Veya, yaşam
tadını nereden alır?
İngiltere’nin
bir milyon nüfuslu, sanayi şehri olmaktan kendini biraz daha özgün karakterli
bir şehir olmak adına çok da başarılı olmayan ataklar ile dönüştürmeye çalışan Birmingham’dan
yeni döndüm sayılır. Yaşamı yaşamaya
değer kılan nelerdir sorusu belki yaşam boyu yanıtı değişerek karşımıza çıkan
bir soruyken, yaşamın tadını neyin verdiği belki yanıtı hemen bulunması,
bulunamıyorsa acilen aranması gereken bir soru olabilir.
Yaşamın tadı
nereden gelir?
Üyesi
olduğum Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği’nin Birmingham’da yapılan üç
günlük Avrupa Toplantısının son günündeki son çay kahve molasında çantama
attığım, mavi beyaz çizgili küçük kapalı paketteki bitter çikolata parçalı
kurabiyeyi, Türkiye’ye döndüktenon iki gün sonra, bu defa Fethiye’de, ismini
Yunus Nadi’den alan ilköğretim okulunun karşısında, Halide Edip’in “Ateşten
Gömlek”ini okurken sabah biraz geç saatte demlediğim çayımı içerek yerken
alınan tat mıdır?
O paketten
birbirine içleri dönük olarak yerleştirilmiş çıkan iki, paketini kontrol edip
okuduğuma göre, İngiliz kurabiyesi, Halide Edip’in ismini Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan
kendisine söyleyerek de olsa bir nevi izin almadan ödünç aldığı, romanı “Ateşten
Gömlek”i otuz yıl sonra tekrar okuyan bana farklı neler katar?
O kitabı ilk
okuduğumda ortason sınıfta, İngiltere belki birkaç İngiliz öğretmenim dışında hiç
bilmediğim bir dünyaydı. Onlarca farklı
nedenlerle ve özellikle tamamlayıcı tıp tekniklerini öğrenmek için, defalarca
gittikten sonra, kendi ülkemden sonra en çok ait hissedebildiğim bir ülke demek,
aralarında İstiklal Harbi askerlerinden olan, İstiklal Madalyalı dedelerime de
saygısızlık olur mu?
Düşünmeden
edemiyorum, “Ateşten Gömlek”i okurken yine ortaokulda beni belki daha da çok
etkileyen “Türk’ün Ateşle İmtihanı”nı hatırlamak, elimdeki sıcacık ince belli
bardağın inçindeki, çay bitmesin diye normalde sevdiğime göre biraz daha açık
koyduğum çayın tadını değiştirir mi?
Yaşamın tadı
nasıl bir şeydir? Ve nedir o belki beş
duyunun ötesinde olan tad’a tat katan?
Ateşten
gömlek Halide Edip’in romanında bir belirip sonra tekrar belirinceye kadar bir
süre rengini, alevini saklayan bir ateştir ama yaşam esasında hepimiz için
alevinin izini sürmemizi beklediği ateşten gömleği vermiştir de. Ateşten gömlek belki bir sevda, belki yurt
sevgisi, belki de yapmak için doğduklarımızı keşfetme telaşının biraz da
anlaşılması zor heyecanıdır. Bize ait olduğunu bildiğimiz ama belki de başka
can’ların taşıma cesaretini gösterdiğini görünce daha da arzulandığımız bir
meşale.
Ne çok şey
geçiyor akıldan. İnsan zihni nasıl da
dev bir dünya. Bunları yazarken, bambaşka şeyleri yazmayı düşünürken, aniden
okunmaya başlayan Salah, sela’nın, Türkçe okunmuş olmasını dilediğimi fark
ediyorum. Babamın ezanın onun
küçüklüğünde Türkçe okunduğunu söylediği zamanki şaşkınlığımı hatırlıyorum.
“Sahinden mi babacığım, sahiden mi?” dediğimi.
Evimizin karşısında olan ilkokulumun hemen yanındaki, evimizin karşı
çarprazındaki, herkesin mescit zannettiği ama mescit olmayan mahalle camiimiz
benim üniversite için Amerika’ya gidene kadar özellikle sabah ezanı ile güne
başlangıcımdı. Evimizin karşısındaki
okulum ve küçük cami.
Babamdan ilk
öğrendiğimde minik çocuk aklım ile bunun ne kadar muhteşem olmuş olabileceğini
düşündüğümü ve hatta heyecanlandığımı hatırlıyorum. Ama hiç Türkçe ezan dinlememiştim ki. Babam biraz mırıldanmıştı. YouTube’lar yok ki o zaman nasıl bulup
dinleyelim.
