İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

14 Kasım 2014 Cuma

Yaşamın Tadı

Yaşamın tadı nereden alınır, diye sorduğum olur.

Veya, yaşam tadını nereden alır?

İngiltere’nin bir milyon nüfuslu, sanayi şehri olmaktan kendini biraz daha özgün karakterli bir şehir olmak adına çok da başarılı olmayan ataklar ile dönüştürmeye çalışan Birmingham’dan yeni döndüm sayılır.  Yaşamı yaşamaya değer kılan nelerdir sorusu belki yaşam boyu yanıtı değişerek karşımıza çıkan bir soruyken, yaşamın tadını neyin verdiği belki yanıtı hemen bulunması, bulunamıyorsa acilen aranması gereken bir soru olabilir.

Yaşamın tadı nereden gelir?

Üyesi olduğum Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği’nin Birmingham’da yapılan üç günlük Avrupa Toplantısının son günündeki son çay kahve molasında çantama attığım, mavi beyaz çizgili küçük kapalı paketteki bitter çikolata parçalı kurabiyeyi, Türkiye’ye döndüktenon iki gün sonra, bu defa Fethiye’de, ismini Yunus Nadi’den alan ilköğretim okulunun karşısında, Halide Edip’in “Ateşten Gömlek”ini okurken sabah biraz geç saatte demlediğim çayımı içerek yerken alınan tat mıdır?

O paketten birbirine içleri dönük olarak yerleştirilmiş çıkan iki, paketini kontrol edip okuduğuma göre, İngiliz kurabiyesi, Halide Edip’in ismini Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan kendisine söyleyerek de olsa bir nevi izin almadan ödünç aldığı, romanı “Ateşten Gömlek”i otuz yıl sonra tekrar okuyan bana farklı neler katar?

O kitabı ilk okuduğumda ortason sınıfta, İngiltere belki birkaç İngiliz öğretmenim dışında hiç bilmediğim bir dünyaydı.  Onlarca farklı nedenlerle ve özellikle tamamlayıcı tıp tekniklerini öğrenmek için, defalarca gittikten sonra, kendi ülkemden sonra en çok ait hissedebildiğim bir ülke demek, aralarında İstiklal Harbi askerlerinden olan, İstiklal Madalyalı dedelerime de saygısızlık olur mu?

Düşünmeden edemiyorum, “Ateşten Gömlek”i okurken yine ortaokulda beni belki daha da çok etkileyen “Türk’ün Ateşle İmtihanı”nı hatırlamak, elimdeki sıcacık ince belli bardağın inçindeki, çay bitmesin diye normalde sevdiğime göre biraz daha açık koyduğum çayın tadını değiştirir mi?
Yaşamın tadı nasıl bir şeydir?  Ve nedir o belki beş duyunun ötesinde olan tad’a tat katan?

Ateşten gömlek Halide Edip’in romanında bir belirip sonra tekrar belirinceye kadar bir süre rengini, alevini saklayan bir ateştir ama yaşam esasında hepimiz için alevinin izini sürmemizi beklediği ateşten gömleği vermiştir de.   Ateşten gömlek belki bir sevda, belki yurt sevgisi, belki de yapmak için doğduklarımızı keşfetme telaşının biraz da anlaşılması zor heyecanıdır. Bize ait olduğunu bildiğimiz ama belki de başka can’ların taşıma cesaretini gösterdiğini görünce daha da arzulandığımız bir meşale.

Ne çok şey geçiyor akıldan.  İnsan zihni nasıl da dev bir dünya. Bunları yazarken, bambaşka şeyleri yazmayı düşünürken, aniden okunmaya başlayan Salah, sela’nın, Türkçe okunmuş olmasını dilediğimi fark ediyorum.  Babamın ezanın onun küçüklüğünde Türkçe okunduğunu söylediği zamanki şaşkınlığımı hatırlıyorum. “Sahinden mi babacığım, sahiden mi?” dediğimi.  Evimizin karşısında olan ilkokulumun hemen yanındaki, evimizin karşı çarprazındaki, herkesin mescit zannettiği ama mescit olmayan mahalle camiimiz benim üniversite için Amerika’ya gidene kadar özellikle sabah ezanı ile güne başlangıcımdı.  Evimizin karşısındaki okulum ve küçük cami. 
Babamdan ilk öğrendiğimde minik çocuk aklım ile bunun ne kadar muhteşem olmuş olabileceğini düşündüğümü ve hatta heyecanlandığımı hatırlıyorum.  Ama hiç Türkçe ezan dinlememiştim ki.  Babam biraz mırıldanmıştı.  YouTube’lar yok ki o zaman nasıl bulup dinleyelim.

