İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

31 Aralık 2014 Çarşamba

Mutlu Yıllar

Hayattan tat alacağımız, sevgi dolu bir yıl dileğiyle...



22 Kasım 2014 Cumartesi

Enerji Kullanımı, Reiki ve İzlenecek Yol

Yıllar önce rahmetli babam, bir iki saat sürmesi beklenen ve epidural  anestezi ile yapılacak olan bir operasyona girmişti. Operasyon 3 anestezi uzmanının girdiği 18 saatlik oldukça zorlu bir ameliyata dönüşmüştü.  "Reiki'yi Yaşıyorum"da hayatımda önemli yeri olan bu hikayeden bahsetmiştim.

Ameliyattan birkaç ay sonra doktor bir tanıdık ile tekrar ziyaret ettiğimde, cerrah hocanın, o ameliyatta ömrümden yıllar gitti dediğini duymuştum.  Akla gelebilecek her komplikasyonun başlarına geldiğinden bahsetmişti.  Sonunda başarı ile tamamladıkları zorlu ve mücadeleli bir operasyon olmuştu. Sonunda başardıkları ve babamda hiçbir sorun ve araz bırakmadan tamamladıkları uzun bir operasyon.

O günlerde de, sonrasında da düşünürüm, 2 saat sürecek diye girdiğin ameliyat olmadık ve akla gelmedik sorunlarla 18 saat sürdüğünde, ne yaparsın?  Öncelikle 2 saat yerine 18 saat etkin olarak dayanabilmek gerekiyor.  O cerrah 18 saat boyunca görev yapabildiği için babamı kurtarabildi.  Düşünce ve yapma gücünü koruyabildiği ve devam ettiği, vazgeçmediği ve çözüm aramaya devam ettiği için başarabildi.  Babamın hayatını, veya belki bacağını orada kaybetmesi çok muhtemeldi. O ya da bu nedenle olmadı ve ameliyat mutlu bir sonla bitti.  Birçok şey bu süreci kolaylaştırmış olabilir, ancak en basit ve gerekli şart olarak ameliyatı yapan cerrahın orada olmayı başarması gerekiyor.  Kendisine yıllar sonra tekrar sonsuz teşekkürlerimizi göndereyim bu konudan bahsederken.

O cerrah gibi, biz enerji ile çalışanların da buna dikkat etmesi gerekiyor.

Hiç planda, programda yokken bir anda çok acil bir duruma destek vermeniz gerekebilir. Bir çalışmanın sizi ne kadar yoracağını, yorabileceğini ve dayanma gücünüzü doğru tahlil etmeniz gerekiyor.  Bunu keşfedebilmek için korunaklı ortamlarda ne kadar Reiki verebildiğinizi denemeye ihtiyaç vardır.  Reiki buluşmalarımız sorulara yanıt vermek kadar, bu deneyime fırsat yaratmak içindir.  Vermeniz gerekse durmadan kaç dakika Reiki verebilirsiniz? Kaç kişiye ardı ardına Reiki verebilirsiniz? Hangi durumlarda ne kadar yoruluyorsunuz?  Yorgunluğunuzu atıp kendinizi doldurmayı nasıl başarabiliyorsunuz? Bu ne kadar zaman alıyor? ...

Enerjimizi etkin ve etkili kullamayı keşfetmek önemli. O nedenle her zaman ve her zaman bir sorunu çözebileceğim en kısa sürede ve en etkin şekilde çözmeye çalışıyorum. Çünkü sonraki dakikada nasıl bir şey yapmam gerekebileceğini bilmem mümkün değil.  Belki bu nedenle bir çok hocam, özellikle ileri seviyelerde çalışmalar yapmaya başladıktan sonra bana enerjimi son noktasına kadar bitirmemem gerektiğini hep hatırlattılar. Uyardılar. Ne zaman sana ihtiyaç olacağını bilemezsin. Her zaman, ne  yaparsan yap daha da acil bir durum için hızla hazır olman gerekebileceğini hatırla, dediler.  Çok haklı olduklarını zaman gösterdi. Dediklerini dinlediğimde ve dinlemediğimde yaşadıklarımla öğrendim.

Verdiğim, aktardığım enerjiden bahsetmiyorlardı.  Biz kaynak değiliz.  Ben kendi enerjimi değil, kanal olabildiğim enerjileri verme yolunda yürüyen bir insanım.  Onlar enerji verme işlemini yapma gücümden bahsediyorlardı.  Ve enerji vermeden önce veya verirken sorunları bulmak, araştırmak için harcayacağım enerjiden.

Askerlerin tatbikatlar ile kendilerini hazır tutmaları gibi, siz de enerjiyi kullanarak kendinizi geliştirin, hazırlayın, hazır tutun.  Ara ara 7 günlük veya 21 günlük çalışma programlarını sizlere burada veya özel gruplarımızda iletiyorum. Son günlerin bana yaşattığı ve hatırlattığı deneyimlerle siz dostların bu yolda ilerlemesi adına farklı uygulama önerileri paylaşmaya ısrarla devam edeceğim.

Enerjiyi nasıl kullanacağım diyebilirsiniz. Derslerde bunu elimden geldiğince paylaşıyorum.  Bu yolda deneyleri öncelikle ve özellikle kendi üzerinizde yapacaksınız, deneyeceksiniz.  Herşeyi önce kendinizde deneyin.  Neleri biliyorsunuz, bunları madde madde yazın.  Enerji ile Reiki ile neleri yapmayı biliyorsunuz?  Bu listeyi yapın.  Bu listeyi yaparken neyi bilip neyi bilmediğinizi daha net keşfedeceksiniz.

İlerleme yolunda neyi bilip bilmediğimizi bilmek, dayanma ve yapma gücümüzün miktar ve sınırlarını bilmek kadar önemli.

Reiki ile Sorunları Bulmak

Reiki ve benzeri enerji teknikleri ile çalışmalarda başarıda en kritik nokta sorunun, problemin, problem olarak adlandırdığımız olayın kaynağını bulabilmektir. Reiki veya tamamlayıcı tıp tekniklerini kullanırken doğru evet biz teşhis koymayız, Hastalıkları bilebileceğimiz veya iyileştireceğimiz ile ilgili bir iddiamız yoktur ve olamaz. Yol bu değil. Bununla birlikte, bizden destek isteyenlere destek olabilmek için olayları anlamamız gerekir. Bizim hedefimiz bizi engelleyen, tutan, yoran, kimi zaman hasta eden, neredeyse yıkan şikayetlerin enerjisel nedenlerini bulmak, anlamak, nasıl yapabileceğimizi bularak açmaktır.

Bu nedenleri bulmak her zaman kolay değil. Yaşam ve tecrübelerimiz, yaptığımız çalışmalar bize sormamız gereken soruları, bakmamız gereken yerleri ve alanları öğretiyor. Bizden önce bu yoldan yürümüş olan hocalarımız, kimi vakalarda öğrencilerimiz, tecrübelerinin aktarımları ile ihtimalleri taramamızı kolaylaştırıyor. O nedenle hep paylaşmaya çalıştığım gibi Reiki kuvvetinizi arttırmanın yolu Reiki'yi kullanmaktır. Deneyeceksiniz, kullanacaksınız, keşfedeceksiniz. Tabii ki sorumlulukla ve haddimizi bilerek bunu yapacağız. Zaten Reiki'yi öğrenme ve Reiki'de ilerleme süreci bu haddini bilme, ne yapacağını ve neye karışmamak gerektiğini bilme, kabul etmek sürecidir. Reiki kuvvetinizi arttırmanın yolu fırsat oldukça, fırsat bularak, farklı durumlarda, tabii ki rıza alarak, enerjiyi kullanmaktır. Yine de itiraf etmeliyim, her zaman kolay değil.

Ve işin en zorlu kısmı bu neden veya nedenleri bulmaktır. Nedeni bulduktan sonra ne yapacağımızı bulmak çok çok daha kolaydır.

İnandığımız yola göre bir kişi hasta ise, komada ise, kaza geçirdi ise, mutsuz ise, işlerinde bir sıkıntı var ise, kilolu ise, zayıf ise, başarılı ise, değilse, bunların hepsinin bir nedeni var. Herşeyin bir nedeni var. Peki, herşeyin bir nedeni var ise, bu durumlar karşısında biz ne yapacağız? Öncelikle karışmamız gerekip gerekmediğine bakacağız. Yani, bu durum değişmesi için bir şey yapmamız gereken bir durum mu? Bunun için mi karşımıza çıktı? Yanıta göre gereğini yerine getireceğiz.

Ya da olaylar karşısında kişinin gücünü mü yükseltmeliyiz, buna mı odaklanmalıyız? Bu güç duyguları ve şartları kendiliğinden mi değiştirsin?

Reiki ve enerji çalışmalarının prensipleri çok basittir aslında. Yüksek frekanslı enerjiyi yüklemek ve böylelikle kişinin enerji alanının dolmasına, temizlenmesine ve varsa etkilerin, izlerin, yüklerin atılmasına ve açılmasına fırsat vermek. Temel prensip budur ve Reiki bunu her verişte ve alışta yapar. O nedenle Reiki ile yaşamı açmak için engelleri, sorunları, problemlerin ne olduğu bilmeye esasında gerek yoktur. Reiki vermek yeterlidir. Düzenli olarak Reiki vermek yeterlidir. Er ya da geç sorun açılır.

Sadece süreci hızlandırmak istiyorsak, hızlandırmak gerekiyorsa, geçen zamana tahammül farklı nedenlerle az ise, işte o zaman Reiki ile Reiki'ye yol açmak adına, engelleyen, tutan, zarar veren enerjini, etkinin ne olduğu bulmak gerekir. Hızla açmak için ne olduğunu bulmak, bilmek gerekir.

Bulmayı, bilmeyi nasıl öğreneceğiz? İşte, Reiki ile ilerlemenin anahtarlarından biri de burada. Öncelikle size önerilen şekillerde kullanacaksınız. Kullanırken size gelen düşüncelere, duygulara, ve varsa görüntü ve izlenimlere dikkat edecek, fark edeceksiniz. Reiki verirken neler hissettiniz, aklınıza neler geldi, aklınıza gelenler Reiki verdiğiniz kişi ile mi ilgili, sizinle mi? Ve bu bilgiler ile neler yapmanız mümkün?

Sorular soruyorum değil mi? Siz de bunu yapacaksınız. Sorular soracaksınız ve yanıtları bekleyeceksiniz. Alacağınız bilgileri ve yanıtları bütünün hayrı için, insanların hayrı için kullanacaksanız bilgiler gelecek. Merakınız için değil faydalı olmak için sorduğunuzda yanıtlar gelecek. Geliyor. Bazen hemen geliyor. Bazense sabırla denemek, yapmak, sormak gerekiyor.

Sabır ve kuvvetle yolunuz hep keyifli ve açık olsun.


14 Kasım 2014 Cuma

Yaşamın Tadı

Yaşamın tadı nereden alınır, diye sorduğum olur.

Veya, yaşam tadını nereden alır?

İngiltere’nin bir milyon nüfuslu, sanayi şehri olmaktan kendini biraz daha özgün karakterli bir şehir olmak adına çok da başarılı olmayan ataklar ile dönüştürmeye çalışan Birmingham’dan yeni döndüm sayılır.  Yaşamı yaşamaya değer kılan nelerdir sorusu belki yaşam boyu yanıtı değişerek karşımıza çıkan bir soruyken, yaşamın tadını neyin verdiği belki yanıtı hemen bulunması, bulunamıyorsa acilen aranması gereken bir soru olabilir.

Yaşamın tadı nereden gelir?

Üyesi olduğum Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği’nin Birmingham’da yapılan üç günlük Avrupa Toplantısının son günündeki son çay kahve molasında çantama attığım, mavi beyaz çizgili küçük kapalı paketteki bitter çikolata parçalı kurabiyeyi, Türkiye’ye döndüktenon iki gün sonra, bu defa Fethiye’de, ismini Yunus Nadi’den alan ilköğretim okulunun karşısında, Halide Edip’in “Ateşten Gömlek”ini okurken sabah biraz geç saatte demlediğim çayımı içerek yerken alınan tat mıdır?

O paketten birbirine içleri dönük olarak yerleştirilmiş çıkan iki, paketini kontrol edip okuduğuma göre, İngiliz kurabiyesi, Halide Edip’in ismini Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan kendisine söyleyerek de olsa bir nevi izin almadan ödünç aldığı, romanı “Ateşten Gömlek”i otuz yıl sonra tekrar okuyan bana farklı neler katar?

O kitabı ilk okuduğumda ortason sınıfta, İngiltere belki birkaç İngiliz öğretmenim dışında hiç bilmediğim bir dünyaydı.  Onlarca farklı nedenlerle ve özellikle tamamlayıcı tıp tekniklerini öğrenmek için, defalarca gittikten sonra, kendi ülkemden sonra en çok ait hissedebildiğim bir ülke demek, aralarında İstiklal Harbi askerlerinden olan, İstiklal Madalyalı dedelerime de saygısızlık olur mu?

Düşünmeden edemiyorum, “Ateşten Gömlek”i okurken yine ortaokulda beni belki daha da çok etkileyen “Türk’ün Ateşle İmtihanı”nı hatırlamak, elimdeki sıcacık ince belli bardağın inçindeki, çay bitmesin diye normalde sevdiğime göre biraz daha açık koyduğum çayın tadını değiştirir mi?
Yaşamın tadı nasıl bir şeydir?  Ve nedir o belki beş duyunun ötesinde olan tad’a tat katan?

Ateşten gömlek Halide Edip’in romanında bir belirip sonra tekrar belirinceye kadar bir süre rengini, alevini saklayan bir ateştir ama yaşam esasında hepimiz için alevinin izini sürmemizi beklediği ateşten gömleği vermiştir de.   Ateşten gömlek belki bir sevda, belki yurt sevgisi, belki de yapmak için doğduklarımızı keşfetme telaşının biraz da anlaşılması zor heyecanıdır. Bize ait olduğunu bildiğimiz ama belki de başka can’ların taşıma cesaretini gösterdiğini görünce daha da arzulandığımız bir meşale.

Ne çok şey geçiyor akıldan.  İnsan zihni nasıl da dev bir dünya. Bunları yazarken, bambaşka şeyleri yazmayı düşünürken, aniden okunmaya başlayan Salah, sela’nın, Türkçe okunmuş olmasını dilediğimi fark ediyorum.  Babamın ezanın onun küçüklüğünde Türkçe okunduğunu söylediği zamanki şaşkınlığımı hatırlıyorum. “Sahinden mi babacığım, sahiden mi?” dediğimi.  Evimizin karşısında olan ilkokulumun hemen yanındaki, evimizin karşı çarprazındaki, herkesin mescit zannettiği ama mescit olmayan mahalle camiimiz benim üniversite için Amerika’ya gidene kadar özellikle sabah ezanı ile güne başlangıcımdı.  Evimizin karşısındaki okulum ve küçük cami. 
Babamdan ilk öğrendiğimde minik çocuk aklım ile bunun ne kadar muhteşem olmuş olabileceğini düşündüğümü ve hatta heyecanlandığımı hatırlıyorum.  Ama hiç Türkçe ezan dinlememiştim ki.  Babam biraz mırıldanmıştı.  YouTube’lar yok ki o zaman nasıl bulup dinleyelim.

İlk Türkçe Ezan nasıl çağırırmış Türk haklını namaza diye ilk kaydı bulup dinlediğimde sanki ilk defa ezan dinlemiş gibi hissettiğimi ise inkar edemem.  O ahenk ile bir manevi ilandır ezan, yüreklerin teslimi ve ilanı.  Yıllarca, yüreğime çok iyi geldiğini hissettiğim ezan ile güne başlamıştım.  Ezan sesi sanki ölümün varlığını bana hep hatırlatan bir ses olmakla birlikte yüreğime hep iyi de gelirdi. Türkçe ezan kaydını ilk duyduğumda dinlemeye doyamamış, defalarca tekrar ve tekrar dinlemiştim.  O, bana göre, yürekleri Yüce Yaradan’a yakınlaştırmayı amaçlamış olan Türkçe ezanda, esasında onu Türkçeleştirenlerin Allah sevgisini ne kadar derinden hissettiğimi hatırlıyorum. Sanki onların o günlerde çarpan kalplerinden bir dalga bana gelip yüreğime çarpmıştı. Böyle hissetmiştim.  Çok saf bir sevgi, çok temiz bir inanç bunu yapmanın yolunu açabilirdi.  Hissettiğim buydu.

''Tanrı Uludur, Tanrı Uludur.

Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.

Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed.

Haydin namaza, haydin namaza
Haydin namaza, haydin namaza
Haydin felâha, haydin felâha
Haydin felâha, haydin felâha

Tanrı Uludur, Tanrı Uludur
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.''

*

Dünyanın farklı köşelerinde, çok farklı milletlerden, çok farklı dinlerden insanların Tanrı’ya seslendiğini duydum, gördüm, seyrettim.  Şansıma hiçbiri kendi dini adına, kendi çıkarları için başkalarına zulmeden, yok eden insanlar değildi. Ben masum dünyanın sınırlarında gezindim hep.  Acıların ve sevinçlerin insanca olduğu bir gerçek dünya.  Ben insanlık vasfını koruyan bu insanların farklı dillerde, farklı şekillerde hep aynı şeyi dilediklerini, aynı şey için çalıştıklarını gördüm.  Sevgi, kardeşlik, barış, sağlık ve mutluluk.

İşte bu insanların dualarının bana ikram ettikleri yiyecekler kadar yanlarında soluduğum havaya, yanlarında oturduğumda varlığıma, tat kattıklarını düşündüm.  İnsana tadı veren çoğu zaman insandı.  Ancak şekerle değil, tuz, biber, baharatla değil.  Ruhumuzda uyandırdıkları o kimi adı bilinmez duyguların öz baharatıyla.  Kimi zaman bir bakıştan, kimi zaman gerçekten bir duadan ya da bir fincandan, bir kitaptan veya sadece varoluşlarından gelen.  Bir Tibet çanının akıp giden uzun tınlaması gibi yüreğimizde titreyip duran bir tat.

Dinlerin, dillerin, ırkların, yaşamların, ülkelerin her biri yaşamın bir rengi, bir rengin bir tonu, açık sarısı, koyu mavisi, çingene pembesi, kan kırmızısı. 

O renklerin olmadığı bir yaşam ne kadar sıkıcı ve anlamsız olurdu kim bilir.

Yaşamın tadı nereden gelir?

İskoçya’dan aldığım seramik kart vizitliğin açık yeşilinden, Rio’dan aldığım tahta oyması heykelin hafif korkutucu yüz ifadesinden, Kyoto’dan aldığım yelpazenin verdiği serinlikten ya da mendilin gözlerimi silerken hissettiğim yumuşaklığından olabilir.  Amerika’dan üniversite yıllarda aldığım kupanın içinde duran kalemlerin renklerinin güzelliğinden gelebilir. Ya da Kanada’dan aldığım Kanada yerlilerinin şamanistik desenlerini taşıyan kupanın içinde dumanı tüten Rize çayından.  

Çocukluğumda bir bayramda ziyaret ettiğimiz babamın arkadaşının annesinin başımı okşayan elinin bitmeyen sıcaklığıdır o tat. Öptüğüm ellerinin yumuşaklığıdır.  Bitmeyecek gibi üzerime yağan bir yağmurun şiddeti, bazen de beklenmeden bulutların arkasından berilen aydınlıktır. Uzayan liste sadece yaşamımı değil beni de tatlandırır. Büyütür, acıları ve tatlıları ile.

Ve büyük bir arzu ile beklemeye başlarım, bir sonraki tat nedir ve nereden gelecek diye.


9 Kasım 2014 Pazar

Kırmızı Kurdeleli Yaşam

İlkokul arkadaşlarımdan biri Facebook'ta ilkokul günlerimizden bende olmayan bir sınıf fotoğrafımızı yollamış.  O fotoğrafı görünce ve bugün bana iki farklı şehirden gelen iki benzer konu üzerindeki soruları okuyunca aklım birçok düşünceye, olaya gitti.  Başarı, başarısızlık, yaşam, yaşamı keşfetmek üzerine.

*


İlkokula, İstanbul'da, evimizin tam karşısındaki, Dolmabahçe Sarayı'nın arkasındaki tepede ve Vişnezade Camii'nin hemen yanında olan Süheyla Artam İlkokulu'nda gittim.  Okuma yazma öğrenmeye başladığımız birinci sınıfta, sınıfımda okuma yazma öğrenen öğrenciler içinde sanırım son üç öğrencinin içindeyim.  Okul yılında aylar ilerliyor, okuma yazmayı öğrenen sınıf arkadaşlarımız kırmızı kurdelelerini yakalarına mutlulukla takıyorlardı.  O kırmızı kurdeleler siyah önlüklerine iğnelenirken arkadaşlarımın yüzündeki gülümsemeyi hatırlarım. O nedenle gururdan daha çok sevinç ve mutlulukla parladıklarını hatırlarım. 

O günlerde, benim okuma yazmayı , özellikle okumayı sökememiş olmam nedeniyle ben de bilemediğim bir çaresizlik içindeydim. Olmuyordu işte.  Oysa üç dört basamaklı matematik işlemlerini, toplama ve çıkarmaları daha anaokuluna başlamadan önce yapabiliyordum.  Matematikte bir sorunum yoktu. Ama okuyamıyordum işte. Okuyamıyordum.

Ne öğretmenim, ne ailem bana bu konuda hiçbir eleştiri getirmiyordu.  Okuyamadığımı kimse söylemiyordu ama sınıfımdaki arkadaşlarım yapıyorlardı işte. İspatı kırmızı kurdeleleri de alıyorlardı.  Ben yapamıyordum.

Bir akşam Rahmetli Babam ile Annemin salonda fısıltı ile bu konudaki endişelerini konuştuklarını onlara fark ettirmeden dinlemeyi başarmıştım. Sonraki günlerde Babam hiç yapmadığı ve o günlerden sonra bir daha da hiç yapmayacağı şekilde bana akşamları ders çalıştırmaya çalışıyordu.  Bir türlü beceremediğim dört harfli kelimeleri okumayı bana öğretmeye çalışıyordu.  Çizgilerim, harfleri yazımım da belli ki çok kötüydü.  Bunu da  yine bana söylendiği için değil ama evde merakla duymak için gayret göstererek keşfetmiştim.   Annem rahmetli Babama "Ne yapacağız Sinan?" diyordu. Babamın yanıtını ise hiç duymadım. Muhtemelen, her zaman yaptığı gibi, yanıt vermek yerine, neler yapabileceğini düşünmeye başlamıştı bile.

Sonunda birinci sınıfı bitirmeden sınıfın ya sonuncu ya da sondan birkaç önceki öğrencisi olarak okuma yazmayı öğrendim.  Sorsam annem hatırlar mı bilmiyorum ama o detayı ben de aklıma net yazmamışım.  Kırmızı kurdelem önlüğüme takıldığında, bunu atlattım diye düşündüğümü hatırlıyorum.  Yüz ifadem kim bilir nasıldı diye merak ediyorum şimdi. O güne ait bir fotoğraf yok.  Mutluluğun yüzüme nasıl yansıdığını hayalime bırakıyorum.

*

İlkokulu birincilikle bitirdikten sonra, o yıllarda beşinci sınıfta bitirdiğimiz ilkokuldan sonra gideceğimiz ortaokul ve liseyi belirlemek için, tüm liseler Anadolu Lisesi olarak adlandırılmaya başlamadan önce, özel ortaokul ve liselere ve Anadolu Liselerine gidebilmek için girmemiz gereken sınava hazırlanmıştım.  O yıllarda sınavlar iki aşamalı yapılıyordu. İlk sınavda Türkiye’de ilk 700’e girmeyi başarmıştım.  İkinci sınavda ise sıralamada binküsurlardaydım.  Birinci tercihim olan ve ağabeyimin o yıllarda okuduğu Robert Kolej’e giremedim. İkinci tercihim olan Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ni kazandım.  Ağabeyimin gittiği okula gidemediğim için çok ağladığımı hatırlarım.

Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ne başladığım ilk yıl hazırlık sınıfı yılımızdı. Yani özellikle İngilizce öğrenmemizin hedef alındığı, resim, müzik ve matematik gibi derslerin varsa bile çok hafif olarak üzerinde durulduğu bir yıl.  Herşey İngilizce öğrenmemiz içindi. Bir devlet ilkokulu’ndan geldiğim için hiç İngilizce bilgim yoktu. Ağabeyim Robert Kolej’deki üçüncü yılına, ortaokul ikiye geçmişti ama İngilizce adına yes ve no kelimeleri dışında hiçbir şey bilmiyordum.  Kolej sınavları olarak da bilinen ortaokul giriş sınavlarına hazırlanmam gerektiğin için, yani belki, İngilizceyi gireceğim okulda öğrenmem ya da hangi okula girersem orada öğretilecek olan dili öğrenmem düşünülmüş olabilir. Bunu da aileme hiç sormadım. 

Doğrusu okullarımızın bize gerektiği zaman gerekeni vereceğine dair bir inancımız vardı. Ve esasında bu inanç benim okul yaşamımda hep doğru çıktı. Okullarım her aşamada bana vermesi gerekeni verdi.  Bunun birçok insanın okul yaşamındaki deneyimlerine uymadığını ise zamanla keşfettim. Gerçekten anaokulundan üniversiteden mezuniyetime kadar ne kadar şanslı bir dönem geçirdiğimi sonradan fark ettim.  Bu konuda da söylenecek çok şey var ama gelin onu sonraya bırakalım.

Hazırlık sınıfına başladım ve sorun yine başladı. İngilizce öğrenmeyi beceremiyordum.  

Arkadaşlarımın bir kısmı İstanbul’un ve Türkiye’nin farklı şehirlerinin başarılı özel ilkokullarından geliyor ve İngilizce biliyorlardı. İçlerinde yurtdışında bulunmuş ve ailesinde bizim lisemizden mezun olan veya çok iyi İngilizce bilenler vardı.  Benim annem ve babam Fransızca biliyorlardı.  Ağabeyim Robert Kolej’deydi ama benden sadece iki yaş büyüktü. Onun da dersleri başından aşkındı.  Doğrusu ben de yardım istemedim.  Nasıl yapacağım diyordum. Ben nasıl öğreneceğim. Anlayamıyordum.  Beceremiyordum.  

Notlarımız eve iletiliyordu ama annem veya babam bu konuda bana bir şey söylemiyorlardı.  Mutlaka ki gözlüyorlardı.  Hani bugünlerde olsa hemen ek özel ders aldırılır böyle bir durumda diye düşünüyorum. Ama bana özel ders aldırmadılar.  Bocalamaya devam ettim. Derslerimi dinliyordum, çalışıyordum, elimden geleni yapıyordum.  Olmuyordu, oluyorsa bile sınırda oluyordu.  Hazırlık sınıfının ikinci dönemi ilerlerken sınıfta kalabileceğimi düşünmeye başladım. Bu benim gibi ilkokulda okumayı öğrendikten sonra hep okulun en başarılı öğrencisi olan Zeynep için bir felaketti.  Sınıfta kalmak.

Elimden geleni yapmaya devam ettim. İngilizce'yi esasında öğrenmek istiyordum.  Seviyordum.  Olmuyordu, sadece öğrenmeyi, konuşmayı, yazmayı yeterince beceremiyordum.  Yılın sonunda İngilizce’den 10 üzerinden 4,5’tan 5 alarak sınıfı geçtim ve ortaokul birinci sınıfa geçmeye hak kazandım.  4,5’tan 5 alarak.

Sonrasında yine ilkokulda olan gibi bir süreç başladı.  Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde ortaokulu ve liseyi birincilikle bitirdim ve üniversitenin verdiği burs ile Cornell Üniversitesi’nde mühendislik okumak üzere burs alarak üniversite eğitimim için Amerika Birleşik Devletleri’ne gittim.

*

Geriye dönüp baktığımda anneme ve rahmetli babama büyük bir teşekkürüm var.   Bu olanlar sırasında ben olanları zaten gözlerken, kendime yol açmaya çalışırken, başarmaya çalışırken bana varsa bile tereddüt ve endişelerini hiç yansıtmadılar.  Sadece birkaç defa meraklı çocukların her zaman başarabildiği gibi fısıltı ile yaptıkları özel konuşmalarını dinlemeyi başardım ve doğrusu orada bile kendilerinin bile benimle ilgili endişelerini bu kadar kapalı ve bu kadar az dillendirmeleri ne kadar doğruymuş.  Yüzlerinden kaygılarını okuyabiliyordum ama ne mutlu ki kelimeleri ile bunu gerçek kılmadılar.  Yapamıyorsun demediler, neden yapamıyorsun demediler, kızmadılar, azarlamadılar, zorlamadılar.  

Yanımdaydılar ama sanki yani yürümeyi öğrenen bir çocuğa yapılan gibi hareket etmem için gereken mesafeyi hep bıraktılar.  Çünkü benim yapmam gerekiyordu.  Benim öğrenmem, nasıl öğrenebileceğimi keşfetmem, benim yolumu bulmam gerekiyordu.  Benim yapmam gerekiyordu. Okumayı öğrenecek olan bendim, İngilizce’yi öğrenmeyi becermesi, başarması gereken bendim.  Öğretenler öğretiyordu.  Öğrenmek, bunun yolunu bulmak benim görevimdi.

*

Geçmişin muhasebesini her zaman yapmak mümkün değil.  Bugün gelen bir fotoğraf ve iki eposta bana bu yılları tekrar hatırlattı.  

Sınıfın okuma yazma öğrenemeyen çocuğu olmaktan, çok hızlı okumayı başardığım için ne kadar açık ve hızlı okumanın mümkün olduğunu göstermek için öğretmenlerin bana farklı sınıflarda sesli okumalar yaptırdığı bir öğrenci olmuştum.  

İngilizceyi öğrenmeyi başaramayan bir küçük kız iken yıllar sonra Amerika’da Amerikalı öğrencilerden İngilizce derslerinde daha iyi notlar alan,  eğitimini almamış olsam da İngilizce’den Türkçe’ye, Türkçe’den İngilizce simültane tercüme yapabilen, İngilizce yazılar yazan, yayınlayan bir insan olmuştum.  Mühendislik okuyor olmama rağmen Amerika’daki hocalarımın İngilizce’ye çok farklı bir yeteneğimin olduğunu söylediklerine inanmayarak şahit olmuştum. Yazıp konuşuyordum işte. Bunun neresi özeldi. İngilizce'ye bir yeteneğim olduğu cümlesini üniversiteden sonraki yirmi küsur yılda o kadar çok duydum ki. İngilizce'yi öğrenemeyen ve bu nedenle neredeyse sınıfta kalacak olan kızın yeteneği.

O nedenle bana farklı nedenlerle herhangi bir konuda başarı ve başarısızlık üzerine sorular geldiğinde hayatımdaki bu iki deneyimi hatırlarım.  Okumayı becerememekten okul birincisi olmaya, ve esasında bu hiç de önemli değil, esas kitaplara aşık olmaya, binlerce kitap sahibi olmaya ve kitap okumaya doyamama, kitap yazma arzusuna dönüşen yoluma bakarım.  Ya birileri o ilkokul birinci sınıfta bu kız yapamıyor deseydi?  Beceremeyecek deselerdi? Bundan adam olmayacak deselerdi?  Ya da hazırlık sınıfında, bu kızda dil yeteneği yok deselerdi?  Diğer konularda iyi ama dil buna göre değil deselerdi?  Beni tanıyanlar bilir sadece İngilizce değil, yabancı dilleri konuşmak, öğrenmek, o dillerde okumak benim en büyük tutkularımdan biri. Bunlar olmasa, hayatımda İngilizce olmamış olsa kim olurdum bilmiyorum.


Okul ve öğrencilik yılları kadar kişisel gelişim yolunda da kendimizi keşfediyoruz.  Yol bazen kolay olacak. Bazen sabır isteyecek.  Beceremiyorum veya olmuyor diyerek dövünebiliriz, yakınabilir, sızlanabiliriz.  Bunu seçmek her zaman elimizde.

Ya da deneyebiliriz.  

Denemeye devam edebiliriz.

Yapmaya, elimizden geleni yapmaya devam edebiliriz.

Yaşam bana bugüne kadar defalarca farklı şekillerde gösterdi ki anahtar yapmakta ve yapmaya devam etmekte.  Yaparsak, istersek, denersek, oluyor.

Seçim bizim elimizde.

26 Ekim 2014 Pazar

Neale Donald Walsch'ın bir paylaşımı şunu hatırlattı:

Seyretmek de, karışmamak da bazen kendimiz olmayan şeyi yapmamıza engel olarak bizi biz yapabiliyor.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Acı

Yaşamın sayılı günlerinde, bitmiş acı olaylara, zamanı dolmuş sıkıntılara, geride kalmış üzüntülere tutunarak geçirilmiş her saate acırım. 

Başkalarının acımızı anlamasını istediğimizi zannederken bize acımalarından beslendiğimizi, böyle beslenmeyi seçtiğimizi fark etmek uyanışımız olabilir. Bunu fark etmeden ne çok yapıyoruz.

Yine de, vah vah'ları duyarak kuvvetlenmeye çalışarak kendimizi kandırabiliriz. Acımayla gelen ilgi bize çok çabuk yetmez olsa da.

Acımızı anlamak farklıdır. Acımızı anlarsak ve anlarlarsa geride bırakır mutluluğu aramaya, bulmaya, yaşamaya devam ederiz. Bir anda yaşam açılır. Acıya tutunmanın çözüm olmadığını bilmek kadar, acıyı bırakmanın haksızlıkları kabul etmek olmadığını hatırlamak gerekir.

Her acının yüreğimizden, kalbimizden ve ruhumuzdan atılması için gereken bir zaman vardır. Bu zaman bizim kabul etmek isteyeceğimizden çok daha kısa olabiliyor. Acı büyük bir öğretmen. Bununla birlikte acı, dert, sıkıntı olmadan da öğrenmek mümkün.

Yaradan inanıyorum ki her yeni günde canı ve nefesi yaşamamız için veriyor. Hakkını vermemiz için. Kendimizi keşfetmemiz, dünyayı, yaşamı ve böylelikle özü keşfetmemiz için.

Yaradan'a ve can'a saygı, belki de o nedenle bana göre, geçmişe tutunmaktan çok, her yeni güne, o günü yaşama şansına şükrederek, yeniden doğmuş gibi yaşamayı seçmektir.

