İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Ruhun Seni Çağırıyor, Duymaya Hazır mısın?


Bio-enerji, IPEC ve Reiki Üstadı Moshe Abudaram ile insan, yaşam, ruh, reenkarnasyon ve şifa üzerine, çok sorulan ve çok konuşulan konular üzerine sohbet ettik bu defa.

Hocam ile daha önce yaptığım üç röportaj ilgi gördü. Birazda gelen istekler nedeni ile daha önce ele almadığımız konuları ele almak, bana ilettiğiniz bazı soruların cevaplarını almak üzere kendisi ile bir dizi görüşme daha yaptım. Bunları bölüm bölüm sizlerle paylaşmak istiyorum Sorularımızın cevaplarını içimizde saklı olsa da, kimi zaman hocaların paylaştıklarını duymak da hem keyifli hem kıymetli oluyor.

Bu çalışmada sorular sorarak ve cevaplarını alarak ilerleyeceğiz. Hocam Moshe Abudaram’ın danışanları ile görüşmelerinde sevdiği ve kullandığı bir tarz bu. “Sormazsan söyleyemem,” der Moshe Hoca. “Seçim senin.”
Paylaştıklarımızın yaşamınıza sevgi, sağlık ve ışık vermesi dileği ile…

*

Zeynep Kocasinan: İnsan nedir hocam? Buradan mı başlasak? Ben nereden başlamak uygun emin değilim doğrusu.

Moshe Abudaram: Sorular ile başlamak en doğrusu. Biliyorsun benim düşünceme göre, sen sormazsan ben söyleyemem. Burada anlatacaklarımız sorusu olanlara ulaşsın. Bilin ki, soru varsa, cevap mutlaka gelecektir.

ZK: O zaman başlayalım. Tekrar soracağım. İnsanı nasıl tarif ediyorsunuz? Biz neyiz ve kimiz?
MA: İnsan kelimesini nasıl kullandığımıza bakmak gerekir. Biz bedenli canlılar olarak bu dünya da yaşamaktayız. Birçok bedenli varlık bu dünyada yaşamakta. Hepsinin aynı varlıklar olduğunu söylemek mümkün değil. Dünyaya ait insanlar olduğu gibi, başka âlemlere ait bedenlenmiş varlıklarda var. Kimileri asıl benliklerinin farkında ve kimileri değil.

Sorduğun şeylere cevap veriyor muyum?

ZK: Lütfen içinizden geldiği gibi devam edin.

MA: İnsan diyorduk. Ancak, insan sadece beden değil ki. Bir fiziksel beden var bu dünyada tezahür eden, yaşayan. Peki, bedene yaşamı veren ne dersek cevap orada ortaya çıkıyor. Ruh dediğimiz kavram ile karşılaşıyoruz. Enerji dediğimiz kavram ile karşılaşıyoruz. Dinler ruh kelimesini kullanıyor. Bu enerji, evrensel enerji gibi kelimelerle de ifade ediliyor. Mesela insanın ve dünyanın ana yaşam enerjisini sevgi olarak tanımlayanlar var. Mistik ekollerde buna ışık da diyorlar. Kısaca insan görebildiğimiz bir beden ve bu bedende yaşayan özgün bir ruhtan, bir enerjiden oluşuyor. Parmak izlerimiz gibi benzersiz ve farklı bir enerjiyiz biz.

ZK: Açık söylediniz, ama yine de ‘ruh’ nedir diye sorsam?

MA: Şöyle diyelim, yaşamın gözle görünen bölümü yaşamın gerçekten ne kadarını içeriyor? Öte âlem diye adlandırılan şey ne? Geçmiş, şimdi ve gelecek sıralı olarak yaşanan bir şey mi? Zaman nedir? Dünya nedir? Evren nedir?

Yaratılış nasıl oldu? Şimdi bunun ile ilgili yazılı bilgiler var. Ancak insan zihni bunu kavrayabilir mi? Var olanı inkâr edebilir miyiz?

Ruh nedir diye sorabilmek ve cevaplarına girebilmek için, konuya biraz daha farklı bakmak gerekiyor. İnsan sadece bedenden oluşmuyor. Beden varlığımızın bir parçası, dünya yaşamına dair bir parça. Ölüm bir ruhun bu dünyadaki görevini tamamladığı zaman, dünya üzerinde kullandığı giysisini, yani bedenini, bırakması demek. Bu giysilerden çok sayıda kullanıyoruz. Yaşam bir defa değil. Yani bir defa bedenlenmiyoruz bu dünyada. Ruhtur insanın esası. Senin kalıcı, asıl parçan bedenin değil. Senin değişmez parçan ilk yaradılıştan beri sana ait olan Ruh’un. Sen bu enerjisin ve hep o olarak kalacaksın. Doğdun. Bir bedeni seçtin ve geldin. Yaşadın. Gittiğinde, tekrar doğduğunda, ya da doğmadan önce – sen o yok olmaz parça idin ve öyle de kalacaksın.

Sen Zeynep diye adlandırıyorsun kendini şimdi. Ama Zeynep’ten farklı bir şeysin. Daha büyük bir parçasın. Zeynep senin şimdi dediğin boyuttaki tezahürün. Farklı zamanlarda ve farklı boyutlarda başka şeyler olabilirsin.

ZK:

MA: Şimdi Zeynep, sen Türkiye’de bildiğim kadar ile de İstanbul’da doğdun. Belirli bir anne ve babayla büyüdün. Babanı kaybettin, evet Allah Rahmet Eylesin. Peki, sen neden bu ailede doğdun bunu hiç düşündün mü?

Bu aileyi sen seçtin. Bir çocuk dünyaya geleceği zaman doğacağı anne babayı seçer. Çünkü ruhsal bir varlık olarak dünyaya bir öğreti almak ve bazı şeyleri yapmak için gelir. Yaşamak istediği dersi kendisine en doğru şekilde yaşatacak ortamı seçer. Bazen zoru seçer, bazen kolayı seçer. Bazen sakatlıklar ile doğmayı seçer. Genellikle doğuştan gelen sakatlıklar, bir yaşam ve kader seçimidir. Ve genelde bu seçim önceden yukarı da yapılmıştır.

ZK: Yukarıda dediniz...

MA: Ruhsal konulardan bahsederken ruha ait olan şeylerin yerini tarif ederken yukarıda demeye alışmışız bir yandan. Esasında geçmiş nerede, gelecek nerede, şimdi nerede? Farklı boyutlar farklı yerlerde mi sahiden?

Şimdi bir de ruh derken ve bu dair konulardan bahsederken gereksiz olarak kavramları karıştırmaya gerek olmayabilir. Buna istersen Enerji diyelim. Bizim özümüz, ruh değimiz şey bir frekans, bir enerji bir ışık esasında Aynen bedenimizin de temelde atomik temel taşlarından oluşan bir enerji kümesi olduğu gibi. Fiziksel boyutta, beş duyumuz ile algıladığımız boyutta bedeni görebiliyoruz; ruhu nereye yerleştirebileceğimizi bilmiyoruz, pek de düşünmüyoruz belki de.

Bir bebek doğduktan sonra dünyada zorlanır. Sonsuz bir varlık minicik bir bedene sığmaya çalışır. Zor bu.

İnsan doğmadan önce seçimler yapar. Ve o âlemde tüm bilgiye sahiptir. Yaşayacaklarının tamamını bilir. Ancak doğduğu anda bu bilgi silinir. Yaşam süresinde kimileri bu bilgileri tekrar hatırlayabilir hale geleceklerdir. Doğumla beraber bilgi dünya hafızasından silinir. Bellekten silinir. Veya oraya ulaşamaz, zorlaşır. Doğumla birlikte ruhunuzun bütünü değil, o yaşamda kullanılacak bölümü sahneye iner.

Ancak, tesadüfler ne demek o zaman? İşte, o anlar, seninde ifade ettiğin gibi doğru yolda olduğumuzun işaretleri. Planladığımız yol ile yürüdüğümüz yol tam olarak oturduğunda üst üste içimizi muazzam bir sevinç alır. Bazen nefesimiz kesilir yaşadığımızı tesadüfler ile ‘Nasıl olabildi?’ deriz. İşte o anları fark edin. Onlar size yolu gösteren fenerler gibidir. Kaptan hanım fenerlerin önemini biliyorsunuz değil mi? Fenerlerin anlamını bilin ki, yaşam yolunda rotanızı kaybetmeyin.
ZK: Reenkarnasyon konusunda çok merak edilen bir konu. Değinmeye başladık ama konuyu biraz daha açma zamanı geldi mi ne dersiniz?

MA: Beden bir giysi dedik. Ve bu giysileri değiştirdiğimizden bahsettik. Ruhların yaşama, dünyaya inmeden önce bir yol seçtiklerinden bahsettik. Şimdi bunları bir toparlayalım.
O kadar ana bir konu ki bu esasında. Yaşama bakış açımızı komple değiştirebilecek bir konu. İyi anlaşılması önemli; ancak, çok da takılmamak lazım bu konuya. Bugüne, bu yaşama odaklanmak bence çok daha doğru.

...

Şimdi, insanoğlu bedenlenerek dünyaya inmeye başladı. Nuh Peygambere kadar geri giden bir süreç bu. Hz. Adem’e. Belki daha eskilere.

İnsanoğlu Cennet’ten kovuldu. Yaşamı öğrenmeye, deneyimlemeye başladı. Doğrusu Tanrı ruhun öğrenme arzusunu hayata geçiriyor denilebilir. Ruh kendini, bütünü keşfeder. Bir olmak ve birey olmak. İfade etmesi kolay bir konu değil. Yani bu sınıflarda okuyorsak sınıfı geçmemiz isteniyor. Kimse sınıfta kalmamızı istemiyor. Ama sınıfı bizim geçmemiz gerekiyor.

Dünyada doğmadan önce, yaşamda neleri yaşamak ve yapmak istediğimizi seçeriz. Yani yolumuzu seçeriz ve bunu mümkün kılacak bir aile ararız. Anne babalar çocuklarını kendileri arzuladıklarını ve olmalarını seçtiklerini düşünürler çoğunlukla. Ama esasında, çocuk yaşamı için gerekli genetik özellikleri, ülkeyi, durumu, dili, dini, ırkı, seçer.

ZK: Reenkarnasyon’dan bahsediyoruz. Dünyaya tekrar tekrar gelmekten. Sormakta zorlanıyorum. ‘Sormazsan söylemem’ dersiniz. Sorular yaratmaya çalışıyorum. Biraz daha açabilir misiniz? Kaç yaşamdan bahsediyoruz. Bir sayısı, sınırı var mı bunun? Bir kuralı var mı? Gerçek mi diye bana soran çok oluyor; mutlaka size de sık gelen bir sorudur bu?

MA: Gerçek. Nedir gerçek? Gerçek olan ne? Şimdi biz seninle oturmuş konuşuyoruz. Nerede yapıyoruz bu konuşmayı? Oturduğumuz bu cafede mi? Bu masada mıyız? Şu anda mı yapıyoruz bu konuşmayı? İlk defa mı söyleniyor bunlar?

Yoksa, çok daha önceden belirlendi mi bu kelimelerin kullanılacağı? Gerçek kelimesini kullanırken dikkatli olmak gerekir. Benim gerçeğim ile senin gerçeğin aynı mı? Farklı koltuklarda oturuyoruz. Ben oturduğum yerden Arnavutköy’deki sahil yolunu görüyorum, sen ise Boğaziçi Köprüsü’nü. Peki, Aramıza birini oturtsak ve direkt olarak baksa camdan, nereyi görüyor olacak? Karşı sahilde bir yerleri belki. Gerçek olan hangisi?

