İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

31 Aralık 2019 Salı

Bir Cümle


Yeni bir yılın başlangıcına yaklaşırken ben de geriye dönüp belki sadece bitmekte olan yıla değil, yaşamımın tamamına hızla göz gezdiriyorum.

Geriye dönüp baktığımda, belki detaylı incelersem daha çok ama, yaşamla ölüm arasındaki ince çizgiden geçtiğim üç olay var.

Yani bugün nefes alabiliyorsam eğer, o üç günde, o üç anda birileri, bir şeyler, Yaradan, nasıl adlandırırsanız adlandırın, beni koruduğu ve belki de yaşama devam etme şansı verdiği için.

İşte o yüzden belki de, bugün ve her gün, rahmetli Louise Hay'in en sevdiğim kitaplarından "Love Your Body-Bedenini Sev”deki ilk olumlamalardan birini hep hatırlamak ve hatırlatmak isterim.

O cümleyi aklımıza geldikçe fısıldamak yıl boyunca kendimize vereceğimiz en güzel yeni yıl hediyesi olabilir.

Ne mi o cümle?
...
"Hayatta olduğum için müteşekkirim."

24 Aralık 2019 Salı

İşaretler

insan yaşamda yaş aldıkça, neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair kesin sözler söylemek, iddialı cümleler kurmak zorlaşıyor.  Yanlış dediklerimizin doğru, hatalı dediklerimizin zamanında anlaşılmamış ilham olduğunu, korkularımızın gerçekleri görmeye nasıl engel olabildiğini fark ediveriyor bazen insan.

Bugünlerde çok değişik mesleklerden, çok değişik yaş gruplarından ve Türkiye’deki çalışmalarımda çok sık olmaz ama farklı ülkelerden insanlar ile çalışıyorum. Kimileri ile biraya gelebilirken, kimileri ile teknolojinin güzellikleri sayesinde farklı ülkelerdeyken buluşabiliyoruz. Kimileri gerçekten zorlu fiziksel travmalar ve rahatsızlıklar ile mücadele ediyor. Kimileri kendi ile barışma yolculuğunda kendisine ait olmayan savaşlarda yer almaktan kendini kurtarmaya çalışıyor mesela.   

İnsanın kendini aşmak için verdiğimi samimi mücadeleyi görmek ve bu mücadeleye destek verebilmek büyük bir onur ve derinden geliştirici.  Başkalarının yaşam hikayelerinin yakından şahidi olabilmek beni büyütüyor.  Tahmin edemeyeceğim şekilde olgunlaşıyorum.

Doğduğumuz bu yaşamda artık inkar edemez şekilde biliyorum ki, bizi mutlu edecek, daha doğrusu yapmamız gerekeni yaptığımızı hissettirecek, o yolu bulmamıza yardımcı olacak işaretler var.  Ancak, bazen çok belirgin, bazen şehrin uğultusu arasında bir fısıltı olan bu işaretleri bizim görmemize ihtiyaç var.

Bir günün bitiminde, bu işaretlerin bir nevi adı olan tatlı tesadüfler, insanlar ile ilham veren konuşmalar ya da yüreğimi heyecanlandıran şeyler ile karşılaşmadıysam eğer, geri dönüp nerede hata yaptığıma bakarım.

Aradığım hata ne mi?  

Ne zaman ve nerede, olanı görmek yerine olmasını istediğimi görmeyi seçtim?  Ne zaman ve nerede, olanı duymak yerine duyduklarıma kendi oldurmak istediğim anlamları yükledim? …. Bu ve buna benzer sorular ile günüme baktığımda, bazen gerçekten o anda bile kendimi fark etmeye hazır olmadığım olur. 

Ama eğer nerede korkularımın, isteklerimin, hırslarımın ya da endişelerimin gerçeği keşfetmeme engel olduğunu fark edebilirsem eğer, işte o zaman kendimle savaşmaktan kendimle yoldaş olmaya başlarım…


Bugün gri İstanbul’da, yılın bitimine yaklaşırken kendimizi olduğumuz gibi sevdiğimiz ve kabul ettiğimiz bir yaşam diliyorum. Sevgi, şefkat ve neşe dolu olması dileğiyle.

21 Aralık 2019 Cumartesi

Biraz Buzun Prensi Enerjisi

Bana bugün biraz Yuzuru Hanyu lazım.  Biraz naiflik, biraz azim, biraz zerafet, biraz çocuksu neşe.  

İki defa Olimpiyat altın madalyası sahibi Japon erkek patenci Yuzuru Hanyu’yu tanıyorsanız eğer bugün ihtiyaç duyduğum enerjiyi sanırım anlayabilirsiniz.

Yaşamın haberlerle birlikte bazen daha da gaddar, daha da acımasız görünen dünyasında kalbini sevgide, nezakette tutanlara, bunu yansıtarak yaşayanlara ihtiyacımız var.  Kendi bireysel yolculuğunu başkanlarını incitmeden yaşamaya özen gösterenlere duyduğum sevgi, saygı, özlem sanki her gün artıyor.

Belki Japonya’yı, en azından benim deneyimlediğim Japonya’yı, Japon dostlarımı bu yüzden hep çok sevdim. Ve sevmekten öte, mesela Fethiye’de, evimin balkonunda belki Dünya’daki en güzel doğa manzaralarından birine bakarken, canım Japonya’da olmayı çeker.  Her zaman ruhumun ait olduğunu düşündüğüm evimde belki de tek özlediğim yerdir Japonya ve özellikle oradaki birkaç yer.  

Bundan birkaç yıl önce, yaşamın belki de bana koşturmayı bırak demek istediği günlerde, birkaç ay Fethiye dışına seyahat edememiştim.  Vertigo nedeni ile.  Bir yandan ruhumun ve bedenimin en iyi şifa bulacağı yerin Fethiye olacağını hissederken, bir yandan da Kyoto’yu çok özlemiştim mesela.  Ama öyle böyle değil, gözlerimden yaş gelmişti düşünürken. Belki daha çok orada hissettiğim mutluluğu hatırlamanın verdiği mutluluk, ve biraz da özlemle.

Türkiye’de çocukluğunu 1970’lerde ve ortaokul lise yıllarını 1980’lerde geçiren birçok çocuk ve genç gibi ben de efsane Romen jimnastikçi Nadia Comenaci’nin ve buzpatencilerin hayranlarındandım.  Özellikle de yine efsane patenciler Jayne Torvill ve Christopher Dean’in.  

1984 yılında, Olimpiyatlarda onların Bolero’sunu seyrettiyseniz sanırım etkisi halen sizinledir.  Artistik puanlarda o günlerin puanlama sistemi ile tüm türlerden 6.0 tam puan alarak bir ilki yaşatmışlardı.  Nadia Comenaci’nin ilk tam 10 puanı alışı gibi.  Yuzuru Hanyu da, o tam 10 puanın etkisi gibi bir çok puanlama sınırını aşarak paten dünyasını başka mükemmeliyet ufuklarına taşıyanlardan oldu.

İngiliz Torvil-Dean çiftinin yarıştıkları ve o Bolero ile hatırlamak istediğim Saraybosna’da, o günlerde, sonradan şehri ve ruhumuzu derinden yaralayacak olan savaşın ipuçları var mıydı diye merak ederim zaman zaman.  Bir anlamda aile köklerimizinde bir ucunun dayandığını Bosna’nın başkentinde ilk uyuduğum geceyi de sanırım ömrüm boyunca unutamayacağım.  

Türkiye’de ve Dünya’da, gecelediğim en kötü oteller, en kirli odalar, zorlu hastane odaları, cenaze evleri dahil, hiçbir gece o kadar kötü bir gece geçirdiğimi hatırlamıyorum. Çok keyifli bir gezide, gerçekten kocaman bir yatağı olan büyük, çok şık ve konforlu bir otel odasında, sanki ruhumu her yönden sıkıştıran, kendimi sokağa atıp durmadan koşarak kaçma isteği uyandıran, tarifi çok zor bir rahatsızlık hissi ile günün doğmasına dua etmiştim.  Oradaki çok acı günlerin enerjisi, kalbimi derin bir üzüntü hissi ile sanki avucunun içine almıştı.  Bosna Hersek’ten ayrıldıktan gelen rahatlama ile sonradan tam anlamıyla farkına vardığım o geceyi de sanırım ömür boyu hatırlayacağım.  Şimdilerde de, ne zaman aklıma gelse, orada hayatını kaybedenlere ve savaşın etkisini bugün hissedenlere destek olması niyetiyle dua ederim, enerji gönderirim.  

Nereden gelmiştik buraya?  

Evet, buzun prensi olarak da bilinen Japon patenci Yuzuru Hanyu’dan. 

19 yaşında ilk olimpiyat altının kazanan bu genç adamın astımla mücadelesini ve kimi nefes kesen performanslarının bitiminde nefes almaya çalıştığını ya da eğilerek yerde kısada olsa dinlenmek zorunda kaldığını gördüğümde bazen gözlerim dolar ama seyircileri selamlamak için başını kaldırdığındaki o sevimli gülümsemesini görmek bana hep umut verir.  İyi ya da kötü geçen her yarışmasında, her performansında, o son anlarını seyrettiğinizde, Hanyu’nun elinden gelenin ne iyisini yaptığına dair en ufak tereddüdünüz kalmaz.  Her başarının ardında, yapılan işe duyulan çok büyük sevgi ile birlikte, belki tam olarak anlaşılması mümkün olmayan çok büyük emek ve özveri olduğunu bu terbiyeli, sevimli genç adamda bir kere daha görürsünüz.

Yuzuru Hanyu buzpateni sporunu birçok insana sevdirmeyi başaran şimdiden efsane olmuş bir genç sporcu. Bununla birlikte, onun bu spora getirdiği dostluk, kardeşlik enerjisi belki de hepsinden daha önemli.

*
Bugünümün nasıl geçeceğini bilmiyorum.  Ama bildiğim bir şey varsa, o da kalbini şefkatte tutmayı başaranları hatırlamaya çalışarak geçireceğim.

Sevgiyle kalın.  

Yaşamın size mutlu sürprizler ve güzel tesadüfler göstermesi dileğiyle.

10 Kasım 2019 Pazar

Fethiye'de, Saat Dokuzu Beş Geçe

Bir Pazar sabahında,
Fethiye'de denizin ortasında,
minik minik kayıklarda ve teknelerde,
Saat 9'u beş geçe,
insanların ayağa kalkarak saygı duruşunda bulunduklarını görüyorsanız eğer,
bu vatanı bize emanet edenlere hissettiğimiz şükranı kardeşçe paylaşmanın mutluluğunu da yaşıyorsunuz demektir. 
Beni Anıtkabir'e ilk defa götüren rahmetli babamdı. 
Babam, İstiklal Madalyası sahibi rahmetli dedemden, 1927 doğumlu bir Cumhuriyet çocuğu olarak aldığı ülke sevgisini bize yaşayışı ile öğretti. 
Bu yıl 2 Kasım'da, güneşli bir Ankara gününde Anıtkabir'de hissettiğim, o her yıl özlemini çektiğim huzuru, bugün Fethiye'de sakin denize bakarken şükran kadar mutluluk, özlem kadar sevgi ile hissediyorum.
Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları, ve ben doğmadan önce kaybettiğimiz rahmetli Dedem Kıdemli Albay Yusuf İzzettin Kocasinan olmak üzer

18 Ekim 2019 Cuma

Son 3 Gününüz Kalmış Olsa - Bir Konferansın Ardından İlk İzlenimler

16 Ekim’de İstanbul’da, Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği’mizin 7. Koçluk Konferansı gerçekleştirildi.  Bende tınlamaya devam eden izler bıraktı.   

Derneğimizin Başkanı Sayın Fatma Eser Ömeroğlu açılış konuşmasında çok özel yaşam hikayesini de anlatıyordu.  Hayatının bir noktasında, son üç gününün kaldığı söylenmiş olan bir insan olmanın hikayesi.  Düşünceler, duygular kafamda hızla uçuşurken ve gözlerimden yaşların süzülürken, hemen sol tarafımda oturan hanımın da aynı durumda olduğu fark etmiş ve birbirimize hafifçe gülümsemiştik.  Açıklıkla paylaşılan yürekten hikayeler ruhumuzun farklı köşelerine ulaşabiliyor.

Onu dinlemeye devam ederken, konuşmasında kendisi için önemli bir başlangıç olduğunu paylaştığı 1. Koçluk Konferansımıza, 2012 yılının Mart ayına ve yaşamıma dokunan ve ilham veren insanlara gitti. 

O ilk koçluk konferansı sayesinde tanıdığım ve 2017 yılında kaybettiğimiz, koçluğun öncülerinden Sir John Whitmore, o insanlardan biri.  Artık hayatta olmasa da, ilham almak için mesela Türkçe’ye “Performans için Koçluk” adı ile çevrilmiş olan kitabını okuyabilirsiniz.  İngilizce biliyorsanız internette kolaylıkla erişebileceğiniz konuşmalarını dinleyebilirsiniz.  Sir Whitmore, insanın kendini gerçekleştirmesi ve içindeki potansiyeli ortaya çıkarması adına farklı disiplinlerin bilgilerini birleştirerek bizlere yeni modellerle değerli bir yol açanlardan.  Işıklarda olsun.

Koçluğa gönül verenler Türkiye’de etik değerlere önem vererek, insan yaşamına katkı adına başarılı çalışmalar yapıyorlar. Hem kurumsal ve bireysel çalışmalar ile, hem de sosyal projeler ile.  Türkiye Koçluk Ailemizde çok özel insanlar, çok özel koçlar var.  16 Ekim’de de Eser Ömeroğlu açık yürekli paylaşımları ile ilham veriyordu.

Konuşmasından aklımda kalan bazı değerli notlar var.
Örneğin, yaşamak için üç günü kaldığını söylediklerinde aklında beliren soru hala kulağımda çınlıyor: “Yok olurken nasıl var olabilirsin?”

Gerçekten bugün yaşamak için sadece üç günüm olduğunu öğrenmiş olsam, ne düşünür, ne hisseder, neler yapmak isterdim?

Yaşamımın sonu geldiğinde bu aniden mi olacak, yoksa gerçekten beni sona getirecek günleri bilerek ve fark ederek mi yaşayacağım bunu bilmiyorum. Bir yandan bilmiyor olmak da yaşamın olumlu güzelliklerinden biri. Bununla birlikte o son geldiğinde, yaşamım ve ölümüm ile barışık olmak için keşkelerim olmaması gerektiğini artık biliyorum.  Mutluluğun anahtarı içimizdeki potansiyeli dolu dolu yaşabilmekten de geçiyor.  Başkalarının yaşamlarına katkı koyabilmek de kendimiz ve yaşam ile barışmanın, bütünleşmiş hissetmenin yollarından biri. İşte belki o nedenle, parçası olduğum Lions Kulüpleri Birliği ve diğer sivil toplum kuruluşlarında görev yapmayı kendim için önemli ve değerli buluyorum.  Gönüllülük belki o nedenlerle yaşamlarımızda başka şekilde elde edemediğimiz bir doyum sağlıyor.

Sayın Eser Ömeroğlu konuşmasında gönülülüğü üç kelime ile tarif etti. Şefkat, cömertlik ve gelecek kelimeleri ile. Karşılık beklemeden yapılan yardımdaki şefkatten, özgürce vermekten gelen cömertlikten ve umut taşıyan geleceğe hizmetten bahsetti. Gönüllü olmanın içimizde uyandırdığı güçten. Ben bu güce derinden inanıyor ve güveniyorum.  Dünyanın her köşesinde bu yola inanların yarattığı birliğin yaşamı yaşanır kılan en büyük güçlerden biri olduğuna.


7. Koçluk Konferansının bende uyandırdığı ve tınlamaya devam eden farklı düşünceler ve duygular var.  Bunları, ruhuma dokunduğu noktalar ile paylaşmaya devam edeceğim.

Tekrar buluşana kadar, sevgi ve ışıkla kalın.

19 Eylül 2019 Perşembe

Saklı Sesimiz Hep Yakınımızda

Duymamız gerekenlerin ihtiyacımız olduğunda karşımıza doğru zamanda çıkacağına inanırım.  Bu bazen bir sohbette, bazen bir blogda, bazen bir kitapta olabilir.   İhtiyacımız olan yanıtların her zaman var olduğuna inanmakla birlikte, bu yanıtları duymaya her zaman hazır olmayabileceğimizi de biliyorum.  Yaşam iç sesimizi duymaya hazır ve açık olduğumuzda aydınlanırken, kendimiz yerine başkalarının tercih ve doğruları ile hareket etmeyi seçtiğimizde karışabiliyor.  

Benim için iç sesimi duymanın en iyi yollarından biri yazı yazmak.  Küçük gruplar ile yaptırmayı sevdiğim yaratıcılık çalışmalarının en önemli parçalarından biri sabahları kağıt kalem ile birkaç sayfa yazı yazmaktır..  Düşüncelerimizi, duygularımızı, kaygılarımızı, sevinçlerimizi filtrelemeden ve yargılamadan kağıda dökmek gerçek bir terapi.  Ve bunun ötesinde, zihnin ve yüreğin tortularını yazı ile akıtabildiğimizde, ruhumuzun sesini duymak mümkün oluyor.

Bir nevi arınma olan yazıların dışında, yaşamın izini düştüğümüz yazılara da ihtiyacımız oluyor. Benim kendim için yazmaya ihtiyacım oluyor.  Çocuklukta başlayan günlük tutmaya duyduğum sevgi, ileriki yıllarda gazete, dergilerde yazı yazmaya, sonrasında kitap ve blog yazıları yazmaya dönüştü.  Yaşamda iz bırakan anların izlerini kalıcı bırakma gayreti.  Ama, hepsinden öte, öncelikle kendimin duyması gerekenlerin okuduklarım kadar yazdıklarımda da belireceğine zaman için oluşan inanç ve ihtiyaç.

Yazı yazmanın iç sesimi duymama yardım ettiğini keşfettim. Bu yollardan, araçlardan biri.  Çok farklı yollar var. Ve yaşamın sürprizlerine karşı güvende hissetmemizi sağlayan iç ses rehberliğini nasıl duyabildiğimizi keşfetmek yaşamın önemli keşiflerinden ve anahtarlarından biri.

Benim berraklaşmak için en çok kullandığım yollardan biri sessizlik meditasyonları.  Mantralar ya da imgelemeler ile yapılan meditasyonlardan farklı olarak, sessizlik meditasyonları başlangıçta görmek istemediğimiz duygu ve düşüncelerimiz ile yüzleşme cesareti gerektirebiliyor.  Düşüncelerimiz, gündelik olaylar ardı ardına aklımıza gelebiliyor.  Ancak, bu karışık düşüncelerin belirmesine ve yok olmasına izin verebildiğimizde, ki gerçekten izin verdiğimizde gerçekten yok oluyorlar,  bir biliş hali beliriyor.  Her zaman aradığımız yanıtlar olmasa da, ihtiyacımız olan bilgiler aklımızın iç perdesine düşebiliyor.

Sessizlik meditasyonlarının birinci adım olarak ağır gelebileceğini söyleyen hocalar var ama ben aynı fikirde değilim.  Eğer niyetiniz iç sesiniz ile buluşmak ise, yani kendinizi yanıt arıyormuş gibi oyalamak niyetinde değilseniz, sessizlik meditasyonları basitliği kadar kuvvetli bir araç.

Bu meditasyonların üç günlük, haftalık ya da on günlük kamplar halinde yapılan versiyonları da var ama benim favori metodum günlük yirmi dakikalık meditasyonlardır.   Deneyen ve kullananlarınız mutlaka vardır.  Eğer denemediyseniz belki bu kendiniz için yapabileceğiniz en iyi şeylerden biri olabilir. Ve eğer, tercihen sabahları, kendinize yirmi dakika ayırmaya karar verirseniz, çok değil, bir ay sonra kendiniz kadar iç kuvvetiniz ile de tanışma şansı bulacaksınız.

Metod çok basit, bununla birlikte dikkat edilmesi gereken birkaç husus var.  Gerçekten rahatsız edilmeyeceğiniz, birilerinin habersizce girerek sizi rahatsız etmeyeceği, ürkütmeyeceği bir yer bulun.  Meditasyonu gözü kapalı olarak yapacaksınız ve derinleşeceksiniz. Rahatsız edilmeyeceğinizi bilmek süreci hakkıyla yaşamanıza imkan verecek. Yirmi dakika bu kendinizi dinleme süreci için ideal bir süre. O nedenle size önerim telefonunuzun alarmınızı ya da saatinizi yirmi dakikaya kurmanız.  Daha kısası az ama daha uzunu da gerekli olmayabilir.  Daha önemli olan, bu süreci her gün yapmanız.  Sürdürmeniz.  Ve sabırlı olmanız.   

Bir ay boyunca,  tercihen sabahları, kendinize sessiz bir yer bulun, saatinizi kurun, ve yirmi dakika boyunca sakin nefesler alıp vererek, oturur pozisyonda düşüncelerinizi seyredin.  Gelen düşüncelere bakın, film seyreder gibi seyredin, gelen ilhamlar var ise, onları dinleyin, görün, hissedin.  Ve sonunda saatiniz çaldığında, yanınızda bulunduracağınız bir deftere gördüklerinizi, aklınıza gelenleri, hissettiklerinizi yazın.  Bunlar başta bir efor gibi görünse de, bir aylık gibi bir zamanın içinde gündelik yaşamın koşturmacasında bile iç sesinizi duyabildiğinizi fark edeceksiniz.  Ve lütfen yine de, kendinize o yirmi dakikayı ayırmaya devam edin.  O sihirli zaman diliminin kendinize verebileceğiniz en güzel hediye olduğunu siz de keşfedeceksiniz.



Sevgiyle.

17 Eylül 2019 Salı

Savaş ya da Barış

Satın aldığım kitapları hemen okuduğum olduğu gibi bazen de birkaç yıl sonra tekrar bularak okuduğum olur. Bunun bir nedeni, farklı şehirlerde yaşıyor ve aynı zamanda birkaç ofiste birden çalışıyor olmam.  Çok sık yolculuk yaptığım için hevesle satın aldığım birkaç kitabın bir tanesini yanıma alabilirken, diğer kitapları bıraktığım yerden belki aylar sonra okumak için tekrar elime almam mümkün oluyor.  Ve zamanla bunun ne kadar keyifli bir şey olduğunu keşfediyorum.  Teslim olduğumuzda, evrenin ilahi zamanlaması ihtiyacımız olanı ya da bizi mutlu eden şeyleri tam zamanında karşımıza çıkarabiliyor.

Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı”nı sanırım iki yıl önce satın almıştım.  Şövalye Adası’ndaki evimde, yatağımın başucundaki Türkçe ve İngilizce kitapların arasına saklanmış olan bu minik kitabı, kapağındaki terracota asker fotoğrafı nedeni ile aldığımı hatırlıyorum.  Kitap kapaklarının kitap satın almamızdaki etkisini kendi kitaplarımın basın aşamalarında kapakları tasarlayan tasarımcı ile yaptığımız sohbetlerde biraz daha çok keşfetmiştim. Yine de, daha çok satmasını sağlayabileceğini paylaştıkları kapak tasarımları yerine içime sinen kapak tasarımlarını kullanmaları için onları ikna etmeye çalışmaktan yıllar içinde vazgeçememiştim. 

Evrendeki herşey gibi kitapların da, bize, bazen içlerindeki bilgiler ve hikayeler, bazen ise verdikleri ilham ile sağladıkları bir enerji var.  Kelimeler ile örülen ve içine alabildiğinde bizi ayrı bir farkındalık boyutuna yükselten bir enerji ağı.

“Savaş Sanatı”nın adını daha önceden duymuştum ama alma nedenim kitabı merak etmemden çok, dediğim gibi kitabın kapağıydı.  Görür görmez, Çin’de beni en çok etkileyen yeri, Xian’ı ve oradaki toprak askerleri, terracotta orduyu hatırlatmıştı. 

İmparator Qin Shi Huang’a ölümünden sonraki yaşamında eşlik etmeleri için hazırlanan yedibinden fazla askerden oluşan toprak askerlerin olduğunu bölümü ilk defa gördüğüm balkona çıktığımda nefesimin bir an için kesildiğini hatırlıyorum. Sonrasında askerlerin olduğu bölümün kenarından yürümüştüm. Tesadüf bu ya, bu askerleri Çin’de gördükten birkaç ay sonra askerlerden birkaç Topkapı Sarayı’na Çin ile ilgili bir sergi ile birlikte gelmişlerdi.  

Toprak askerleri ilginç kılan hususlardan biri herbirinin özgün olması, seri bir imalat şekli ile değil de, tek tek yapılmış olduklarının teyit edilmesi, ve hatta heykellerin kulakları üzerinde yapılan bir çalışma ile her birinin gerçekten yaşamış olan bir kişiye ait olduğunun iddia edilmesiydi.  Çin’in ilk İmparatorunun farklı vizyonu iki bin yıl sonraya 1974 yılında keşfedilen bu heykeller ile yansıyordu.

Aynı yıllarda benzer bir tesadüfü Kore’de, Seul’de yaşamıştım.  Kore Ulusal Müzesi’ni gezerken Türkiye’den gelen bir sergi ile karşılaşmış ve gezmiştim.  Serginin adı “Türkiye Medeniyetleri: İstanbul’daki İmparatorlar”dı ve Osmanlı Sultanlarını da kapsıyordu.

Uzakdoğu kültürlerine olan merakım Çin ve Kore’yi keşfetmemden önce Japonya ile başlamıştı.  Yaşamımın ilk otuz yılında Japonya’ya genel bir sempati beslemekten öteye gitmeyen ilgim ve merakım, sonrasında Uzakdoğu ülkelerinin dillerini, tarihlerini ve hatta güncel kültürlerini merak etmeye kadar götürmüştü.  Yaşamın neler getireceği bilinmez ama bu merakım artarak ve çapı genişleyerek devam ediyor.

Kitaba geri dönersek, Çin’de ve hatta Japonya’da birçok komutanın bu savaş taktikleri kitabını incelediğini aktarıyor. Gerçekten yaşayıp yaşamadığı tam bilinmeyen ve hayali bir kahraman olduğu da iddia edilen Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” kitabının bana çok ilginç geldiğini söyleyemem. Tahminen 2500 yıl öncesinin savaş taktikleri kitabının orijinal metninin bu olup olmadığı da aslında net değil.  Tüm bunlarla birlikte, kitabın elimdeki Türkçe tercümesinde madde madde yazılmış, en uzunu birkaç cümleden oluşan savaş öğütleri, okurken beni içeriğinden çok bunları söyleyen ya da dinlemiş olabilecek, okumuş ve incelemiş olabilecek zamanın insanlarını düşünmeye itti.  

İnsanoğlu, Dünya’da var olma mücadelesinde, yüzyıllar içerisinde değişen ve dönüşen şekiller ve yollarla savaşıyor.  Artan nüfus ile birlikte sınırları daralan ve kaynakları hızla tükenmeye başlayan Dünya’da, insanların kardeş olarak yaşayabilecekleri bir ütopyanın hayalini kurmak isterken,  bitmeyen mücadelemiz kendini hatırlatıyor.  

Çocuksu bir hayal ile insanların şefkatli olmayı, paylaşmayı, eşitlik ve adaleti seçeceği günleri dilerken, bizi savaşmaya itebilecek temel ihtiyaçların yoksunluğu kadar, modern yaşamın modern insanının kendiyle barışamamasının yarattığı görünen ve görünmeyen yoksunlukları da derinden hissediyorum.  

Xian’daki heykellerin tasvir ettiği, muhtemelen gerçekten nefes alıp vermiş sekiz bine yakın askerin yaşamlarını hayal etmeye çalışıyorum ve sonra aklıma, Shangay’da, New York’ta ya da İstanbul’da çok katlı bir plazadaki bir ofiste ya da Fethiye’deki Salı pazarında ya da mesela Fes’teki bir tabakhanede verilen yaşam mücadelesi savaşları geliyor.  İnsanın, sağlıklı kalmak için devamlı çalışan ve mücadele veren bedeni ile birlikte, mücadele etmek için yaratılmış olduğunu düşünmeden edemiyorum.  

İngilizcede bir deyim vardır: “Choose your battles wisely- Savaşlarınızı/muharebelerinizi akıllıca seçin,” diye. Nerede, nasıl, kiminle ve neyle mücadele etmeyi seçtiğimiz kaderimizi belirliyor.  Tabii bir de, seçtiğimizi düşündüğümüz mücadeleleri yaşamak için doğmayı seçtiğimizi söyleyen bilgeler de var.  Yani bulduğumuzun tam da aradığımız olduğunu söyleyenler.

*

Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” kitabının girişinde yazan bir söz var. Belki de en çok paylaşılan sözü. “Gerçek zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir; gerçek önder savaşmadan kazanan önderdir.” Kitabı bu sözü okuduktan sonra okumaya başlıyorsunuz ve yaşamın gerçeği olarak kabul edilmiş savaşın temel aksiyomlarına ve matematiğine dair, bir yandan çok da bariz görünen gerçekleri içeren, bir el kitabı ile buluşuyorsunuz.

*  


Kitaplar kapılar aralıyor.  Bilinen ve bilinmeyen tarih, gerçek zafer ve gerçek önderlerin hikayelerini zamana yazmaya devam ediyor.

12 Eylül 2019 Perşembe

Siz Şimdi Neredesiniz?

Bireysel gelişim yolculuğuna çıkan her birimiz an’a odaklanmak, şimdide kalmak üzerine bilgiler ve öğretiler ile mutlaka karşılaşmıştır.  Eckhart Tolle ile özellikle batı dünyasında daha geniş grupların farkındalığına giren an’ın gücü, ya da Tolle’nin adlandırması ile “şimdinin gücü” bir kere bile olsa o gizemli zamanın tadına varabilenleri, bitmeyen bir arayışa itiyor. 

Zamanın durduğu ya da çok, çok, çok yavaşladığı hissini veren, renklerin garip şekilde parlaklaştığı, sanki evrenin tüm dillerini anlayabildiğimiz hissini veren muazzam bir ait olma hissi olarak tarif edebileceğim şimdide kalabilmek halini ne zaman ve nasıl yakalayabildiğimizi bulmak yaşamın şifresini bulmak gibi bir şey olmalı.

Her an şimdide kalabildiğime dair bir iddiada bulunmayacağım.  Sadece tadını keşfetme şansına kavuşabildiğim sihirli bir deneyim olduğunu itiraf edebilirim.  Tarifi zor bir bütünlük hissi.  Tüm yerküreyle ve yerküredeki canlı, cansız tüm varlıklarla bir gibi hissetme hali.  Yalnızlık olarak bildiğimiz hissin zıddını tarif etmek mümkün mü bilmiyorum, ama işte öyle bir şey.  Bir nevi korkunun yokluğu hali.  Korku denilen his hiç var olmamış gibi.

Hayatımda ruhuma en iyi gelen kitaplarından biri “Feel the Fear and Do It Anyway”dir. Bu kitabın adını, korkuyu hisset ama yine de yap, diye tercüme edebilirim. Susan Jeffers’ın bu kitabı İngilizce bilen dostlara en çok önerdiğim ve hediye ettiğim kitaplardan biri.  Kitaplarımın bir kısmını merkezi İzmir’de olan Lions Federasyonu Kütüphanemize bağışladım ama sanırım bende hala birkaç farklı baskısı var. Ve bildiğim kadarı ile bu kitap halen Türkçe’ye çevrilmedi.  

İşte şimdinin gücü, o sihirli anlarda ruhumuzun sesini net ve berrak olarak duymamıza izin verdiği için zihnimizi kurcalayan yanıtları bulmamızı sağlıyor.  Sorularımızın yanıtlarını bulabileceğimizi hissetmek korku bulutlarını dağıtıyor.

Bu anlardan birini Fethiye’de yaşamıştım.  Bir Aralık ayında, güneşli bir kış gününde.  Fethiye’de, Şövalye Adası’ndaki evimin bahçesinde bilgisayarımı açmış yazı yazıyordum.  Evi kontrol etmek için öğleye doğru geldiğim Ada’da, hava sıcak ve güneşli olduğu için bahçe takımının masalarından birini çıkarmış, kendime yanımda getirdiğim süt ve kahve ile bir kahve hazırlamıştım.  Ada’da devamlı olarak yaz kış yaşayan Mehmet Amca’nın ve Ada’nın bana uzak bir köşesinde devam eden bina inşaatının çalışanları ve kaptanlar dışında kimsenin olmadığı o kış gününde, hoş bir sessizlik yazı yazmak için her zaman arayıp da bulamadığımız o zengin boşluğunu yaratıyordu.

Neler yazıyordum hatırlamıyorum, ne kadar zamandır bahçede oturuyordum onu da hatırlamıyorum, ama yazarken ara ara yaptığım gibi başımı bilgisayarımın ekranından biraz yukarıya kaldırdığımda önümde uçuveren bir kelebeğe gözlerim takılmıştı.  Önümde yavaş yavaş uçan kelebeğin adeta kanatlarını çırptığını görür gibi olduğumu başta fark etmemiştim. Kelebeğe sanki bir projektör tutulmuş gibiydi.  

Aklım bahçedeki ağacın dalları arasından güneşin süzüldüğünü düşünmüş olmalıydım ki bu aydınlık başlangıçta dikkatimi çok da çekmedi.  Oturduğum yerden başımı sola doğru çevirdiğimde evin arka bahçesinin karşısındaki arsadaki zeytin ağaçlarının renkleri farklı bir canlılıkta göründü.  Bir kısmı yabani olan o zeytin ağaçlarının renklerinin biraz daha solgun olması gerektiği aklımdan geçti ama sanki düşüncelerim de, sinema ekranında çok ağır olarak kayarak geçen film alt yazıları gibi akıyorlardı.  Adeta hece hece yazılarak geçen kelimeleri ağır ağır okuyormuşum gibi hissediyordum.   Oradan gözlerim denize doğru uzandı, uzaktan geçen küçük bir teknenin motorunun sesi kendince ritmiyle önce yakınlaştı, sonra uzaklaştı. Zeytin ağaçlarına baktığım yönde az önce gördüğümle aynı olup olmadığından emin olamadığım bir kelebek az ötemde sanki daire çizer gibi yavaşça uçuyordu.  Kulağıma kelebeğin valsinin, 2004 yılında doğum günümde İstiklal Caddesi'ne arkadaşlarım ile gittiğimde caddede neredeyse her yerde çaldığı için tanıştığım kelebeğin valsi şimdi Ada’da çalıyordu.

“Zeynep Hanım, yazmaya devam ediyorsunuz, kolay gelsin,” diyen bir komşunun sesi ile kendime geldim.  Önce ne olduğunu anlayamadım ama beş on saniye sonra, aynı bey ile, bilgisayarımı alıp bahçeye çıktığımda merhabalaştığımızı hatırladım. Hiç bir zaman nerede olduğumu unutmamış olsam da etrafıma bakındım.  Elimi bilgisayarımın yanında duran kahve kupasına götürdüm.  Soğuktu.  Güneşin ışıkları eğikleşmişti.   Bilgisayarımı açtığımda saate bakmamıştım ama tekne ile Ada’ya geldiğim saati biliyordum.  Kaptan ile beni öğlen 12’ye çeyrek kala Çalış Plajındaki Şat Burnu’ndan alması için sözlemiştik.  2 ya da 3 saat  gibi bir zaman geçmiş olmalıydı.  

Oturduğum yerden hemen kalkamadım,  sanki gözlerimin baktığım manzaraya adapte olmasına ihtiyaç duydum.  Ekrana baktım, en son yazdığım cümleleri okumak istedim, çok da odaklanamadım.  Topu topu iki paragraf yazmıştım.  Oturduğum iskemlenin minderinin yumuşaklığını hissettim.  Çok ama çok hafif hissediyordum.  Adeta bedenim yokmuş gibi.

Zamanın durduğu ya da çok ama çok yavaşladığı hissini veren farklı anları, farklı yerlerde, farklı şekillerde yaşadım.  Bir anda günlerdir sorduğum soruların yanıtlarını bir perdenin arkasından belirivermişler gibi görebildiğim,  sanki biri kulağıma fısıldamış ya da resmini göstermiş gibi bilebildiğim anları Kyoto’da, Yokohama’da, Londra’da, Inverness’de, Malatya’da yaşadım.

Yeryüzündeki kimi yerlerin, kimi şehirlerin, kimi toprak parçalarının bizi başka bir boyuta götürebilen enerjileri olduğuna artık inanıyorum.  Bu yerlerin her birimiz için farklı olabileceğine de. İnsanın, her yerde, her zaman düşüncelerinin ve ruhunun erişilmesi zor boyutlarına dokunmasının da mümkün olduğunu ve özel bir ihtiyacı ya da gerekliliği olmadığını da biliyorum. Ama yine de, yine de, zamanın durduğu ama duran zaman içinde başka bir farkındalığın hareket etmeye başladığı o sihirli anları yaşamak için, bu duyguyu tanımamız için Tanrı’nın bizlere hediye ettiği yerler olduğuna da inanıyorum.  Yaşamın karşımıza tesadüf ile çıkardığı ama atalarımızın yaşamlarının izini sürerek daha kolay bulabildiğimiz, geçmişimizin bize izlerini aslında hediye ettiği yerler.

Dilerim yaşam ile bütünleştiğiniz, ruhunuzun sesini daha iyi duyabildiğiniz yerler ile kesişsin yollarınız, ve eğer onları keşfetmiş olan şanslılardansanız bizler için de aktarın hissettiklerinizi, yaşadıklarınızı keşiflerinizi.   Çünkü bu keşifleri kuvvetli kılan kendi deneyimlerimiz kadar birleştirebildiğimiz tecrübelerimiz.

Sevgiyle.

7 Eylül 2019 Cumartesi

Son Yemeğinizi Yiyecek Olsanız…

Bir ülkeyi, bir kültürü tanımak için diline aşina olmak kadar o kültürün yemeklerine, lezzetlerine de dokunmak gerektiğine inanıyorum.  Çocukluğumdan beri dinmeyen dünyayı ve dünyanın farklı kültürlerini tanıma açlığımı Türkiye’deyken ya da yurtdışına gittiğimde farklı yemekleri ve içecekleri tadarak, deneyerek doyurmaya çalışıyorum.  Koçlukta ya da NLP’de incelediğimiz insan yapılarından yenilikleri seven, yeniliklerden beslenen bir insan olduğumu söylemek mümkün.  Ve bu sabah, Fethiye’de, Şövalye Adası’nda farklı lezzetlerle dolu, ruhuma iyi gelen bir sabahtı.

Doğrusu Fethiye bir ilçe olmakla beraber, kendini hemen belli etmeyen farklı enerjisi ile sizi Dünya ile buluşturabiliyor.  Yıllar içinde, uluslararası alandaki bir çok çalışma ile Fethiye’deki sivil toplum kuruluşları sayesinde, mesela Fethiye’deki Lions Kulübü sayesinde tanıştım.  İskoçya’daki Findhorn Ekoköyü’nü keşfetmem, sonradan yedi sekiz defa gitme şansına kavuştuğum Japonya ile yollarımın kesişmesi hep Fethiye sayesinde oldu.  Bu hikayelerin bir kısmı daha önce yazdım.  

Yıllarca İstanbul’un göbeğinde yaşamama ve İstanbul’un aktif bir çok kültür ve sanat çalışmasına dahil olmama rağmen, Dünya’daki farklı gruplar ile tanışmam, buluşmam hep Fethiye sayesinde oldu.  Doğrusu, Fethiye’ye taşındığımda bu aklımın köşesinden bile geçmezdi.  O nedenle, kimilerine göre fazla kendi halinde olan, geleneksel yapısı gündelik yaşamda halen hissedilen, bu küçük şehir beni tahminlerimin üzerinde mutlu ediyor ve çok ama çok seviyorum.  

Yaşamda bizi mutlu eden yollar, hiç tahmin etmeyeceğimiz yerlerde, hiç tahmin edemeyeceğimiz insanlar tarafından açılabiliyor.  

Ve işte bu sabah, kuzenlerimin Şövalye Adası’ndaki otelleri Ece Boutique Otel’e gelen eski bir misafirleri olan Isobel ile tekrar karşılaşmak ve bizler için getirdiği yiyeceklerin tadına bakmak ayrı bir keyif verdi. Ben de yanımda milk oolong ve sencha çaylarından getirmiştim.  Son oniki, onüç yıldır başta Japonya olmak üzere, uzakdoğu kültürü ve tadları beni çok çekiyor.  Henüz kendim pişirebilir veya sushi yapabilir hale gelmedim ama kendi matcha çayımı yapmaya başladığım ve Fethiye’de de içebildiğim için mutluyum.  Bir fincan yeşil çay içmek beni Kyoto’da bir mabedin zen bahçesini seyrederken hissettiğim huzur hatırlamamı sağlıyor. Tad ve kokuların hafızamızda erişebildiği derinlik beni şaşırtmaya devam ediyor.

Bu sabahki lezzetler peynirler üzerineydi.  İngiliz cheddar peynirlerinin farklı tadı ile daha önce yemediğim kırmızı yaban mersini olarak da bildiğimiz turnayemişli Wensleydale peynirini tattım.  1150 yıllarından beri yapıldığını öğrendiğim peyniri İngiltere’de hiç tatmamış olduğuma da şaşırdım.  Sonrası için seçtiğimiz çay ile Tayvan milk oolongu oldu.  

Ve sonra Isobel bana hala yanıtımı ve yanıtımı belirleyecek olan şartları düşünmeye devam ettiğim bir soruyu sordu. “Zeynep, son yemeğini yiyecek olsan, ne yemek isterdin?” …


Bedenimizi ve ruhumuzu doyuran lezzetlerle dolu günler dileğiyle. 

6 Eylül 2019 Cuma

Mutlu Edin Kendinizi

Feng Shui ile ilgili ilk kitabımı okuduğumda herhalde 1990’ların sonlarıydı.  Adını koymak mümkün olmasa da tesadüf dediğimiz olaylar beni farklı kitaplar ve insanlar ile karşılaştı.  Mekanların, eşyaların enerjisi ve yaşamımıza etkilerini sorgulamak ile başlayan süreç kader dediğimiz bilinmezin ipuçlarını, biraz da eğlenmek adına araştırmaya itti.  Geçtiğimiz yirmi yılda, binlerce kitap, yüzlerce farklı öğreti veya metot, onlarca farklı hocanın anlattıklarını duydum, öğrendim, kullandım.  Kimilerini çok, kimilerini en başından kendime uygun bulmayarak hiç ve kimilerini her zaman kullanarak keşiflerle dolu bir bir yirmi yıl geçti.

Tesadüf dediğimiz şeyin görmemizde fayda olacak olayları, insanları, bilgileri karşımıza çıkarabildiğini gördüm.  Tesadüflerle buluşabilmek için tesadüflere açık olmak gerektiğini gördüm.  Yaşadığımız anın farkında olarak duyabilmeye, görebilmeye, fark etmeye açık olmamız gerektiğini keşfettim.  Açık olmadığımızda, gün gelip yaşamın bizi uyandırmak için silkeleyebildiğini de keşfettim.  Zorlu diye adlandırdığımız olayların ceza değil bir hediye olabildiğini fark etmek ve kabul etmek ise belki ömür boyu devam edecek olan bir süreç.

Kendimizi mutlu etmenin öneminin daha çok farkındayım.  Kendimizi mutlu etmeyi sorumsuzluk ya da bencillikle eşleştirdiğim yıllardan farklı olarak, kendimizi mutlu etmenin sorumluluklarımızdan uzaklaşmak anlamına gelmediğinin daha çok farkındayım.  Sorumlukluklarımızın tercihlerimiz olduğunun da bilincindeyim.  Kendimize rağmen kazanılan savaşların belki de en başından girilmemesi gereken savaşlar olduğunu ise gençlik yıllarımın başarılı anları ile keşfettim.  Her deneyim öğrenmemizi sağlasa da, mutlu eden zorluklar ve mutsuzluk taşıyan zorlukların aynı değeri taşımadığını da öğrendim.  Her zaman seçimlerimiz olduğunu öğrendim. Bazen yaşayacaklarımıza, bazen yaşadıklarımıza vereceğimiz reaksiyonlara dair.

Feng Shui diye başlamıştık, değil mi? 

Feng Shui bu dünyanın kapılarını açan bir öğreti.  

Yaşamda eşyaların enerjilerinin de bizleri etkilediğine inanıyorum.  Sevdiğimiz eşyaları kullanmanın bizlere ve yaşadığımız mekanlara verdiği ayrı bir güç var.  Öte yandan, mesela değerli olsa bile sevmediğimiz bir eşyayı kullanmanın bizi sanki her gün tırnaklayan ya da küçük küçük de olsa kemiren bir canlıya dönüşebildiğini söylemek mümkün.  

2000’li yılların başlarında evimdeki ve gardrobumdaki eşyalar ile bu bakış açısı ile ilk vedalaşmam da duyduğum mutluluk ve hafiflemeyi, o zamanki şaşkınlığım ile birlikte hala hatırlatım.  O nedenle bir arkadaşıma, dostuma hediye olarak ev eşyası almak konusunda zaman zaman tereddütlerim olsa da, bunu değişim yapabileceklerini bir yerden alışveriş yaparak çözmeye özen gösteririm.

Enerji çalışmaları yapmaya başladıktan sonra bir keşfim daha oldu.  Birileri için hediye ararken kimi eşyaların bana biraz daha parlak görünmeleri diye tarif edeceğim keyifli bir deneyim yaşar oldum. Enerji öğretilerine göre bir kişinin neleri sevdiğini, beğendiğini bile bilmek, bir nevi enerjik olarak, enerji dili ile okumak mümkün.  Burada püf noktası, buna o kişinin izin verdiği noktaya kadar bakmak ve bu bilgiyi kötü niyetle kullanmamak.  Söylemesi basit ama kendisi oldukça karışık bir konu.  

Çok özetle, şu örnekle tarif edebilirim.  Örneğin, bir arkadaşınız için hediye almak için yan yana olan dükkanlardan hangisine gireceğinize karar vermeye çalışıyorsunuz. Aklınızda belirli bir yerden alışverişi yapmak var ama iki dükkanın giriş kapılarına baktığınızda aklınızda dükkan ışıklı vitrinine rağmen karanlık, yandaki dükkan ise koyu renklerine rağmen aydınlık görünüyor.  Muhtemelen sizin de zaman zaman yaşadığınız bu gibi durumlar aslında arkadaşınızın istediği ya da onu mutlu edebilecek şeyi bulmanız için ufak ip uçları olabilir.  Ve o dükkana girdiğinizde rafların birinde durun bir fincan o kadar harika görünür ki, kendinizi elinizde o fincan ile kasada buluverirsiniz.  Oysa sabahtan beri arkadaşınıza az önce içine girmekten vazgeçtiğiniz dükkandaki bir eşarbı almayı hayal etmiştiniz.  

Peki, arkadaşınızın sonunda bu şekilde seçtiğini hediye almayı planladığınızdan daha çok beğendiğini nasıl bilebilirsiniz?  Buna inanmanız ve kabul etmeniz için benim yaşadığım gibi onlarca defa şu cümleleri duymanız gerekebilir.  “Zeynep, inanmayacaksın, ben dün o fincanı alacaktım ama o sırada işten telefon geldi, alamadım, ofise dönmem gerekti,” ya da “Zeynep, inanmayacaksın, falanca da o fincanı beğendim, aldığı yeri de sordum ama fincan ihtiyacın yok ki niye alacaksın dedim, almadım.”  Gibi gibi gibi.  Genelde bir bölümünde “inanmayacaksın,” dedikleri cümleleri çokça duymak gerekebilir. Tabii bu her zaman mı oluyor? Tabii ki, hayır. Bazen acelemiz var, yorgunuz, zihnimiz başka şeyler ile dolu ve duramıyoruz, göremiyoruz, fark edemiyoruz.

Ama şunu lütfen hatırlayın.  Duymak, görmek, bilmek mümkün.  Tadını alınca kabul etmeye başlıyor insan.  Evren izin veriyorsa, niyetimiz iyi ve belki daha doğru bir tarif ile başkasının özgür alanına müdahale etmeyi içermiyorsa, bir nevi rızası var ise, mümkün.  Evrenin bize er geç bedelini ödettiği hatalarımızdan biri, “iyi” niyetle de olsa başkalarının özgür iradesine, seçim haklarına müdahale etmek.    Neyin “iyi” olduğunu bilmek o kadar kolay değil.

Tekrar gelelim eşyalarımıza. Lütfen evinize, ofisinizdeki masanıza, arabanızın içindeki eşyalarınıza, gardrobunuzdaki giysilerinize, ayakkabılarınıza bir bakın.  Gerçekten sevmediğiniz, rengi, deseni hoşunuza gitmeyen ya da sizi üzen biri tarafından hediye edildiği için her gördüğünüzde yüreğinizi acıtan bişeyler ile karşılaşıyor musunuz?  Yanıt evet ise, yapabileceklerinizden biri o eşyayı giysini severek kullanabilecek birine vermek, ya da vermeye hazır hissetmiyorsanız, bu gibi henüz vedalaşmaya hazır olmadığınız ama size iyi gelmeyen eşyalar ile birlikte bir yere kaldırmak.  İleride tekrar değerlendirmek üzere.  Eğer verebiliyorsanız, vermek iyi geliyorsa verin,  sevmediğiniz bir eşya başkasını mutlu edebilir.  Eşyaların kullanılmak üzere yapıldığı düşünülür ise atıl olarak bekleyen eşyalarının olumlu bir enerji yaymasını beklemek de gerçekçi olmaz.  

Ve işte o nedenle de, özellikle giysi alırken satış görevlisi ya da birlikte alışveriş yaptığınız insanlar ne derse desin, sevmediğiniz bir şeyi lütfen almayın. Hem kendinizi özgür bırakın, hem de o eşyanın, giysinin sevilerek kullanılma şansını elinden almayın.

Bugün aslında bilgisayarımın başına oturduğumda, uçakta tekrar incelediğim Dünya Ekonomik Forumu’nun 2018 yılı Cinsiyet Eşitliği Raporu’nun aklımda ve yüreğimde kadın olmaya ve Türkiye’de kadın olmaya dair uyandırdıklarını yazmaya niyetliydim.  Yol yorgunluğunu atmak için kendime yeni aldığım japon kasesinin içinde bir matcha latte yapmaya karar verince hem ruhum, hem niyetim değişti.


Lezzetli olsun günleriniz; sevgi dolu olsun.  Ve lütfen mutlu edin kendinizi.

4 Eylül 2019 Çarşamba

Gönlünüz Ne Çeker? Tenis, Ahtapotların Dünyası ya da Kimbilir Hangi Sürpriz Hikayeler

Doğduğum günlerden bugüne kadar Dünya’da öğrenecek, keşfedecek, farkına varılacak şeylerin takibi zor çoğalması karşısında bir yandan heyecanlanırken, yaşama dair öğrenme zamanımın kısıtlılığının farkına varmak bende bir hüzün hissini canlandırıyor.  Mimar Sinan gibi 99 yaşına kadar yaşayabileceğimi hayal ettiğimde bile ömrümü yarılamış durumdayım.  Yarının ne getireceğini kestiremediğimiz bu yolculukta, benden önce yaşamış ve muhtemelen benden sonra da yaşayacak milyonlarca insan gibi zaman zaman yaşamın, yaşamın anlamını ve bu Dünya’da ne yaptığımız kadar neyi yapmamızın, nasıl yaşamanın doğru olduğunu sorguluyorum.

Sorgulamak insan olmanın bir parçası.  Ben de içinde doğduğum ikizler burcunun değişken özelliklerini taşıyarak, farklı zamanlarda farklı duygular, farklı kaygılar ya da coşkular ile bu macerayı yaşıyorum. Aynılıktan ve bilinenin güvenli gücünden zevk alırken, bilinmeyene, yeniliklere ve getirdiklere heyecana koşmayı da bir o kadar seviyorum.  

Bir Temmuz öğleninde, denizin kenarında sahile vuran minik dalgalara ayağını biraz değdirip geri kaçan ve onu izleyen annesine gülücükler gönderip minik kahkahalar atan beş yaşında bir çocuk gibi, kocaman dalgaların üzerine atlamayı hayal ediyorum.  Ve gün geliyor, o kocaman dalgaların üzerinde sahile bakıp, sahile vuran minik dalgaların köpükleri ile dans eden sarı bukleli saçları ve pembe mayosu ile kendini dünyanın en mutlu insanı sayabilecek o kız çocuğunu görüyorum.

*

Yeğenimle Akatlar’daki bir Japon lokantasında yediğimiz öğle yemeğinden sonra Akmerkez’e yürüyerek gittiğimiz günlerden birinde, benim oradaki en favori yerlerimden biri olan Remzi Kitabevi’ne gittik.  Açıldığı günden beri oraya herhalde abartısız birkaç bin defa gitmiş ve birkaç bin kitap da almışımdır. 2019 yılında bir kısmını Lions Federasyonumuzun İzmir’deki merkezine bağışladığım kitaplarımın en az beşte birini oradan almışımdır.  Yıllar içinde kitapçının içindeki düzen değişikliklerini başlangıçta mutsuzlukla karşılasam da Akmerkez’deki Remzi Kitabevi benim en sevdiğim ‘aynılık’larımdan.  


Remzi Kitabevi’ne bu defa dergi almak için girmiştik.  Ben daha çok kitap insanıyım, çocukluk ve genç kızlık dönemlerimde 1970-1980’li yılların şartları nedeni ile dergiler özellikle merak dünyamı beslemiş olsa da internet dünyası nedeni ile dergi alma alışkanlığım eskisi kadar fazla değil.  O gün de, yeğenime bir dergi almak için kitabevine girmiş olsak da, kendime iki kitap almama rağmen, bir de Time dergisi almadan edemedim. Doğrusu, sayının kapağındaki “2019’un Dünya’daki En Harika 100 Yeri” başlığı da bunda etkili oldu. 

2 Eylül günü aldığım 2 Eylül sayısını ise bu sabah okudum.  Uzun zamandır bir dergiyi baştan sonra oturup okumamıştım.  Çocukluk yıllarımda Pazar sabahları apartman görevlimizin kapımıza bırakacağı Milliyet Çocuk dergisini okumak için kapmak için ağabeyimle erken kalkma karışına girdiğimizi, o heyecanı mutluluk ile hatırlıyorum. Bu sabah, uzun yıllardan sonra çok büyük keyif, merakla, esasında her ay en az bir defa satın aldığım Time Dergisini okudum.  Hani karıştırarak değil, uzun zamandır yapmadığım şekilde, kapağından başlayarak ilanları dahil sayfa sayfa okuyarak.



Mesela, 2 sayılı sayfaki fotoğrafı ve fotoğraf açıklamasını merakla okudum.  İleriki sayfalarda yer alan Amerikan hizmet sektörünün, garsonlarının yaşam zorluklarına dair bir hikayenin görseli beni üniversite yıllarımda yemek yediğim lokantalara, garsonlar ile yaptığım enteresan sohbetlere götürdü.  Genç tenisçi Coco Gauff’un hikayesini okurken bu yıl Wimbledon’da odağımın kadın değil erkek tenisçiler olduğunu fark ettim.  Federer ile Djokovic’in maçlarını takip etmiştim.  1990’ların ortalarında bileklerimdeki lif kopmaları ve sakatlıklar nedeni ile o günlerden beri elime tenis raketi almamış olsam da, bu iki tenisçinin eski maçlarını zaman zaman YouTube’dan seyretmek keyifli gelir.  Oysa şimdi bu yazıyı bitirir bitirmez ilk işlerinden biri Coco Gauff’un Venus Williams’ı yendiği maçı seyretmek olacak.  Gauff’un Şampiyona Simona Halep ile maçını seyretmek için aynı isteği duymasam da Simona Halep’i tenisçi olarak iyi tanımadığımı fark ediyorum.

Derginin içindeki farklı konular ile dünyalardan dünyalara geçerken dergi okumayı neden sevdiğimi hatırlıyorum.

Sayfa 44’e gelince beni yepyeni bir konu karşılıyor.  Ahtapot yetiştirme girişimlerine dair bir yazı zihnimde bambaşka görseller canlandırıyor.  Daha bir kaç gün önce kuzenlerinin Fethiye’de Şövalye Adası’ndaki lokantalarında yediğim deniz ürünleri tabağındaki iri ahtapot parçasının görüntüsü ile, İstanbul’daki ünlü Japon lokantalarından birinde yediğim ahtapot carpaccio tabağı gözümün önüne geliyor. Japonya’ya yaptığım farklı seyahatler ahtapot yemeyi hiç tercih etmediğimi düşünüyorum.  Sonra görüntüler değişiyor, Şövalye Adası’nda, elinde bir sopa ile Ada’nın farklı köşelerinde, sahilde balık avlayan komşulardan birinin torunu genç kız geliyor aklıma. Kalamalar, karides ve yengeçi değil ama ahtapot yemeyi gerçekten sevmediğimi İstanbul’daki dergiyi okurken fark ediyorum.  Ahtapot annelerin yavrularının yumurtadan çıkması ile biten ömürlerinin hikayesini ilk ne zaman öğrendiğimi hatırlamayı başaramıyorum.

*
Bugün İstanbul’da, dergi okumaktan keyif almayı hatırlıyorum.  İyi bir derginin farklı dünyaları güzel bir derleme ve seçki ile sunması hoş oluyor.  Jules Verne hikayeleri geliyor aklıma.  Bir dev ahtapot görüntüsü gözümde beliriverir gibi olsa da ben bir balonun üzerinde dergi yapraklarının üzerinde uçarak dünyayı geziyorum.  Dilerim bu keyfi sık sık alma şansım olur.

Güzel kelimelerin dünyasında güzel buluşmalar dileğiyle.
Çok sevgiler.

28 Ağustos 2019 Çarşamba

"Yalnızca Yavaşladığında Görebileceğin Şeyler"

Bugünlerde karşıma hep Güney Kore’ye dair şeyler çıkıyor. Dün hem Kore’ye hem de Japonya’ya ve Japonca’ya benim gibi ilgi duyan İrlanda’da yaşayan bir Türk Hanım ile tanıştım, hem de hemen sonrasında da Türkiye’ye yeni taşınan Güney Kore’den bir hanım ile.
Keyifli sohbetler sonrası, Zen Budizmi öğretmeni, enteresan bir özgeçmişi olan Haemin Sunim’in kitabını tekrar okuyorum. Belirli bir sıra ile değil. Ara ara tesadüfen açılan bölümlerini okuyarak.
Hepsi paylaşılabilir belki ama bugün okuduğum cümlelerden biri şu:
“Bir insanın hayatını
haklı sözler değil,
sevgi değiştirebilir.”

26 Ağustos 2019 Pazartesi

Niyet...

Niyetin, yaşamın her anına, dokunduğu her şeye farklı bir enerji katma gücü var.

Bu hafta, farkında olarak ya da olmayarak, her yeni günde nelere niyet edeceksiniz?

Benim niyetlerimden biri geçtiğimiz günlerdeki gibi tadı damağımda kalan güzel sohbetler.

14 Ağustos 2019 Çarşamba

Dertler Dertler...

Bu sabah kahvaltısında yanımdaki masada oturan çiftin konuşmasına kulak misafiri oldum.
Hanımın şu İngilizce sözleri aklıma takıldı. Günümü aydınlattı.
“Yakınmayı bırakmaya ne dersin? Dertlerin için Tanrı’ya şükret; onlar yaşadığının işareti değil mi?”