İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

13 Haziran 2019 Perşembe

Gerçek Cesaret


Az önce Amerika’daki bir arkadaşımın maalesef bir türlü tedavi edilemeyen bir enfeksiyon nedeni ile ikinci ayağının kesilmesine karar verdiğini öğrendim. 

Hislerim karışık.

Kendisi ile bir iş konusu nedeni ile tanıştığımız için, hastalıklar, nedenleri ya da bize söyleyebilecekleri hakkında hiç konuşmadığımızı haberi alınca fark ettim.  
Bir yandan bu süreçteki cesaretini ve yaşamın ona getirdikleri için kendine acımadan elinden geleni yapma gayretini gerçekten takdirle karşılarken, bu zorlukları göğüslemeyi neden seçtiğini düşünmeden edemiyorum.

Yaşamda olanların bir kısmının değiştirilemez kader çizgimizden gelenler olduğunu kabul ediyorum. Bazen de, bizim değiştirebileceklerimiz olduğunu yaşayarak öğreniyorum.  Değiştirebileceğim en önemli şeyinde bakış açımız ve yaklaşımlarımız olduğunu. 
Bugün bana yazdığı mesaj ile Will, ne getirirse getirsin yaşamımızı olduğu şekli ile sevmeyi, yansıttığı umut dolu gerçekçilikle hatırlatıyor.


Tüm ihtiyacı olanlara sevgi dolu şifa diliyorum.

7 Haziran 2019 Cuma

22


Dün akşam kuzenlerimin Fethiye’deki otelinde kalan misafir akşam yemeğinden ayrılırken yanıma geldi ve sordu, “Zeynep, hala resim yapıyor musun?”  Neredeyse iki yıldır görmediğim Rodney’in resim yaptığımı hatırlamasına ve sormasına şaşırmıştım.

Bir yandan bunu bugünlerde sormasına da şaşırdım çünkü gerçekten tekrar resim yapabilmek için en azından dört beş gündür tatlı bir mücadele içindeyim. Ve tuvallerimi dışarıya çıkarmış olmama rağmen elime ne fırça ne de boya alamamıştım. Büyük çalışma masamın üzerine koyduğum irili ufaklı yedi tuvale takriben üç gündür sadece bakıyordum.

Bu sabah birkaç tanesinin masadaki yerini değiştirmiştim ama elime fırça almayı da düşünmemiştim.  Henüz o enerjiyi bulamamıştım.

Resim yapmak değişik bir iç enerjiye sahip olmayı gerektiyor. En azından benim için. İçimizdeki duyguları yansıtmak ve dışarıya akıtmak bir efor gerektiriyor. Bazen üç dört saat ara vermeden resim yaptığımda başımın dönmeye başladığını fark ederim. Bu vertigodan ya da tiner veya boya kokusundan değildir.  Aşağı yukarı 4-5 yıldır Fethiye’de çoğunlukla açık havada resim yaptığım için, bu havasızlıktan da değil.  Çok uzun bir yürüyüşten veya yüzmeden sonra  ya da zorlu bir karate antrenmanından sonra dizlerimin bağı çözülecekmiş gibi gelen o yorgunluk hissine benzer bir his.  Sanki kolumu kıpırtadamayacakmışım gibi gelir.  

Resim yapmaya başladığım yıllarda, ben de önce ünlü ressamların resimlerini, sonra da fotoğraflarda gördüklerimin resimlerini yaparak başladım.  Sonra bir kitabımda paylaştığım tesadüfler beni duyguların resmini yapmak diye tarif edebileceğim bir yola itti.  Ve resim yapmak benim için farklı bir mutluluk kaynağı olurken bir yandan da beni özgürleştirir oldu.   

Neredeyse iki yıl önce, 2017 yılının Ekim ayında Fethiye’de, tamamlanmamış yirmi iki tuvali bırakmıştım. Ben resimlerimi teker teker tamamlamam. Resim yapmaya başladığım ilk yıllarda keşfettiğim bu özelliğim ile artık barışığım.  Sadece yağlıboya ile çalıştığım yıllarda bu bir mecburiyet iken, akrilik boyalar ile başlayan dostluğumuzdan sonra bu, bir çalışma tarzına dönüştü.  

Bir sergide yer alacak resimleri bir bütün olarak düşünüyorum. Bir bütünün parçaları olarak, ve o nedenle de tüm parçaların üzerinde neredeyse aynı anda çalışırım. Belki bazıları biraz daha önce biter ama genelde resimlerin hepsini aynı günlerde tamamlarım.  

Sergilerde o bütünlüğü görmek hoşuma gider. Bununla birlikte farklı insanların farklı parçalara çekildiğini görürüm.  Birlikte çalışmama rağmen resimlerde bir bütünlük olmasına rağmen renkler çok farklı şekilde kendini gösterebilir.  Yıllar içerisinde formlar değişir.  Bu farklılıkları ve değişimleri gördükçe resim yapmaya devam etmek gerektiğine daha çok inanırım.  2000 yılındaki milenyum resimleri, 2003 yılındaki resimlerim ya da 2017 yılının resimler bana ait olduklarını bir şekilde hissettirseler de gerçekten o kadar farklılar ki.  El yazımızın yıllar içinde değişmesi gibi resimlerimizde öngörülmesi zor bir şekilde değişiyor.  Bu değişimi görmek beni heyecanlandırıyor.  Buna şahit olmak da değişik bir duygu.  Bir gün bir resim üzerinde çalışırken, ki bu genelde bir resim üzerinde çalışmaya başladıktan sonra oluyor, yeni bir form, yeni bir şekil, yeni bir renk karışımı beliriyor. Daha önce hiç çizmediğim bir şey karşıma çıkıyor.  Daha önce hiç çıkarmadığımız bir sesi çıkarmak ve o sese önce şaşırmak sonra da sevinmek gibi bir şey.

Önümüzdeki bir ay için beni özellikle İstanbul’da, biraz İzmir’de ve Lions’un Milano’da katılacağım yıllık dünya toplantısı için farklı maceralar bekliyor. Bununla birlikte muhtemelen bir yılı aşkın bir süredir ara verdiğim için içimde biriken yeni sesler henüz onları duymamış olsam da bu bekleyişte beni de heyecanlandırıyor.

İstanbul’a gitmeden önce resimler üzerinde çalışmaya başlayabilecek miyim henüz bilmiyorum.  Sembolik olarak da olsa başlamak istiyorum.   Yine de yapmaya başlamanın sihrini bilmekte birlikte, kendimi zorlamamayı da öğrendim.  Olması gereken vakti geldiğinde zahmetsizce ve keyifle açılıyor.

22 yarı tamamlanmış tuval beni bekliyor.  Bakalım onlar için hayalini kurduğum 22 hikayeyi Milano dönüşü nasıl anlatacaklar…

6 Haziran 2019 Perşembe

Çilekli Pastada Saklı Japonya


Japonya’ya gerçekten ilgi duymam benim yaşlarımdaki birçok çocuğun olduğu gibi meşhur Karate Kid filmlerinin ilki ile oldu. Efsanevi hoca Miyagi Sensei ile.  İkinci Dünya Savaşı, atom bombası, kamikazeler ve Hiroshima’ya dair duyduklarımı Japonya’ya ilgi duymamı sağlayan şeyler olarak hatırlamıyorum.  İnsanlık tarihinin acı dolu günleriyle tanımaya başladığım Japonya’yı sevmem, hayatta çoğu zaman olduğu gibi, hikayelerle oldu.
Bir şehri, bir kurumu, bir ülkeyi sevdiren onlara ait hikayeler ve o hikayelerin kahramanları çoğu zaman.

Kyoto’nu sevmemin nedenlerinden biri beni adeta zamanın ötesiye taşıyan mabetleri olmakla birlikte, Japonya’yı sevmediğim insanların ülkesi olsa bu şekilde acaba sevebilir miydim?  Ruhumu incitmemeye büyük özen göstermek için çabalayan, beni mutlu edebilmek için kendinden, ailesinden feragat eden ya da ailecek benimle kendi aileleri gibi ilgilenen Japon arkadaşlarım olmasa bu özel adalar ülkesini bu kadar sevebilir miydim?

Ruhumuzun anahtarı duygularımız.  Ruhumuzun bilgi antenleri duygularımız.  Ruhumuzdaki olumlu ya da olumsuz izlerin kaynağı duygularımız.  Ve yaşadığımız her ne olursa olsun ruhumuzdaki izleri ile bireysel tarihimizde yer ediyor.  

Duygularımızı nelerin uyandırdığı ise tanımlanması zor, sürprizlerle dolu bir denklem.  Ve kimi zaman tatlar ile duygular arasında köprüler var.

Japonya’ya özgü yöresel lezzetler dışında en çok hatırımda kalan, sık sık aklıma gelen lezzetlerden biri çilekli pastalardır.  İstanbul’da Divan Pastanesi’nin çilekli pastası son birkaç yıldır pastanenin değişen ve daha çok Fransız tadı taşıyan pastaları içinde bugünlerde hala ev sevdiğim. Dünyanın her yerinde çilekli pasta yemek mümkün ama benim için ne zaman çilekli pasta yesem aklıma gelen Avrupa’da yediğim bir pasta değil, Kyoto’daki bir pastanenin pastasıdır.  Ne zaman Kyoto’ya gitsem orada bir pasta yemek için mutlaka zaman ayırırım.  Eğer yalnızsam, yanımdaki defterime orada birşeyler yazmak beni başka hiçbir yere gitmek istemeyecek kadar ait hissettirir.


Kyoto neredeyse her çilekli pasta yediğimde aklıma gelir.  Tokyo’ya sondan bir önceki gidişimde Shibuya’da kaldığım otelin pastanesindeki çilekli pastanın ise tadı değil ama görüntüsü gözümün önünde.

Ve işte bu sabah, Fethiye’de, Şövalye Adası’ndaki evimde, Ada’ya geçmeden önce bir marketten aldığım biraz diri çilekleri yıkayıp 1993 yılında İtalya’ya ailecek gittiğimiz aldığımız ve bende kalan aslında bir spagetti servis tabağı olan bir çanağın içine yerleştirirken, tesadüfen beyaz ahşap büfenin üzerindeki dergi gözüme takıldı.  Ben yokken evi temizleyen Nuray Hanım’ın herhalde evin bir köşesinde bulduğu ve nedense büfenin üzerine bıraktığı bir dergi. 2004 yılından bir dergi. 

Dergilerimi saklamak gibi özel bir alışkanlığım yok ama Japonya’ya, Samuraylara geniş yer ayrılmış olan bu sayıyı belli ki özellikle saklamışım.  Enteresan olan, daha sonra altı, yedi defa gitmiş olsam da, 2004 yılında henüz Japonya’ya gitmiş değildim.  Hayatımın ayrılmaz parçası gibi hissettiğim Japonya ile bağlarımın o günlerde çok kuvvetli olmadığını düşünürdüm ama geriye dönüp bakınca ruhumun bir parçasının hep bu uzak ülkeyi merak etmiş olduğunu fark ediyorum. 

Bir yandan belki de birçok Türk gibi bu ülkeye çok yakın hissediyorum. Diğer bir yandan, olmadık zamanlarda, kültürel benzerlikler ya da yakınlıklar ile tarif edilemeyen şekilde özellikle Kyoto’da olmayı özlüyorum.  Japonya’nın sevmediğim bir köşesine henüz rastlamasam da ve Tokyo’nun yoğunluğunu bile sevsem de, benim ruhumun özlediği yer her zaman Kyoto.

Bugün, Dünya’nın Japonya’dan oldukça uzak bir köşesinde, minik bir adadaki yemek masasının üzerindeki yeni yıkanmış çilekler mutlu hissetmenin temel anahtarının sevgi olduğunu hissettiriyor.  Bizi seven insanların hissettirdiği koşulsuz ait olma hissinin, dostlar dediğimiz sonradan edindiğimiz ailelerimiz kadar, doğmadığımız ama vatan tadı veren topraklardan gelebildiğini düşünüyorum.

Damağımda henüz tam olgunlaşmamış biraz mayhoş bir çileğin tadı ile, önümdeki dergide zırhlı giysisi ile bir Samuray’ı canlandıran bir kapak fotoğrafı, Fethiye’de gün batmaya başlarken Babadağ’a doğru bakıyorum.  Körfez durgun. Gün burada biterken, Japonya’da gün gecenin içinde yavaş yavaş doğmaya hazırlanıyor.

Bu arada çilekten bahsedip Japonya’ya dair ufak bir hatırlatma yapmadan olmaz. Önümüzdeki yıl Ocak ayından Nisan ayına kadar eğer Tokyo’ya yolunuz düşerse, Grand Hyatt Tokyo, Hilton Tokyo ya da diğer beş yıldızlı otellerden birinde karşınıza çıkabilecek olan çilek tatlıları büfesinde Japon çileklerinden yapılmış Japonya’ya özgü hafif tatları ile mevsime özel olarak hazırlanan çeşit çeşit çilek tatlılarının tadına bakmadan Tokyo’dan ayrılmayın.  

Lezzet dolu günlere…

5 Haziran 2019 Çarşamba

Sabır Dedikleri Tatlı Bekleyiş ya da Sabretmemenin Önemi


Dayanma gücümün sınırlarına zaman zaman ulaşsam da sabırlı olmak benim için önemli.  

Biraz heyecanlı ve aslında tez canlı denilebilecek yapıma rağmen, nasıl bu kadar sabırlı olabiliyorsunuz, diyenler karşısında hala ben de şaşırıyorum.  Sabırlı olmayı artık, tahammül etmekten öte, bütününü göremediğimiz resmi daha iyi anlamak için gerekli olan zamanı ayırmak olarak tarif ediyorum.  Sabır bir erdem olmaktan çok bir gereklilik.

Çok sabırsız olduğumu söyleyenler de yok değil, ancak sanırım bu yorumları artık çok çok daha az alır oldum. Özellikle son on senedir.  Ve sabrımın sonuna beni nelerin getirdiğini keşfetmek aslında kendime ve insanlara dair çok şey keşfetmemi de sağladı ve sağlıyor.

Sabır bazı inançları da geride bırakmayı da gerektiriyor.  Öncelikle olması ya da yapılması gerekenler için doğru zamanı en iyi bizim bilebileceğimize dair inancı.


Dediğim gibi sabırlı olamadığım zamanlar da var.  Sabırlı olmanın önemine inanmakla birlikte, sabretmemek gereken, ivedilikle hayır demek gereken zamanlar olduğuna da inanıyorum. Haksızlığa, adaletsizliğe ve kendi haklarını çevresindeki herkesin haklarının üzerinde tutanlara ivedilikle hayır demek gerektiğine artık daha çok inanıyorum.  Dedim ya, sabır tahammül etmekten öte yaşamda doğru şeyin doğru zamanda olmasına müsaade etmek gibi bir şey.  Mutlak doğruya izin vermek için kendi irademiz dışında bir doğrunun akmasına izin vermek. İşte bu bazen sabırsızlık olarak tezahür edebiliyor. Ve kendime rağmen sabırsızlık göstermeyi doğru bulduğum zamanlar oluyor.

Sabırsızlığın bazen enerjik nedenleri de var.  Masum görünen ama bizi çileden çıkaran soru ve isteklerin altında, kelimelerin ardında bazen canımızdan can isteyen başka bir etkileşim var.

Peki, bu etkileşimi nasıl fark ederiz?

2000 yılından beri yakından ilgilendiğim ve özellikle son onbeş yıldır uyguladığım enerji çalışmalarının bizlere kazandırdığı temel bir farkındalık var.  Özel bir teknik uygulamasalar da yaşamda görünenin ardındakini sorgulayanların da fark ettiği bir farkındalık. 

Bizler enerjiden oluşuyoruz.  Fizik de maddenin enerji olduğunu ifade ediyor. Kastettiğim bu değil.  Madde yapımızın, yani bedenimizin üzerinde, içinde, onu saran, bir enerji bedenimiz var.  Bu beden bir anlamda yaşam enerjimizi taşıyor olmakla birlikte farklı günlerde, farklı anlarda farklı bir seviyede enerji ile dolu olabiliyor. Bugün hiç enerjim yok, dediğimizde, gerçekten enerji haznemizin boşalmış olduğunu ifade ediyor olabiliriz.  Bir de, enerji haznemiz de sabit bir boyutta ya da ebatta bir hazne değil.  

Enerji bedenimiz biz enerji depolamayı öğrendikçe ve kullandıkça, kilo aldığımızda genişleyen derimiz gibi genişleyebiliyor. Ya da aynı şekilde hazne uzun süre kullanılmadığında daralabiliyor. Bir yandan, enerji haznemizin yine de bir kere genişlediği hacmi korumak konusunda oldukça sadık da olduğunu söyleyebiliriz.

Enerji haznemizi, enerji bedenimizi, diğer bir adı ile enerji alanımızı ya da auramızı enerji ile doldurmak esasında her nefes alıp verdiğimizde doğal olarak yaptığımız bir şey.  Bununla birlikte, modern insan doğadan, evrenden enerji almak yerine çevresindeki insanlardan beslenmeyi seçebiliyor.   Esasında evrenden enerji almak zor olduğundan değil ama başka bir insanın enerjisini almaya bağımlı olanları da görüyorum.  Yanında olduğumuzda enerjimizin düştüğünü, moralimizin bozulduğunu, özellikle kızdığımızı hissettiğimiz insanlar işte bizleri bir enerji jeneratörü yerine koyan insanlar.

Yanılma olmasın, bu insanların enerjimizi alabiliyor olmaları onların bizden daha güçlü oldukları anlamına tabii ki gelmiyor.  Tam tersine, enerjisini başkalarının enerjisini alarak doldurmayı seçenler esasında yaşamın ana akışından kopmuş ve yaşamın doğasını unutmuş insanlar aslında.  Çaresizlik içinde çevresine, farkında olarak ya da olmayarak, zarar veren insanlar.  

Evren bu insanların bu bencilce davranışlarına neden müsaade ediyor diye soran danışanlarım olur. Ya da Tanrı neden başkalarının bize zarar vermesine izin veriyor?  Burada yanıtlar biraz daha zorlaşıyor.  Çeşitliliğinden dolayı zorlaşıyor.  Enerji dünyasına dair tüm yanıtların ben de olduğunu söyleyemem. Bununla birlikte, yıllar içinde enerji alışverişlerine dair birçok şey gördüm ve yaşadım.  Dünyanın değişik köşelerinde, Brezilya’da, Japonya’da ya da Fas’ta insanların enerji alışverişlerinin ne kadar benzer olduğunu görmek bu işleyişin evrensel kuralları ve sistemi olduğunu hissettiriyor.   Dünyanın her yerinde insanlar enerji alanlarını doldurmak için bir uğraş veriyorlar. Kimiler, yoga, meditasyon, dua veya enerji aktarım teknikleri ile bunu bilinçli olarak yaparken, kimileri spor ya da iş hayatındaki başarı ya da iyilik yaparak enerji akışını sağlamak için yollar buluyor. Kimileri ise kızdırarak, yorarak, üzerek enerji dişlerini yakınlarındaki aile üyelerine, eşlerine, iş arkadaşlarına ya da bir amaç için bir araya geldikleri insanlara geçirerek onları adeta emiyorlar.  

Evrende her etki bir tepki ile karşılık bulur. O nedenle tüm hırsızlıklar gibi bu bir nevi enerji hırsızlığı da uzun vadede hayır getirmez.  Enerjisini başka bir insanın enerjisi ile doldurmayı alışkanlık haline getirenler, bir noktada üstesinden gelinebilmesi zor engeller ile karşılaşırlar ve belki de en acısı kalabalıklar için de bile olsalar yüzeysel ilişkiler ile yetinmek zorunda kalırlar. Adını koyamadıkları bir yalnızlaşmaya sürüklenirler.

Hayatınızda böyle bir insan varsa kendinizi korumak için yapabileceklerinizi belki başka bir yazıda detaylı olarak hatırlatmak daha doğru olacak, ama özetle şunu söyleyebilirim. Çoğumuzun, hayatımızda kendimizi besleyemediğimiz için hastaneye giderek serumdan alacağımız besin ve takviye ile kendimize gelmeye ihtiyacımız olmuştur.  Bu benim üç defa başıma geldi.  Bu olabilir, ancak ben doğru beslenmediğim için, yemek yemediğim için devamlı serum desteği alarak yaşamaya çalıyorsam yaşamayı bilmiyorum demektir. Enerjik olarak da, sizin enerjinizden beslenerek var olmaya çalışanlar bunu birkaç özel ve acil durumda yapmıyorlar, gerçekten alışkanlık haline getirmişler ise, onlar için yapabileceğiniz en iyi şey onlardan uzak durmaktır.  Ve içinizden onlara izin vermemeye niyet etmeniz.  Onların evrenin enerjisi ile bağlanmalarını dilemeniz. 

Onlara sorunlarını fark edebilme şansını verin.

Bazen, biz de kendimizden vererek başkalarını beslemekten sağlıklı olmayan bir haz alabiliriz.  Ne olur canınızı kendinize saklayın. Yaradan’ın size en değerli emaneti öncelikle sizsiniz.

Hayatta bir şey oluyor ise mutlaka bir nedeni var.  Tüm keşifleriniz keyifli olsun.

4 Haziran 2019 Salı

Mutlu Bayramlar.

Sağlık, sevgi, neşe, bereket ve mutluluk dolu günler dileğiyle.

Yaşam Akarken Yaşasın Sorgulamak


Birkaç gün önce tesadüfen karşıma çıkan Susanna Tamaro’nun “Her Sözcük Bir Tohumdur” kitabını Ramazan Bayramının birinci gününde, bayramlaşmalar ve ruhuma da iyi gelen sohbetlerden sonra kendime ayırdığım birkaç saatlik bir akşamüstü dinlenmesinde okudum.   

Yeniden okudum demem gerekiyor belki.  Kenarlarını kıvırdığım sayfalar dahil bu kitabı ve Tamaro’nun söylediklerini gerçekten hiç hatırlamıyordum.   

Fethiye’de bu harika Haziran gününde, ne sıcak ne soğuk denilebilecek bir havada, bayram olmasına rağmen Şövalye Adası’nda sakin geçen günde bu kitap karşıma çıktığı için mutlu hissediyorum.


Tamaro’nun söyledikleri, beni kimileri oldukça tanıdık dünyalara ve düşüncelere götürse de beni mutlu eden şey paylaştıkları değil.  Düşünen, sorgulayan ve görünenin altındakini görme gayretinden vazgeçmeyenlerin varlığını hatırlattığı için mutluyum.  Kitap okumayı neden bir bağımlılık gibi sevdiğimi tekrar hatırlattığı için.

Belki her yazar, anlam arayışına, yazmayı tercih etmeyenlerden biraz daha fazla adanmıştır.  Yazmak okunabilir olmanın şeffaflığı ile bizi daha samimi olmaya mecbur eder.  Kendi iç dünyamızdaki sorgulamalarımız kendimizi oyalamaya ya da kandırmaya bazen müsaade ederken, dış dünya ile paylaşmak en azından olabildiğimiz en gerçekçi samimiyeti yakalamamızı sağlar.  Ve belki de bu yüzden yazarız.

“Her Sözcük Bir Tohumdur” sorgulamanın gerekliliğini bütününden yaydığı enerji ile hatırlatırken, hep inandığım sessizliğin gücü ile birlikte, bazen benim akışa bırakmak dediğim, onun eylemsizlik dediği, birşeyleri oldurmak için zorlamadan olmasına müsaade etmenin gerekliliğine işaret ediyor. Ya da belki daha doğru bir deyiş ile, aslında belki başka bir yolun da olmadığına.  

Roma’da babasından bahsederken ben de Roma’da geziniyorum. Trevi Çeşmesine yakın hep kaldığım otel, bir defasında babamla gittiğimiz sevdiğim pizzacıdan aldığımız sebzeli kare dilim pizzanın tadı damağıma gelir gibi oluyor.  İtalyanca öğrenmeyi arzulamasam da İtalya’da görmeye alıştığımız insanlardan yansıyan yaşama sevincini etrafımda daha çok görmeyi arzuladığımı fark ediyorum.   Yaşamdan tat almayı seçenler ile olmanın keyfini daha çok arzuluyorum.  

Tamaro’nun altını çizdiği büyük resmin içindeki kısacık yaşam maceramızda, yaşadığımızı hissettiren duyguların ruhumuzu, zihnimizi ve bedenimizi uyandırdığı ve canlı tuttuğu günler dileğiyle.

Sevgi ve ışıkla.

3 Haziran 2019 Pazartesi

Sözcüklerdeki Tohumlar


Bugün Ada’daki evimin odalarından birinde birkaç başka kitabın altına saklanmış bir kitap buldum.  2007 yılında almışım.  Susanna Tamaro’dan “Her Sözcük bir Tohumdur”.

Bu nispeten ince deneme kitabını belli ki daha önce okumuşum.  Kitabın dört yerinde sayfaların kenarını katlamışım.  Benim kitaplarımda satırların altını çizmek kadar zaman zaman kenarlarını katlama alışkanlığım da var.  Ortaokul yıllarımda kısa bir süre kitaplarımı tamamen temiz tutmak ve sayfalarını korumak gibi bir mücadeleye girişsem de, kitap okurken onlarla yaşadığımı fark ediyorum. Bu yaşanmışlığın izlerinin olması artık beni rahatsız etmiyor.  

Bununla birlikte okuduğum bir kitabı hatırlamamak sık yaşadığım bir şey değil.  Kimi kitaplarımın içeriklerini tam olarak hatırlamasam da neredeyse tüm kitaplarımı nereden aldığımı ve ne zaman okuduğu hatırlarım.  Bugün bulduğum kitabın son kıvrılmış sayfasına göre, 104 sayfalık kitabın en azından 68. Sayfasına kadar okumuş olmalıyım. Hatırlamıyor olmam beni meraklandırıyor. Bu kitabı bu akşam yeniden okuyacağım.  Bakalım okurken hatırlayacak mıyım.

Kitapları bu kitap gibi hiç hatırlamadığım olmaz ama farklı okuyuşlarımda farklı detayları fark ettiğim olur.  Bu kendi yazdığım kitap ve yazılar için de geçerli.  Evrenin duymamız gerekenleri bize fark ettireceğine olan inancımı hiçbir zaman tamamen yitirmesem de aklıma gelmediği de oluyor.  Özellikle gündelik yaşamın telaşına daldığımda.  

Peki, özümüzün bize fark ettirmek istediklerini, parçası olduğumuz Evren’in bize fark ettirmek istediklerini görebilmek için ne yapmak gerekiyor?  Tabii, yaşamın bizi bizim için daha iyi olacak ihtimallere yönlendirdiğine inanmıyor olabilirsiniz, ya da iç sesimizin bizi korumak için aslında daima konuştuğunu kabul etmiyor da olabilirsiniz.  Yine de “aklıma gelen başıma geldi,” dediğiniz olmadı mı hiç?  Ya da görünüşte herşey yolunda görünse de, içinize sinmeyen bir insanın başınıza açtığı dertler, içinize sinmeyen bir anlaşmanın sizi zorda bıraktığı işlemler, adını koyamasanız da gitmek istemediğiniz bir yerde başınıza gelen terslikler, bunun gibi şeyler hiç olmadı mı hayatınızda?

Yaşam bize işaretler veriyor.  Bir farkında olmayı seçmezsek, bazen kafamıza adeta bir tuğla düşmesi de gerekebiliyor.  Biz uyanmayı seçmeksek Evren daha radikal ve keskin uyarılar ile karşımıza çıkabiliyor. Bu bazen hastalıklar, bazen kayıplar olabiliyor.  Zararlı bir yoldan gitmekten vazgeçmiyorsak, bizi itip yere yatırmayı seçebiliyor.  

Ruhumuzun sesini duyabilmek için öncelikle sessizliğe ihtiyacımız var.  Biraz da yalnızlığa.  Kendimiz ile kalabilmeye. Kendimiz ile gerçekten tanışabilmeye.  Korkuların, kaygıların, endişeli düşüncelerin ardındaki güvenilir sesi duyabilmek için, içimizdeki farklı farklı sesleri duymamıza ihtiyaç var.  

İçimizdeki sesi duymanın en güzel yollarından beri kendimizle çıkacağımız yürüyüşler.  İçimizdeki sesi bizimle konuşmasına onu zorlamadan izin vereceğimiz yürüyüşler.  Hayatımı değiştiren bir çok önemli kararı, İstanbul’da Boğaz’da yaptığım yürüyüşlerden sonra aldım.  Bir anda aklıma geliveren fikirler yaşamımı hızla açtı.  Yürüyüş sırasında etrafımızda değişen manzaranın, ruhumuzda farklı çağrışımlar yaparak, aklımızdaki soruların yanıtlarını adeta sihirli bir şekilde bulmamızı sağladığını da söylerler.  İnsanoğlunun genlerinde yürümenin açtığı kimbilir hangi özel kodlar ve düğümler var. 

Genelde içimizdeki sesin konuşabilmeye başlaması için en az yirmi dakikaya ihtiyacımız olduğu söylenir.  Kimi meditasyonlarda en az yirmi dakika zaman ayırmamız biraz da bundandır. Yürüyüşler de ise, zihnimdeki sesi duyabilmek için benim en az otuz dakikalık yürüyüşlere ihtiyacım olur.

Evet, ne diyordum? İşaretler.  

Susanna Tamaro’nun kitabında yeniden okuyunca neleri keşfedeceğimi henüz bilmiyorum ama kitabın adının bana mesajı oldukça kuvvetli.  Kendimiz için ve yaşamımızdaki tüm insanlar ile diyaloglarımızda “Her Sözcük Bir Tohumdur”, ve ektiğimiz tohumlar yaşamları, bütünün hayrı için, kuvvetlendirmeye dair olsun.