İlk Türkçe
Ezan nasıl çağırırmış Türk haklını namaza diye ilk kaydı bulup dinlediğimde
sanki ilk defa ezan dinlemiş gibi hissettiğimi ise inkar edemem. O ahenk ile bir manevi ilandır ezan,
yüreklerin teslimi ve ilanı. Yıllarca,
yüreğime çok iyi geldiğini hissettiğim ezan ile güne başlamıştım. Ezan sesi sanki ölümün varlığını bana hep
hatırlatan bir ses olmakla birlikte yüreğime hep iyi de gelirdi. Türkçe ezan
kaydını ilk duyduğumda dinlemeye doyamamış, defalarca tekrar ve tekrar
dinlemiştim. O, bana göre, yürekleri
Yüce Yaradan’a yakınlaştırmayı amaçlamış olan Türkçe ezanda, esasında onu
Türkçeleştirenlerin Allah sevgisini ne kadar derinden hissettiğimi hatırlıyorum.
Sanki onların o günlerde çarpan kalplerinden bir dalga bana gelip yüreğime
çarpmıştı. Böyle hissetmiştim. Çok saf
bir sevgi, çok temiz bir inanç bunu yapmanın yolunu açabilirdi. Hissettiğim buydu.
''Tanrı Uludur, Tanrı Uludur.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed.
Haydin namaza, haydin namaza
Haydin namaza, haydin namaza
Haydin felâha, haydin felâha
Haydin felâha, haydin felâha
Tanrı Uludur, Tanrı Uludur
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.''
*
Dünyanın farklı köşelerinde,
çok farklı milletlerden, çok farklı dinlerden insanların Tanrı’ya seslendiğini
duydum, gördüm, seyrettim. Şansıma
hiçbiri kendi dini adına, kendi çıkarları için başkalarına zulmeden, yok eden
insanlar değildi. Ben masum dünyanın sınırlarında gezindim hep. Acıların ve sevinçlerin insanca olduğu bir
gerçek dünya. Ben insanlık vasfını
koruyan bu insanların farklı dillerde, farklı şekillerde hep aynı şeyi
dilediklerini, aynı şey için çalıştıklarını gördüm. Sevgi, kardeşlik, barış, sağlık ve mutluluk.
İşte bu insanların
dualarının bana ikram ettikleri yiyecekler kadar yanlarında soluduğum havaya, yanlarında
oturduğumda varlığıma, tat kattıklarını düşündüm. İnsana tadı veren çoğu zaman insandı. Ancak şekerle değil, tuz, biber, baharatla
değil. Ruhumuzda uyandırdıkları o kimi
adı bilinmez duyguların öz baharatıyla.
Kimi zaman bir bakıştan, kimi zaman gerçekten bir duadan ya da bir
fincandan, bir kitaptan veya sadece varoluşlarından gelen. Bir Tibet çanının akıp giden uzun tınlaması
gibi yüreğimizde titreyip duran bir tat.
Dinlerin, dillerin,
ırkların, yaşamların, ülkelerin her biri yaşamın bir rengi, bir rengin bir
tonu, açık sarısı, koyu mavisi, çingene pembesi, kan kırmızısı.
O renklerin olmadığı bir
yaşam ne kadar sıkıcı ve anlamsız olurdu kim bilir.
Yaşamın tadı nereden gelir?
İskoçya’dan aldığım seramik
kart vizitliğin açık yeşilinden, Rio’dan aldığım tahta oyması heykelin hafif
korkutucu yüz ifadesinden, Kyoto’dan aldığım yelpazenin verdiği serinlikten ya
da mendilin gözlerimi silerken hissettiğim yumuşaklığından olabilir. Amerika’dan üniversite yıllarda aldığım
kupanın içinde duran kalemlerin renklerinin güzelliğinden gelebilir. Ya da
Kanada’dan aldığım Kanada yerlilerinin şamanistik desenlerini taşıyan kupanın
içinde dumanı tüten Rize çayından.
Çocukluğumda bir bayramda
ziyaret ettiğimiz babamın arkadaşının annesinin başımı okşayan elinin bitmeyen
sıcaklığıdır o tat. Öptüğüm ellerinin yumuşaklığıdır. Bitmeyecek gibi üzerime yağan bir yağmurun şiddeti, bazen de beklenmeden bulutların arkasından berilen aydınlıktır. Uzayan liste sadece yaşamımı değil beni de
tatlandırır. Büyütür, acıları ve tatlıları ile.
Ve büyük bir arzu ile
beklemeye başlarım, bir sonraki tat nedir ve nereden gelecek diye.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder