İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

10 Şubat 2022 Perşembe

Keşkesiz yaşayan o zarif ve bilge ruhlara şükranla...

Bugün, yaşama cesaretle atılmayı seçebilen bir insanın, ruhumu, nasıl umutsuzlukla köşeye sıkılmış hissederken, aniden ayaklandırabildiğine şahit oldum. 

Bir insanın dünyayı değiştirebilmesinin mümkün olduğuna, korkularına rağmen kendi olmayı seçebilen bir insanın gösterdiği o samimi kırılganlıkla dolu cesaretin nasıl kalbimizin varlığını bilmediğimiz köşelerine dokunabildiğini gördüm.  

Ve cesaretin, kendi başına değil, şefkat, nezaket, iyi kalplilik ve gerçek samimiyetle birleştiğinde kırılganlığın zırhı ile donanmış şekilde, yıkılamaz olduğuna karar verdim.  Tereddüte yer kalmadan.

Saf bir sevgiyi hissettirebilenlerin yerini başkasının doldurabilmesi mümkün değil.


9 Şubat 2022 Çarşamba

...


Söyleyecek sözlerin var biliyorum,


Sakladıkça onları,

Göstermeye çekiniyorlar kendilerini

farkındayım,


Aktıkça açılan, 

Cesarete aç,

Tereddütlere güvenmeyen bir kapı o,


Öğrenmişsin bir kere 

Kulak vermeyi o çok bilenlerin sözlerine,

Kaçsan kaçılmıyor,

Öğrenmişlikleri yok etmek

kolay olmuyor,


Sislerin içindesin,


Belki karanlık değil o oda, o sokak, o sohbet,

Bakıyorsun,

Bakarken görüyorsun kendini,

Kendinden çıkamıyorsun,

Gerçeğin korkusunun ürkekliğiyle,

Aklımdakileri görmekten vazgeçemiyorsun.

25 Ocak 2022 Salı

O Bebek, Kimsin

Mutlaka umutlarla geldin bebek,

Dünyayı keşfetmek için mi,

Yoksa değiştirmek için mi burdaydın?


Şaşırdın, şaşırttın,


Oldun dediler,

İnanmadın,


Yaklaştın ama gerçekten yaklaştın,


Sonra,

Sonra,

Hikayende olamazmış gibicesine

yoldan şaştın,


Yine şaşırdın, yine şaşırdın,

Aynı hatalarda takıldın,


Daha iyisi olmazmış gibicesine

İliklerinde hissettin kimi anı,

Çok şanslıydın,


Kabuslar da gördün,

Sana ait olduklarına inanamadan,


Birbiri ardına çıktı karşına

tanımadığın kirli dünyalar,

Dokundun,

Aldandın,

Eksildin,

Temiz kaldın,


Kim koruduysa

Yıkılmadın,


Şimdi sana verilen şansların

    kimbilir kaçıncısında,

Sakin ve geleceğe inançsız,

Nefes alıp veriyorsun,


Alıp, veriyorsun,


Ait değilmişcesine,


Yine de,

Adımını, 

    bir kere, bir kere daha, ve yeniden,

    o seni de şaşırtan kuvvetle, atıyorsun,


Gelecekten çok,

Tanışman gereken

Kendine sessizce koşuyorsun.









19 Ocak 2022 Çarşamba

O Rüyalar

Uyandım,

Yine rüyalarda, dünyalarda dolandım.


Kediler vardı mesela, yumuşacık tüylü, 

beyaz, bal sarısı, sakin,

uzun tüyleri beni davet etti, 

İstesem de okşamadım.


Yolculuklar vardı,

Bildiğim yerler çıktı karşıma,

Zamanda gezintiler yaptım,

Tanıdık mekanlarda

    yeni hikayeler yazdım.


Rüya gördüğümden çok emin olduklarım gibi değildi,

Ve bu defa, 

huzurlu uyandım.


Dar yollara sapmadım,

Karanlıklarda kalmadım,

Bildiğim yerden geldi sorular,

Ya da en azından,

Her sahneyi,

    merakla seyrettim, 

    merakla yaşadım,


Öyle değil midir bazı rüyalar,

Yaşarsın 

ve seyredersin,

Bilirsin 

ve 

yine de,

yine de,

şahit olmak için o şansın 

tekrar gelmeyeceğinin heyecanı ile,

her anını

merak edersin.

2 Ocak 2022 Pazar

Ürkek Umut

Umutluyum,

Ama korkuyorum da umutlu olmaktan,


Gelecekten iyi günler beklemek değil bu,

Başarıların peşinden koşmak için gün dilemek değil,


Başarı değil arzu ettiğim, 

Başaracağımı düşündüğüm için değil,

En azından senin başarı hayallerin gibi değil,


Mesela ilk defa görebileceğim bir manzaranın

    hala beni beklediğine inanasım var tekrar,

Hissetmediğim bir duygunun 

    benimle buluşabileceğine dair bir sevinç,


Hani o Rus romanlarını ilk okuyuşumda hissettiklerim gibi

    duygulanabileceğime,

Ya da Marquez'in dünyasına dalmış bir çocuk ergen gibi,

    şaşırarak, dünyamın genişlediğine şahit olmak gibi,

        kuvvetli bir sakin coşku,


Korkuyorum umutlu olmaya,

Korkutmamaya çalışarak içimdeki o ürkek kuşu,

Görünmeden sessizce gülümsüyorum,

Bir dalgadan diğerine geçerken,

Biraz dinlensin diye.



Cesaretten Yaşama Karışan




Rollo May’in “Yaratma Cesareti”ni ilk defa üniversiteyi bitirip Amerika’dan Türkiye’ye döndüğüm kış okudum sanırım. Emin değilim.
  Sadece şunu çok net hatırlıyorum,  1993’ü 1994’e bağlayan yeni yıla yakın üç günlüğüne üniversiteden arkadaşlarım ile buluşmak için Miami’ye gitmiştim ve orada o kitabı konuştuğumuzu hatırlıyorum. Kendimizi sorguladığımız, yaşama yeni atıldığımız o yıllarda kendimize farklı bir göz ile bakmamızı sağlamıştı.

*

Türkiye’ye döneli birbuçuk yıla yakın zaman olmuştu, ve ağabeyimin mezuniyeti için yine Amerika’ya kısa süreli gittiğim 1993 yılının Mayıs ayından sonra, neredeyse haftasonları dahil tatil yapmadan geçen bir zamandan sonra Amerika’da arkadaşlarımı görme ihtiyacım baskın gelmişti.  


Geriye dönüş bakınca bir yılda iki defa Amerika’ya gitmek, gidebilmek o günlerde ve o yaşlarda ne büyük lüksmüş ama ruhum o günlerde dört yılı aşkın süre kaldığım Amerika’dan henüz tam kopabilmiş değildi..  Tabii bu yolculukların sürelerinin, uzun yolla büyük uyumsuzlukla, birkaç günle sayılı olduğunu hatırlatmam gerek.


Yaşamın ilerleyen yıllarında Dünya’nın Türkiye’ye göre Batı’sından çok Doğu’sunun beni çekeceğini ve o üç, dört günlük uzun yolculukları bu defa Japonya’ya gitmek için muhtelif defalar yapacağımı ise hiç tahmin etmiyordum.  


O günlerde Japonya ile bağım Rahmetli Teyzem Dr. Sevinç Aydın’ın Eniştem Dr. Fahri Aydın'la Japonya’ya yaptıkları gezinin anıları ve bana oradan getirdikleri hediyelerin beni yıllarca mutlu edişiyle sınırlıydı. Bir de üniversitede Türk kökenli Amerikalı bir arkadaşım, Türkçe ve Japonca’yı aynı zamanda ders alarak öğreniyordu ve iki dili de aynı zamanda öğrenmeye başladığı için bazen Türkçe konuşayım derken, konuşmalarımızda o zamanlarda anlamadığım Japonca kelimeleri araya karıştırıveriyordu.  Türkçe ile Japonca’nın cümle yapılarının benzediğini ilk defa o zaman öğrenmiştim.


Şimdiki aklım olsaydı, mühendislik okuduğum o yıllarda, ikinci yabancı dilim olan Almanca’mı unutmamak ve geliştirmek için aldığım Almanca edebiyatı seçmeli dersleri yerine, yeni bir dil öğrenirdim.  Almancamı, İsviçre, Almanya ve Avusturya’ya yaptığım seyahatler dışında neredeyse hiç ama hiç kullanmadığım düşünülürse, ortaokul, lise ve üniversite yıllarında o dile harcadığım zamana biraz yanıyorum.  Yabancı diller belirli bir seviyeye gelip o seviyede dil artık tamamen parçanız olacak kadar kullanılmadıkça, yedi sekiz yıl yoğun emek  vermiş olsanız bile, unutulabiliyor. 


Üsküdar Amerikan Lisesi’nde benim okuduğum 1981-1988 yıllarında, Almanca ikinci dil için tek seçeneğimizdi.  Öğrenmeye seçerek başlamadım, ve nedenini anlamasam da İngilizce’yi çok sevmeme rağmen Almanca’yı hiç sevemedim.  Hayatımda belki boşa harcadığımı düşündüğüm tek zaman Almanca öğrenmeye harcadığım zamandır.  Ortaokul ve lise yıllarında Almanca’ya ayırdığım zaman boşa gitmesin diye üniversitede o dile ayırdığım zaman aslında asıl kayıp oldu.


Sonrasında İspanyolca, Fransızca ve Japonca öğrenmeye başladım. Bu üç dilde de henüz arzu ettiğim seviyeye gelmeye oldukça uzun bir yolum var ve ömrüm de yetmeyebilir; ama onları öğrenmeye çalışmak, mesela Japonca kanjileri, o yüzlerce karışık yazı karakterini öğrenmek ve hatırlamak için mücadele vermek hoşuma gidiyor. 


Öğrenme hızımın yavaşladığını ve hatırlamanın zorlaştığını fark ediyorum.  Kimilerine göre daha çocuk, kimilerine göre elli yaşını aşmış bir ‘teyze’ hatta ‘anne’ olarak, kapasitelerimin değişimine de şahit oluyorum.  Yine de, mesela Twitter’da, Japon Paten Federasyonunun bir tweetini kısmen de anladığım da, bir Japon dizisinde kimi konuşmaları alt yazı ile kontrol etmeden çözebildiğimde, bu dili öğrenmek için en azından on yılı aşkın süredir verdiğim başarısız denilebilecek mücadeleye rağmen, sınavda en yüksek notu almış öğrenci gibi mutlu oluyorum.  Sanırım bu hissin çoğalması için her gün ders çalışmaya devam ediyorum. Bir de dil öğrenmek, kelimeleri anlamaktan ötesini getiriyor.  O dille birlikte daha önce bilmediğimiz hissedişleri, düşünüşleri umulmadık şekilde keşfediyoruz.  Her yeni dil ile birlikte sanki yaşama katmanlara ekleniyor ve yaşam genişliyor.  Kendi sınırlı dil öğrenme deneyimlerim, başarılı çevirmenlere saygımı daha da arttırıyor.


*

Rollo May, diyorduk.  “Yaratma Cesareti”.   Kimileri için yaşamak demek, yaşamda özgün bir iz bırakmak demek.  Samimi şekilde özgün ve başka bir ihtimal mümkün değilmişcesine.  


Kendimiz olma cesaretini gösterebilmek, özgünlüğümüzle yaşayabilmek ve içimizden doğan o bize ait olanla yaşamak ve yaratmak.  Farklı olmayı kabul edebilmek.  Kabul edilmemeyi kabul edebilmek.  Başka türlü olmanın mümkün olamaması.


Yaratıcılık ve cesaret yanyana geldiğinde, bu iki kelime yanyana akan iki yolu davet ediyor, birleşmeden bir bütün olan bir yol. May’in de dediği gibi, kendimizi inançla ve güvenle içimizden kuvvetle doğan duygu ve düşüncelere adamak ve aynı zamanda, ve aynı kuvvetle, yanılıyor olabileceğimize dair şüpheyi de taze tutmak.  Bu içten gelen tutulması zor inançla yürümeye devam ederken, her adımı sorgulayan biz olmak.


Yaratıcılık bir yandan da yaşamın kalbimize, ruhumuza dokunmasına izin verme cesaretinden de doğuyor.  Cesaret, yaratıcılık açısından da baktığımızda, korkunun yokluğundan çok, bizi dönüştürebilecek karşılaşmalara kendimizi açmaya olan ihtiyacımızı fark etmemizden doğuyor.  Zaten korkunun yokluğunda cesaretten ve bizi dönüştüren dokunuşlardan bahsetmek de mümkün değil. Gölün üzerindeki buzdaki çatlaklar üzerinde adımlarımızı atarken, karşıya güvenle geçmekten öte, buzun altında bekleyen ıslak dünya ile buluşmayı hedeflemek gibi, ya da o dünyayı yakından hissetmek. Biraz temkinli, biraz düşmeye hazırlıklı, biraz meraklı, biraz endişeli, biraz karşı yakaya daha önce ulaşmış olabileceklerin izlerini sorgulayan, biraz her adımda geri dönme ihtimaline açık.


Yaratıcılığın cesareti çok katlı, çok katmanlı.  Bu cesaretlerden biri de, isteyerek, düşünerek, çabalayarak ortaya çıkarmaktan öte, hepimiz yaşamda beklenmedik anlarda karşılaştığı gibi, özgün olanın, daha önce bilinmemiş olanın ya da daha önce aramamıza rağmen bulamamış olduğumuzun, adeta başka bir boyuttan karşımıza tüm gerçekliği ve bu gerçeklikten gelen kuvvet ile çıkabilmesi.  Bilinçaltımızın gücüne saygı duymayı ve daha önce bahsettiğimiz şüpheden yoksun olmasa da, güvenebilmeyi öğrenmek.  Bilinçaltımızın sesinin duyulabileceği anlara izin verebilmek.


*

Bir kelime, bir insan, bir gündoğumu, bir dalga, bir korku, bir yemeğin tadı, bir sarhoşluk, bir kucaklaşma, bir sıcaklık, bir sıradanlık, bir gülümseme, bir soru, şefkat ya da nefret, bir pişmanlık, bir özlenen, bir umut edilen, hepsi bizim izin verdiğimiz kadar dokunuyor varlığımıza.  Ve o varlıktan, yine biz seçtiğimiz ve izin verdiğimiz kadar, sadece bizden doğabilecek olan, akıyor sonsuzluğa.