Dünyada yaşam çok uzun süredir var. Uygarlıklar geldi geçti. Kimileri kayıtlara geçti, kimlerinin izleri silindi. İbraniler kayıtlarını binlerce yıllardır sakladılar. Ama dünyada yaşananlara göre bu bile çok yakın geçmiş sayılır. Nuh Tufanı neden oldu? Dünya toprakları üzerinde neler yaşandı? İnsanoğulları neler yaşadı?

On binlerce yıldır süren bir süreç bu. Çok kişisel bir konu bu aynı zamanda. Hepimizin ruhsal olarak seçtiğiniz konuları öğreniş tarzımız ve şeklimiz aynı değil. Ben geçmiş yaşamları çok irdelemek taraftarı değilim. Yani geçmiş yaşamınızda kimdiniz, neler yaptınız, bunu öğrenmek çok da fayda sağlamayabilir. Şifa da bunu kullanıyoruz, tamam. Ama bunun dışında bu bana çok da gerekli bir bilgi gibi gelmiyor. Biraz ego tatmini. Geçmişin bir masal gibi peşine düşüyoruz geçmişin. Ama bugün sıkıntılarımız, dertlerimiz varsa, fiziksel hastalıklarımız, maddi kaygılarımız, ailemiz ile ilgili endişelerimiz varsa, ben derim ki, “Hadi bugünü düzeltelim.” Bugünü mutlu, sağlıklı yaşamak içi eğer geçmişe gitmek gerekiyorsa gideriz ve gerekene bakarız. Neyi niçin yaptığımıza, ardındaki niyetlerimize dikkat edelim.

ZK: Çok konuşulan ve sorulan bir konu olduğu için açmak istiyorum. Bir yandan popüler diye bir konuyu konuşuyor olmak gerekmez. Bunu anlıyorum.

MA: Sen sormadan ben söyleyeyim, sen de biliyorsun ki, evet biz geçmiş yaşamları görebiliyoruz, bilebiliyoruz. Daha çok bilinen bir metot olan hipnoz ile o anlara gidilebilir. Ama hipnoz ille de gerekli değil. Hipnoz olmadan da o anlara gidilebilir. Görmek ve bilmek mümkün. Geçmişte yaşanan zor olaylar, yaşananlar bizde izler bırakır. Bazen pozitif yetenekler olarak çıkar karşımıza. Bazen kimi insanların diller konusunda çok başarılı olduğunu görürüz. Muhtemelen bu insanlar önceki yaşamlarında bu bilgileri edinmiş ve kullanmışlardı. Mozart, Beethoven gibi dehaların, esasında önceki yaşamlarında, parladıkları yaşama kadar yeteneklerini geliştirmek üzere yaşadığını görebiliyoruz. Yani o yeteneğin bedeli daha önce ödendi.
Evren çok adaletli. Sebep ve sonuç ilişkisi yaşamı tanımlar. Yaparsın ve sonucunu alırsın er ya da geç. Enerji bunu söylüyor. Benzer benzeri çeker. Pozitif pozitifi çağırır; negatif negatifi çağırır. Evrene ne verirsen onu geri alırsın. Ana kural budur. Ve düzen bunu doğrulamak üzere işler.
Bu yaşamında bir insan ile problemin var. Bu bir aile bireyi olabilir, iş ortağın olabilir, arkadaşın olabilir. Belki de yarım kalan hesaplarınız var eskiden kalma. Bunları hallediyor olabilirsiniz. Ama olmayabilirsiniz de. Bir kişi benden yardım istediğinde, Ruh’una sorarım ne istiyor diye.

Sen kolum ağrıyor diye gelebilirsin. Genelde bu ağrının fiziksel bir nedeni olabilir ama fizikselin ardındaki neden nedir bilmiyoruz. Belki de kolunu kullandığın bir şeyleri yapmaktan bıktın. Ama yapamamayı tercih etmiyorsun bir türlü. Yapmaya çalışıyorsun. O zaman ruhun bir şekilde sana artık durman için gereken fiziksel rahatsızlığı sağlıyor. Bu birçok hastalık için gerçek. İnsanlar bilmeden kendilerini hasta ediyorlar.

Onları bitiren bir işte çalışıyorlar. İş değiştirmeleri gerektiğini yüreklerinde biliyorlar ama korkular ve kaygılar nedeni ile yapmıyorlar. Ne mi oluyor? Aniden bir bakıyorlar ya rahatsızlanmışlar ya bir kaza geçirmişler ve işe gidemiyorlar. Ben diyorum ki, bunların farkına varın ve kendinize zarar vermeden düzeltin. Ruhunuzu kulak verin.

Ruhunuz size bir şey söylüyor. Dinleyin. Dinlemezseniz, yolunuzu zorlaştıracaksınız. O iş size uygun değilse, ya siz bırakacaksınız, ya da bir şeyler size zorla da olsa bıraktıracak. Sonuç aynı olacak ama birinci değil de ikinci yolu tercih ederseniz, siz daha çok zorlanacaksınız. Yol aynı, o yolu nasıl şartlar ile yaşayacağınız size kalmış.

Ben birinci yolu tercih edin diyorum. Ruhunuzu dinleyin. Sizden ne istiyor?

ZK: O kadar kolay değil dinlemek. Bazen bende yaşadım bunu, içimden gelen ses o kadar kuvvetli oluyor ki, aksini yapamıyorum. Eskiden tüm sesleri inkâr ettiğim zamanlarda oldu. Ve dediğiniz gibi kolay geçmedi o günler. Reenkarnasyon varsa o zaman karma da var. Yani yaşadıklarımızın bugüne taşınan etkisi. Karma konusunda ne söyleyeceksiniz? Bu konu ile bağlantılı biraz.

MA: Doğru. Karma kelimesi sık kullanılır oldu. Popüler bir kelime oldu. Son on, on beş yıldır. Buna anlaşmalar ve sebep-sonuç ilişkileri de diyebiliriz.

Dünya’ya geldiğimizde seçtiğiniz rol arkadaşlarımız var. Bir dersi öğrenmeye geldik; ve bunun gerektirdiği şartları yaşayacağız. O nedenle özellikle şifacı olarak yetişmekte olan öğrencilerime ve şifacılara ısrarla hatırlatırım hep: başkalarının hayatına, onlar yardım istemedikçe karışma şansımız, hakkımız yok.

Tamam, karışmak çok kolay, onların acılarını dindirmek isteyebilirsin. Ancak, ya onlar o acıyı yaşamak için geldilerse? Yardım isteniyorsa o zaman elimizden geleni yapabiliriz. Ama yardım istenmiyorsa o kişinin yaşamına asla karışmamalıyız. Meşhur bir kelebek hikâyesi vardır. Bir adam bir kelebeğin kozadan çıkmasını seyretmektedir ve kelebeğinin kanatlarının bir kısmı hariç tamamı kozadan çıkmıştır. Ancak o son bölümü bir türlü kelebek çıkamaz gibi durur. Adam uzanır ve parmağı ile kozanın o bölümünün açılması için yardım eder. Kelebek kanatlarını açtığında, adam üzüntüyle fark eder ki, kelebeğinin kanadının o bölümü maalesef tam formunda değildir. Kelebeğinin kanatlarını mükemmel haline getiren kozadan çıkmak için verdiği mücadeledir.

Çocuklarımıza yardım etmek isteriz. Onların öğrenmek için yaşaması gerektiğini unuturuz. Onlar bize ait değil. Bizi seçtiler, biyolojik özelliklerimiz için, yaşadığımız şartlar için. Belki de anne babaları olarak bizlerin ruhsal yapılarından alacakları olduğu için. Ama onlar seçtiler, biz değil. Biz ana baba olarak çocuklarımıza bakmak ve sevmek ile mükellefiz, ancak onlara sahip değiliz. Bunu hiç unutmamak gerek. Ve inanın yeni nesil çocuklar siz unutsanız bile size bunu hatırlatacaklar. Bundan emin olabilirsiniz.

Ruhlar dünyasının muazzam bir iletişim ağı var. Biz cep telefonlarını mükemmel buluyoruz. Eskiden telefonlar yazdırılırdı. Siz bunları hatırlamazsınız belki de Ya da mektup yazılırdı. Bir cevap için aylarca beklenirdi.

Komada olan hastalar vardır. Onları ruhları, koruyucuları yakınları aracılığı ile, veya beklenmedik şekillerde kendilerine yardımcı olacak kişiyi bulurlar, çağırırlar.

Bir ruhun yardıma ihtiyacı olduğunda o kişinin melekleri tüm melekler dünyasına seslenir ve o kişiye yardım edebilecek kişinin melekleri kanalı ile o kişiyi bulur. Karşımıza tesadüfî olarak çıkan hocalar, doktorlar, şifacılar, tedavi metotları genelde bu sihirli iletişimin sonucudur.
Soru varsa, cevap her zaman gelir. Ve genelde ilk gelen cevap en doğrudur. Sonra konuyu karıştırmaya başlarız. Zihin ve hesaplamalar işin içine girer. En doğru cevap her zaman içinize ilk doğan cevaptır. Soru varsa, cevap her zaman gelir.

ZK: Şifa nereden geliyor, nasıl işliyor? Bunu hep sorulan bir konu. Kolay bir konu değil.

MA: İyileşmek kişinin bireysel bir tercihidir. Bir kişi iyileşmek istemediği sürece o kişiyi iyileştirmek mümkün değildir. Bir kişi susamış diyorsunuz. Siz sürahiyi verebilirsiniz, bardağı verebilirsiniz. İçmek kişinin kendi tercihidir.
Rahatsızlığın birçok nedenleri var. Tercihler var, zihinsel, duygusal ve ruhsal nedenler var, kazalar var, negatif enerjiler var. Hastalık nereden geliyor diye sormak daha doğru belki. Hasta olmamız gerekmiyor çoğu zaman ama oluyoruz. Oysa bilsek ve kabul etsek ki hastalığa ihtiyacımız yok ... çok farklı olurdu bu dünyada yaşam. Tıbba tapmazdık belki. İlaçlara tapmazdık.

Hastalara yardım edebilmek için yapabileceklerimiz var. Dikkat, hastalığa karşı değil, hastaya yardım etmek için.

ZK: Tamamlayıcı tıp uygulamalarında okuyucularımızın öncelikle bir doktor veya sağlık personeline danışmalarını ve onların denetim ve onayı ile tamamlayıcı tıp tekniklerini uygulamalarını kullanmalarını hatırlatmak isterim. Bugün ki paylaşımlarınız için çok teşekkür ediyorum. Yeniden bir araya gelmek üzere diyorum ben.

MA: Ben de bu fırsat için teşekkür ederim. Ve hep hatırla ki hizmet etmek en büyük mutluluk kaynaklarından biridir.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Yokohama'nın Rüzgarı


İki haftalık Japonya seyahatimin son durağıydı Yokohama ve şehrin ünlü Hamakaze rüzgârı sanki tenimde hala geziniyor. İstanbul Boğazı’nda bayrakların rüzgâr ile uçuştuğu bugünde sanki ruhum hala her iki şehirde birden geziniyor.

Yokohama’yı sevdim. İlk defa gittiğim bu şehirde denizi görmek, İstanbul Boğazı’nı hatırlatan köprülerini görmek, üzerinden geçmek, gül bahçelerini gezmek değildi beni çeken. O tatlı serin ve nazik ama kuvvetli rüzgârı hissetmek de değildi beni mutlu eden. Yokohama’da Japonya’da görmeye alışmaya başladığım ama yine de yüreğimi bir farklı ısıtan bir dostluk seli ile kapıldım gittim. Japon Shumei Vakfı’nın Yokohama Merkezi’ni ziyaretim gözlerimden yaşların eksik olmadığı bir uğurlama sahnesi ile noktalandı tren istasyonunda. Tokyo Narita Havalimanı’na giden Narita Express treni hareket aldığında, tren vagonunun kapısında tren kalkana kadar bekleyen, sabahın o erken saatinde beni ve benimle seyahat eden diğer bir Türk arkadaşımı geçirmek üzere gelen dokuz on Japon dostumuz vardı. Shumei Yokohama Merkezi başında bulunan Teto Sensei, Teto Hoca, sabahın o erken saatinde bineceğimiz trene kadar bizi geçirmekle kalmayıp, trende oturacağımız koltuğa kadar kontrol ederek bizi adeta bir evlat, bir kardeş gibi evimize yolcu etti adeta. O sabah bizi sevgi ile sarıp sarmalayan bu dostlardan ayrılmak yüreğime biraz zor geldi.

Ben vedalaşmamızdan başladım ama esasında belki de hikâyeye biraz daha öncesinden başlamalı.

Teto Sensei ile bundan birkaç ay önce İstanbul’u ziyaret ettiği zaman tanışma şansına kavuştum. Sakin ve huzurlu duruşu ile karşısındakileri de huzurlu hissettiren bir enerjisi olduğunu düşünmüştüm. Onu daha iyi tanıyabilmek için ise Japonya’ya gitmem gerekiyormuş.

Yokohama’ya vardığımızda Teto Sensei Shumei Vakfı’nın açılacak olan Miho Okulu’nun hazırlıkları nedeni ile şehir dışındaydı. Tokyo’dan Yokohama’ya vardığımızda bizi tren istasyonunda turnikelerin hemen çıkışında merkezdeki hocalardan Sakurai Sensei ve iki hanım karşıladı. Ve bizi o evlerinde misafir olarak kalacağımız Bay ve Bayan Namimoto’nun bizler için organize ettikleri bir davet yemeğine götürdüler. Bize daha yakın olacağınız düşündükleri için gerçekten İtalya’nın şık lokantalarını aratmayacak bir mekânda arkası kesilmeyecekmiş hissini veren mükemmel bir menü ile ağırladılar. Beni duygulandıran yemeğin sonunda gelen Türk ve Japon Bayraklarının şekilleri ile süslenmiş olan pastaydı. Lokanta’da çekilen grup resmimiz daha bizler ayrılmadan hazırlanarak bize sunuldu. Sanırım yemekte 13 kişi kadardık. Ne kadar güzel bir karşılama. Namimoto Ailesine tekrar teşekkürlerimi bu vesile ile sunmak isterim. Mimar olan oğulları ile birlikte Keiji ve Eiko Namimoto bizi bir anne baba gibi Yokohama’ya kabul etmiş oldular. Yüreklerine sağlık.


Üç gün misafiri olduğumuz bu sevgi dolu çift nezaket ve zarafetin başka bir örneği oldular. Sabahları Bay Keiji Namimoto’nun evin alt katından gelen ruhu okşayan Japon müzikleri ile tatlı tatlı güne merhaba dedik. Eşi Eiko Hanım’ın hazırladığı yemekler ev sahibemizin ne kadar muhteşem bir aşçı olduğunu ortaya koyuyordu. İtalyan lokantasındaki karşılama yemeğimizin güzelliği belli ki ev sahibemizin damak zevkinin bir ürünüydü. Evdeki yemeklerin hazırlanmasında Teto Sensei’nde büyük katkısı olduğunu öğrenecektik. Sağlıklı yiyecekler yememiz için Teto Sensei Japonya’nın farklı yerlerinde Shumei Doğal Tarım ile üretilen şekerden, tuza, salata malzemesinden una çeşit çeşit doğal tarım malzemelerini ev sahibemize yemeklerinde kullanmazı için iletmişti. Shumei Doğal Tarım metotları tamamen ilaçsız ve gübre de kullanmadan yapılan ve Shumei’nin kurucusu Meishusama adı ile bilinen Mokichi Okada tarafından geliştirilen bir tarım üretim metodu. Doğaya saygılı ve sürdürülebilirliği odak olan bir tarım yaklaşımı. Ben de geçen yıl İstanbul’daki aile bahçemizde bu metot ile sebze yetiştirmeye başladım. Türkiye’de birkaç yıldır Samsun’da bu metot ile pirinç üretimi yapılmakta ve bu sayede hem çok lezzetli hem de sağlıklı olduğunu bildiğimiz pirinçleri tüketme şansına kavuşuyoruz.


Shumei Yokohama Merkezi’ne gittiğimiz gün ise bizi daha farklı sürprizler bekliyordu. Merkez Türk ve Japon Bayrakları ile donatılmıştı. Oldukça kalabalık bir grup Türkçe ve İngilizce ‘Hoşgeldiniz’ ‘Merhaba’ ‘Wellcome’ kelimeleri ile süslü bir pankart ve hep bir ağızdan Merhaba diyerek bizi karşılamıştı. Fonda Mozart’ın Türk Marşı çalıyordu. Ne kadar ince düşünceli bir grup insan diye düşündüm içimden. Orada bir konuşma yapma şansımız oldu. Aynı zamanda bizim için özel bir Taiko Japon davulu ve farklı Japon müzik aletlerinin yer aldığı bir konser düzenlemişlerdi. Beraberce ünlü Japon Sakura şarkısını söyledik.


Merkeze gittiğimiz iki günde tamamen Shumei Doğal Tarım ürünleri ile hazırlanmış öğlen ve akşam yemekleri yeme şansımız oldu. Önce profesyonel aşçılar tarafından hazırlandığını sandığımız yemeklerin bizlerin gelişi nedeni ile gönüllü olarak merkeze gelerek yemek yapan hanımlar tarafından hazırlandığını öğrenmek beni oldukça şaşırttı. Sonra bu hanımların bir kısmı ile tanışarak kısıtlı Japoncam ile teşekkür etme şansına kavuştum. Elleri dert görmesin, sevgilerini kattılar hazırladıkları o güzel yemeklere. Ben Japon yemeklerini severim, fakat Yokohama’da yemeklerin tadı ev sahiplerimizin niyeti ile ayrı bir güzellikteydi. Ellerine ve yüreklerine sağlık.


Teto Sensei ile üç günlük Yokohama gezimizin bir gününde ve ertesi günün vedalaştığımız sabahında beraber olabildik. Teto Hoca’dan çok şey öğrendik ama en çok vurguladığı şey doğal olarak üretilmiş sağlıklı gıdaların tüketmenin önemiydi. Başarı için, iyi şeyler yapabilmek için sağlık ve sağlıklı beslenme belki de farkında olduğumuzdan çok daha önemliydi.

Yokohama’dayken Japonya’nın Tokyo Kulesi’nden sonra ikinci en yüksek yapısı ve en yüksek binası olan 296 metre yüksekliğindeki Landmark Tower Binasına çıkma şansımızda oldu. 69. katta yer alan gözlem katına çıkarken yine Japonya’nın en hızlı asansörüne bindim ve saatte 700 küsur km hız ile göğe yükselmenin ve inmenin nasıl bir şey olduğunu deneyimlemiş oldum. Yokohama gerçekten güzel bir şehir, denizi ile, düzeni ile, ve o tatlı, ve tadı sanki insanın damağında kalan Hamakaze rüzgarı ile. Kimbilir belki tekrar Yokohama limanında gezinmek ve o lezzetli rüzgarı saçlarımda ve yüzümde hissetme şansım olur.

Mata Aimashoo Yokohama
… Tekrar görüşmek üzere…

Kaderimiz Hücrelerimizde Yazılan Hikayelerimizde mi?




Bioenerji ve Reiki Üstadı Moshe Abudaram ile farklı bir röportajı paylaşmak istiyorum.
Yine farklı konuları farklı bakış açıları ile ele almak üzere...


*

Zeynep Kocasinan: Hocam bir röportaj daha yapmak üzere zaman ayırdığınız için öncelikle teşekkür etmek istiyorum. Sizin tecrübe ve değerlendirmelerinizden ben hep çok faydalandım. Bu röportaj ile deneyimlerinizi ve düşüncelerinizi biraz daha paylaşmaya aracı olabilmeyi diliyorum.

Moshe Abudaram: Tek başına bir kelime var: Niyet.

Her şey niyet işe başlıyor Zeynep. Sağlam bir niyet her zaman sağlam bir başlangıç noktasıdır. Bir giysi koleksiyonundan neden bazıları sizi çekiyor? Sizi ne çekiyor?

Dualarda da öyle. Dua ettiğimde niyetim duada değilse, o dua ne kadar yerine ulaşıyor? … Ve bir yandan da niyetimiz ile istediğimiz şey, o yer ve zamana uygun ise oluyor. … Neden o seçtiğimiz resmi, bluzu veya kitabı alıyoruz? Bizi ne çekiyor? Oradaki enerji bizi çağırıyor – bağlanıyor.

İsteklerimizden bahsediyorum. Sınırlı olarak istiyoruz; özgürce değil. Mesela meslek seçimi – bildiğimiz şeylerin arasından istiyoruz. Bildiğimiz, müsaade ettiğimiz dünya kısıtlı ise, yaşamda kısıtlı kalıyor. Biz yaşamda sınırların içinde kısılıp kalıyoruz.

Ve büyüdükçe hayal dünyamız giderek kısılıyor. Beş yaşında neler istedim?

Her çocuğun hayali var. Kendi kendisiyle konuşuyor. Bunu anne baba duyarsa korkar bazen . “Odama kocaman pembe, ya da mavi bir ayı geldi, konuştum, ” diyebilir mesela çocuk. Anne sorsun: “O ne dedi? Sen ne dedin?” Bunu olumlu bir şey olarak karşılamak lazım. O zaman yaşamdaki hikâyeler büyüyünce de devam eder. Geniş düşünce dünyası olan, farklı yönleri görebilen yetenekli insanlar çıkar. Anne “Sus, yok öyle şeyler, ” derse, çocuk korku ile kendisini iptal eder. Bu anne babasında hissederek yaşamayı öğrendiği korku.

ZK: Ana baba olarak sözlerin etkisinin tam farkında olmak ne kadar mümkün? Korkulardan bahsediyorsunuz. Bu oldukça derin bir konu.

MA: Söz dedin; sözün etkisine bakalım. Emoto’nun çalışması muhteşem. Aynı kaynaktan alınan suya “aptal” diyorum ve “teşekkür ediyorum” diyorum. Mikroskop altında su birincisinde bulanık bir form alıyor. Teşekkür kelimesi ile mükemmel kristal oluşturuyor. Su sözü anlıyor, niyeti anlıyor, ve buna bir reaksiyon veriyor – olumlu veya olumsuz. Masaru Emoto’nu bu çalışması ile ilgili kitapları var. Net olarak izah ediyor. Peki, bizim vücudumuzun %60-70’i su. Bize ne oluyor o zaman?

Motivasyonu yükselten ve düşüren ne? “Bak komşunun çocuğu ne güzel başarıyor” veya “Senden adam olmaz” denildiğinde neler oluyor?

Örneğin sömester karneleri neyi anlatıyor? Çocuk öğretmeni mutlu etmek için uğraşıyor. “İsterse elinden daha da iyisi gelebilir, ” diyor öğretmen. “İsterse başarılı olabilir, ” diyor. Bu söz motivasyon yaratmıyor. Çocuk “yaptığımın sonucu buysa denemeyeyim” diye düşünüyor.

Daha kelimesi bir yerde takıyor insanı. Hepimiz yarışa çıktığımızda bir terslik oluyor. Hepimizin ayrı bir kaabiliyeti var esasında. Aynı şey olamayız. Çocuğumuzun 1. olmasını istiyoruz. Sınıf 40 kişi. Kaç kişi birinci olabilir? Çocuk dersten not olarak 8 alıyor ve anne babaya 8 yetmiyor. 10 olmazsa yetmiyor. Oysa başarıyı ne ölçüyor? Belki başka konuda başarılıyız, veya belki çekindim derste soramadım, ve anlamadığım konular oldu. Bu nedenle başaramadım.

Kendi motivasyonumu yitirmişim, beklentiler büyük, hayal et…

ZK: Bu anlattıklarınız okul yıllarımı düşündürdü. Bana “Ders çalış, şu notu al bu notu al” diye bir ailem olmadı. Hatta daha çok “Bu kadar çalışmana gerek yok, ” dediklerini hatırlıyorum. Ama ben de danışanlarım ile çalışmalarımda ve koçluk çalışmalarımda ailenin baskısı altında olan çocuklar görüyorum. Bazen de kendi öğrencilik yıllarımda yaşadığım gibi çocuğun ailesinden kaynaklanmayan, belki çevreden, basından gözlemleyerek kendi kendine oluşturduğu baskılar var.

MA: Gel bir örneğe bakalım. Bir ailenin 2 çocuğu var. Biri okulda başarılı ve imtihanda en iyi okula girdi. Diğeri giremedi. O sınavı geçemedi diye olumsuz mu oldu? Yaramaz demek işe yaramaz demek oluyor. Bir çocuğa afacan demek başka bir şey.

2 çocuktan bahsediyorduk. Biri başarılı, diğeri sınavı geçemedi. Biri övülüyor, diğeri ne oluyor?

Bir yandan anne diplomayı göstermek istiyor. Komşulara, teyzelere göstermek istiyor. Sınavı geçemeyenden bahsederken “Tabii o da iyi ama....” diye konuşmalar yapışıyor.

Sonra bakıyorsun diploma almayan hayatta daha başarılı oluyor.

Başarı karnede hep 10 aldı mı demek?

Ezberleyen başarılı, ezberleyemeyen başarısız mı demek?

Kalıba giren, annesinin babasının sözünden çıkmayan başarılı mı demek?

Kalıplardan çıkmak isteyen yaramaz ve başarısız mı oluyor?



Çocuk odasını düzeltmedi diye ne kıyametler kopuyor ailelerde. Komşu ne diyecek? Sanki komşunun çocuğu gerçekten toplu. “Hadi odanı topla”. “İstemiyorum.” “Topla, bak yoksa…” İki tarafı da mutlu etmeyecek ve sonuç getirmeyecek diyaloglar bunlar.

Kaygı varsa, senin kaygın var mıydı bilmiyorum, ama bir kıyaslama söz konusudur. Ya ailenin ya da çevrenin.

ZK: Sanırım başarıdan keyif alma noktası daha fazla iyi benim yaşadıklarımda. Yani beni engelleyen kaygılarım olmadı. Belki yordu. Ailem de kaygı doğuracak şeyler yapmadılar galiba.

MA: “Koşma düşersin” diyoruz ve nasıl da yaratıyoruz düşüncelerimiz ile. Ve gerçekten düşer o çocuk. Neden yaratıyorsun bu düşünceyi? Yüzüstü bam diye düşer gerçekten. Nasıl bir şey oluyor bu? Düşünceler ile neler yaratıyoruz? Yaşamın her alanında?



Kuantum fiziği ve deneyleri hakkında birçok kitap yazıldı. Bunlar enteresan.

Ben de bir deneyi paylaşmak istiyorum. Bir deney için bir insanı aldılar. Ve ağzından, balgamdan beyaz hücre aldılar ve tüp içinde monitör sistemine bağladılar. Ve adamı da başka bir yere aldılar ve onu da monitör sistemine bağladılar. Korku filmi seyrettirdiler. Adamın o filmi seyrederken yaşadığı heyecan monitörde kendini belirle şekilde gösteriyor. Ayrı bir mekânda olan hücreye bakıldığında, aynı frekanslar hücrenin bağlı olduğu monitörlerde de görünüyor – hem de korku filmine seçilen insanın verdiği reaksiyonlar ile tam eş zamanlı olarak. Yani hücre fiziken ayrılmış olsa da bedenin yaşadıklarını hissetmeye devam ediyor. Biliyor.

ZK: Bruce Lipton’un çalışmalarına gitti aklım. Hücrenin hafızası ve zekâsı ile ilgili.

MA: Evet herkesin okumasını öneririm. Yaşama bakış açımız her yönden genişliyor ve değişiyor.

Ve bazen korkular öbür hayatlarımızdan gelir. Aklıma bir kadın geliyor. Boğazına kadar teni pembe renkte, boğazdan yukarı bembeyaz.

Bu anlatacağım olayda yaptığım şeye hipnoz demek istemiyorum. Hipnoz değil yaptığım. Nasıl diyelim buna? Seans, bir nevi farklı bir meditasyon ile yapılan bir enerji çalışması diyelim. Hipnozda kişiyi bitince uyandırmak gerekiyor, bunda uyandırmak gerekmiyor.

Ve bu kadını geriye aldım. Neden bu hale geldiğini – 4-5 yaşına aldım hatırladığım kadarı ile. Ve enteresan bu kadın - tesadüf dediğimiz şey – radyoda bir programa konuk olarak çıkmıştı. Programı dinlerken hanımın sesi bana çok tuhaf geldi, frekansında beni çok rahatsız eden bir şey vardı. Programı dinlemeye devam ettim. Sanki ciyak ciyak bağırıyordu. Sonuna kadar dinledim. Yaptığı şeyleri anlatıyordu, oldukça da bilgili ve tecrübeli bir hanımdı ama sesinde büyük bir terslik vardı. Programın sonunda hanımın telefon numarasını verdiler, yazdım.

Ve ertesi gün telefon ile aradım, “Sizi görmek isterim, ” dedim. Neden aradım bilmiyorum. Ancak hanımı görünce anladım. Kafası, yüzü ile bedeni arasında çok biraz renk farkını gördüm. Sanki baş kesilmiş ve başka bir baş takılmıştı.

Bir çalışma yaptık, meditasyonla başladık ve 4-5 yaşlarına götürdüm. Sordum “Sıkıntın var mı?” “Aile bireylerinden biriyle? Annenle? Seviliyor musun, sevilmiyor musun?” Problem kaynağı annesi görünüyordu.