İlk Türkçe Ezan nasıl çağırırmış Türk haklını namaza diye ilk kaydı bulup dinlediğimde sanki ilk defa ezan dinlemiş gibi hissettiğimi ise inkar edemem.  O ahenk ile bir manevi ilandır ezan, yüreklerin teslimi ve ilanı.  Yıllarca, yüreğime çok iyi geldiğini hissettiğim ezan ile güne başlamıştım.  Ezan sesi sanki ölümün varlığını bana hep hatırlatan bir ses olmakla birlikte yüreğime hep iyi de gelirdi. Türkçe ezan kaydını ilk duyduğumda dinlemeye doyamamış, defalarca tekrar ve tekrar dinlemiştim.  O, bana göre, yürekleri Yüce Yaradan’a yakınlaştırmayı amaçlamış olan Türkçe ezanda, esasında onu Türkçeleştirenlerin Allah sevgisini ne kadar derinden hissettiğimi hatırlıyorum. Sanki onların o günlerde çarpan kalplerinden bir dalga bana gelip yüreğime çarpmıştı. Böyle hissetmiştim.  Çok saf bir sevgi, çok temiz bir inanç bunu yapmanın yolunu açabilirdi.  Hissettiğim buydu.

''Tanrı Uludur, Tanrı Uludur.

Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.

Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed.

Haydin namaza, haydin namaza
Haydin namaza, haydin namaza
Haydin felâha, haydin felâha
Haydin felâha, haydin felâha

Tanrı Uludur, Tanrı Uludur
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.''

*

Dünyanın farklı köşelerinde, çok farklı milletlerden, çok farklı dinlerden insanların Tanrı’ya seslendiğini duydum, gördüm, seyrettim.  Şansıma hiçbiri kendi dini adına, kendi çıkarları için başkalarına zulmeden, yok eden insanlar değildi. Ben masum dünyanın sınırlarında gezindim hep.  Acıların ve sevinçlerin insanca olduğu bir gerçek dünya.  Ben insanlık vasfını koruyan bu insanların farklı dillerde, farklı şekillerde hep aynı şeyi dilediklerini, aynı şey için çalıştıklarını gördüm.  Sevgi, kardeşlik, barış, sağlık ve mutluluk.

İşte bu insanların dualarının bana ikram ettikleri yiyecekler kadar yanlarında soluduğum havaya, yanlarında oturduğumda varlığıma, tat kattıklarını düşündüm.  İnsana tadı veren çoğu zaman insandı.  Ancak şekerle değil, tuz, biber, baharatla değil.  Ruhumuzda uyandırdıkları o kimi adı bilinmez duyguların öz baharatıyla.  Kimi zaman bir bakıştan, kimi zaman gerçekten bir duadan ya da bir fincandan, bir kitaptan veya sadece varoluşlarından gelen.  Bir Tibet çanının akıp giden uzun tınlaması gibi yüreğimizde titreyip duran bir tat.

Dinlerin, dillerin, ırkların, yaşamların, ülkelerin her biri yaşamın bir rengi, bir rengin bir tonu, açık sarısı, koyu mavisi, çingene pembesi, kan kırmızısı. 

O renklerin olmadığı bir yaşam ne kadar sıkıcı ve anlamsız olurdu kim bilir.

Yaşamın tadı nereden gelir?

İskoçya’dan aldığım seramik kart vizitliğin açık yeşilinden, Rio’dan aldığım tahta oyması heykelin hafif korkutucu yüz ifadesinden, Kyoto’dan aldığım yelpazenin verdiği serinlikten ya da mendilin gözlerimi silerken hissettiğim yumuşaklığından olabilir.  Amerika’dan üniversite yıllarda aldığım kupanın içinde duran kalemlerin renklerinin güzelliğinden gelebilir. Ya da Kanada’dan aldığım Kanada yerlilerinin şamanistik desenlerini taşıyan kupanın içinde dumanı tüten Rize çayından.  

Çocukluğumda bir bayramda ziyaret ettiğimiz babamın arkadaşının annesinin başımı okşayan elinin bitmeyen sıcaklığıdır o tat. Öptüğüm ellerinin yumuşaklığıdır.  Bitmeyecek gibi üzerime yağan bir yağmurun şiddeti, bazen de beklenmeden bulutların arkasından berilen aydınlıktır. Uzayan liste sadece yaşamımı değil beni de tatlandırır. Büyütür, acıları ve tatlıları ile.

Ve büyük bir arzu ile beklemeye başlarım, bir sonraki tat nedir ve nereden gelecek diye.


Hiç yorum yok: