktan

yapılmıştır.

Su çarkı suyu kabul ediyor

ve dönüp onu veriyor,

ağlayarak.

Bu şekilde bahçede kalıyor,

Oysa başka bir yuvarlaklık

kuru dere yatağında yuvarlanıp

ne istediğini düşündüğü şeyi arıyor.

Burada kal, her anla titreyerek,

bir cıva damlası gibi.


15 Aralık 2011 Perşembe

Yaralar...

Bundan bir kaç gün önce sabah yediye on kala uyandığımda, Alanya'da kaldığım otelin penceresinden dışarı baktım. Gün limanın ardından ufukta yeni doğmaktaydı. Bir süre güneşin yavaş yavaş yükselişini seyrettim. Limandan ağır ağır çıkan küçük tekneler vardı. Limanda dalgakıranın içindeki deniz çok sakindi. Uçan kuşların deniz üzerindeki yansımalarını ilk defa bu kadar net olarak gördüğümü düşündüm. Alanya'da çok güzel bir sabah doğuyordu.

Yıllar sonra ilk defa Alanya'daydım. Üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Derneği'nin ait olduğu Lions MD 118-R Yönetim Çevresi Federasyonu'na bağlı Alanya Lions Kulübü'nün 2011-2012 Dönemi Genel Yönetmen Ziyareti'ne katılmak üzere bir önceki gece Alanya'ya gelmiştim. Ve sabah kısa bir Alanya turundan sonra öğlen Antalya'da bir toplantıya katılmak üzere İzmir'den gelen Genel Yönetmenimiz ve Kabine Üyeleri ile yola çıkacaktım. Ancak içimde özlediğim bir sakinlik vardı. Deniz sakindi. Kuşlar sakin. Tekneler sakin. Ruhum huzurlu.

Sonraki iki günü Antalya'da geçirdim. Çok keyifli toplantılar oluyordu. Benim için tanıdıkları görmek, yeni kişiler ile tanışmak önemlidir; bana mutluluk verir. Antalya'daki Lions Kulüplerindeki dostlarımı görebildiğim için çok mutluydum. Çok mutlu. Ta ki Çarşamba günü öğlen bir ilköğretim okulundaki Antalya Lions Kulübü tarafından yaptırılan Atatürk büstünün açılışından sonra gittiğimiz lokantada cep telefonum çalana kadar.

*

Hep bir seyahat halinde olduğum için cep telefonum benim dünya ile irtibat kapımdır. Eğitim ve danışmanlık çalışmalarım için bazen kapatmak zorunda kalsam da cep telefonum hayatımın olmazsa olmazı. Bir yandan çok uzun bir görüşme yaptığım zaman kulağımın ağrıdığını hissettiren bu cihaz şu an için daimi olarak yer değiştirdiğim için alternatif geliştirmem mümkün olmayan bir şey.

Telefon çaldığında arayan kıymetli bir dostumdu. Genelde yaşama olumlu bakmaya özen gösteren bu kişinin beni hal hatır sormak için aradığını düşünmüştüm telefonu açarken. Aktardıkları ruh halimi öyle hızlı değiştirdi ki sofradakilerden izin isteyerek kalktım. Dinlediklerimin yüzümdeki etkisini saklamam mümkün olmayabilirdi. Bir toplantıda yaşadıklarını paylaşıyordu. Belli ki çok üzülmüştü.

...

Duyduklarım beni de üzmüştü. Tekrar masaya dönüp yemeğime devam ettim. Masadakiler beni merak etmişlerdi. Tatlıları bitirmişler, çay kahvelerini içiyorlardı. Ben yokken gelen tabağımdaki tandır telefon görüşmesi sırasında soğumasına rağmen yumuşak ve lezzetliydi. İştahım kapanmıştı ama tabağımda ve servis tabaklarında benim için ayrılmış olan yemekleri yememiş olmak istemiyordum.

Yemekten sonra akşam bizi bekleyen programına hazırlanmak üzere heyetle birlikte otelime döndüm.

*

Telefonda aldığım haberin bana düşündürdükleri ise bugün Antalya'dan Fethiye'ye otobüs yolculuğunda kendilerini hatırlattılar. Son 24 saatte beynimde, ruhumda dolaşıp duran duygu ve düşünceler yerlerine oturmaya başladılar. Yolculuğun ilk yarısında 1 numaralı koltuğumdan gözlerim dışarıyı seyretti; gönlüm duygularımın hikayesini dinledi. Dolu ama normalden çok daha sessiz olan otobüsün içinde sıcak ve güneşli bir Aralık ayı gününde içimde bir sohbet devam etti durdu.

*

Benim için önemli bir gün olan Hz. Mevlana'nın ölüm yıl dönümüne iki gün kaldı ve yaşam beni sevgi, şefkat, paylaşım, acı ve şiddet üzerine düşündürüyor.

Yaşamda beni incitenlerin, geçmişte fazlası ile incitildiğini ve ezildiğini fark etmek içimdeki üzüntüyü genelde dönüştürür. Yine de şiddetin ne çok rengi, ne çok tonu olduğunu görmeye devam ettiğimi de fark ediyorum.

Yıllardır gözlemlediğim kadarı ile şiddetin tadını bilmeyen biri genelde şiddet uygulamıyor. Şiddeti yaşayan bir çok kişi güçlerini ellerine aldıklarında, şiddet uygulamaktan tüm şartlarda kaçınırken, kimileri de yaşadıkları şiddeti yaşatmayı seçiyor.

Şiddet fiziksel olabilir, sözel olabilir ya da bence uygulananı en derinden yaralayan şekli ile psikolojik şiddet olabilir. Şiddet özellikle bu şekli ile okulda var, evde var, işte var, sosyal yaşamda var. Kadın, erkek, zengin, fakir, eğitimli, eğitimsiz, başarılı, işsiz, her kesimde her türlü şiddet her zaman var. Ama yine de en sinsi olanı ve ruhu ve kalbi korumanın en zor olanı psikolojik şiddet. Nereden geldiği belli olmayan ve fark edemediğimiz için kendimizi koruyamadığımız bir tokat gibi insanı yıkabiliyor.

Esasında şiddet her zaman her iki tarafı da yaralar. Uygulayanı da, uygulananı da. Biliyorum ki canı acıtılmamış bir kişi başkalarının canını acıtamaz. Başkasını acıtan esasında içindeki korku ve acılarla henüz tam yüzleşememiş ve bunu başkalarını korkutarak bastırmaya çalışan bir ruhtur.

Ruhun sesini duymak ve gerçeklerimiz ile yüzleşmek hiçbirimiz için kolay değil.

Bilmek anlamayı sağlıyor da, üzülmeye her zaman engel olamıyor.

Üzülüyorum.

Üzülmenin de bir seçim olduğunun farkında olarak yapıcı olmayan bu duyguda uzun süre kalmak istemiyorum.

*

Hz. Mevlana'nın ruhu ile bağlandığımız bu günler, bizi acıtanların acılarının temizlenmesini dileme zamanı.

Biz kendi yaralarımızı iyileştirebiliriz belki ama yaralı kalanlar yaralamaya devam edecekler.

Biz onlar için iyileşmeyi seçemeyiz. Bu bizim kararımız değil. Kader yolunda onlar seçmek zorunda.

Ama dua edebiliriz.

Dileyebiliriz.

Sevgiyi seçmelerini.

Yaralarını görme cesaretine kavuşmalarını.

...

Günleriniz sevgi ve ışık dolu olsun.

1 Aralık 2011 Perşembe

Aralık Ayı'nın Meleği: Netlik

Dönüşüm Oyunu'nun yaratıcıları Joy Drake ve Kathy Tyler, Aralık ayında "Netlik-Clarity" Meleğinin enerjisi ile çalışmamızı öneriyorlar.

Kasım Ayı'nda "Uyanış-Awakening" Meleği'nin enerjisi ile çalıştıysanız, o enerjiyi yaşamınıza davet ettiyseniz, şimdi teşekkür ile serbest bırakın ve "Netlik" Meleğini davet edin.

Yaşamınızın netlik, açıklık ve berraklık enerjileri ile açılması dileklerimle.

1 Kasım 2011 Salı

Kasım Ayı Meleği - Angel for November


Joy Drake ve Kathy Tyler'dan Kasım Ayının Meleği:

UYANIŞ

Daha önce çalışma yaptığınız tüm Melekleri teşekkürle serbest bırakın ve "Uyanış"ı sizi desteklemesi için yaşamınıza davet edin.

Yaşamınızın hep bereket ile dolu olsun.


***

The Angel for November, from Joy Drake and Kathy Tyler is:

AWAKENING

Release all of the Angels that you have worked with so far and invite "Awakening" to support in the month of November.

Wishing you many blessings.

11 Ekim 2011 Salı

Facebook'ta Zeynep Kocasinan Paylaşım Sayfası Açıldı

Facebook'ta kişisel gelişim, koçluk ve tamamlayıcı tıp üzerine paylaşımları için Zeynep Kocasinan Facebook Sayfası/Page açılmıştır.

Bağlantı/Link:
https://www.facebook.com/zeynepkocasinan

10 Ekim 2011 Pazartesi

Reiki Dersleri


İstanbul'da 23-27 Ekim 2011 tarihlerinde Reiki dersleri düzenlenecektir.

Fethiye eğitimleri için 31 Ekim - 2 Kasım 2011
tarihlerine randevu alabilirsiniz.


Reiki 1ci, 2ci, 3cü seviye uyumlamaları en az iki kişilik grup çalışmaları olarak yapılmaktadır.

Reiki-1 Uyumlama Ücreti: 150 usd
Reiki-2 Uyumlama Ücreti: 300 usd
Reiki-3 Uyumlama Ücreti: 750 usd'dir.

Hizmet bedeli %18 kdv'ye tabidir.


Reiki ders ve uyumlamalari 2 günde verilmekte olup toplam eğitim süresi grup kişi sayısına bağlı olarak takriben 5-6 saattir.
Her seviyenin 1. uyumlaması sonrası öğrenciler ilgili seviye Reiki uygulamalarını yapmaya başlayabilirler.

Reiki ve uygulamaları için Zeynep Kocasinan'ın "Reiki'yi Yaşıyorum" adlı kitabını okuyabilirsiniz.

İstanbul'daki ve Fethiye'deki eğitimler için e-posta ile bilgi istenmesini rica ederiz.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Kayaköy'e Yaşam Aksı[n]




Bu sayfalardaki sessizliğimi bozma arzusunu Kayaköy'e dair bir paylaşım yapma arzusu doğurdu.

"Kayaköy'e Yaşam Aksı[n]" ... 9 Eylül 2011 Cuma günü Kayaköy'de muhteşem bir gündü. Mimarlar Odası Muğla Şubesi, Mimarlar Odası Fethiye Temsilciliği ve Kayaköy Akdeniz Mimarlık Platformu tarafından düzenlenen program yedi konuşmacının sunumları ve sonrasındaki mükemmel denilebilecek Forum bölümü ile benim için unutulmayacak bir gün oldu.

Öncelikle tüm Fethiyelileri ve Kayaköylüleri sonuç bildirilerini ve sonrasında yapılacak çalışmaları yakından takip etmeye davet ediyorum.




25 Mart 2011 Cuma

Wordpress Blog sitesi yayında

Zeynep Kocasinan'ın çalışmalarını

sitesinde takip edebilirsiniz.

20 Şubat 2011 Pazar

Şimdi...

Yazmak yapmayı en çok sevdiğim şey. İtiraf etmek istesem de istemesem de bu doğru. Bunu esasında hep bildim ve inkar edemiyorum. Yazmak istiyorum, ne kadar iyi veya kötü olduğum o kadar önemli değil sanki. Çok önemli ve hem de anlamsız. Ben yazmayı seviyorum, kelimeleri, ruhumun yazdıktan sonra hafiflemesini. Yazarken ağlamayı, yazarken yerimde durmakta zorlanmayı. Tüm ruhumu ve bedenimi saran heyecanı seviyorum. Yazdıklarımda beni bu kadar heyecanlandıracak ne var bazen bilemiyorum. Kendimi anlatma ihtiyacındayım belki. Belki anlatmam gerekiyor.

Bugün, şimdi farklı gelen bunu blog ortamında yapmak istemediğim. Şimdi. Bir süre için. Her ne kadarsa o süre.

Yazdıklarım, yazacaklarım var.

Okunmasını istiyorum muyum? Evet, çok istiyorum. Sadece kendim için yazamıyorum artık. Yetmiyor. Sadece kendim için yazmak yeterli gelmiyor beni mutlu etmeye.

Yazmak yapmayı en çok istediğim şey. En çok sevdiğim. Çok iyi yapmak istediğim bir şey. Hep yetersiz hissettiğim ve yapmaktan kendimi alıkoyamadığım.

Artık sayfaların arasında hayat bulmasını istiyorum kelimelerimin. Bir kitabın sayfalarını çevirdikçe keşfedilmesini istiyorum. Bunu istediğimi fark ediyorum. Belki daha az şeffaf olmak istiyorum, belki keşfetmem gereken farklı bir Zeynep daha var.

Yüreğim ne istiyor?

Yüreğim yazmak istiyor. Kendi dünyası içinde kaybolup yazmak.

Okunabilecek bir hale gelirse eğer yazdıklarım, ki gelsin diye diliyorum o tüm çocukça heyecanım ve korkum ile, hangi sayfalarda bulabileceğinizi de paylaşacağım, bulmak isterseniz eğer.

Sevgilerimle.

17 Şubat 2011 Perşembe

"En zoru kendini inandırmaktır," derdi Babam, "sen inanıyorsan, yapamayacağın şey yoktur." ... Nur içinde yatsın.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Modern British Sculpture

I have been to a strong exhibition today, thanks to a friend to works at Royal Academy of Arts in London: Modern British Sculpture.

This was not what I was planning to do on my last afternoon in London this Saturday. I am pleasantly surprised.

If you are planning to visit London until April 7th, plan to spend some time to visit this exhibition, even just to visit first few halls.

After the entrance section of the exhibition as you enter the room on the right hand side, you start to travel in time. Just that room is enough to take in what this exhibition was set out to give. Even just that room was enough to make my soul travel around the world and through time. Statues from all around the world made from all possible materials. Limestone, marble, basalt, sandstone, gypsum, wood, cheerwood, elmwood, granite... This room in the exhibition was named "Theft by Finding" and as walked around the room, my head started spinning. It was as if each statue was being a channel for the time period and culture it was representing.

Was it the Totem Pole from Canada that touched me more or Statue if Moai Hava from Rapa Nui-Easter Island? Or the torso without the arms or the head from India which felt quite alive?

How about The Seed by Maurice Lambert and Sekhmet borrowed from the British Museum for the exhibition? One from 1932 and the other from 1350 BC seemed familiar with each other. So different and so good together.

London is always full of surprises. It turns I was in the same room with Madonna for a couple of hours this morning and did not even know it until much later. Oh, well, maybe next time.

As I am heading back home, I do feel a little tired, but definitely calm and thankful. Grateful.

May those who share their love and light with me, receive even more.

11 Şubat 2011 Cuma

Where Do You Hear Your Soul the Best?

I am in London again, only for a few days. It's been raining since I arrived yesterday, but I like. It has been a while since I saw rain in London. It has been strangely sunny and warm the last few times I was here and I miss the classic London weather.

My life has not been about patterns, it has been, well at least for the last five siz years it is about change. I do travel almost every week for quite some time. No days are quite the same. Yet, as I was getting out of the plane on Thursday morning, I realised once again that I do have my patterns within the chaos that make me feel safe.

When I come to London, I always, at least when I have a choice, use Turkish Airlines. I might use different ways to get to the city, but I stay at the same hotel. There are more... I realise once again that I balance change and "sameness" in different ways.

I love London. I really do.

This city is one of the places on the planet that I can hear my soul clearly. In the middle of this big and busy city.

...

As I remember the different places where my soul feels free to speak, I would like to ask you where is that place for you?

...

With love and light,
Zeynep

8 Şubat 2011 Salı

Kimi için Everest, Kimi için İstanbul Boğazı



Kuleli Askeri Lisesi örtülerinden sıyrılmaya başlamış. Restorasyon çalışmaları sırasında üzerine Kuleli’nin görüntülerinin yerleştirilmiş olduğu örtüler kapladı Askeri Lise’yi. İnşaatlarda gördüğümüz örtülerin çok özenli bir şekliyle. Fethiye’den döndüğüm bir gecenin sabahında Kuleli’nin kulelerinin örtülerden kurtulmaya başladığını görmek çok mutlu etti beni. Sanki o güzel bina hava alamıyormuş gibi geliyordu. İçerideki öğrenciler hava alamıyormuş gibi. Değişimi görür görmez bir gülümseme yayıldı yüzüme. Bazen mutlu olmak ne kadar kolay.

Bir Sahil Güvenlik teknesi beyaz köpükler yaratarak hızla geçiverdi Kuleli’nin önünden. Pencerelerimin bir ucundan göründü, diğer ucundan hızla uzaklaştı. Fethiye’de Sahil Güvenlik Birimi’nin yeri evime yakındır. Tekneleri görürüm. Deniz İstanbul’da şehrin özüdür ama birçok İstanbul’lu denizi sadece dizilerin görüntülerinde görerek günler, aylar geçirir. Fethiye’de deniz yaşamın içindedir. Dokunulabilir bir denizdir Fethiye’de mavi sular. İstanbul’da yanı başında bile mesafeli kalırız bazen. Hem yakınızdır hem çok uzak.

Boğaz’dan gözlerimin önünden yüzlerce gemi, tekne, kayık geçer her gün. Kimileri tekrar tekrar bir Karadeniz’e bir Marmara’ya doğru hareket eden gemilerdir. Kimileri bir daha hiç hatırlanmayacak olan gemiler. Arnavutköy’ün sahiline bağlı gezi tekneleri çokça takılır gözüme, bazen de isminden, şeklinden şemalinden tanıdığım ama Boğaz’ın hangi köşesinde yaşadıklarını bilmediğim tekneler geçer. Arnavutköy’de deniz çok yakındır ve çok uzak. Bu hal denizden midir benden midir merak ederim bazen.

Nasuh Mahruki’nin “Kendi Everest’inize Tırmanın” kitabı karşıma çıkıveriyor İstanbul’daki evimin farklı köşelerinde. Ben taşıyor olmalıyım. Nasuh Mahruki ile Everest’e tırmanmak için İstanbul’dan yola çıkacağı günlerde Levent’teki evinde tanışmıştım. Ev çok kalabalıktı. Bir arkadaşımın çocukluk arkadaşıymış meğer. Çok soğuk bir havada kısa kollu, beyaz mıydı emin değilim ama açık renkli bir t-shirt giydiğini hatırlıyorum. Ufak tefek bir adamdı, sakin ve kuvvetli görünen. Dağlara gitmeyi tercih etmiş bir adam. Nasuh Mahruki’nin o gün tanıştığı onlarca yeni kişi ile birlikte beni hatırlaması mümkün olmayan bir tanışmaydı bu. Ancak o günden hafızamda yer eden şeyler var.

Ben dağları, yaylaları seven bir insan olamadım hiç. Amerika’da dört yıl üniversiteyi okuduğum Ithaca kasabası yaşadığım deniz kenarı olmayan ilk ve tek yerdi ama İstanbul Boğazı’nı andıran Cayuga Gölü’nün yanında kurulmuştu. New York Eyaleti’nin o bölgesi göller ve şelaleler bölgesiydi. Beni çeken hep su olmuştur, özellikle denizler. Dağları keşfetmeye gitmek bana yabancı gelen bir yolculuk. Kendi sınırlarını zorlamak, keşfetmek için göze alınması çok zor yolculuklara çıkanlara hayranlık duyuyorum. Sınırlarımı bu kadar zorlamadığımı düşünüyorum. Nasuh Mahruki’nin yaptıklarını okuyunca yaptıklarım çok kolay seçimlermiş gibi geliyor. Şimdi öyle geliyor.

Bir denizaltı geçiyor Boğaz’dan. Siyah gövdesi suyun üzerinde. Biraz önce geçen Sahil Güvenlik teknesine göre o kadar az beyazlık bırakıyor ki arkasında. Sessizce, yavaş yavaş geçiyor Boğaz’dan. Siyah gövdesinin üzerinde Arnavutköy sahilinden gözle görülebilen Türk Bayrağı’nın kırmızılığı yansıyor.

Ernest Hemingway’den bir alıntıya yer vermiş kitabında Mahruki: “Şu an sahip olmadığınız şeyleri düşünme zamanı değildir, elinizdekilerle neler yapabileceğinizi düşünün.” Geleceğe yönelik olarak planlar yapmak ruhuma uyar, ancak bir özelliğim var, doğuştan gelen bir şey mi yoksa babamdan bana kalan bir miras mı bilemiyorum ama bir konuda aksayabilecek birçok şey bir anda aklıma gelir, geliverir. Yapmak istediğiniz bir şeyi söylediğinizde bir yandan bu konunun tüm fırsat ve imkanları ve geleceği kendini gösterir; diğer yandan o işin başarıya gidebilmesi için yapılması gerekenler de bir anda, nasıl oluyor bilmiyorum ama bir anda kendilerini gösterir. İlk anda bu ağır bir yüktür. Zihnim çalışmaya başlar. Bu ihtimallerin belki birçoğu uzaktır ama zihnime gelirler.

Nasuh Mahruki kitabında bir bölüme “Tedbirli Olun” başlığını vermiş. Çevremdekilerin “gereğinden fazla” tedbirli olduğumu söyledikleri anlar olduğu gibi cesaretle ölçüp biçmeden kalkıştığım işler de oldu. Çok fazla hesap yapıyor göründüğüm ve hesapsız hareket ettiğim anlar. Her iki halin de benim için ölçüsü aynıydı esasında: Yüreğimin sesi.
Çok basit görünen bir işlem bazen yüreğimi o kadar rahatsız eder ki karşımdaki insanlardan, bu bazen elemanlarım olur, bazen müşavirim, bazen avukatım, bazen bir firma yetkilisi olur, bazen bir arkadaşım, bir dernekten dostum, bir hocam, farklı kişilerden basit görünen o duruma dair oldukça detaylı bilgiler isterim. İşlemin değişik yönlerini detaylı olarak sağlama almalarını isterim. Bunu bazen gereksiz bulurlar, fuzuli bulurlar, çoğu zaman yine de istek ve tercihlerime saygı gösterirler. Ben bile kendimden şüphe etmeye başlarım ama genelde bu süreçte sonunda gözden kaçan ve aksayabilecek bir şeyleri keşfederiz. Bir bakarım yüreğime huzur gelmiş, tekrar rahat nefes alabiliyorum.

Bazen de görünen verilere rağmen yüreğim başarı ihtimali düşükte olsa yüksekte olsa o işe girişmek ister. Sonuç bazen başarı, bazen başarısızlık olur. Yine de neredeyse her zaman o kritik anlarda doğru karar aldığımı bilirim. Doğrunun ne anlama geldiği ile ilgili tarifim değişmiştir biraz. Çok başarısız olarak adlandırılabilecek bazı girişlerimde, birkaç kişinin yaşamını siyahtan beyaza çeviren etkiler yarattığımı sonradan öğrenirim. Maddi olarak kaybım olmuştur, ama o insanların hayatlarındaki olumlu değişikliği yaratmak için gereken benim gibi biridir belki. Kendi için hesap yapmadan yüreği ile hareket eden. Onların varlığından haberdar bile değilken başladığım işlerin sonucu başkalarının yaşamlarındaki büyük ve olumlu değişimler olmuştur.

Yaşadıklarımdan aldığım dersler var, tam kabul etmediğim dersler var, kazandığım dostlar var, yitirdiğim dostlar var. Bir dağcının gerekli tüm tedbirleri almadan sadece yüreğinin sesi ile hareket etmesi kabul edilemez belki. Ama belki yüreğinin sesi bir yolculuğu işaret edebilir, dağcının yüreği bunu söyleyebilir. Gerekli tüm hazırlıkları yapar ama bir ses dur diyebilir, bugün gitme. Bilgi, hazırlık, çalışma yapılmalıdır; ruhumun yeni deneyimlerine göre yeterli değildir. Yüreğimin de onaylaması gerekir.

Belki bir dağcının yaşamında belki yeri olmayan ikinci hali var ruhumun. Dış faktörler ne kadar olumsuz görünürse görünsün olumlu olacağını hissettiğim adımları attıran ruh hali. Çocukluğumda, öğrencilik yıllarımda ve mühendislik yaptığım yıllarda kabul etmeyeceğim bir risk alma hali, başarı kadar başarısızlığı da peşinen kabul ederek bir işe girişme hali. Ego, bencil istekler diye tarif edebilirim belki, belki olabilir ama ben beni her ne olursa olsun yapmam için iten gücün ruhumun özünden gelen farklı bir hal olduğunu bilirim. Ego ile ruhun sesleri çok farklıdır aslında. Ruhun görevleri bazen kaybeden olmayı gerektirir.

Nasuh Mahruki’nin kitabını samimi buldum. İnandıklarını yazdığını düşündüm, birçok insana ışık tutacağını. Kendi yaşamımda ise bana eski Zeynep’i hatırlattı. Çok tedbirli, çok planlı, çok hazırlanan, çok ölçen, çok gayret eden, bencil olmayan sorumluluk sahibi, fazla sorumluluk sahibi Zeynep’i. Tüm bu çoklara rağmen nereden geldiğini bilemediği engeller ve sorunlar ile uğraşan Zeynep’i. Başarılı olan ama belki tam kendi olamayan Zeynep’i.

Fethiye’den ayrılmadan önce kahve falıma bakmıştı yakın bir arkadaşım, “Terazi var, dengeye geliyor herşey,” demişti. Denge kelimesi yaşamımın ayrılmazı. Aleister Crowley Tarot kartlarında hiç 8 sayısının nasıl resmedildiğine dikkat ettiniz mi bilmiyorum. Bir kılıcın üzerindedir ve o kılıcın üzerinde dengeye durmaktadır karttaki figür. 8 sayısı dengeyi arayan bir yaşamı sembolize eder, dengede olmayı. Bir yandan adaleti temsil eder, zıtlıkları dengelemeyi, merkezlenmeyi. Benim yaşam sayım 8 ve bu sayı belki de kaderimi tarif ediyor. Her duygu ve düşünce her zaman zıddı ile de yaşamıma konuk oluyor.

Pandül beni sağa sola sallayıp dururken ruhum o kılıcın üzerinde günleri karşılıyor.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Enerji

Ruhumun dünyalarında yeterince gezindim. Şimdi dünyamı neler aydınlatıyor, bunlardan bahsetmek zamanı. Tamamlayıcı tıp teknikleri hayatımın ayrılmaz parçası. Özellikle enerji aktarımı. Enerji çalışmaları.

Çevreci kimliğimi bilen dostlar enerji deyince yeşil enerji, güneş enerjisi kullanımı, rüzgâr enerjisi gibi konulardan bahsedeceğimi düşünüyor. Müteahhitlik yapan mühendis Zeynep’i tanıyanlar, ömrümün büyük bir kısmının baraj inşaatı ile geçtiğini bilenler hidroelektrik santrallerden bahsedeceğimi zannedebiliyor. Oysa yaşamımda enerji kelimesini en çok evrenin, ruhun, bedenin bize sunduğu gözle her zaman görülemeyen ama yeri geldiğinde kendini gösteren, elle tutulamayan denilse de varlığını ellerimizde inkâr edilemeyecek kadar net hissettirebilen enerjiden bahsediyorum. Farklı adları var bu enerjinin. Gökkuşağının renklerinin farklı tonları gibi farklıları. Farklı tatları var, farklı dokuları.

Reiki ülkemizde en çok bilinen enerji aktarım tekniği, en çok tanınan enerji. Reiki kuvvetli, hassas, duyarlı ve şefkatle saran bir enerjiyi aktarmamıza imkân verirken insan olarak gücümüzü fark etmemize ve sahiplenmemize de yardımcı oluyor. Reiki sadece kendi gücünü kullanma imkânı vermenin çok ötesinde insanı farkında olduğu ve olmadığı yönleri ile buluşturuyor ve kavuşturuyor.

Kendimizi güçlendirmek için yaşamak dışında bir şeylere ihtiyacımız olması bana da bazen ters gelir. İnsan olmak ve var olmak yeterli olmalıdır. Yeterliydi de belki. Maalesef 21. Yüzyıldaki yaşamımızda yeterli değil, çoğumuz için mümkün değil. Unuttuğumuz gücü bize hatırlatacak, tadını almamızı sağlayacak araçlara ihtiyaç duyuyoruz. Onlardan faydalanarak gücümüzü çok daha kolay keşfedebiliyoruz.

Kuvvetli olmak için ille de bir araca gerek yok. Sağlıklı olmak için tekniklere ihtiyaç yok. Mutlu olmak için yabancı hocalar ile çalışarak yabancı kelimeler öğrenmemiz gerekmiyor. Gerekmiyor. Gerekmiyor. Birçok kıymetli Türk ve yabancı hoca işimize çok yarayacak metotları ve deneyimleri paylaşıyor. Gerekmiyor ama işe yarıyor. Zaman kazandırıyor. İşini bilgisizce yapanlar öğrenci ve danışanlarından çok kendilerine zarar veriyorlar. Faydalı bilgiler ile destek olanlar esasında kendi yolculuklarını kolaylaştırıyorlar.

Nazar kültür olarak yabancı olmadığımız bir kavram. İslami öğretilerde yeri var; farklı geleneklerde farklı şekillerde ifade ediliyor. Enerji bakış açısı ile nazar gerçek. Nazar diye adlandırdığımız şey zarar veren bir enerji. Bazen bilerek bazen kişinin duygu ve düşünceleri ile doğal olarak oluşabilen olumsuz bir enerji. Olumsuz diye adlandırmak bulabildiğim ne yakın tarif. Nazar dediğimiz enerji ulaştığı yeri besleyen bir enerji olmuyor. Teması ile bütünlüğü kesiyor, bölüyor, parçalıyor. Ulaştığı yerin gücünü alıyor, güçsüzleştiriyor. Verdiği darbeler ile diğer darbelere karşı savunmasız bırakıyor. Yıllarca etkisi altında bırakabiliyor. Vücudun direncini azaltarak sadece başarısız olmamıza, işlerimizin aksiliklerle devam etmesine neden olmuyor. Sağlığımızı korumamıza da engel alıyor. Eşyaları dirençsizleştiriyor, daha kolay zarar görmelerine neden olabiliyor. Enerji alanımızda yarıklar, kesikler bırakıyor. Enerjimizi doldurmakta zorlanıyoruz. Sanki bir kevgire su doldurmaya çalışmaya uğraşıp duruyoruz.

Enerjileri görmek, hissetmek, fark etmek mümkün. Görünce başa çıkmak, anlamak daha kolay. Yoksa gaipten gelen tokatlar ile savrulup durduğumuzu anlamadan, “Neden, neden, neden?” deyip duruyoruz. “Neden?” … Görünmez eller sarsıyor sanki bedenimizi, görünmeyen duvarlara çarpıyoruz. Bize görünmez gelen ama var olan.

Enerjileri görmek, hissetmek, fark etmek mümkün. Esasında birçoğumuz bunu yapıyoruz. Yapamadığımıza inanmakla uğraşıyoruz. İçimize doğan hisleri “Yok canım,” diyerek silip atıyoruz. İçimize sinmeyen sözleşmelere imza atıyoruz. İçimize sinmeyen iş ortaklıkları, yaşam ortaklıklarına adım atıyoruz. Adımlarımız geri geri gitmek istiyor; bile bile dinlemiyoruz.

Dünyada gizli bir bilgi yok. Gizli bir düşünce, gizli bir söz yok. Her yaşanan, her düşünülen, her hissedilen ulaşabileceğimiz bir kayıt. Kinesioloji bunu aktaran bir dal. Bedenimiz evrendeki her bilgiyi okuyabilecek, bilgisayarın temel dili olan ikili cevaplar verebiliyor bize. Sıfır bir. Evet hayır. Olumlu olumsuz. Cevabı evet hayır olan her sorunun cevabını bedenimizden almamız mümkün. Cevapları almak için nefesimizde yeterli, göz kapaklarımız yeterli. Cevapları bilmek için düşünmemiz ve cevabını sonucuna karışmadan tarafsızca dinlememiz yeterli. Dünyanın farklı köşelerinde birçok insan kendilerine ve başkalarına dair soruların cevaplarını bu şekilde alıyor.

Dünyada gizli bir bilgi yok. Farz edelim sizinle bir çalışma yaptık, seanstan çıktınız. Yapmam gerekenleri yaptım mı bilebilirsiniz. Sizden istediğim ücret adaletli mi bilebilirsiniz. Bana ihtiyacınız var mı bilebilirsiniz. Haydi ikili ilişkilere değinelim. Beraber olmaktan hoşlandığınız biri var. Yanında olmaktan hoşlanıyorsunuz, konuşmaktan keyif alıyorsunuz, saatler bitsin istemiyorsunuz. Onun hislerinden emin değilsiniz. Esasında onun sizin için ne hissettiğini bilebilirsiniz. Cevabı duymaktan çekindiğiniz için frekansları karıştırabilirsiniz, duymamayı seçiyor olabilirsiniz. Ama cevap oradadır.

Bizler kendimiz dışındaki insanlar için bu cevabı çok daha rahat duyarız. Kişiler ile duygusal yakınlıklarımız azaldıkça bu sesleri daha rahat duyabiliriz. Objektif kalabildiğimiz sürece cevapları çok daha rahat anlayabiliriz. Cevap her zaman vardır. Cevap vardır her zaman. Mesele duymayı seçmekte yatar çoğunlukla. Duymak o kadar da kolay değildir.

Ben sizin sorularınızın cevapları kendi sorularımın cevaplarından çok daha net duyarım, çok daha net bilirim. Evrenin sigorta sistemidir bu. Bir sigorta sistemi daha vardır. Cevapları ancak cevapları kendim için kullanmayacaksam duyarım, kendi yararıma kullanmak gibi bir derdim yoksa. Başkalarına zarar vermek gibi bir derdim yoksa duyarım ve alırım. Cevaplar cevaplara saygı duymaya başladığımızda artmaya başlar. Cevaplar bir yandan nimet bir yandan omuzlarımızda taşınması gereken yüklerdir aslında.

Reiki gibi bir enerji çalışması yapmak enerjileri daha yakından tanımamıza fırsat verdiği için enerjileri okumamıza da destek verir. Tanıdıkça gördüğümüzde fark etmeye, anlayabilmeye ve okuyabilmeye başlarız. İnsanın unuttuğu kendine ait bir gücü hatırlamasıdır bu. İnsanın kendini tekrar keşfetmesidir.

Sevgi bir enerjidir. Tüm duygular, sözcükler, davranışlar, duygular, düşünceler, eşyalar enerjidir. Hepimiz ve her şey enerji. Olumlu, olumsuz, görünen, görünmeyen…
Ait olduğumuz dünyanın tüm boyutları ile tanıştıkça yaşam macerası biraz daha keyifli hale geliyor sanki.

Yaşam macerası devam ediyor.

Öğrendiklerim



Ailemden, büyüklerimden, arkadaşlarımdan, öğrencilerimden öğrendiğim çok şey var. Yaşamıma dokunan insanların bana söyleyecekleri olduğuna inanırım. Karşılaşmaların tesadüf olmadığına.

Kendimde olmadığını gördüğüm ve olmasını istediğim özellikler var. Yapabilmek için gayret göstermek istediklerim var; belki başaramayacağımı düşündüklerim var. Yaşam ömrümün sonuna kadar sürecek olan iç mücadeleleri de getiriyor. Ömür bitmedikçe bitiş çizgisine varılmıyor.

Benden merhametli, benden sabırlı, benden yürek olarak temiz, benden şefkatli, benden adaletli, dürüst, korkusuz, yaratıcı, yetenekli, zeki, akıllı, başarılı, çalışkan, titiz, neşeli, saf ve sevecen insanlara rastladım. Yaşamımda kuvvetli olduğunu düşündüğüm neredeyse her konuda benden iyi olanları yaşam bana gösterdi. Hiçbir zaman yere vurmadı yaşam beni, takdirsiz bırakmadı. Ancak ne kadar iyi olsam da benden iyi olanları, gerek maddi gerek manevi anlamda daha iyi durumda olanları hep gösterdi. Yaptıklarımdan hoşnut olduğum çok oldu; kendimde tam olarak gurur duyabildiğim zamanların sayısı ise pek o kadar fazla değil. Belki hep geliştirmem gereken noktaları da gösterdiği için yaşam bazen yersiz gurur diye adlandırılabilecek davranışlarda bulunmuşumdur ama çok kibirli yapmadı beni. Kendimi beğenmelerim oldukça kısa sürdü. Genelde oldukça kısa. Dedim ya kendimi başarılı bulduğum günler oldu. Bu hissi yaşayabilmem gerçekten çok emek verdiğimde mümkün oldu. Eksiklerimi görmek konusunda zorluk yaşamadım. Yaptıklarımı yeterli bulmak konusundaki zorluklarım hep daha fazlaydı. Bugün bu bakış açım çok değişmemiş gibi.

Sevdiğim insanların beni sevdiğine güvenebildiğim anlar eskisine göre çok olmakla beraber, kendimde gördüğüm olumsuz özelliklerin sevilir olmamı engellediğini de düşündüm. Yeterince düşünceli, yeterince hoşgörülü ve hatırşinas, yeterince iyi niyetli, yeterince sevgi dolu, yeterince güzel, yeterince güvenilir, yeterince istikrarlı olup olmadığımı çokça sorguladım. Özlenecek bir arkadaş olma becerimden istediğim kadar hoşnut kalmadım. Hissettiğim duygulara göre davranmayı, duygularımı gösterebilmeyi her zaman başaramadım. Yüreğimde hissettiklerimin niyetin gücü ile sevdiklerime ulaşmasını diledim, umut ettim. Kelimelerimin seslerinden çok, ifade edilmeyen duygu ve düşüncelerin enerjisini ilettim sevdiklerime.

Ben doğduğumda babam 43 yaşındaymış, benden 2-3 yaş büyük. Neden geç yaşta evlenip çocuk sahibi olmayı seçtiğini çocukken çok düşünmüştüm. Ben doğduğumda 43 yaşında olması, babamın yaşının arkadaşlarımın babalarına göre çok büyük olması beni düşündürmüştü. Çok enerjik, sportif yapılı bir adamdı babam, çok kuvvetli bedenini belki şantiyelerde sınırlarına kadar zorlamasından bir yandan kuvvetini hiç yitirmedi, bir yandan ameliyatlar ve hastalıklar ile mücadele etti. Hastalık sözünü yaşasa bile ağzına almadı, aldırmadı son zamanlarına kadar. Babam sahip olmak istediğim birçok özelliğin barındığı bedendi benim için. “Aynen baban gibi konuştun,” der bazen annem. “Baban da aynen böyle yapardı,” der. Ben farkında değilim. Yirmili yaşlarımın başına kadar, yani üniversiteyi bitirip babamla çalışmaya başlayıncaya kadar beraber geçirecek çok zamanımız olmadı babamla. Sevgisini, ilgisini, ailesine verdiği kıymet ve önemi hep derinden hissettir bizlere babam, ancak fiziken yanımızda yoktu. Şehirden şehire, şantiyeden şantiyeye giden bir adamdı. Bizler için çalışmak görevini üstlenmişti.

Belki artık bizlerle olmadığı için babamdan bahsedip duruyorum ama evimizin asıl temel direği eşi yanında olmadan çocuklarını büyüten annemdi tabii ki. Dürüstlükten, saygıdan, hoşgörüden, sabırdan ayrılmayan kuvvetli bir kadın annem. Doğru düşünen bir kadın. Modellemek istediğim ama tam başaramadığım, sevgi ile mantığı birleştirmeyi başaran bir kadın. Adı Sevgi olan bir kadın.

Annemin ve babamın bana gösterdiklerinden öğrenmeye çalıştım. Hiçbir zaman doğruluklarını, farklı yaşların farklı duygu rüzgarlarında kabul etsem de etmesem de, yok sayamadım. Yaşım 41’ e geliyor ama galiba henüz tam büyüyerek onlardan el alamadım. Sanki çocukluğum öğrenciliğim gibi devam ediyor.

“Kendi öğrenmemiz gereken şeyleri öğretiriz en çok,” demişti bir hocam. Yaşamımı eğitmenlik ve danışmanlık yaparak kazandığım bu günlerde yaptıklarımın beni kendi mezuniyetime hazırlayan adımlar olduğunu düşünür oldum. Öğreten asıl öğrenen aslında.

41 yaşın bir kerameti var mı bilmiyorum ama yaşamım kendini farklı ayrıntıları ile pek çok düşündürüyor son aylarda bana. 22 Mayıs'a dört ay var. Göreceğiz Zeynep Zeynep’e daha neler söyleyecek o güne kadar…

4 Şubat 2011 Cuma

Sadece Olmak


Fethiye’ye neden geldim bu hafta? Fethiye Lions Kulübü’nün toplantısı vardı. Reiki dersi almak isteyen öğrencilerim, görüşmek isteyen danışanlar vardı. Neredeyse iki aydır doğru düzgün gelememiştim.

Fethiye’ye neden geldim ben bu hafta?

Bir arkadaşımın gideceği haberini aldım. Dinlendim. Yalnız kalmak için zaman buldum. Yazmak ve dinlemek için zaman buldum. Çalışmak için istediğim kadar konsantre olamadım; duygularımın sesi daha yüksekti bu hafta. Duygular dünyasına dalıp çıktım.

Yapmak için geldiğimi düşündüğüm işlerin birçoğuna başlayamadım bile bu hafta. Kötü bir planlama mı yaptım, tembellik mi ettim, nedenleri mi yanlış anladım? Bir yerden kalkıp başka bir yere gitmek bir güç ister. Benim gibi haftada bir iki defa seyahat eden bir insan için bile harekete geçmek kolay değil. Bir enerji gerekiyor bu kesin.

Bu enerjiyi bize veren farklı nedenler çıkıverir karşımıza. Mecburiyetler, yükümlülükler, yasal işlemler, resmi işlemler, sosyal çalışmalar, dernek işlemleri, vergi ödemeleri, düğünler, cenazeler, doğumlar… Bin bir adı vardır bizi harekete geçiren enerjinin. Ama hepsi sadece bir vesiledir. Olmamız gereken yere bizi götürmek için gereken sebeplerdir çoğu aslında. Bizi harekete geçirmek için gerekenler.

Bazen bir şey yapmak için değil sadece olmak için bir yere gideriz. Sadece orada olmak için. Hani bir resim yaparsınız, detayları çizersiniz, boyaları kullanırsınız, aylarca haftalarca emek verirsiniz. Bitmesi için gereken bir ton vardır. O rengi bulamayınca iş tam bitmez. Bazen sadece o renk olmamız gerekir. Bizi bekleyen ressamın çağrısıdır bizi harekete geçiren. Esas işi yapan odur, bize gitmek ve kendimiz olmak görevi düşer.

Ya da yapbozlar vardır, detaylı, manzaralar, şekiller, insan yüzleri. Ne kadar çok detaylı ve karışık desenler vardır, o desenleri oluşturan parçalar. Bir de şekli, manzarayı, görüntüyü etkilemeyen ancak yapbozun bitebilmesi için mutlaka gereken düz renkli parçalar vardır bazen. Gökyüzünün bir parçası, ormanların, çimlerin bir parçası, özelliksiz görünen parçalar. O son parça yerine gelmeden bitmez yapboz, manzaranın tamamını yaratmış olsanız da gökteki o eksik parça işi yarım bırakır. Yapboz dünyası dayanamaz, yollar çağrısını.

Bazen dağları devirmemiz için çağırırlar bizi; bazen sadece oturmak dinlemek için. Bazen sadece evimizde tek başına oturmak ve çayımızı yudumlamak yeterlidir yapbozu tamamlamak için. Bazen kan ter içinde gece gündüz çalışmak, düşünmek, denemek, yapmak, çabalamak gerekir. Çabalarken nereden orada olmamız gerektiğini farklı sorguları; yapmak için gittiğimiz hiçbir şeyi yapamadan boş boş oturduğumuz da farklı. Cevaplar ise aynıdır aslında.

...

Sadece bu hafta değil, neden Fethiye var hayatımda? Neden gelip gidiyorum? Neden Japonya var? Neden Amerika var? Neden Malatya vardı, neden İstanbul hep var? Neden Londra var? Neden her gidişimde Londra metrosunda yürüyen merdivenlerden çıkıp inerken sanki hep oradaymışım ve orada olacakmışım hissi ile ürperirim? Neden Fethiye’de zaman durur? Neden eski İstanbul yüreğime hüzün hissini verir? Nedenler listesi uzun. Ve bir kısmı farklı şeylere dair.

Yaşam bazen sadece olmaya dair. Hiçbir şey yapmadan bir yerde olmaya, durmaya. Var olmaya dair. Yaşam sadece bir şeyler yaptığımız zaman anlam kazanmıyor. Bazen biz durmak istesek de bizi koşturuyor. Bazen biz koşmak istiyoruz, o dur diyor.

Uzun bir liste ile geldim Pazartesi akşamı Fethiye’ye. Yanına yapıldığına dair işaret konulanlar bir elin parmağını geçmiyor. “Kalkmam lazım, kalkmam lazım,” diyorum. Yaşam ise sadece gülümsüyor ve “Sabırlı ol,” diyor.

Ayrılık


Çok yakın bir arkadaşım eşinin ve kendisinin işi durumu nedeni ile ay sonunda Fethiye’den taşınacağını haber verdi iki gün önce. Son iki ayda aldığı bir karar olduğunu paylaştı, benim Fethiye’de sadece dört beş gün bulunabildiğim iki ay içinde.

Bazı haberler dalga dalga vurur bizi, dalga dalga gelir ve sarsar. Bu haber de öyle oldu benim için. Bu dostum sadece bir dağ gibi arkamda durup bana destek veren bir kişi olduğu için değil, ayrılıklar bir ölüm tadı taşır belki daha çok o yüzden.

Rahmetli babam inşaat yüksek mühendisiydi, müteahhitlik yapardı. Çocukluğumuz onun Anadolu’nun farklı köşelerinden geri gelmesini bekleyerek geçti. Ayrılık nedir bilirim. Üniversite yıllarında önce ağabeyim gitti Amerika’ya, sonra ben üniversite eğitimim için. Ünlü bir Amerikan üniversitesi burs vermişti, bu fırsatı tepmek olmazdı. İstiyordum ben de gitmeyi. Amerika’daki üniversite’deki odama yerleşim gece yattığımda tavana bakıp “Nasıl geçecek bu dört yıl…” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Dört yıl ailemden nasıl uzak kalacaktım. Önceleri hem kış yarıyıl hem yaz tatillerinde Türkiye’ye dönerek, sonrasına sadece yaz tatillerinde İstanbul’a dönerek geçti yıllar. Sonra ağabeyim tekrar Amerika’ya gitti MBA İşletme Master’ı için.

Aile büyüklerimiz son yıllara kadar benim yaşadığımdan farklı şehirlerde yaşadılar çoğunlukla. Teyzelerim ile çocukluğum telefon görüşmelerinde hasret giderdiğimiz kıymetini bilmeye özen gösterdiğimiz kısa buluşmalar ile geçti. Annemin küçüğü olan Serap Teyzem üniversite yıllarında bizimle birlikteydi. Ondan ayrılmak hep çok zor olurdu. Kuzenlerimden Murat Ağabeyim Kadıköy Anadolu Lisesi’nde yatılı olarak okuyordu ve hafta sonları bize evci çıkardı. Okulu bittiği zaman da Teyzemlerin yanına Elazığ’da dönerdi. O yıllarda ortaokul ve liseler ilkokullardan önce kapanırdı. Murat Ağabeyim benden yedi, ağabeyimden beş yaş büyüktü. Onun gideceği günler yaklaştığında bizleri büyük bir hüzün alırdı. Birkaç gün daha kalsa diye dua ederdik. Tabii o da bizleri sevgi ile kucaklayıp sarsa da anne ve babasının hasreti ile bir an önce yola çıkmak isterdi. Bizleri kendi anne babasından çok daha fazla görüyordu sadece hafta sonları görüşsek bile.

Hasret hepimizin yaşamında var. Babam 2004 yılının Eylül ayında öldü. Ayrılığın tadını tarif etmeye gerek kalmadı. Bir yandan çok özlüyorum, bir yandan hiç gitmemiş gibi.

