İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

26 Ocak 2011 Çarşamba

Gökyüzünün Halleri

Fethiye’de gökyüzüne bakınca dünyanın yuvarlak olduğunu hisseder insan. Gök kubbe kelimesi gelir akla. Gök kubbeyi hissederim.

Antalya’da gökyüzü o kadar büyük görünür ki görkemli dağlar küçülür. Antalya’da göğün değişen halleri kadar büyüklüğü de etkiler insanı, sanki sonsuzluk hakimdir dünyaya. Yer gökten beslenmektedir.

İstanbul’da denizdir öne çıkan. Gökyüzü bir örtüdür günü ve geceyi saran. Güneşi ve ayın üzerinde parladıkları perdedir gökyüzü. Bazen gri, bazen mavi, bazen ışıl ışıl. Nadiren yeri göğü inleten şimşekler çakınca farklı şeyleri düşündürür İstanbul. Yaşama, insana, ruha dairdir İstanbul. Yaşanmışlara ve yaşanacaklara.

Gökyüzünün halleri ruhumun halleridir aslında.

Ruhumun sesi bir bakarım yansımış dev ekrana…

Sevmek


Sevgi üzerine düşünüyorum. Dedem ve anneannemi düşünüyorum. Ortanca kızları olan anneme Sevgi adını koyarken neler düşünüyorlardı acaba? Zaten 44 yaşında çok genç yaşta ölen dedemi görmedim ama anneanneme de sormadım hiç. Sormak aklıma yeni geliyor. Ve şimdi yine çok geç.

Antalya’dayım. Kendimi Facebook’ta yazarken bulduğum üzere babamın babası olan dedemin alay komutanlığı yaptığı, babamın doğduğu ve halamın öldüğü şehirdeyim. Antalya Lions Kulüplerini Lions 118-R Yönetim Çevresi Genel Yönetmen Ziyaretleri var. Bu kulüplerden bir tanesi olan Antalya Lions Kulübü ile benim dönem başkanlığını yaptığım Fethiye Lions Kulübü aynı bölgeye bağlı. Ben de bu nedenle Antalya’ya gelerek katılmak istedim. Yüreğim istedi.

Antalya her gelişimde şaşırtır beni biraz ve hep babamı hatırlatır. 2004 yılının öncesinde neyi hatırlatırdı doğrusu şimdi bilemiyorum. Babamın yaşamın yeri olan bir şehir olması dışında doğası ile de babamı hatırlatır Antalya bana. Babamın sevdiği bir doğası olduğu için değil. Dağ ve deniz, en güzel doğa, derdi babam ama sanki yüksek heybetli dağlar ve deniz babamı da tarif eder sanki. Antalya gibidir sanki babamın ruhu. Bazen güneşle parlayan çarşaf gibi bir deniz, ama her zaman arkasında yüksek dev ve kuvvetli dağlar. Biraz korkutucu, biraz heybetli, insanı etkileyen dağlar. Dev bir deniz, sakinliği içinde bile kuvvetini unutturmayan bir deniz. Geniş, sınırsız.

Fethiye’de de benzer bir manzara vardır. Fethiye Körfezinde deniz belki aynı sınırsızlık hissini vermez ama geniştir, ferahtır, biraz daha şefkatli görünür belki. Yüksek dağlar Fethiye’nin etrafını sarar, yüksektirler ama aşılmazlık hissini vermezler sanki. Antalya’da doğa büyük insan çok küçük görünür bana. Fethiye’de ise kimi fırtınalı günlerde doğa yüreğimi titretse de sanki yaşam kaldırabileceğim hissini veren bir ağırlıktadır. Babam gibi ben de dağ ve denizi bir arada seviyorum bu kesin. Ruhumn kaldırabileceği dereceleri farklı günlerde farklı olsa da.

Antalya’dayım. Yoğun iş günlerimin arasında bir mola bu iki gün. Bir yandan evraklarım, bilgisayarım yanımda, çalışıyorum. Diğer yandan zihnim farklı dünyalara seyahat ediyor. Farklı yerlerde olmayı seviyorum. Gözümün önündeki manzaranın değişmesini seviyorum.

Farklı şehirlerde farklı Zeynep’ler belirir. Şehirlerin ruhu mu benim ruhumu etkiler yoksa farklı parçalarım ile mi birleşirim bilmiyorum ama farklı şehirlerin aynalarında farklı Zeynep’ler çıkar karşıma. Sanki bunu da severim. Bilmediğim, görmediğim, unuttuğum yönlerim ile karşılaşırım. Bazen beş yaşındaki Zeynep güler odanın içindeki aynadan, bazen yabancı bir bakış şaşırtır beni. Bazen yüzlerce yıldır parçası hissederim içinde durduğum mekânın, bazen adını koyamadığım hisler kaçmak ister kaçamayacağını bilerek. Farklı şehirleri severim ben. Macerayı severim. Babamın da macerayı sevdiğini bilirim, yıllarca Türkiye’nin farklı köşelerinde şantiyelerden şantiyelere koşarken toprağın onu beslediğini bilirim. Antalya’yı sevdiği kadar, dünyanın farklı köşeleri de gezmeyi, bazen bir mezranın kenarında durup arabadan inerek havayı solumayı ne çok sevdiğini, bastığı toprağa sonsuza kadar ait hissettiği, bazen beş yıldızlı bir otelin çay saatinde piyanonun seslerinde ruhunu bulduğunu, Avrupa’nın sanki hepsine ait olduğu hissini veren şehirlerinden bir tanesine gezerken başka bir yere ait değilmişçesine var olabildiğini. Ama ömrünün çok daha büyük kısmını bu ülkenin bilinen ve hiç bilinmeyen köşelerinde geçirdiğini.

Babamı özlüyorum. Çok. Bir yandan ulaşılamayan diyarlarda. Bir yandan hemen yanı başımda. Neredeyse her zaman. Babamı özlüyorum. Ve ayrılık derin bir acı olsa da özlemek de güzel. Özleyebilmek.

Antalya’dayım ve yüreğim sevmek istiyor. Güneşle parlayan, sonra bir anda bulutlanan, tekrar açılan, parlayan ve kararan gökyüzü ile Antalya’yı sevmek istiyor mesela. Şu anda Antalya’da olmayı sevdiğim kadar. Aynadaki sanki babamın gözlerinden gördüğüm Zeynep’i sevmek istiyorum. Günahımla sevabımla. Bilmeyerek yaptığım hatalar geliyor aklıma. Ve merak ediyorum bilerek yaptığım neler var.

Karşıma çıkan bir insana sevgi ile bakabilmek bir hayal mi düşünüyorum bazen. Yoksa tek gerçek mi? Karşıma çıkan her insanın kaderimde yazılı olduğuna inanıyorsam eğer hepsine beni sevdikleri için razı olmadılar mı benim yazımda yer almaya?

Antalya’da cesur hissediyorum nedense. Kendimle yüzleşmek için yeterince kuvvetli. Kendime sabırlı, kendime şefkatli ve hoşlanmadığım resimlerime bakmaya hazır.

Yarın İstanbul’a kalkacak uçağım beni hangi duygu hallerine taşır bilmiyorum ama bugün için zamanın dakikaları olmam gereken yerde olduğunu hissettirecek kadar yavaş ilerliyor. Nefes alıyorum veriyorum. Alıyorum, veriyorum. Sanki dört bir tarafa dağılmış parçalarım bugün birleşebiliyor. Yanımdaki sessiz fısıltı “Hoş geldin kızım”, diyor. Yok, daha çok “Seni seviyorum kızım,” diyor. O ses belki bana hep sesliyor. Ruhum bugün uzun zamandır olmadığı kadar çok yaşama, babama ve bu şehirdeki zamana şükrediyor.



21 Ocak 2011 Cuma

Çok Başarısız Olmak

Yaşamımdaki her olayın benim için bir anlamı olduğunu biliyorum.

Biliyorum bilmesine de neden olması gerektiği gibi olduğunu kabul etmek her zaman aynı kolaylıkta olmuyor.

Bundan bir hafta önce bir eğitime katılmak üzere Şile’deydim. Lions Kulüplerinin, Lions Enstitüsü’nün Eğitmenlik Eğitimi Kampında. Geçen Perşembe sabahı, sabaha karşı İstanbul’a vardı Londra’dan gelen uçağım. Gece uçağı ile gelmekten başka şansım yoktu, Şile’deki eğitim sabah saat 10:00’da başlayacaktı. Katılmak istiyorsam yetişmeliydim ve katılmak hakkının verilmesi büyük bir şans ve onurdu benim için.

Şile’ye uzun zamandır gitmemiştim ve yol oldukça uzun geldi. Uçakta uyumaya çalışmıştım ama Pazartesi günü gittiğim Londra’da iki günlük bir eğitime katılmıştım. Havalimanından eve geldim, bir duş aldım, daha önceden hazırladığım valizimi kontrol ettim. Ağabeyimin sabah trafiğinde iki saat sürebileceğini söylediği yola çıktım. Emre Aydın’ın yeni CD’sini almıştım. Dinleyerek çıktım yola. Yolun uzunca bir bölümünde CD’nin üçüncü parçasını dinledim. Şile’ye bir buçuk saate yakın bir zamanda vardım. Yorgun olmama rağmen üzerimde bir huzur ve tarif etmekte zorlandığım bir heyecan vardı.

Otele girdikten az sonra Nisan ayında Antalya’da katıldığım Başkanlar Kampı’ndan bir hocam beni karşıladı. Az sonra da Ege Akdeniz Yönetim Çevremizden eğitime katılan Yönetim Çevremizin bir komite başkanı bir Lion büyüğüm ve Leo Yönetim Çevresi Başkanımız geldiler. Kamp başlıyordu.

Hızla odamı çıktım, ceketlerimi asıp yine zaman kaybetmeden aşağıda indim. Geç kalmak istemiyordum. Yorgundum, ama bunu düşünecek zaman yoktu. Yoğun bir dört günün beni beklediğini biliyordum; esasında beklediğimden çok daha yoğun bir dört gün olacaktı.

O güne kadar sayısız eğitime katılmıştım. Türkiye’nin ve Dünya’nın farklı köşelerinde çok harika eğitimlere, çok vasat eğitimlere, dünyanın en iyi hocaları ile, yaşamdan bezmiş ne anlattığını bilmeyen hocalar ile, meditasyon eğitimlerine, enerji çalışması eğitimlerine gitmiştim. İşletme derslerine, hukuk derslerine, dil derslerine, resim derslerine, farklı ekollerin eğitmenlik eğitimlerine gitmiştim. Heyecanlanmamayı başaramadım bu güne kadar. Doyamadım. Bu eğitim başlarken yine içimde yükselen bir heyecan vardı. Bu eğitimi katıldığım diğer birçok eğitimden farklı kılan burada sadece kendimi değil parçası olduğum Fethiye Lions Kulübü’nü ve kulübümüzün içinde yer aldığı Lions 118-R, Ege Akdeniz Yönetim Çevresi’ni de temsil ediyor olmamdı. Belki beni daha çok düşündüren de buydu.

Hayatta başarılarım oldu, başarısızlıklarım oldu. Genelde başarılarım başarısızlıklarımdan çok oldu. Çok başarılı anlarım olduk, çok başarısız diyebileceğim anlarım da oldu. İlk çoklar ikinci çoklardan çok daha fazla oldu. Her iki halin tadını biliyorum. Her ikisine giden yolun genelde çok farklı olduğunu. Bazense düşünülenden çok daha yakın olabildiklerini.

Dört günlük kamp başladığında bir şeylerin ters gitmekte olduğuna dair bir hissim vardı ama hislerimi takip edemeyecek kadar yorgundum. Eğitimde benden yirmi yirmibeş yaş büyük katılımcılar vardı. Yorgunluktan bahsetmek pek yerinde gelmiyordu.

Lions’un eğitmenlik eğitimi çok iyi hazırlanmış bir eğitimdi. Beklediğimin çok üzerinde bir eğitim. Eğitimin içeriği ve formatı oldukça tanıdıktı esasında. Bana daha etkileyici gelen eğitmenlerin kalitesiydi. Dünyadaki çok ünlü ve aynı zamanda iyi olmayı başaran eğitmenlerden aldığım eğitimlerin tadındaydı.

Yine de benim içimdeki heyecan geçmiyordu. Ben ruhumun parçaları sanki son on gün içinde gezindikleri yerlerdeydi hala. Biraz Fethiye’de, biraz Swiss Cottage’da, biraz Londra metrolarının farklı katlarında, biraz ruhumun yorulduğu zaman kaçmak istediği hayal dünyalarında. Nedense bedenim ve ruhum birleşmiş değildi sanki. Kendimi dışardan seyrediyor gibi hissediyordum. Şile’deki Zeynep’i seyrediyordum. Filmi seyrederken gözlerim kapanıyordu.

Mühendisliğin benim yaşamda tek yolum olmadığını kesin olarak fark ettiğim zaman yaşamın benimle farklı şekillerle konuşmaya başladığını da keşfetmiştim. Hemen olmasa da. Yaşamda her şeyin bir nedeni olduğunu defalarca görmüştüm. İsyan ettiğim bazı anların başkalarının hayatlarında açtığı sayısız kapıyı görmüştüm. Zor zor zor dediğim anları yaşamaya devam ederek gelen sürprizlerle başım dönmeye devam etmişti. Ardı ardına. Ne kadar çok nedenle ne kadar çok ispat yağmıştı üzerime. Ne çok cevap geçit yapmıştı önümde. Yaşanması gerekenlerin teslim olduğum bir kaderden öte dualarımın kabulü ve yaşamak için geldiklerim olduğunu hatırlamaya ihtiyacım yoktu belki. Yine de nedenlerin ve niçinlerin kendilerini göstereceklerine inancım azalmasa da, cevabı beklemek için gereken sabra sahip olmak her zaman kolay olmuyordu.

Sabır.

Sorularımın cevabı. Ruhumun imtihanı.

Kuzenim Murat Ağabeyim son çıkan kitabım “Kitaplar Soru Sorar”ı almış. Şile’den döndüğüm akşam annemin evinde kuzenim ve ailesi ile bir araya geldiğimde imzalamam için kitabımı alıp getirmişti Murat Ağabeyim. Esasında bundan iki hafta kadar önce yeni yılın ertesi günü 1 Ocak’ta yılın ilk yemeği için annemle ve Murat Ağabeyimin ailesi ile Kanyon’da bir araya gelmiş ve yemek yemiştik. Sonra Kanyon’un en üst katındaki D&R Kitabevi’ne gitmiştik. Hepimiz farklı köşelere dağılmıştık. Yarım saat sonra bir araya geldiğimizde kuzenim orada raflarda yeni kitabımı bulmuş ve kitabın okuduğu bir bölümünü paylaşmıştı. Bu arada kitabımın çıktığını aileme haber vermemiştim. Benim için daha enteresan olan Murat Ağabeyimin kitaba koyup koymamakta çok tereddüt ettiğim, hatta baskıya gittikten sonra bile aklıma takılan bir bölümü okuyup paylaşmasıydı. O günden iki hafta sonra İstanbul’daki ilk buluşmamızda bu defa kitap ile gelmişti. Kuzenim kitaba koymak konusunda tek tereddüt ettiğim bölümden bahsetmişti. Kitabı rafta görünce o bölümü okumuştu. Tesadüf. Kitaba dair o bölümden bahsettiği anda bedenimden bir titreme geçti. Fotoğraf makinesinin merceğinin anlık açılıp kapanması gibi sanki gözlerimin önündeki görüntü bir an için gitti ve geldi. Orayı okuması, bana o bölümden bahsetmesi tesadüf müydü?

İstediğim kadar iyi yazamıyorum. Evet, istediğim kadar iyi yazamıyorum. Bazen kelimeler yerine oturuyor. Kimi zaman bazı kelimelere mahkûm hissediyorum kendimi. Rahmetli babamın uzun yıllar kullandığı Facit marka hesap makinelerinin kolları gibi dönüp duruyorum. Dönüp duruyorum bir yerlere gitmeden. Rakamlar değişiyor, günler akıyor, birikiyor, eksiliyor heyecanım bazen. Bazen dönmekten başım dönüyor. Bazen Facit’imi uzaktan seyrediyorum. Yaşamımın resimlerinin içinde olduğum kadar dışındayım. İyi, kötü, güzel, çirkin…

Mış gibi yapmıyorum. Her ne ise o anım, gerçeğim o benim. Mış gibi yapmıyorum. Ait hissetmem ne kadar gerçekse bir yandan sanki dünyadan yıllar öncesinde fırlatılmış bir uydu gibi ait olmadığım bir dünyanın etrafında dönüyorum. İçine giremiyorum.

Yazmazsam durumum daha kötü, yüreğim hiç huzur bulmuyor. Ben de yazmaya ve anlatmaya devam ediyorum.

Bundan herhalde sekiz yıl kadar önceydi. Yazıda yaratıcılık üzerine bir kursa gitmiştim. Her Salı günü öğlen küçük bir sınıf hocamız ile bir araya geliyorduk. Yazmaktan daha çok kendimizi tanımaya dairdi o saatler. O günler daha çok şiir yazmayı tercih ettiğim günlerdi. Verilen ödevleri şiir olarak yazıyordum. Çok uzun zamandır şiir yazmıyorum. Çok uzun zamandır. Şiiri sevmediğimden değil. Şiirin duyguları harekete geçiren gücünü seviyorum. Şiir yazmıyorum çünkü şiiri bir yandan saklanmak için kullandığımı artık biliyorum. Söylemek ve söylememiş gibi olmak için.

Yazmaya birkaç gün ara verdim ya içimdeki sesler yarışıyorlar birbirleriyle duyulmak için. Seçmekte zorlanıyorum. Bugün bir hocam ile eski İstanbul’da dolaşma şansım oldu. Akşam uçağı ile Londra’ya dönecekti ve turistik bir mola için üç dört saatimiz vardı. Topkapı Sarayı’nın içine girmeden Aya İrini’nin önünden geçerek Saray’ın önünde dolaştık biraz. Sonra Ayasofya’nın önünden Sultan Ahmet Camii’ne yürüdük. Camii’nin avlusunu kapısından girerken görevliler Camii gezmek için saat bir de gelmemizi söylediler. Ezan okunmaya başladı az sonra. Avluya girdik Hocam Hagar ile. Ezan’ı dinlerken avluda kaldık biraz. Ezanın sesi sanki kalbimize değiyordu. Derken çevredeki diğer camilerden gelen ezan sesleri de duyulmaya başladı. Birbirimize baktık, Sultan Ahmet Camii’nin öğle ezanının sesi ikimizde yüreğine dokunmaya devam ediyordu.

Oradan Çemberlitaş’a yürüdük, Beyazıt Camii’ne devam ettik. İstanbul Üniversitesi’nin ünlü kapısına. Oraya kadar gelmişten Kapalı Çarşı’ya girdik Yorgancılar Kapısı’na yakın bir kapıdan. Yüreğimizde hala ezan sesi vardı sanki. Sıcak, kuvvetli, sevgi dolu. Bir ezan sesi gündüz vakti bu kadar etkilememişti beni. Uzun zamandır. 24-25 yaşıma kadar Akaratler’de Swissotel’e yakın bir evde oturmuştuk. Dolmabahçe Sarayı’nın arkasında, eski Taşlık Gazinosu’nun ve taşınmadan önce Spor Yazarları Tesisleri’nin olduğu yere çok yakın olan Vişnezade Cami Sokak’ta. Evin hemen karşısında, sağ tarafta Vişnezade Camii vardı. Bazı sabahlar ezan sesi ile uyanırdım, dilerdim ve ürperdiğim olurdu. Her zaman değil. İlkokulum evimizin hemen karşısında, Cami’nin hemen solundaydı. Süheyla Artam İlkokulu. Bir arkadaşımın anneannesi yaptırmıştı sanırım. Yoksa babaannesi miydi? Ezan sesini duymadığım günler olurdu. Hep olduğu için duymadığım. Ama kimi sabahlar gün ağarmadan önce ezan sesi bana ulaşırdı.

Bundan kısa bir süre önce Kanada’ya gittiğinden bahsetmişti Hagar. Çemberlitaş civarında yürürken aniden bir tabela gözümüze ilişti. Bir fotoğraf sergisi vardı. Adı “İstanbul’dan Kanada’ya”. Hocam bir an durdu. “Ne enteresan,” dedi. “Kanada, İstanbul, bu tabela…” Beyazıt’a yürürken karşımıza çıkıveren bir sergi. Sonradan neden girmedik sergiyi gezmeye dedik ama sanırım şaşırmış ve yola devam etmiştik.

Bu gece parça parça. Yazmak istediklerim birleşmiyor. Birleşmek istemiyor. Yerlerinde de durmuyorlar. Varım işte varım diyerek hoplayıp zıplıyorlar zihnimde.

Zihnimin karıştığı anlarda yaptığım gibi soruyorum o zaman: Ben ne söylemek istiyorum? Bu gece ne söylemek istiyorum?

Hepsinin bir nedeni var. Sevdiğim anların da. Anlamsız bulduğum anların da. Neden ben dediğim anların da. Nasıl ben mi diye hayretle sorduğum anların da. Biliyorum. Biliyorum. Biliyorum. Her saniyesi doğru ve rast giden anların bana ait olabildiğini biliyorum. Başarılı olduğum, çok başarılı olduğum anların bir nedeni var biliyorum. Başarıyı ben yaşıyor olsam da her zaman övgünün bana ait olmadığını biliyorum. Peki, çok başarısız olduğum anların da olması gerektiğini aynı rahatlıkla kabul edebiliyor muyum? Kabahat, kusur, suçlu arıyor muyum? Başarılarım kadar başarısızlıklarımı kabul edebiliyor muyum?

Her zaman değil.

Şile’deki eğitimin sonunda katılımcıların bir sunum yapmaları gerekiyordu. Benim sıram son Pazar gününün sabahına denk geldi. Tüm katılımcılar sıra ile sunumlarını yapıyorlardı ikişer kişilik gruplar halinde. Her ikili sunumunu bitirdiğinde bir sonraki kura çekiliyordu. Konuları tek tek sunuyorduk; her konu başlığı iki eğitmen adayına paylaştırılıyordu. Ben Pazar gününe kalmıştım. Sabahın çekilişinde sonuç ilk sunumu benim yapacağımı söylüyordu.

Eğitimi iyi dinlemiştim. Söylenenleri duymuştum. Eğitmen olarak yapılması gerekenler, kesinlikle yapılmaması gerekenler. Birçoğu bildiğim şeylerdi. Yeni noktalar vardı ama televizyon programları, radyo programları yapmış, birçok sunumda yer almış, seminerler ve eğitimler yapmıştım. Öğretilen birçok şeyi çok başarı ile uyguladığım söylenirdi. Bana verilen konuyu da elimden geldiğince çalıştım. Yorgundum ama yapabildiğim kadar yaptım. Boş verdim diyemem, ciddiye almadım diyemem. Pazar sabahı sınıfta sunum için kameranın kayıt yapmaya başlayabileceği ile ilgili işareti eğitmenimize verdiğimde sonraki yirmi yirmibeş dakikayı hayatımın en başarısız çalışmalarından birini yaparak geçireceğimi tabii ki düşünmüyordum. Yirmibeş dakika bittiğinde sanki uzaydan yavaş yavaş geri gelir gibi uzaktan seyrettiğim ve bazen içinde olsam da sanki yok olan bedenime tekrar giriyordum. Heyecanlanmıştım doğru ama yüzlerde, yerine göre binlerce insan önünde konuşmuştum. Bu kadar başarısız olmayı nasıl başarabilmiştim? Yapılmasın denilen her şeyi biliyor olmama rağmen yapmayı nasıl başarmıştım? On yıl önce olsa belki şaşırmazdım ama Zeynep bu değildi ki. Şile’den ayrıldığım o Pazar gününün akşamında kuzenim Murat Ağabeyim imzalamam için son kitabı uzatmasına kadar içimden atamadığım bir şaşkınlık içindeydim. Bu kadar da olamazdı canım. İstemiş ve uğraşmış olsam bu kadar kötü olmayı başaramazdım.

Yaşamımda inanılması zor mucizeler gibi gelişen olumlu günlerini, haftalarını, aylarını kucaklamakta zorlanmıyordum. Olayların nedeni vardı. Çok başarısız olduğum o sunumun da olması gerektiğini kabul etmekte gururum nedeni ile mi zorlanıyordum? İstediğim gibi yapamamıştım işte. Bırakın istediğim gibi yapmayı beklenen minimal sınırlarda bile yapamamıştım. Nedense. Boş vermemiştim. Tam tersi umursamıştım, önemsemiştim, kıymet vermiştim. Dinlemiştim, uygulamak istemiştim.

Benimle birlikte eğitime katılan bir dostum ile paylaştım bu düşüncelerimin bir kısmını. Gerisini kendime sakladım. Bugün yakın bir arkadaşım eğitim ile ilgili soru sorunca, “Muhtemelen Lions eğitmeni olamayacağım, çok kötü bir sunum yaptım,” diye paylaştım. Benim diğer çalışmalarımı bildiği için mütevazı olmak için öyle konuştuğumu zannetti. “Hayır”, dedim,” samimi söylüyorum. Çok başarısızdım.”

Aradan dört beş gün geçmiş ama içimden atamamışım. Tam olarak. Anlayamadım neden oldu, nasıl oldu, sunum sırasında ipler nasıl koptu. İnanın bilmiyorum. “Sunumun kaydını seyredince göreceksin,” dedi eğitmenlerimden bir tanesi sunum sonundaki geri bildirimi sırasında. Orada kimi göreceğim merak ediyorum.

Her şeyin bir nedeni olduğunu kabul ediyorum. Tamam ediyorum. Ediyorum da soruyorum peki benim için doğru sonuç değilse neden Şile’de olmam gerekiyordu? Bu kadar yorulmama değer miydi? Neden istedim ve neden yapabilmem mümkün iken başarılı bir çalışma yapamadım? Yapabileceğimi biliyorum, peki neden yapamadım?

Mühendis Zeynep’in gözleri ile bilmiyorum. Yaşamın farklı cevapları ile karşılaşan yeni Zeynep’in aklına gelen bazı şeyler var. 2010 yılının Aralık ayı bana çok şey söylemişti. Ocak ayı da söylemeye devam ediyor. Bazen Fethiye’den, bazen Arnavutköy’den, Şile’den, Londra’dan, Sultan Ahmet’ten.

Çekip durduğum Macera melek kartı yüreğimin istediği yaşam ile karşı karşıya olduğumu gösterirken kabul etsem de etmesem de maceranın böyle devam edeceğini sessizce hatırlatıyor.

Bana şimdilik uyuyup uyanmak kalıyor…

12 Ocak 2011 Çarşamba

London

2011 started with a busy week.

First I was in Fethiye for our regular Fethiye Loins Club meeting. During the first weekend we hosted regional meetings for Lions Clubs on the cities of Mugla and Antalya. Our District Governor Lion Mr. Nasuhi Ondersev and Vice District Governors Mr. Ahmet Asir and Ms. Canan Banu Dundar were also in Fethiye. We was quite an honur to have so many Lions Clubs' members in our town.

You probably know by now that I love taking pictures. Yet, caught up in the excitement of the events I forgot to take my camera with me, therefore I have no pictures fron the meetings or our dinner in the evening. I hope that our members and our guests will send me some to share.

I left Fethiye on Sunday evening to go to London to attend my reflexology course. I try to plan events and my schedule and for some reason I find events lined up back to back. This was true for Lions Clubs meetings and the course in London.

I will be leaving London in about five hours and I am glad that I came.

London is a city that I feel quite confortable in. I usually fly in with Turkish Airline to Terminal 3 at Heathrow Airport. I usually take a train down to Paddington, Heathrow Express or Heathrow Connect depending on the times of the train. Sometimes I request a driver to pick me up from the airport depending on my energy.

For the last two years I stay at the same hotel in London. I come to this city for so many different reasons that I guess I like to keep somethings constants in my trips. Yet in the last ten or moe stays I have always stayed in different rooms, maybe once in the same room. I did not request this specially, but I did not ask for the same rooms either. It is nice to stay at a hotel with many original painting on almost all of the walls of the building and a piano near the reception area. I never played the piano though, I do not think I am good enough to play publicly at a hotel.

My reflexology course with Mrs. Hagar Basis for IIR Internationa Institute of Reflexology London was very good. I love this technique and I love the way Hagar teaches it. Reflexology is a very effective technique for my ailments and it is a shame that it is not well known in Turkey. Also there are many people who call themselves reflexologists after a weekend workshop. If you would like to learn more about reflexology, check out the IIR websites.

I am flying back to Turkey with a night flight because I will be attending a training camp for four days starting tomorrow morning. My flight will arrive in Istanbul at around 5-5:30 am and I need to be in a class by 10 am at a location a few hours drive from my home in Istanbul. I did not plan it this way. It is the way it is.

I am happy to complete the two hurdles without trouble and I hope I can complete the camp successfully. It is an important and precious training for me. I will write about it later on.

It is almosy 5:50 pm and it is dark in London now. Although there are about five hours to my flight, I guess it is time to get moving. I feel tired to go sight seeing. I would like to go to airport and do some reading and relaxing there.

I was in Northeastern London at a Buddist center for my reflexology course. During lunch we went to a small restaurant called The Muse. The waiter's accent made me think that he could be Turkish, but I did not ask. Later on I heard him speak Turkish with someone in the open kitchen. It turns out the bistro was owned by a Turkish and a French guy and our waiter was a friend of the Turkish owner, helping out his friend at times. The portions were a little small and may be the prices were a little high, but it was a nice, pleasant, friendly place, with a more French apperance than Turkish.

I bought a singing bowl from the Buddist center. In Istanbul and in Fethiye I have bowls that I had bought from Japan and Findhorn Ecovillage in Scotland.

Apart from Turkey, the US has been the country that I have stayed longest in since I went to college there for four year. The UK follows it. I had been to different parts of the UK, but London has always been my city. It is a city that everytime I leave, I feel I will be coming back again.

With lots of love to you all.

Have a wonderful 2011.

6 Ocak 2011 Perşembe

İsraf


Ocak’ın ilk haftasında bile ne kadar soğuk olursa olsun sıcak Fethiye. Bugün araba ile gideceğim yerlere bir hırka ve atkı giyerek çıkıverdim. Tamam biraz yürüyecektim ama mont giymeye ihtiyaç duymadım. Fethiye kış günlerinde binalar soğuk olur. Özellikle dağlar nedeni ile evlerin çok güneş almadığı semtlerde. Birçok evde ısınma tertibatı yoktur. Klima ile ısınmaya çalışır evler. Bunun nedeni müteahhitler esasında. Yazlık olarak ev almak isteyenlere evlerini pazarlamak istedikleri için kışları pek düşünmüyor. Isınma için döşenecek tesisat bir maliyettir ne de olsa. Ben Fethiye’deki evimde bu sıkıntıyı yaşıyorum. Bitirilmiş bir binada ısınma konusunu çözmek o kadar kolay değil. Hele enerjiyi tasarruflu kullanacak bir şekilde çözmek çok daha zor.

Evimde yatılımda büyük sorun. Binanın müteahhitti inşaatta çok iyi malzeme kullandığını söylüyor ama aynı katta komşumda olan müteahhit beyin personeli ile biraz yüksek sesle yaptığı konuşmaları kelime kelime rahatlıkla duyuyorum. Ses yalıtımı konusunda belli ki sonuç başarılı değil.

Çatı katında çok özel ahşap ile tavan kaplaması kaptıklarını daireye baktığım günlerde övünerek anlatmışları. Maalesef aradan geçen üç dört yılda tavan o kadar çok defa su aldı ki lambriler kabardı, karardı. Hani ahşap kaplamamış olsalar tamiri çok daha kolay olacak. Üç yılda eski yüzlü oldu çıktı. Bina devlete okul bina müteahhitliği yapan bir firmanın, üstelik şantiye şefliğini bir inşaat mühendisinin yaptığı bir bina. Binanın ana yapısı sağlamdır diye düşünmek ve inanmak istiyorum ancak ses ve ısı yalıtımı adına sonuç pek başarılı değil. Doğramalar çift cam olmasına rağmen muhtemelen bağlantılarında bir sıkıntı var ki elektrikler kesilirde klimalar çalışmaz ise hızla soğumaya başlıyor ev. Çatı’dan da büyük ısı kaybı olduğunu fark ediyorum. Dışarının sesleri evin içinde gibi çatı katında. Evin karşısındaki ilköğretim okulunun bayrak töreni sırasında İstiklal Marşı’nı sanki evin içinde okuyor çocuklar. Yalıtım dedim ya içler acısı durumda.

Binanın müteahhiti bunu bilerek mi yaptı? Kasten oturanlara zarar vereyim diye yapmamıştır. Kendi de aynı binana mülk sahibi. Ama mühendislik olarak başarılı bir hizmet vermedikleri kesin.

Kabahat biraz da bende. Daireyi görünce, bir de bahar vaktiydi, güzel geldi, aldım. Yeni bir Fethiyeli olduğum ve kışları Fethiye’de yaşamaya alışkın olmadığım için evin kış şartlarını hayal edemedim. Doğduğumdan beri İstanbul’da kaloriferli dairelerde yaşamaya alışmışım. Kestiremedim.

Çevre konularına eğildikçe evin yalıtım sıkıntısı içimi acıtır oldu. Türkiye’de milyonlarca yalıtımı doğru yapılmamış ev var. Kim bilir ne kadar çok enerji kaybediyoruz? Kim bilir o israf edilen enerji ile neler yapılabilir?

Ocak ayının ikinci haftası Enerji Tasarrufu Haftası. Evlerimde Türkiye’nin kaderini paylaşıyorum. Kısa vadede apartman dairemde ne yapabilirim bilmiyorum. Yalıtım yapılacaksa buna bütün bina maliklerinin karar vermesi gerekiyor ve daha dört yıllık bir binada bunu yapmak için gereken masrafı karşılamakta kolay değil.

Yaptığım ve sizlerinde kolaylıkla yapabileceği bir şey var ama. Enerji tasarrufu adına hepimiz ortak hareket edersek fark yaratabilecek bir şey. Elektrikli ve elektronik aletlerin hayatımıza girmesi ile evlerimiz, işyerlerimiz birçok alet ile doldu. Televizyonlar, müzik setleri, bilgisayarlar. Aletler fişe takılı olarak bekliyor. Kullanıma hazır. Ancak bir elektronik alet “stand-by” konumu dediğimiz elektrik aldığı ancak tam kullanımda olmadığı konumda da elektrik harcıyor. Klimalarda stand-by’da bekliyor genelde. Sadece ülkemizde bile milyonlarca evde bu aletler her saniye elektrik çekiyor. Bir evin elektrik faturasında bunun etkisini ölçmek belki zor ama, yüzbin, bir milyon televizyonun stand-by’da çektiği elektriği düşünün. Boşa harcıyoruz. Fişe takılı aletlerde elektrik çekiyor, ısı yaratıyor. Bilgisayarlarımız açık olarak fişe takılı saatlerce, günlerce açık bekliyor bazen. Hani bir eposta gelirse, biri mesaj atarsa duyup, görüp cevap verelim diye. Telefon şarj aletlerimiz fişe takılı bekliyor, biz telefonlarımızı takıp çıkarıyoruz, fişi çıkarmak bazen aklımıza gelmiyor, aradan günler geçiyor.

Türkiye’de enerji tasarrufu adına yapılabilecek çok şey var. Var da gelin biz en kolay ve basit olanlarından başlayalım. İki şey. Hepimiz hayatımıza katabilir ve uygulayabilirsek fark yaratacak iki şey:

1- Elektrikli ve elektronik aletleri kullanmadığımızda tamamen kapatalım. Stand-by konumunda tutmayalım. O küçük kırmızı ışık görünmesin. Düğmesine basarak kapatalım aleti. O kırmızı ışığı kapatmak için gerekeni yapalım. Dünyanın henüz kıymetini tam idrak etmediği ama kaybetme riski ile karşı karşıya kalmakta olduğu enerji stoklarını boşa harcamayalım.

2- Aletleri kullanmadığımız zaman fişten çekelim. Fişteki alet kullanmasak da az da olsa elektrik çekmeye devam eder. Sizlerinde mutlaka fark ettiği gibi alet ısınır. Hepsi değil ama bir çoğu. Elektrik uzatma kabloları vardır, kırmızı ışıklı düğmeli. Kullanmadığınız zaman kapatın o kırmızı ışık yanan düğmeyi. O düğmelerden onbinlerce, yüzbinlercesi bir yerlerde yanıyor olduğunda harcanan enerji ile kaç köy, kasaba, şehir aydınlanır acaba?

2011 yılında, Enerji Tasarrufu Haftası’nda gelin bu iki şeyi alışkanlıklarımızın arasına katarak devam edelim yaşama. Sonra bir tane daha, ve bir tane daha. Bakarsınız bir süre sonra tüm kaçakların önünü tutmaya başlamışız. Bakarsınız bir gün biz insanoğulları kendimiz ile gurur duyarak yaşamaya başlamışız. Biz Dünya’dan, Dünya bizden memnun. Kim bilir… belki o günleri de görmek bizlere nasip olur…

2 Ocak 2011 Pazar

Bitmeyen Öğrencilik ve Zihne Takılan Basit Sorular


40 yaşımı doldurdum. Ne yaşlı olduğumu düşünüyorum ne de genç. Adlandıramadığım bir yaştayım. Bazen beş yaşında hissediyorum, bazen çok fazla yaşamış ve göreceklerimi görmüş gibi.

Yaşamımın büyük bir bölümü öğrencilik ile geçti. Yanlış anlaşılmasın üniversiteyi bitirir bitirmez iş hayatım başladı ama öğrenci olmayı hiç bırakmadım.

Altı yaşında anaokuluna giderek başlayan okul yıllarım, ilkokuldan sonra ortaokul, lise ve üniversitede aldığım mühendislik eğitimi ile ana hatları ile son buldu. Ama işimle ilgili olsun olmasın eğitimler almaya devam ettim. İnşaat işimizde çalışmaya başladıktan sonra İstanbul Üniversitesi’nin açtığı dış ticaret kursuna, muhasebe kurslarına gittim. Türkiye’nin tek düzen hesap planına geçtiği yıllarda işimizde muhasebe konularını da sağlam bilgi ile öğrenmek istemiştim. Akşamları ve hafta sonları farklı kurslara gittim. Aile şirketi yönetimi ile ilgili eğitimlere katıldım. Hobi olarak bir resim atölyesinde resim çalışmaya başladım. İspanyolca öğrenmek için kursa gittim, Fransızca öğrenmek için bir süre ders aldım. İlkokuldan sonra otuz beş yaşından sonra önce İstanbul’da, sonra kısa bir süre Fethiye’de piyano dersi aldım. Şimdilerde kendi başıma çalışmaya devam ediyorum.

Kişisel gelişim, tamamlayıcı tıp ve koçluk ile ilgilenmeye başlayınca, son on küsur yılda aldığım eğitim, katıldığım seminerlerin sayısını takip edemez oldum. Önceleri sertifikalarımı bir yerde topluyordum, sonra İstanbul, Fethiye, ev, ofis derken dört bir köşeye dağıldılar sertifikalarım. Artık mesleki diyebileceğim onlarca tekniğin eğitimini aldım. Birkaç yıl önce hayatıma Japonya’nın girmesi ile Japonca öğrenmeye başladım. Dans etmeyi öğrenmek istiyorum. Yetmiyor. Yeni bir şeyler gördüğümde öğrenmek ve yapmak için büyük bir arzu duyuyorum. Genelde bir işe başlamak konusunda çok çok iyiyim. Sonucunu getirmek ve tamamlamak konusunda onlu, yirmili yaşlarıma göre daha zayıf olduğumu düşünmeye başladım. Eskiden başladığım her şeyi başarı ile tamamlardım. Şimdilerde daha farklı yaklaşıyorum sanki sonuçlara.

Bu kadar çok eğitime katılmaya ihtiyacım olmadığını çok söyledi arkadaşlarımın bir kısmı ve ailem. “Artık eğitim alma,” diyen hocalarım da oldu. “Yeterlisin,” dediler, “eğitim almana gerek yok. Artık öğrenmeyi bırak ve yapmaya bak.” Bir yandan boş durmuyordum, öğrendiklerimi uyguluyordum, bir yandan mesai gibi öğrenmeye devam ediyordum. İş ve öğrenme sanki yaşamımda eşit bölünmüş zaman alıyordu. “Artık eğitim almayı bırak,” sözünü o kadar çok duymaya başlamıştım ki ben de haklı olabilirler mi diyerek soruyordum artık kendime. Tek yaşadığım ve çoluk çocuk olmadığı için istediğim gibi hareket etme özgürlüğüne sahiptim. Eğitim için Londra’ya gitmen gerekiyor deseler gidebilirdim. Japonya’ya gitmenin doğru olacağını hissediyorsan atlayıp iki haftalığına gidebilirdim. Tabii bazen gerçekleşmesi için yaşamında müsaade etmesi gerekiyordu, ama genelde arzuların yönünde hareket edebilme özgürlüğü yaşamım bana verdi, özellikle son beş altı yılda.

Aynı anda çok şeyi yapmayı denediğim için kendimi hatalı görmeye başladım. Fazla şey yapınca her birini arzu ettiğim kadar iyi yapmaya vakit olmuyordu. Bazı konularda daha yavaş ilerlemem gerekiyor. Oysa etrafımda bir konuya odaklanmayı başaran arkadaşlarım beraber çalışmaya başladığımız bir konuda hızla ilerliyorlardı. Ben zaman ayırabildiğim hızda, yani çok daha yavaş ilerliyordum. Onların hızı ile kendi hızımı karşılaştırma yoluna gittiğimde, evet kıyaslıyordum, kendimi yavaş buluyordum. Ben yoksa maymun iştahlı mıydım?

Belki son bir yıldır kendime kızmaya başladığımı fark ettim. Bir yandan danışmanlık ve eğitmenlik yapıyor, çalışıyor, diğer yandan eğitimler almaya devam ediyordum; parçası olduğum dernek ve grupların, özellikle üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü ve bağlı bulunduğumuz Lions Yönetim Çevresi’nin faaliyetlerine katılmaya zaman ayırmaya gayret ediyordum. İyi gidiyordu ama şöyle dört dörtlük diyemem. Yoğun, hareketli, verimli, biraz eksik ve yarım kalan. Sonuçlar güzel olsa da zihnimde işle ilgili, dernekle ilgili aynı çalışmalarda kullanılabilecek ama zaman yetmediği için uygulamadığım detaylar vardı. Mutluydum, ancak bana söylenen sözleri kulaklarımdan tam olarak silemiyordum. “Çok fazla şey yapıyorsun, çok eğitim alıyorsun, sadeleşmen lazım, böyle gitmez, dur, dinlen.” Yeni eğitimler aldığım ve hala da almayı istediğim için kendime gerçekten kızmaya başlamıştım. Kendime zarar mı vermeye çalışıyordum? Zihni olumsuz düşünceler dünyasında bırakırsanız evrende ışık hızı ile olmadık yerlere seyahat etmeye başlar. Çok mutluydum, çok keyifliydim, yorulmuş olmak da mutlu hissettiriyordu bir yandan, Ama itiraf etmek zorundayım, o sesler ve bana getirdiği düşünceler de içimdeydi. Aynı anda farklı şeyleri yapmaya çalışarak kendimi yavaşlattığımı düşünmeye başladım. Çok iyi giden onlarca işe ve projeye rağmen kendimi başarısızlığa mı götürmeye çalışıyorum gibi soruları bile sormaya başladım. Koşarken sesi yükselmeye başlayan sorulardı bunlar.

Kasım ayının sonunda ne olduysa oldu birden yaşam beni aniden ve hızla durdurmaya başladı. Bilgisayarlarım bozuluyor, dikkatinizi çekerim çoğul eki kullanıyorum, telefonlar, hard diskler, arabalar, internet siteleri, internet bağlantıları, yazıcılar, hayatımda hızlı yaşamda çalışmamı ve dünya ile irtibatımı sağlayan elektronik kendini kapatıyordu, çalışma ve iletişim dünyam dağılıyordu. Dört hafta kadar da pek toparlanmadı. Bu arada bu satırları yazdığıma göre tünelin sonundan ışığın göründüğünü söyleyebilirim. Kendimi aniden çok yorgun hissetmeye başlamıştım, yapılması gereken acil işler nedeni ile yurtdışı seyahatlerimi, Türkiye içi seyahatlerimi ardı ardına iptal etmek zorunda kalmıştım. Neredeyse bir ay boyunca ne planladıysam farklı bir şekilde gelişti, sonuçlandı. Hayatın zaman zaman getirdiği yeniliklere açığımdır ama hangi uçağa bilet aldıysam, bir tanesi dışında, hepsini değiştirmek zorunda kaldım. Tek değiştirmediğim beni Konya’ya Hz. Mevlana ziyaretine götüren biletti. Ama Konya’dan dönüşüm de hiç planladığım gibi olmadı. Son bir yıla göre ani ve hızlı değişen, farklı günler.

Doğal olarak zihnimdeki sesler daha da yükseldi. “Sen durmadın, bak yaşam seni durdurdu.” Bu doğruydu. Yaşam gerçekten beni elindeki her imkân ile durdurmuştu. Zarar vermemişti, aksaklıklardan zarar gördüm dersem yalan olur, ama durdurmuştu. İstediklerimi hayata istediğim hızda geçirmeme hiçbir şekilde imkân vermemişti.

Yaşam beni durdurmuştu da, neden durdurmuştu?

İlk reaksiyonum bana söylendiği gibi ben yaşamımı sadeleştirmediğim için yaşamın benim için sadeleştirdiğiydi. Arada hastalanarak yatağa da düştüğüm ve gerçekten hiçbir şey yapamadığım günlerden sonraki sakin günlerde bu durmanın yaşamıma bakmam de için bir işaret olduğunu görüyordum. Belki gösterdiği şey bu defa ilk aklıma gelen şey olmayabilirdi. Bir soru sorduğumuzda genelde içimize doğan ilk cevap en doğru cevaptır. Tabii cevabın yüreğimizden gelmesi gerekir, başkalarının kulağımızda yankılanan seslerinden değil.

Yaşamın, evrenin, Yaradan’ın, bizi seven ve koruyan varlıkların, yaşayan veya kaybettiğimiz büyüklerimizin, sevdiklerimizin bizlere hep seslendiğini düşünürüm. Duysak da duymasak da bizimle konuştuklarını. Farklı bir seslenme. Sevinç, heyecan, yürek kıpırtısı gibi farklı bir dil konuşuyor Evren. Evrenin sesi duygularımızın anteni ile güzel duyuluyor.

Yaşamımda aynı anda çok şeyin olması ve bitmeyen eğitimler belki üç yıldır süren ama Aralık ayının son günlerinde yüreğimi sıkıştırmaya başlayan bir konu. İdi. Bu hisleri netleştirmem gerekiyordu. Beni rahatsız ediyordu. Böyle gitmezdi canım. Hep ders çalış, hep bir şeyleri öğrenmeye çalış. Karar almak gerekiyordu artık. Sadeleşmek gerekiyordu. Bunun doğru olacağını kabul etmek istiyordum. Kabul etmeyi de ciddi olarak denemeye başlamıştım.

Ta ki 31 Aralık 2010 gününe kadar.

Yurtdışındaki bir hocamı aradım yeni yıl için. Özellikle zihnimde son birkaç gündür gece gündüz kendini hatırlatan bir konuyu konuşmamızın sonunda hızlı bir şekilde açtım. Belki konuşmaya değmeyecek kadar basit ama netleştirmem gereken bir konuydu. Yaşamın acil ve zorlu konuları yanında ne kadar basit bir konu. Kendimi eleştirmeye başladığım için artık sağlıklı değerlendiremediğim bir konu oluyordu. Konunun aklımı bu kadar meşgul ediyor olması da hoşuma gitmiyordu.

Sordum: “Ben devamlı eğitimler alıyorum. Bunların bir kısmını hızla tamamlıyorum, bir kısmında daha yavaş ilerliyorum, tamamlanmayı bekleyen yarım yada henüz bitmemiş eğitimlerim var, başlayıp tamamlamadığım eğitimler var. Hep bir eğitim, hep bir eğitim. Ve ufukta da varlar. Artık yeter diyerek tüm eğitimleri bıraksam mı?” diye sordum. “Öğrencilik yeter mi artık? Yaptıklarım ile hatalı mı davranıyorum?

Telefonda kısa bir sessizlik oldu.

Hocam sakin sesi ile tane tane konuşmaya başladı. Buna başladığım birçok şeyi yarım bırakıyorum diyebilirsin. … Ya da birçok farklı şeye dokunuyorum diyebilirsin. … Senin farklı şeyleri denemen gerekiyor. … Aradığını bulmak için senin dokunman gerekiyor, sen de bunu yapıyorsun. Burada yarım olan ne?

Çevremde ruhuma ayna olan insanlar olduğu için şükrediyorum.

Olmadık şeyleri dert edebilir hale gelebiliyor insan, göz göre göre.

Öğrenmekten güzel bir şey var mı?

Bu yazıyı yazmaya başladığım 1 Ocak sabahından sonra günü 2 Ocak’a bağlayan gece Haber Türk’te Tarihin Arka Odası programına eniştenim erkek kardeşi Prof. Dr. M. Akif Aydın konuk olarak katıldı. Gece yarısından sonra televizyon seyretmek pek âdetim olmadığı ve bolca seyahat ettiğim için daha önce iki üç defa kısmen seyrettiğim bir programdı bu. Akif Hoca’yı programın başından saat sabah dörde kadar televizyonda dinlerken öğrenmek, öğrenci olmak ve fazla eğitim almak gibi konularda söylediklerim benim için uzun bir süredir gerçek olmakla beraber çok anlamsız geldi. Bir hukuk tarihçisi olan Prof. Dr. Akif Aydın’ın muazzam bir hukuk ve tarih bilgisi var. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi’nin (İSAM) tamamlamak üzere olduğu İslam Ansiklopedisi’ndeki çalışmaları ve İstanbul Kadı Sicilleri Projesinin hayata geçmesindeki katkıları çok değerli. Yaptığına gönlünü, ruhunu vererek yapan bir insan. Bir insan bu kadar çok bilgiye sahip olmak için yemeden, içmeden, uyumadan devamlı okusa zaman yetmez diye düşünmeden edemiyorum dinleyince. Akif Ağabey’in “Kadı Sicillerinde İstanbul” adlı kitabı tesadüfen canlı yayınlanan programdan birkaç saat önce elime geçti. İSAM ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansının katkıları ile basılan ve 40 cilt olarak tamamlanması planlanan İstanbul Kadı Sicilleri kitapları araştırmacılara yönelik bir çalışma olmakla beraber Prof. Dr. Akif Aydın’ın kitabı bizlerin konu hakkında bilgi edinmek için okuyabileceğimiz bir kıymetli bir kitap. İstanbul’un tarihi dünyasına girmemiz, ruhuna dokunmamız için bize bir kapı açıyor.

Steve Jobs’a 18 yaşımdan beri hayranım. Üniversite birinci sınıfta Amerika’da dinlemeye şansına kavuştuğum Jobs’un Facebook’ta Amerika’da ünlü bir üniversitenin mezuniyet töreninde yaptığı bir konuşmayı dinlemiştim. Steve Jobs kendisini evlat edinmiş olan anne babasının ömürleri boyunca biriktirdikleri parayı üniversite eğitimine harcamanın doğru olmadığını hissetmiş, okuldan ayrılmış, ancak üniversitenin kampüsünden ayrılmamış. Arkadaşlarının odalarında yerde yatarak, kola gazoz metal kutularını 5 sent depozito ücretleri için toplanmış ve okulda ilgisini geçen ve o üniversitenin başarılı olduğu kaligrafi konusunda derslere dışarıdan katılmıştı. Dünyada sadece Jobs’un kurduğu Apple’ın değil tüm bilgisayarların kullandığı yazı tiplerini yaratmıştı. Bilgisayar dünyasının yazıya dair dünyası Steve Jobs’un üniversiteyi bırakıp yüreğini çeken kaligrafi derslerine katılması ile oluşmuştu. “Noktaları ileriye doğru bakarak birleştiremezsiniz,” diyordu Steve Jobs. “Onları sadece geriye doğru baktığınızda birleştirebilirsiniz.” Yüreğimizin sesini dinlersek ve sevdiğimiz şeyi yaparsak o noktaların mutlaka birleşeceğini ve yaşadığımıza sonunda şükredeceğimiz günlerin geleceğini paylaşıyordu. Özellikle cesaretle ve inançla yüreğimizin sesini dinlemekten. “Sevdiğiniz şeyi yapmak zorundasınız,” diyordu. “Harika bir iş yapmak için yaptığınız şeye aşık olmalısınız, çok sevmelisiniz.” Ve “Zamanınız az, dogma ile yaşamayın, başkalarının düşünceleri ile yaşamayın,” diyor. “Başkalarının fikirlerinin gürültüsü iç sesinizi duymanıza engel olmasın.”

O konuşmasında çok farklı şeylerden de bahsediyordu Steve Jobs. Farklı zamanlarda dinlediğimde farklı mesajlar alıyorum sanki. Yeni yılın ikinci gününde doğru yanlış diye değerlendirmeler yapmayı bırakıp yüreğimin çektiği şeyleri yaparak yaşamak istiyorum. Zaman kaybetmeden. Belki Fransızcam hiçbir zaman arzu ettiğim seviyeye gelmeyecek, belki hiçbir zaman piyanoyu istediğim kadar iyi çalamayacağım. Belki koçluk mesleğinde en üst yetkinlikleri alamayacağım, belki alabileceğim. Bilmiyorum. Belki Japonca yazı yazacağım günler gelecek, belki konuşma Japoncamı pek de ilerletemeyeceğim. Bilmiyorum. Noktaların izini yüreğimdeki heyecan ile takip edeceğim. Akif Ağabeyi her dinleyişimde içimde artan istekle tarih okumaya devam edeceğim. Noktalardan oluşan resmin beni beklediğini bildiğimi hatırlayacağım.

Bu Pazar günü sabahında, saat 04:30’da Ocak ayında olduğumuz için güneşin doğmasına daha çok zaman olsa da hafif hissediyorum. Özgür hissediyorum. 31 Aralık gününden beri hissetmeye başladığım özgürlük hissi ile hafifliyorum. Henüz tam değil. Sistemimin kendimi tam olarak kabul etmeyi de hatırlaması gerekiyor. Arada nasıl da unutmuşum. Duygusal Özgürlük Tekniği EFT çalışmalarında çok kullanılan bir cümle vardır: “Kendimi seviyor, onaylıyor ve kabul ediyorum.” Danışanlarımın, öğrencilerimin kullanmasını önerdiğim bir cümle. Benim kullandığım ama belli ki Zeynep için arkasında yüzde yüz duramadığım bir cümle. Hakkıyla söylenmesi istendiğinde dudaklardan oldukça zor dökülen bir cümle. Huzur, sağlık ve mutluluk için koşulsuz, şartsız kabulü gereken bir cümle. Sanırım benim bu cümleyi daha derinden sahiplenerek söyleme zamanım geldi.

Bundan yirmi yıl önce yaşamımın belki yüzde doksan, doksan beşini işgal eden korkular, kaygılar, endişeler, beni bu yazıya getiren ki gibi basit ama zihnimi meşgul eden sorular şimdilerde yaşamımın belki artık çok küçük bir yüzdesini işgal ediyor. Yine de bir danışman olarak çuvaldızı başkalarına batırmadan önce iğneyi kendime batırdığımdan emin olmak istiyorum. Kendimi kabulde neredeyim? Ruhum ve bedenim o yüzde birlere ikilere bile tahammül etmek istemiyor anlaşılan. Beni durduran sigorta sistemi artık bir iç savaş istemediğini net olarak söylüyor: İstiyorsan yap. Yapmıyorsan istemiyorsun, yola devam et, istediğin şeyi bul. Yap, yap, yap. Yüreğine güven. Boş durma. Kendini ne yeterli gör, ne yetersiz. Sev ve kabul et. Yaşam güzel ve güzel olacak. Sen mutlu olmaya bak, sevdiğin şeyi yap. Senin için başka yolu yok. Çalışmayı, okumayı, öğrenmeyi unutma.

Steve Jobs önemli bir şeyi daha hatırlatıyor. Pankreas kanseri ile karşılaştığı zaman yaşadığı şoku ve öleceğimiz gerçeği ile karşılaşmanın yaşamı nasıl da berraklaştırdığını. … Ben artık hastalık ile öğrenmek istemediğimi kesinlikle biliyorum.

Beni tam olarak nereye götüreceğini bilmediğim yoldaki ilerleyişim devam ediyor.

Oraya gidebilmek için gereken bitmeyen öğrencilik diyorsa yüreğimin sesi, mutlaka dinlemek gerekiyor.