24 Ekim 2014 Cuma

Reiki Hatırlatmaları

Reiki Hatırlatmaları:

Ne kadar Reiki vermeliyiz? Kendimize ya da başkasına ne kadar süre Reiki vermeliyiz? Bir defada kaç dakika, kaç saat? Kaç gün?
Hergün duyduğum bir soru. Çok basit ve çok önemli bir soru.

Bu sorunun kişiye özgü yanıtları olsa da şu benzetmeler ile cevap vermeye başlayabilirim. Bir insana ne kadar ve nasıl yemek vermek doğrudur?

Ne kadar aç olursak olalım ne kadar ve ne sıklıkla yemek yiyebiliriz?

Ne kadar aç olursak olalım 24 saat boyunca durmadan yemek yiyemeyiz, yemeyiz. Yemeği yedikten sonra hazmedilmesi, besinin bedenimizde ulaşması gereken yerlere ulaşması, fazlalıkların ve gerekmeyenlerin atılması gerekir. Düzenli ve sağlıklı beslenme bizi önce kuvvetlendirir, sonra kuvvetli tutar.

Reiki'nin de alan kişi tarafîndan hazmedilmesi gerekir. O nedenle kişi enerjik olarak ne kadar aç olursa olsun, ne kadar ağır hasta olursa olsun, Reiki verirken maksimum 1-1,5 saati geçmemenizi öneririm. Maksimum.

Reiki öğrencilerime derslerde ve Reiki buluşmalarında hep söylerim, kısa kısa, düzenli verilen Reiki en etkilisidir. Reiki alan kişiyi enerjiyi alma, hazmetme zamanı vermiş olursunuz. Bu taze enerji ile olması gerekenler açılıyor. Birkaç gün sonra tekrar devam edersiniz.

Başkasına enerji verirken dolan bardağı zaten alamayacağı su ile doldurmaya çalışmamak olarak tarif edeceğim süre belirlemesini kendinize Reiki verirken de dikkate alın.

Kendimize Reiki vermek çok keyiflidir; bununla birlikte bir gün içinde sistemimizin hazmedebileceği bir enerji miktarı vardır. İhtiyacınız olduğunda, gerek olduğu kadar Reiki verin. Bir gün içinde içebileceğimiz suyun miktarı gibi.

Hava sıcaklığına veya bedenimin o günkü ihtiyacına göre 1 litre, 2 litre, belki 3 litre su içebilirim. Fazlasını içmek, çok susuz kalmış olsam bile organlarıma sindirmek ve kabul etmek için fazla gelebilir. Bardağım doluysa bardak taşıp akıp gider.

Suyun sesini ve akışını seviyorum diyebilirsiniz. Arada belki ama suyu boşa akıtmak yerine gelin sevdiğiniz başka şeyleri yapın. Başka neleri yapmayı seviyorsunuz, sevebilirsiniz, bunları keşfetme ve yaşama yolunuz açık olsun.

Keyifle. Kuvvetle.


Olumlamalar hayatın yaşam suyu...


Louise Hay'in Olumlamaları ile kelimelerin yapıcı ve kuvvet veren enerjisinin sizlerle olması dileğiyle. 
En kuvvetli cümlelerden birinin de "Kendimi seviyor, onaylıyor ve kabul ediyorum," cümlesi olduğunu hep hatırlayalım.

23 Ekim 2014 Perşembe

Kelimelerin Yapıcı Enerjisi

Louise Hay'in olumlamalarını ve yapıcı kelimelerin enerjisini hayatınıza daha çok katmak için, her zaman önerdiğim gibi, olumlamaları kendi sesiniz ile kaydederek dinleyebilirsiniz.



19 Ekim 2014 Pazar

Herşeyin bir nedeni var...

Adım


Yüreğimizi mutlu eden şeyleri yapmak, onları seçmek, mutluluğu seçmek, kendi yaşamımızın, kendi mutluluğumuzun sorumluluğunu almak belki zor, belki de en özgürleştirici adımlarımız olabilir.

Sınav vs. Acı

Sınavlar acı çekenlerden çok, acı çektiren ve başkalarının zarar görmesine seyirci kalanların sınavlarıdır aslında.

Neyi seçeceğiz?


Louise Hay ile harika David Kessler'in kitapları "Kalp Gücüyle Tedavi" geçmişin acılarını bırakmayı seçmenin esasında zor olmadığını her zamanki gibi tüm şeffaflığı ile ortaya koyuyorlar.

Yaşadığımız acı ve zorluklar ne olursa olsun, ne kadar ağır ya da travmatik olursa olsun, geçmişi geride bırakmayı seçersek, kendimizi sevmeyi ve olduğumuz gibi kabul etmeyi seçersek yaşamın kapıları açılıyor.

Sadece Louise Hay'in kitaplarını okuyarak, dediklerini duyarak ve yaparak tamamen sağlıklı ve mutlu bir yaşam yaratabilirsiniz. Neredeyse başka kimseye ihtiyacınız olmadan.

Seçmeniz ve yapmanız dileğiyle.

Nedeni

Nedeni
Neyin mi? Her gün yaşanan birbirine benzer hikayelerin.

Dün bir Derneğin düzenlendiği, Konya’dan davet ettikleri bir tıp profesörünün tasavvuf üzerine konuşmasını dinlemeye gittim. 

Cumartesi sabahı saat 10:00’da başlayacağını öğrendiğim konuşmaya gidip gitmemeye Cumartesi sabahı 9 gibi uyanabildiğimde karar verdim.
Cuma günü konuşmayı yapacak olan Profesör ile tesadüfen bir ziyaret sırasında tanışmış ve bir iki saat dinlemiştim.  Yeni işi için kutlamak üzere ziyaret ettiğim arkadaşımın okulunun sahibinin, aynı zamanda kişisel gelişim ile ilgili bir dernek başkanı olan dostumuzun konuğu olan konuşması ile arkadaşımızın ofisinde çay kahve içerken sohbet başlamış, beraber geldiğim dostları geri götürmek için birkaç defa müsaade istemekle birlikte kalkamamıştım. 

Esasında her zaman yapabiliriz ama ayıp olmasın, kimse alınmasın derken kendi yaşamımız aksatıyoruz.  Üç saate yakın zaman sonra arkadaşımızın ofisinden ayrıldığımızda cep telefonumdaki on, onbeş cevapsız arama nezaketen telefonumu sessize almış olmamın da hata olduğunu hatırlatıyordu.  Hocanın bir iki saat konuşmasını dinlemiş ve geri dönüş yolunda bu konuşmacının ertesi sabah yapacağını öğrendiğimiz konuşmasının bu sohbetine ne kadar benzeyip benzemeyeceğini eşinin iş yerine bıraktığım arkadaşımla  yolda konuşmuştuk.  “Yarın gelecek misin?” diye sorduğunda, “Şu anda bilmiyorum,” demiştim.

Sohbet sırasında kendimi o kadar bitkin ve yorgun hissetmiştim ki enerji olarak beni yükseltmeyen ortamlarda bulunmama tercihimi uygulamanın doğru olduğunu hissediyordum.  Organizasyonu yapan derneğin başkanı olan dostumuza ve eşine ayıp olup olmayacağı fikrini ise aklımdan tam olarak atamıyordum.  Bana doğru gelen veya gelmeyenleri yaparak yaşamak benim için eskisinden çok daha kolay. Bununla birlikte birilerinin bizi yanlış anlamasından, örneğin düzenledikleri bir toplantıya katılmamış olmam için üzülebilecekleri, düşünülmemiş hissetmeleri ihtimali bazen yargılarıma engel olmaya devam ediyordu. Kafamın içindeki ses işlerimin arasında “Üzülürse, alınırsa, darılırsa, değer vermediğimi düşünürse,” deyip duruyordu.  Ah be Zeynep, sen insanlara yapman gerekeni yapmak yaşamındaki herkes için en doğrusu deyip durmuyor musun?  Eve, diyorum.  İnanarak diyorum ve ben öyle yapıyorum. Çoğunlukla.

Bazen de, yapamıyorum.

Cumartesi sabahı kendime göre oldukça geç uyandım ve akşam artık açık tutma gücünü bulamadığım cep telefonumu açtım.  Danışanlarım, öğrencilerim bilirler, onlara beni istediğiniz zaman arayabilirsiniz, derim. Telefonum açıksa,  duyarsam, müsaitsem açarım.  Siz müsait mi diye düşünmeyin, telefonum açıksa müsaitim, derim. Biraz yorucu bir seçimdir bu ve açıkçası gün boyunca yaptığım uzunlu ve kısalı çok telefon konuşmasından sonra telefonumu seçerek kapattığım da olur.  Ama genelde telefonum danışan ve öğrencilerimin bildiği gibi çalışmalarım boyunca kapalıdır.  Telefonda, sms ile veya eposta ile derde deva olmak, öğrencilerin, müşterilerin sorularını yanıtlamak genelde başka şehirlerde, başka ülkelerdeki kişilerin konularına bakmayı içerdiği için esasında yanımda olan biriyle çalışmaktan daha zordur.  Yine de her öğrencinin danışmaya ihtiyacı olur.  Benim Reiki ve diğer metotları öğrendiğim zamanlarda olduğu gibi.

Dönelim Cumartesi sabahına.  

O sabah bu konuşmaya gitmek istemiyordum. Yapacak bir çok işim vardı. Kafamın içinde kendini hatırlatan ses konuşmasını tekrar ediyordu.   “Bak, şimdi tesadüfen de olsa bu konuşmacının getirtildiğini öğrendin, tanıştın da.  Tamam bir iki saat de dinledin ve alacakların varsa bunları da aldın.  Yine de bak Zeynep gitmezsen alınabilirler şimdi.  Zeynep bize değer vermiyor, demesinler.  Sen yine git.  Duruma göre kalkarsın.n Tamam arkadaşların kişisel gelişim konusu ile ilgileniyorlar ama olmamız gerekte yerde olmamız gerekiyor sözü onlar için aynı anlama gelmeyebilir.  Sen git yine. Ayıp olmasın. Yine yorgunluk gelirse kalkarsın.” Vesaire vesaire vesaire.

Gitmemem gerektiği bildiğim, neden gitmemem gerektiğini giderken tam bilmediğim konuşmaya gittim. Konuşmanın planlı saati olan saat 10:00’da konuşmanın yapılacağı otele varmıştım. Dernek başkanı dostumuza ve bir gün önce tanıştığım konuşmacıya günaydın dedim ve salonda yerime geçtim.  Yerime geçtikten sonra o dermekten tanıdığım birkaç kişi yanıma geldi, hoş geldiniz dediler.
Tanıdık yüzler daha azdı. 

Kısa bir süre sonra kişisel gelişim ile ilgili bu dernekte ikinci sorumlu kişi gibi olan ve birkaç yıldır görmediğim bir hanımın salona geldiğini gördüm, kalktım, yanına yaklaşarak “Merhabalar,” diye selam verdi. Beni şöyle bir süzdü, yüzüme baktı ve “Siz buralara gelir miydiniz?” dedi.  Başım çok hafif döndü.  Göğsümün ortasında bir şey sökülmüştü.  Uyandım.  Kendime “Kadının enerji ihtiyacı çok, uyan Zeynep,” dediğimi fark etim.  “Neden böyle söylediniz?” diye sorduğumu fark ettim. 

Söylediği bana kırıcı gelen birkaç cümleden sonra, çalışmalarımıza katılın gibi bir şeyler söyleyince,  “Ben de sizi özledim,” dedim, sarıldım ve yerime geçtim.   Benzer konulara ilgi duyan ve yıllar öncesinde de olsa beraber çalışmalar yapmış kişiler olarak bir hukukumuz vardı.  Zorla başlayan benden ona enerji akışını durdurmam lazımdı. Yerime geçtim.  Hızla kendimi ve mekanı doldurmaya başladım.

Kendi eğitimlerimde, toplantılarımda toplantı mekanlarına enerji gönderirim, arındırırım, varsa başka konuşmacılara, dinleyicilere, katılımcılara, destek veren personele enerji veririm. İsterlerse ve ihtiyaçları varsa kullanmaları niyeti ile.  Ortamın herkes için güvenli olması, kimsenin birbirine olumsuz bir etkisinin olmaması benim öğrendiğim usule göre enerji çalışmalarında hocanın, organize edenin görevidir. 

İnsanların enerji alanları birleşik kaplar gibidir. İnsanlar bir araya geldiklerinde enerjisi çok olanların enerjisi doğal olarak daha az olanlara akar. Bu doğal olarak olur.  Ancak bir de söz manipülasyonu ile bu doğal akışla olan dolma için sabrı olmayanlar vardır ki onlar bir şekilde genelde sözle enerji kalkanlarımızı düşürür ve enerjimizi çok daha hızlı olarak almaya başlarlar. Bir de, birleşik kaplar yaklaşımında biz eşleştiğimizde yani enerji seviyemiz aynı olduğunda enerji boşalması durur. Oysa enerjimizi emenler bazen bizi tüketene yani bir damla bırakmaya kadar bunu yaparlar.  İşte bu tehlikelidir.  Kimi ilişkiler bu nedenle insanı tüketir, hasta eder, adeta bitirir. Çünkü yaşam enerjimizi tamamen bitirir.

Bir iki yıldır görmediğim, karşılaşmadığım bu insanın duyurduğunu öğrendiğim, davet edilmediğim, tesadüfen öğrendiğim bu organizasyonlarına ben seçerek gelmiş olmasam ben bile yıllarca bu hanımın davetlerini reddettiğimi falan zannedecektim.  “Siz buralara gelir miydiniz?”  Ne kadar harika bir karşılama cümlesi. Merhaba, değil. Nasılsınız, değil. Hoş geldiniz, değil. İyi ki geldiniz veya sizi tekrar görmek güzel, hiç değil. 

Kısa bir süre sona başka bir dernekten başka bir tanıdık daha salona girdi.  Yaşça benden büyük bu ablamıza merhaba demek için yerimden kalktım.  Merhaba dedikten sonra ağzımdan “Sizi özlemişim,” sözlerinin çıktığını çıktıktan sonra fark ettim. Bu hanım merhaba’ma merhaba ile cevap vermişti ama ikinci cümlesi “Özleyen insan arar,” oldu.  Yüz ifadesi, ses tonu, cümlenin enerjisi ikinci bir tokat niteliğindeydi.  “Sen nasılsın,” dememişti, “iyi misin,” dememişti. 

Merhaba deyip geçsene Zeynep. Yaşam tekrar hatırlatmıştı. Bu esasında zarif, ince düşünceli ve yıllardır bireysel gelişim ve enerji ile ilgilenen hanımın yıllar içinde benzer şekillerde nasıl enerjimi aldığını gözümün önünden geçen film şeridi gibi hatırladım.  O bu yolla, başkalarından beslenmeye devam ediyordu.

Enerjimizi bir anda eksiltme gücüne sahip o süper masum, atanın bazen bildiği bazen enerjiyi emmek için otomatik olarak farkına varmadan attığı enerji kancaları beklemediğimiz anlarda gelir.  Zaten bunun olacağını düşündüğümüzde kalkanlarımız çok daha çabuk devreye girer.    Aklımıza önceden gelmediyse yaşarken fark etmeye başlarız.  Eh zaten gitmek istemiyordun oraya, enerjik olacağı aklına gelmedi mi?  Bazen gelmiyor. Hoca moca insan insandır. İnsan yaşayarak öğreniyor, hatırlıyor, biliyor.  Yaşam bazen “Okuduğun kitapları boş ver, alfabenin önemini hatırla,” diyor.  Yaşam alfabenin temeli üzerine yazılıyor.

İster hoca olun, ister üstatların üstadı, beklemediğiniz bir anda ve kalkanlarınızı indirdiğiniz anlarda insanların basit bir cümle ile attıkları enerjik oklar, kılıçlar sizi yaralar, enerji alanınızı deler, ve boşalırsınız. Enerji tekniklerini biliyorsak bunu anında fark eder ve kendimizi tekrar yenilemeye ve doldurmaya başlarız. 

Soru şudur:  Kendimi doldurabiliyorum, enerji alanımız onarabiliyorum, tekrar doldurabiliyorum.  Peki, bunu yapabilmem bana bilerek veya bilmeyerek zarar verenlerle olmamı gerektiriyor mu? 
Soru şu:  Olmamam gerektiğini hissettiğim yerlerde olmamayı seçmek için bu hissin doğruluğunu kaç yüz kere yaşamam gerekiyor?

Allah’ın hakkı üçtür, derler. Tasarruf ve bireysel ulanışımız ile ilgili konuşma başlamadan önce salona tanıdığım iki dost daha girdi.   Toplantı başlamak üzereydi.  Yine yerimden kalktım merhaba demek için. Dostlara hürmet.  “Merhaba, hoş geldiniz,” dedim.  “Ah, Zeynep Hanım burada mısın, Kendin geliyorsun, bize haber vermiyorsun”, dedi o iki tanıdıktan biri.  Yüzüne gülümsedim ve sadece gerçeği söyleyebildim, “Az önce karar verdim gelmeye.”  Bu salona son gelen dostlar ile zaman zaman kişisel gelişim üzerine sohbetlerde bir araya gelirdik. Hatta bir gün önce de Facebook’taki kapalı bir grubumuzda kendisine, bu ay çok hızlı değişen  iş durumum nedeni ile program yapmakta, net program günleri belirlemekte zorlandığımı ve Kasım ayında tekrar buluşmaya geçmemizi rica etmiştim.  Programım çok değişken, mahcup olmak istemiyorum, Kasım’dan sonra net olabilirim, demiştim.    

“Kendin geliyorsun, bize haber vermiyorsun.” Üç.

Yerime oturduğumda haber vermiyorsun diyen kişi ile sohbet için başka dostların katılımı ile bir iki ayda bir buluştuğumuzu ama doğrusu STK çalışmaları dışında böyle bir çalışmaya, konuşmaya, buluşmaya hiç ama hiç beraber gitmediğimizi fark ettim.  Daha önce ne ben onu, ne de o  beni bu tarz bir konuşmaya çağırmamıştı.  Gelip gelmemek konusunda kendim karar vermediğim bir yere başkasını davet  etmediğim için hiç de rahatsız hissetmediğimi fark ettim.

Niyetimiz önemlidir.  İyilik düşünüyorsak, niyetimiz iyiyse ve başkasına zarar vermiyorsak, doğru olan takılmadan devam etmektir. Karşımızda üç yaşında, beş yaşında bir çocuk varsa kızabilir miyiz?  Ama o çocuk elinde bir taş yüzüme doğru atıyorsa buna da müsaade etmemek lazım. Çünkü bir gün o taşı attığı kişi onun canını yakabilir veya verdiği zarar için pişman olabilir. Çocuk olduğunu fark etmek kızmama mani olsa da taşı atmasına engel olmaya, veya belki daha doğrusu taştan kendimi korumama engel değildir.

O sabah o salona neden gittiğimin ve neden gitmek istemediğimin nedeni aynıydı.

Enerjiyi okumak, almak, vermek, insanların niyetlerini görmek, bilmek, fark etmek esasında çok kolay şeylerdir.  Yapmamız gerekenleri bilmek de kolaydır, yapmak biraz daha zor olsa da. Ki o da kolaydır.

İnsanların enerjilerinin çok düşük seviyede olması sizin enerjinizi zorla almak için kuvvetleri olmadığı anlamına gelmez.

Zor olan, benim için zor olan insanların Yaradan’dan, Kaynak’tan, yüreklerinde hep kaynağı var olan sevgiden beslenmek yerine, başkalarından, başka insanlardan, arkadaşlarından, eşlerinden, çocuklarından, insanların enerjilerinden beslenmeyi seçmeleridir.  Bu kadar sınırsız bir dünyada bu kadar sınırlı şekilde beslenmek, başkalarını tüketerek yaşamak. Acı olmalı.  Kişisel gelişim ve bireysel uyanış üzerine bir konuşmadan önceki 10-15 dakikada enerjimi kaptırmaktan çok, enerjimi alanların açlıkları yüreğimi acıttı.  İnsanlar kendilerini doldurmayı bilmiyorlar.  Benzini olmayan bir araç gibi ilerlemeye çalışıyorlar. 


Konuşmacının bir gün önce zaten dinlediğim çok benzer formatta devam eden iki küsur saatlik konuşması sırasında başta aniden ve yüreğimden sökülerek verdiğim enerjiyi severek ve isteyerek vermeye devam ettim.

Herşeyin bir nedeni olduğunu bilerek.

16 Ekim 2014 Perşembe

Reiki ile, Reiki'de güçlenmek için...


Reiki'yi kullanırken size kuvvetlendirecek en önemli detaylardan biri sizinle paylaşılan veya algıladığınız hastalık, sorun ve bilgileri saklamak, özel tutmaktır. 

Sır belki kuvvetli bir kelime, bununla birlikte kavramı anlatmak adına şöyle ifade edebilirim, sır saklama beceriniz arttıkça Reiki gücünüzün artacağını söyleyebilirim.

Bireye saygı, yaşama saygı, özele saygı kuvveti arttırır.

Reiki verdiğiniz kişi paylaşmanızda mahsur olmadığını söylese bile, benim tavsiyem Reiki çalışması sırasında Reiki veren sizseniz, duyduklarınızı, algıladıklarınızı ve sizinle paylaşılanları kendinizde saklayın. İsim vermeden, kim olduğu anlaşılmayacak şekilde Reiki uygulama örneği olarak paylaşabilirsiniz. Bu başka bir şeydir. Kim olduğu tahmin edilebilecekse, başka örnek bulun derim.

Reiki'yi alan kişi olduğumuzda şapkalar değişir, bu karşılıklı hassasiyet sayesinde anlatma, paylaşma, yüreğimizi dökme alanı buluruz. Reiki bilen dostlar yaşamımıza şifa alanları açar.

15 Ekim 2014 Çarşamba

Anne, Baba, Çocuk

Anne, babalar için, çocuklar için bugün bu karşıma çıktı...




Doğruluk payı var.
Sözlerimizin gücünün farkında olalım.

14 Ekim 2014 Salı

Doğa'ya Reiki

Reiki enerjisini, kendimiz ve başka insanlar kadar, ağaçlara, doğaya, tüm canlılara, ve cansız olarak adlandırılan ama özünde enerjiden oluşan tüm eşya ve maddelere de vermek mümkündür.
Reiki'yi hayatı desteklemek adına kullanmanız dileğiyle.

"Hayat tüm düşüncelerimi destekliyor. Kendimi seviyor ve onaylıyorum."

13 Ekim 2014 Pazartesi

İleri Seviye Reiki Uyumlamaları

Reiki Uyumlamaları Hakkında Bir Paylaşım:

Reiki uyumlamaları ile ilgili çok sorulan bir soru var, bununla birlikte burada sanırım hiç paylaşmadım. Bu hafta bu konuda sıkça soru gelince burada yazmak istedim:

Reiki evrensel ve Dünya'nın her yerinde kullanılan, öğretilen bir enerjidir. Özünde her yerde öğretilen Reiki aynıdır belki ama yıllarca yazılı bir doküman olmadan, sözlü olarak  öğretilen Reiki derslerinin farklı hocalar tarafından farklı şekillerde yapıldığı görürüz.

Bu nedenle birçok hoca gibi bende Reiki ile ilerleyişin sağlam olması ve sağlam şekilde kuvvetlenmesi adına Reiki'nin II. ve III. Seviye uyumlamalarını, Reiki yolculuğuna benimle başlamış olan ve çok önemli bir temel oluşturan Reiki I. Seviye Uyumlamasını benden almış olan öğrencilerime verebiliyorum.

Reiki II. ve III. Seviyede kullanılan sembollerin farklı hocalar tarafından kullanılan şekilleri farklılık gösterebilmektedir.  O nedenle eğer Reiki'nin I. Seviyesinin uyumlamasını aldıktan sonra farklı bir hoca ile yolunuza devam etmek isterseniz o aşamada Reiki'ye bir anlamda tekrar başlayarak, tekrar uyumlama almanız gerekebileceğini paylaşmak isterim.   Reiki ile daha önceden tanışmış olmanız nedeni ile yeniden başladığınız süreçler tabii ki yeni bir öğrenciye göre daha hızlı ilerleyebilir. Bu nedenle genelde Reiki yolumuza eğer özel bir şikayetimiz veya enerjiyi kullanma ile ilgili sorunlarımız yoksa, aynı hoca ile devam etmemiz önerilir.

Reiki'nin yaşamınızı açması ve kuvvetlendirmesi dileğiyle.

9 Ekim 2014 Perşembe

Yanıtlar

Esasında duymaya hazır olsak, her sorunun bir yanıtı var. 

Her sorumuzun yanıtına sahip olmamız gerekip gerekmediği ise farklı bir konu.

"Neyi bilmem gerekiyor?- Neyi bilmem faydalı olur? - Neyi bilmeye ihtiyacım var? ise gerçekten yerinde bir soru, yerinde sorular olabilir.

Diliyorsak, hazırsak, olması gerekiyorsa, Evren'in sesini net ve berrak duyabilmemiz dileğiyle.

8 Ekim 2014 Çarşamba

Reiki Noktaları

Reiki Dostları için, kendimize Reiki uygularken dokunmayı tercih ettiğimiz noktaları hatırlatmak isterim.

1- Gözler
2- Şakaklar
3- Kulaklar
4- Başın arkası
5- Boyun
6- Göğsün üzeri
7- Göğsün altı
8- Göbek deliğinin altı
9- Kasıklar
Oturur formatta kasıklardan sonra Reiki vermeye devam etmek isterseniz:
10- Dizler
11- Ayak bilekleri
12- Ayakların altı

Kuvvetiniz bol olsun. Reiki'nin desteği sizinle olsun. Bütünün hayrı için. Kendi hayrınız için.
Saygı ve sevgilerimle.