Belki babamın yaşamından alıştığımdan mı okul yıllarımın bitmesi ile hep hareketli bir yaşamım oldu. Önce inşaat işlerimiz nedeni ile şantiyelere, ihaleler ve görüşmeler için özellikle Ankara, Malatya, Elazığ, Adıyaman ve Kayseri olmak üzere Türkiye’nin birçok farklı şehrine gittim. Sonra danışmanlık, eğitmenlik, koçluk yapmaya başladım, farklı nedenlerle ve farklı şekillerde önce Fethiye girdi hayatıma, ikinci evim oldu, belki de memleketim oluverdi kısa sürede. Muğla girmeye başladı farklı yöreleri, ilçeleri ile hayatıma, Antalya ve İzmir kervana katıldı.

Türkiye kadar dünyanın farklı köşelerine gidip geldim. Gidip geliyorum. Hep bir yolculuk hali var hayatımda. Hep bir ayrılık, hep bir kavuşma. Aynı yerde üç dört ay geçirmeyeli çok uzun zaman oldu. Aynı yerde kesintisiz bir ay geçirmek hayal oldu.
Şikâyet eder halde bulsam da kendimi, istediğim için, tercih ettiğim için ayrılıklar ve kavuşmalar dünyasında yaşıyorum. Öyle olmalı, başka yolu yok.

Çocukken bazen gecenin geç saatlerinde uçak yolculuklarından gelişini beklerdik babamın. Uykumuz gelir dayanamazdık beklemeye çoğu zaman. Sabah uyandığımızda babam çoktan yazıhanesine gitmiş olurdu ama antredeki masada, üzerinde Türk Hava Yolları’nın arması bulunan bir çikolata, bir kek, bir kurabiye de bizim için bekliyor olurdu. Babam uçaklarda yapılan ve taşınabilecek ikramları yemez, bizim için saklardı.

Türk Hava Yolları’nın logosu, arması kavuşmak demekti benim için bir anlamda. Bunu şimdi çok daha net fark ediyorum. Kim bilir uçakların çevreye olumsuz etkilerini bilmeme rağmen belki de bu yüzden uçmayı çok seviyorum. Uçmayı gerektirecek işler ve sosyal çalışmalar yapıyorum. Ve belki de bu yüzden tercihimi hep Türk Hava Yolları’ndan yana kullanıyorum…

Her ayrılık bir ölümdür aslında, ancak kavuşmalarda sanki can veren bir nefes tekrar dolar ruhumuza…

26 Ocak 2011 Çarşamba

Gökyüzünün Halleri

Fethiye’de gökyüzüne bakınca dünyanın yuvarlak olduğunu hisseder insan. Gök kubbe kelimesi gelir akla. Gök kubbeyi hissederim.

Antalya’da gökyüzü o kadar büyük görünür ki görkemli dağlar küçülür. Antalya’da göğün değişen halleri kadar büyüklüğü de etkiler insanı, sanki sonsuzluk hakimdir dünyaya. Yer gökten beslenmektedir.

İstanbul’da denizdir öne çıkan. Gökyüzü bir örtüdür günü ve geceyi saran. Güneşi ve ayın üzerinde parladıkları perdedir gökyüzü. Bazen gri, bazen mavi, bazen ışıl ışıl. Nadiren yeri göğü inleten şimşekler çakınca farklı şeyleri düşündürür İstanbul. Yaşama, insana, ruha dairdir İstanbul. Yaşanmışlara ve yaşanacaklara.

Gökyüzünün halleri ruhumun halleridir aslında.

Ruhumun sesi bir bakarım yansımış dev ekrana…

Sevmek


Sevgi üzerine düşünüyorum. Dedem ve anneannemi düşünüyorum. Ortanca kızları olan anneme Sevgi adını koyarken neler düşünüyorlardı acaba? Zaten 44 yaşında çok genç yaşta ölen dedemi görmedim ama anneanneme de sormadım hiç. Sormak aklıma yeni geliyor. Ve şimdi yine çok geç.

Antalya’dayım. Kendimi Facebook’ta yazarken bulduğum üzere babamın babası olan dedemin alay komutanlığı yaptığı, babamın doğduğu ve halamın öldüğü şehirdeyim. Antalya Lions Kulüplerini Lions 118-R Yönetim Çevresi Genel Yönetmen Ziyaretleri var. Bu kulüplerden bir tanesi olan Antalya Lions Kulübü ile benim dönem başkanlığını yaptığım Fethiye Lions Kulübü aynı bölgeye bağlı. Ben de bu nedenle Antalya’ya gelerek katılmak istedim. Yüreğim istedi.

Antalya her gelişimde şaşırtır beni biraz ve hep babamı hatırlatır. 2004 yılının öncesinde neyi hatırlatırdı doğrusu şimdi bilemiyorum. Babamın yaşamın yeri olan bir şehir olması dışında doğası ile de babamı hatırlatır Antalya bana. Babamın sevdiği bir doğası olduğu için değil. Dağ ve deniz, en güzel doğa, derdi babam ama sanki yüksek heybetli dağlar ve deniz babamı da tarif eder sanki. Antalya gibidir sanki babamın ruhu. Bazen güneşle parlayan çarşaf gibi bir deniz, ama her zaman arkasında yüksek dev ve kuvvetli dağlar. Biraz korkutucu, biraz heybetli, insanı etkileyen dağlar. Dev bir deniz, sakinliği içinde bile kuvvetini unutturmayan bir deniz. Geniş, sınırsız.

Fethiye’de de benzer bir manzara vardır. Fethiye Körfezinde deniz belki aynı sınırsızlık hissini vermez ama geniştir, ferahtır, biraz daha şefkatli görünür belki. Yüksek dağlar Fethiye’nin etrafını sarar, yüksektirler ama aşılmazlık hissini vermezler sanki. Antalya’da doğa büyük insan çok küçük görünür bana. Fethiye’de ise kimi fırtınalı günlerde doğa yüreğimi titretse de sanki yaşam kaldırabileceğim hissini veren bir ağırlıktadır. Babam gibi ben de dağ ve denizi bir arada seviyorum bu kesin. Ruhumn kaldırabileceği dereceleri farklı günlerde farklı olsa da.

Antalya’dayım. Yoğun iş günlerimin arasında bir mola bu iki gün. Bir yandan evraklarım, bilgisayarım yanımda, çalışıyorum. Diğer yandan zihnim farklı dünyalara seyahat ediyor. Farklı yerlerde olmayı seviyorum. Gözümün önündeki manzaranın değişmesini seviyorum.

Farklı şehirlerde farklı Zeynep’ler belirir. Şehirlerin ruhu mu benim ruhumu etkiler yoksa farklı parçalarım ile mi birleşirim bilmiyorum ama farklı şehirlerin aynalarında farklı Zeynep’ler çıkar karşıma. Sanki bunu da severim. Bilmediğim, görmediğim, unuttuğum yönlerim ile karşılaşırım. Bazen beş yaşındaki Zeynep güler odanın içindeki aynadan, bazen yabancı bir bakış şaşırtır beni. Bazen yüzlerce yıldır parçası hissederim içinde durduğum mekânın, bazen adını koyamadığım hisler kaçmak ister kaçamayacağını bilerek. Farklı şehirleri severim ben. Macerayı severim. Babamın da macerayı sevdiğini bilirim, yıllarca Türkiye’nin farklı köşelerinde şantiyelerden şantiyelere koşarken toprağın onu beslediğini bilirim. Antalya’yı sevdiği kadar, dünyanın farklı köşeleri de gezmeyi, bazen bir mezranın kenarında durup arabadan inerek havayı solumayı ne çok sevdiğini, bastığı toprağa sonsuza kadar ait hissettiği, bazen beş yıldızlı bir otelin çay saatinde piyanonun seslerinde ruhunu bulduğunu, Avrupa’nın sanki hepsine ait olduğu hissini veren şehirlerinden bir tanesine gezerken başka bir yere ait değilmişçesine var olabildiğini. Ama ömrünün çok daha büyük kısmını bu ülkenin bilinen ve hiç bilinmeyen köşelerinde geçirdiğini.

Babamı özlüyorum. Çok. Bir yandan ulaşılamayan diyarlarda. Bir yandan hemen yanı başımda. Neredeyse her zaman. Babamı özlüyorum. Ve ayrılık derin bir acı olsa da özlemek de güzel. Özleyebilmek.

Antalya’dayım ve yüreğim sevmek istiyor. Güneşle parlayan, sonra bir anda bulutlanan, tekrar açılan, parlayan ve kararan gökyüzü ile Antalya’yı sevmek istiyor mesela. Şu anda Antalya’da olmayı sevdiğim kadar. Aynadaki sanki babamın gözlerinden gördüğüm Zeynep’i sevmek istiyorum. Günahımla sevabımla. Bilmeyerek yaptığım hatalar geliyor aklıma. Ve merak ediyorum bilerek yaptığım neler var.

Karşıma çıkan bir insana sevgi ile bakabilmek bir hayal mi düşünüyorum bazen. Yoksa tek gerçek mi? Karşıma çıkan her insanın kaderimde yazılı olduğuna inanıyorsam eğer hepsine beni sevdikleri için razı olmadılar mı benim yazımda yer almaya?

Antalya’da cesur hissediyorum nedense. Kendimle yüzleşmek için yeterince kuvvetli. Kendime sabırlı, kendime şefkatli ve hoşlanmadığım resimlerime bakmaya hazır.

Yarın İstanbul’a kalkacak uçağım beni hangi duygu hallerine taşır bilmiyorum ama bugün için zamanın dakikaları olmam gereken yerde olduğunu hissettirecek kadar yavaş ilerliyor. Nefes alıyorum veriyorum. Alıyorum, veriyorum. Sanki dört bir tarafa dağılmış parçalarım bugün birleşebiliyor. Yanımdaki sessiz fısıltı “Hoş geldin kızım”, diyor. Yok, daha çok “Seni seviyorum kızım,” diyor. O ses belki bana hep sesliyor. Ruhum bugün uzun zamandır olmadığı kadar çok yaşama, babama ve bu şehirdeki zamana şükrediyor.



21 Ocak 2011 Cuma

Çok Başarısız Olmak

Yaşamımdaki her olayın benim için bir anlamı olduğunu biliyorum.

Biliyorum bilmesine de neden olması gerektiği gibi olduğunu kabul etmek her zaman aynı kolaylıkta olmuyor.

Bundan bir hafta önce bir eğitime katılmak üzere Şile’deydim. Lions Kulüplerinin, Lions Enstitüsü’nün Eğitmenlik Eğitimi Kampında. Geçen Perşembe sabahı, sabaha karşı İstanbul’a vardı Londra’dan gelen uçağım. Gece uçağı ile gelmekten başka şansım yoktu, Şile’deki eğitim sabah saat 10:00’da başlayacaktı. Katılmak istiyorsam yetişmeliydim ve katılmak hakkının verilmesi büyük bir şans ve onurdu benim için.

Şile’ye uzun zamandır gitmemiştim ve yol oldukça uzun geldi. Uçakta uyumaya çalışmıştım ama Pazartesi günü gittiğim Londra’da iki günlük bir eğitime katılmıştım. Havalimanından eve geldim, bir duş aldım, daha önceden hazırladığım valizimi kontrol ettim. Ağabeyimin sabah trafiğinde iki saat sürebileceğini söylediği yola çıktım. Emre Aydın’ın yeni CD’sini almıştım. Dinleyerek çıktım yola. Yolun uzunca bir bölümünde CD’nin üçüncü parçasını dinledim. Şile’ye bir buçuk saate yakın bir zamanda vardım. Yorgun olmama rağmen üzerimde bir huzur ve tarif etmekte zorlandığım bir heyecan vardı.

Otele girdikten az sonra Nisan ayında Antalya’da katıldığım Başkanlar Kampı’ndan bir hocam beni karşıladı. Az sonra da Ege Akdeniz Yönetim Çevremizden eğitime katılan Yönetim Çevremizin bir komite başkanı bir Lion büyüğüm ve Leo Yönetim Çevresi Başkanımız geldiler. Kamp başlıyordu.

Hızla odamı çıktım, ceketlerimi asıp yine zaman kaybetmeden aşağıda indim. Geç kalmak istemiyordum. Yorgundum, ama bunu düşünecek zaman yoktu. Yoğun bir dört günün beni beklediğini biliyordum; esasında beklediğimden çok daha yoğun bir dört gün olacaktı.

O güne kadar sayısız eğitime katılmıştım. Türkiye’nin ve Dünya’nın farklı köşelerinde çok harika eğitimlere, çok vasat eğitimlere, dünyanın en iyi hocaları ile, yaşamdan bezmiş ne anlattığını bilmeyen hocalar ile, meditasyon eğitimlerine, enerji çalışması eğitimlerine gitmiştim. İşletme derslerine, hukuk derslerine, dil derslerine, resim derslerine, farklı ekollerin eğitmenlik eğitimlerine gitmiştim. Heyecanlanmamayı başaramadım bu güne kadar. Doyamadım. Bu eğitim başlarken yine içimde yükselen bir heyecan vardı. Bu eğitimi katıldığım diğer birçok eğitimden farklı kılan burada sadece kendimi değil parçası olduğum Fethiye Lions Kulübü’nü ve kulübümüzün içinde yer aldığı Lions 118-R, Ege Akdeniz Yönetim Çevresi’ni de temsil ediyor olmamdı. Belki beni daha çok düşündüren de buydu.

Hayatta başarılarım oldu, başarısızlıklarım oldu. Genelde başarılarım başarısızlıklarımdan çok oldu. Çok başarılı anlarım olduk, çok başarısız diyebileceğim anlarım da oldu. İlk çoklar ikinci çoklardan çok daha fazla oldu. Her iki halin tadını biliyorum. Her ikisine giden yolun genelde çok farklı olduğunu. Bazense düşünülenden çok daha yakın olabildiklerini.

Dört günlük kamp başladığında bir şeylerin ters gitmekte olduğuna dair bir hissim vardı ama hislerimi takip edemeyecek kadar yorgundum. Eğitimde benden yirmi yirmibeş yaş büyük katılımcılar vardı. Yorgunluktan bahsetmek pek yerinde gelmiyordu.

Lions’un eğitmenlik eğitimi çok iyi hazırlanmış bir eğitimdi. Beklediğimin çok üzerinde bir eğitim. Eğitimin içeriği ve formatı oldukça tanıdıktı esasında. Bana daha etkileyici gelen eğitmenlerin kalitesiydi. Dünyadaki çok ünlü ve aynı zamanda iyi olmayı başaran eğitmenlerden aldığım eğitimlerin tadındaydı.

Yine de benim içimdeki heyecan geçmiyordu. Ben ruhumun parçaları sanki son on gün içinde gezindikleri yerlerdeydi hala. Biraz Fethiye’de, biraz Swiss Cottage’da, biraz Londra metrolarının farklı katlarında, biraz ruhumun yorulduğu zaman kaçmak istediği hayal dünyalarında. Nedense bedenim ve ruhum birleşmiş değildi sanki. Kendimi dışardan seyrediyor gibi hissediyordum. Şile’deki Zeynep’i seyrediyordum. Filmi seyrederken gözlerim kapanıyordu.

Mühendisliğin benim yaşamda tek yolum olmadığını kesin olarak fark ettiğim zaman yaşamın benimle farklı şekillerle konuşmaya başladığını da keşfetmiştim. Hemen olmasa da. Yaşamda her şeyin bir nedeni olduğunu defalarca görmüştüm. İsyan ettiğim bazı anların başkalarının hayatlarında açtığı sayısız kapıyı görmüştüm. Zor zor zor dediğim anları yaşamaya devam ederek gelen sürprizlerle başım dönmeye devam etmişti. Ardı ardına. Ne kadar çok nedenle ne kadar çok ispat yağmıştı üzerime. Ne çok cevap geçit yapmıştı önümde. Yaşanması gerekenlerin teslim olduğum bir kaderden öte dualarımın kabulü ve yaşamak için geldiklerim olduğunu hatırlamaya ihtiyacım yoktu belki. Yine de nedenlerin ve niçinlerin kendilerini göstereceklerine inancım azalmasa da, cevabı beklemek için gereken sabra sahip olmak her zaman kolay olmuyordu.

Sabır.

Sorularımın cevabı. Ruhumun imtihanı.

Kuzenim Murat Ağabeyim son çıkan kitabım “Kitaplar Soru Sorar”ı almış. Şile’den döndüğüm akşam annemin evinde kuzenim ve ailesi ile bir araya geldiğimde imzalamam için kitabımı alıp getirmişti Murat Ağabeyim. Esasında bundan iki hafta kadar önce yeni yılın ertesi günü 1 Ocak’ta yılın ilk yemeği için annemle ve Murat Ağabeyimin ailesi ile Kanyon’da bir araya gelmiş ve yemek yemiştik. Sonra Kanyon’un en üst katındaki D&R Kitabevi’ne gitmiştik. Hepimiz farklı köşelere dağılmıştık. Yarım saat sonra bir araya geldiğimizde kuzenim orada raflarda yeni kitabımı bulmuş ve kitabın okuduğu bir bölümünü paylaşmıştı. Bu arada kitabımın çıktığını aileme haber vermemiştim. Benim için daha enteresan olan Murat Ağabeyimin kitaba koyup koymamakta çok tereddüt ettiğim, hatta baskıya gittikten sonra bile aklıma takılan bir bölümü okuyup paylaşmasıydı. O günden iki hafta sonra İstanbul’daki ilk buluşmamızda bu defa kitap ile gelmişti. Kuzenim kitaba koymak konusunda tek tereddüt ettiğim bölümden bahsetmişti. Kitabı rafta görünce o bölümü okumuştu. Tesadüf. Kitaba dair o bölümden bahsettiği anda bedenimden bir titreme geçti. Fotoğraf makinesinin merceğinin anlık açılıp kapanması gibi sanki gözlerimin önündeki görüntü bir an için gitti ve geldi. Orayı okuması, bana o bölümden bahsetmesi tesadüf müydü?

İstediğim kadar iyi yazamıyorum. Evet, istediğim kadar iyi yazamıyorum. Bazen kelimeler yerine oturuyor. Kimi zaman bazı kelimelere mahkûm hissediyorum kendimi. Rahmetli babamın uzun yıllar kullandığı Facit marka hesap makinelerinin kolları gibi dönüp duruyorum. Dönüp duruyorum bir yerlere gitmeden. Rakamlar değişiyor, günler akıyor, birikiyor, eksiliyor heyecanım bazen. Bazen dönmekten başım dönüyor. Bazen Facit’imi uzaktan seyrediyorum. Yaşamımın resimlerinin içinde olduğum kadar dışındayım. İyi, kötü, güzel, çirkin…

Mış gibi yapmıyorum. Her ne ise o anım, gerçeğim o benim. Mış gibi yapmıyorum. Ait hissetmem ne kadar gerçekse bir yandan sanki dünyadan yıllar öncesinde fırlatılmış bir uydu gibi ait olmadığım bir dünyanın etrafında dönüyorum. İçine giremiyorum.

Yazmazsam durumum daha kötü, yüreğim hiç huzur bulmuyor. Ben de yazmaya ve anlatmaya devam ediyorum.

Bundan herhalde sekiz yıl kadar önceydi. Yazıda yaratıcılık üzerine bir kursa gitmiştim. Her Salı günü öğlen küçük bir sınıf hocamız ile bir araya geliyorduk. Yazmaktan daha çok kendimizi tanımaya dairdi o saatler. O günler daha çok şiir yazmayı tercih ettiğim günlerdi. Verilen ödevleri şiir olarak yazıyordum. Çok uzun zamandır şiir yazmıyorum. Çok uzun zamandır. Şiiri sevmediğimden değil. Şiirin duyguları harekete geçiren gücünü seviyorum. Şiir yazmıyorum çünkü şiiri bir yandan saklanmak için kullandığımı artık biliyorum. Söylemek ve söylememiş gibi olmak için.

Yazmaya birkaç gün ara verdim ya içimdeki sesler yarışıyorlar birbirleriyle duyulmak için. Seçmekte zorlanıyorum. Bugün bir hocam ile eski İstanbul’da dolaşma şansım oldu. Akşam uçağı ile Londra’ya dönecekti ve turistik bir mola için üç dört saatimiz vardı. Topkapı Sarayı’nın içine girmeden Aya İrini’nin önünden geçerek Saray’ın önünde dolaştık biraz. Sonra Ayasofya’nın önünden Sultan Ahmet Camii’ne yürüdük. Camii’nin avlusunu kapısından girerken görevliler Camii gezmek için saat bir de gelmemizi söylediler. Ezan okunmaya başladı az sonra. Avluya girdik Hocam Hagar ile. Ezan’ı dinlerken avluda kaldık biraz. Ezanın sesi sanki kalbimize değiyordu. Derken çevredeki diğer camilerden gelen ezan sesleri de duyulmaya başladı. Birbirimize baktık, Sultan Ahmet Camii’nin öğle ezanının sesi ikimizde yüreğine dokunmaya devam ediyordu.

Oradan Çemberlitaş’a yürüdük, Beyazıt Camii’ne devam ettik. İstanbul Üniversitesi’nin ünlü kapısına. Oraya kadar gelmişten Kapalı Çarşı’ya girdik Yorgancılar Kapısı’na yakın bir kapıdan. Yüreğimizde hala ezan sesi vardı sanki. Sıcak, kuvvetli, sevgi dolu. Bir ezan sesi gündüz vakti bu kadar etkilememişti beni. Uzun zamandır. 24-25 yaşıma kadar Akaratler’de Swissotel’e yakın bir evde oturmuştuk. Dolmabahçe Sarayı’nın arkasında, eski Taşlık Gazinosu’nun ve taşınmadan önce Spor Yazarları Tesisleri’nin olduğu yere çok yakın olan Vişnezade Cami Sokak’ta. Evin hemen karşısında, sağ tarafta Vişnezade Camii vardı. Bazı sabahlar ezan sesi ile uyanırdım, dilerdim ve ürperdiğim olurdu. Her zaman değil. İlkokulum evimizin hemen karşısında, Cami’nin hemen solundaydı. Süheyla Artam İlkokulu. Bir arkadaşımın anneannesi yaptırmıştı sanırım. Yoksa babaannesi miydi? Ezan sesini duymadığım günler olurdu. Hep olduğu için duymadığım. Ama kimi sabahlar gün ağarmadan önce ezan sesi bana ulaşırdı.

Bundan kısa bir süre önce Kanada’ya gittiğinden bahsetmişti Hagar. Çemberlitaş civarında yürürken aniden bir tabela gözümüze ilişti. Bir fotoğraf sergisi vardı. Adı “İstanbul’dan Kanada’ya”. Hocam bir an durdu. “Ne enteresan,” dedi. “Kanada, İstanbul, bu tabela…” Beyazıt’a yürürken karşımıza çıkıveren bir sergi. Sonradan neden girmedik sergiyi gezmeye dedik ama sanırım şaşırmış ve yola devam etmiştik.

Bu gece parça parça. Yazmak istediklerim birleşmiyor. Birleşmek istemiyor. Yerlerinde de durmuyorlar. Varım işte varım diyerek hoplayıp zıplıyorlar zihnimde.

Zihnimin karıştığı anlarda yaptığım gibi soruyorum o zaman: Ben ne söylemek istiyorum? Bu gece ne söylemek istiyorum?

Hepsinin bir nedeni var. Sevdiğim anların da. Anlamsız bulduğum anların da. Neden ben dediğim anların da. Nasıl ben mi diye hayretle sorduğum anların da. Biliyorum. Biliyorum. Biliyorum. Her saniyesi doğru ve rast giden anların bana ait olabildiğini biliyorum. Başarılı olduğum, çok başarılı olduğum anların bir nedeni var biliyorum. Başarıyı ben yaşıyor olsam da her zaman övgünün bana ait olmadığını biliyorum. Peki, çok başarısız olduğum anların da olması gerektiğini aynı rahatlıkla kabul edebiliyor muyum? Kabahat, kusur, suçlu arıyor muyum? Başarılarım kadar başarısızlıklarımı kabul edebiliyor muyum?

Her zaman değil.

Şile’deki eğitimin sonunda katılımcıların bir sunum yapmaları gerekiyordu. Benim sıram son Pazar gününün sabahına denk geldi. Tüm katılımcılar sıra ile sunumlarını yapıyorlardı ikişer kişilik gruplar halinde. Her ikili sunumunu bitirdiğinde bir sonraki kura çekiliyordu. Konuları tek tek sunuyorduk; her konu başlığı iki eğitmen adayına paylaştırılıyordu. Ben Pazar gününe kalmıştım. Sabahın çekilişinde sonuç ilk sunumu benim yapacağımı söylüyordu.

Eğitimi iyi dinlemiştim. Söylenenleri duymuştum. Eğitmen olarak yapılması gerekenler, kesinlikle yapılmaması gerekenler. Birçoğu bildiğim şeylerdi. Yeni noktalar vardı ama televizyon programları, radyo programları yapmış, birçok sunumda yer almış, seminerler ve eğitimler yapmıştım. Öğretilen birçok şeyi çok başarı ile uyguladığım söylenirdi. Bana verilen konuyu da elimden geldiğince çalıştım. Yorgundum ama yapabildiğim kadar yaptım. Boş verdim diyemem, ciddiye almadım diyemem. Pazar sabahı sınıfta sunum için kameranın kayıt yapmaya başlayabileceği ile ilgili işareti eğitmenimize verdiğimde sonraki yirmi yirmibeş dakikayı hayatımın en başarısız çalışmalarından birini yaparak geçireceğimi tabii ki düşünmüyordum. Yirmibeş dakika bittiğinde sanki uzaydan yavaş yavaş geri gelir gibi uzaktan seyrettiğim ve bazen içinde olsam da sanki yok olan bedenime tekrar giriyordum. Heyecanlanmıştım doğru ama yüzlerde, yerine göre binlerce insan önünde konuşmuştum. Bu kadar başarısız olmayı nasıl başarabilmiştim? Yapılmasın denilen her şeyi biliyor olmama rağmen yapmayı nasıl başarmıştım? On yıl önce olsa belki şaşırmazdım ama Zeynep bu değildi ki. Şile’den ayrıldığım o Pazar gününün akşamında kuzenim Murat Ağabeyim imzalamam için son kitabı uzatmasına kadar içimden atamadığım bir şaşkınlık içindeydim. Bu kadar da olamazdı canım. İstemiş ve uğraşmış olsam bu kadar kötü olmayı başaramazdım.

Yaşamımda inanılması zor mucizeler gibi gelişen olumlu günlerini, haftalarını, aylarını kucaklamakta zorlanmıyordum. Olayların nedeni vardı. Çok başarısız olduğum o sunumun da olması gerektiğini kabul etmekte gururum nedeni ile mi zorlanıyordum? İstediğim gibi yapamamıştım işte. Bırakın istediğim gibi yapmayı beklenen minimal sınırlarda bile yapamamıştım. Nedense. Boş vermemiştim. Tam tersi umursamıştım, önemsemiştim, kıymet vermiştim. Dinlemiştim, uygulamak istemiştim.

Benimle birlikte eğitime katılan bir dostum ile paylaştım bu düşüncelerimin bir kısmını. Gerisini kendime sakladım. Bugün yakın bir arkadaşım eğitim ile ilgili soru sorunca, “Muhtemelen Lions eğitmeni olamayacağım, çok kötü bir sunum yaptım,” diye paylaştım. Benim diğer çalışmalarımı bildiği için mütevazı olmak için öyle konuştuğumu zannetti. “Hayır”, dedim,” samimi söylüyorum. Çok başarısızdım.”

Aradan dört beş gün geçmiş ama içimden atamamışım. Tam olarak. Anlayamadım neden oldu, nasıl oldu, sunum sırasında ipler nasıl koptu. İnanın bilmiyorum. “Sunumun kaydını seyredince göreceksin,” dedi eğitmenlerimden bir tanesi sunum sonundaki geri bildirimi sırasında. Orada kimi göreceğim merak ediyorum.

Her şeyin bir nedeni olduğunu kabul ediyorum. Tamam ediyorum. Ediyorum da soruyorum peki benim için doğru sonuç değilse neden Şile’de olmam gerekiyordu? Bu kadar yorulmama değer miydi? Neden istedim ve neden yapabilmem mümkün iken başarılı bir çalışma yapamadım? Yapabileceğimi biliyorum, peki neden yapamadım?

Mühendis Zeynep’in gözleri ile bilmiyorum. Yaşamın farklı cevapları ile karşılaşan yeni Zeynep’in aklına gelen bazı şeyler var. 2010 yılının Aralık ayı bana çok şey söylemişti. Ocak ayı da söylemeye devam ediyor. Bazen Fethiye’den, bazen Arnavutköy’den, Şile’den, Londra’dan, Sultan Ahmet’ten.

Çekip durduğum Macera melek kartı yüreğimin istediği yaşam ile karşı karşıya olduğumu gösterirken kabul etsem de etmesem de maceranın böyle devam edeceğini sessizce hatırlatıyor.

Bana şimdilik uyuyup uyanmak kalıyor…