29 Eylül 2014 Pazartesi

"Sorulduğunda Yanıt Ver"

Danışmanlıkta önemli bir prensip vardır. Hocalarımın çok üzerinde durdukları bir prensip. Doğruluğuna inandığım bir prensip:
"Sorulduğunda yanıt verin."

Bir danışan bir soru soruyorsa cevabına hazır demektir. Sorunca, sorulursa söyle, dedi hocalarım yıllarca. Bunu yapmaya oldukça dikkat ederim.

Bazen duygular araya girer, danışanlar adeta dostumuz olur. Üzülsünler, incinsinler istemeyiz. Onlar bize sormadan uyarmak isteriz. İyi niyetle. Bununla birlikte doğrusu yapmış olmayız. Söylediğimizin doğru olması o kişinin duymaya hazır olduğu anlamına gelmez. Sormamıştır, yani duymayı seçmemiştir.

Yıllardır çok titizlikle uyguladığım bu prensipte bazen 'iyi niyetle' hata yaptığımı görüyorum.

Reiki ve enerji ile çalışan tüm dostlara ve özellikle kendime hatırlatıyorum: Sorulursa söyleyelim. Danışanlara soru sorma cesaret ve sorumluluğunu verelim.

Tüm çalışmalarımız ve yaşam hep lezzetli ve lezzetle olsun.

28 Eylül 2014 Pazar

?


Bir zorlukla karşılaştığımızda karar vermemiz gerekiyor.

Çözüm mü üreteceğiz, bahane mi?


27 Ağustos 2014 Çarşamba

Reiki Uygulayıcıları için Hatırlatmalar



Reiki Uygulayıcıları için Hatırlatmalar:

Reiki verirken, Reiki'ye kanal olduğumuzu hatırlayarak,bir şeyleri oldurmak için değil, olmaya zorlamak için değil, olması gerekenin önünü açmak için kullanın.

Reiki vermek esasında akmasına imkan vermektir.

Reiki'yi, yapmanız gerekeni yapmak için kuvvetlenmeniz dileğiyle kullanın. 

Reiki manipülasyon ve zorlama sevmez, hoşgörü ile iyi niyete destek verir, kendini olumsuz bir dilek ve niyet için kullandırmaz. 

Reiki özgür iradeye saygıyla çalışır. İsteyene Reiki verin. Teklif edin, ancak ısrarla Reiki vermeyin. Zorla güzellik olmaz. Başkalarına Reiki vermek istiyorsanız Reiki isteyen ve bekleyenlerini bulmaya, onlarla buluşmaya niyet edin. Reiki'den fayda görebileceklerin size ulaşabilmesini dileyin.

Olması gereken olacaktır. Buna güvenin.

Yapıcı kuvvetinizin bol olması dileğiyle.


19 Ağustos 2014 Salı

Kaybolan Olta, Bir Havlu ve Ruhun 52 Taşı



Bazılarınız benim Joy Drake ve Kathy Tyler tarafından geliştirilen "Dönüşüm Oyunu (Transformation Game)"nun Kolaylaştırıcısı olduğunu biliyor. Dönüşüm Oyunu hayatımı hem oynadığım yıllarda hem de kolaylaştırıcısı olmayı öğrenirken ve sonrasında açan, ihtimalinin bile farkında olmadığım dünyaları keşfetmemi sağlayan, çok değer verdiğim bir kişisel gelişim aracı. Muazzam bir yaşamı keşif aracı.

Bu Oyun'da 52 tane Melek Kartı vardır. Arkadaşlarımdan bir tanesi benim için bu 52 meleği 52 taşa farkı resim ve desenlerle çizerek bir set olarak hazırlamıştı. Taşlar bana geldikten kısa bir süre sonra kalabalık bir arkadaş grubunu evimde ağırladım. Ben farklı kartlar çektirmeyi severim. O akşam da kart yerine arkadaşımın bana hazırladığı bu taşları arkadaşlarımın çekmelerini ve taşlardaki kelimelerin mesajlarını almalarını önerdim. Taşlar çekildi, paylaşıldı. Taşları sonrasında kutusuna geri bırakmalarını rica ettim.

Gece arkadaşlarımı yolcu ettikten sonra uyumadan önce içimden bir ses nedense taşlara bakmamı söyledi. Dedim ya her nedense taşları kontrol ettim ve bazı taşların, bazı meleklerin olmadığını gördüm. Kısa süre içinde arkadaşlarımızın bazılarının taşları geri vermeleri gerektiğini duymadığını fark ettik. Hatta taşların bir tanesi yolculuk yapıp İzmir'den geri geldi.

52 kelimenin, 52 Melek'in içinden bir tanesi o günden bugüne ortaya çıkmadı: 'Açıklık'

Bundan sanırım dört yıl kadar önceydi Japonya'da bir ailenin evinde akşam yemeğine davet edilmiştim. Yemeği yedikten sonra Japonya'da genelde adet olduğu üzere ev sahipleri bana küçük bir hediye vermek istediklerini söylediler. Genelde yapıldığı üzere bana bir el havlusu hediye edeceklerdi. Japonya'da havlu sık verilen hediyelerden biri. Ancak ev sahiplerim bana kapalı şekilde farklı havlular uzattılar ve seçmemi istediler. Doğrusu ben böyle küçük oyunları ve sürprizleri severim ve bir havlu seçtim.

Havluyu seçtikten sonra açmamı ve yazan mesaja bakmak istediklerini söylediler. Ben havluların kapalı duruşlarından üzerilerinde bir yazı olduğunu görmemiştim. Açtım. Okudular. Birbirleriyle gülümseyerek bakıştılar. Meğerse havluyu seçmemi isterken seçtiğim havlunun benim ruh yapımı, ruh yolumu ifade eden, gösteren bir mesaj olmasını dilemişler. Havluda yazan mesajı ve sonra diğer havlularda yazan mesajı paylaştılar. O geceyi ve o küçük el havlusu hatırlamak bugün bile beni farklı bir dünyaya götürür.

Japonya'da, Fethiye'de, İstanbul'da ya da İskoçya'da, Dünya'nın bir çok yerinde bir çok insan yaşamın bize işaretler sunduğuna inanıyor. Yaşamak üzere doğduğumuz yaşamın izini sürmemizi sağlayan işaretlerin etrafımızda olduğuna. Yaşamı doğru algılamamızı sağlayacak işaretlerin etrafımızda olduğuna. Böyle bir kaç cümle ile özetlemek zor ama buna ben de inanıyorum.

İşaretlerin olduğunu kabul etmek ve fark etmek başka bir şey; işaretleri her zaman okuyabilmek, doğru okuyabilmek başka bir meziyet.

Yaşamımızda olan veya olamayan, beliren ve kaybolan şeylerin bizlere söylemek istediği olabileceğine inanıyorum. İşaretlerin bin bir şekli olabiliyor.

Aylar sonra, dokuz yıl önce bana hediye edilen ve bir iki hafta öncesine kadar evimde hep aynı yerde duran, ancak farklı bir hazırlık için yerinden oynattığımız oltayı, dokuz yıl sonra, ilk defa bugün kullanmak istedim. Oltayı bana ev hediyesi olarak getiren arkadaşım "Bir gün kullanmak istersen," diyerek vermişti. Dokuz yıl boyunca o oltayı ne kendim ne başkası için kullanmak istememiştim. Bugün dokuz yıllık oltam yok olmuştu. Yeri değiştikten çok kısa bir süre sonra. Ararken oltanın bana verildiği günü hatırladım. Bana o gün benim ilgi alanıma göre çok anlamsız gelen oltanın esasında benim için dokuz yıldır durduğu yerde anlamlı olduğunu bugün anladım. Bir oltanın ve yanındaki içinde yedek olta malzemeleri olan basit plastik kutunun.

Maddiyat dünyasına bağımlı olmamaya gayret ederim ancak kimi eşyaların benim için anlamı vardır. Oltanın nerede olduğunu, nasıl ortadan kaybolduğunu bilmediğim gibi 'Açıklık' Meleğine de ne olduğunu bilmiyorum. Taş belki o akşamki kalabalık akşam yemeği sırasında çöpe gitmiş olabilir. Bildiğim o ki ben 'Açıklık' enerjini yaşamımda istiyorum. Ruhların, yüreklerin, birbirlerine açık olabildiği, düşüncelerin duygular kadar açık ifade edilebildiği bir yaşam istiyorum. Bu olmadan diğer 51 taş gibi yaşam eksik kalıyor.

Ve asla kullanmayı hayal etmediğim bir oltanın yaşamda sunduğu farklı ihtimalleri ve tatları da istiyorum. En az bu ihtimalleri bana açan, açık tutan, hayalimde yokken yaşamıma davet eden dostlar kadar çok.