O zaman o hanımı meditasyonda kendi annesinin yerine koydum. Onu annesi olarak annesinin 5 yaşına götürdüm. Orada annenin kendi annesi, yani hanımın anneannesi ile, problemi olduğunu gördüm. Bu defa o hanıma anneannesinin kılıfını giydirdim. Anneannesi 5 yaşında.

“Anneannen 5 yaşında” dediğim anda hanım bağırmaya başladı. “Evde dedemleyim, yalnızım” diye anneannesi olarak anlatmaya başladı. Anneannenin 5 yaşındayken kendi dedesi ile olduğu noktadan bahsediyoruz. “Dedemleyim. Dedem beni ağzım ile istemediğim şeyleri yapmaya zorluyor. Ne yapacağımı bilemiyorum…” Derin bir travma yaşanmış, ve çocuk olayı yaşayan bedenin baş kısmı ile bağlantısını koparıyor. O anda hemen bu yıllar önce yaşanmış olay ile ilgili formu değiştirmeye başladım.

Çalışmayı yaptığım hanımın gözleri yaş doldu. Boyunda kesilen pembe renk yavaş yavaş kafasına, yüzüne yansımaya başladı. Bembeyaz olan yüz ve kafa rengi kısa zamanda normale döndü. Anlatmak kolay, izah etmek biraz daha zor. O zamanki travma bugüne kadar nasıl geliyor?



O kadının çalışmasında hücrelerde taşınan travmayı çözdük. Anneanneden anneye, oradan kendisine. Bu nasıl taşındı bu üç nesil arasında? Enteresan değil mi?

Hücre ile insanın enerji alanları arasında bağ var. Anne ve çocuk arasında bağ var. O anneanne büyüdü ve çocuk doğurdu. O çocuk çocuk doğurdu. Torun ve anneanne aynı bedenin parçası. Önce yumurta vardı. Tek hücre vardı. Sonra anne karnında tek hücre bölünmeye başlıyor ve insan oluşuyor.



ZK: Oldukça kuvvetli bir örnek oldu bu. …

MA: Devam edelim. Her hücre neye bölüneceğini nasıl biliyor? Her hücrenin kendi bilgisi var. Biri karaciğer oluyor, diğeri akciğer veya mide. Vücut çok iyi bir eczacı, çok iyi bir doktor. Yediğimiz gıda ile berbat oluyoruz. Endüstriyel gıda diyoruz, rafta durması için hazırlanmış gıda. Evde yaptığımız mayonezi iki gün bıraksam yenmez. Markette rafta nasıl dayanıyor? Üreyen bakteriyi öldürüyor olmalı. Tabii herkesin evde mayonez yapacak vakti yok.

Bir örnek daha geldi aklıma. Bunu da paylaşmak istiyorum. Anne baba çocuk odasına dev peluş oyuncak alır koyarlar. Bunun öyle ters etkileri olabiliyor ki.

ZK: Bildiğimiz kumaş, hayvan şeklindeki oyuncaklardan bahsediyorsunuz değil mi? Çocuk olarak hepimizin böyle oyuncakları oluyor.

MA: Büyük olanlarından bahsediyorum. Bir çocuğa göre büyük olanlarından. Bir defasında 25-26 yaşlarında bir kız annesi ile bana geldi. Kızın korkuları var. Göz doktoru olmuş ama korkularından bir türlü kurtulamamış, ve yaşamını belli ki çok aksatıyor. Ve bana bile annesi getirdi, çalıştım. Geriye doğru problemin kaynağını araştırmak üzere bakmaya başladım. 3, 5 - 4 yaşlarında takıldı. Bunlar olurken annesi odada yanımızda oturuyor. Kız annesinin varlığı ile çalışmada güvende hissediyor.

Sordum “Ne oluyor 4 yaşında?”

Cevap vermeye başladı: “Odamdayım. Duvarda duvar boyunda dev bir kedi resmi var. Korkudan ölüyorum.” Kız bunları söylerken annesi sapsarı oldu. Kız devam etti “Ağzı o kadar büyük ki sanki beni yutacak.”

Kırmızı şapkalı kız hikâyesini hatırlar mısın Zeynep?

Biraz çalışmadan sonra o kalıbı değiştirdik, o görüntüyü ve korkulacak bir şey olmadığını fark ettirdik. Geçmişin izlerinden arındırdık. Yatarken bembeyaz olan yüze renk geldi. Cildin rengi sıkıntılar hakkında çok şey söylüyor.

Anne kediyi büyük olarak sevmişti. Ama çocuk aylarca, senelerce o kedi ile yaşadı, korkuyu içinde tuttu!

ZK: Çocuk zihni ile algılarımızın bizi nerelere taşındığını kestirmek mümkün mü diye düşünmeden edemiyorum siz anlattıkça. Sözün gücünün her an farkında olmak kolay değil.

MA: Sözün gücü kadar, neye kulak verdiğimiz de önemli. Neleri duymayı seçiyoruz? Her şey bir. Tüm bilgi her zaman her yer de var. Duyabilmek için duymayı istemek gerekiyor. Seçmek gerekiyor. Yani dünyada müzik kanalları yüzlerce. Örneğin İstanbul’da 100.6 radyo frekansında pop müzik çıkıyor, 88.2’de başka bir şey. Tüm bilgi var, her zaman, ve var olandan biz seçiyoruz.



Olaylara farklı açıdan, kuantum fiziği açısından bakmak da mümkün.

Newton fiziği gördüğümüz şeyler için doğru.

Ama ya fotonlar? Foton bakanın niyetine göre yapı değişikliği gösteriyor, dalga oluyor. Fotona bakanın niyetine göre aynı fotona bakan başkalarının gördükleri de değişiyor.

Niyetin gücü harekete nasıl geçiyor?

ZK: Konular konuştukça yenilerini getiriyor. Yerimiz daraldığı için iz sürmeye ileride devam etmek arzusu ile, son bir söz ile noktalamak için ne söylersiniz?

MA: Diyelim bakkala, markete gittim ve poğaça yapmak için un aldım. Koydum mutfağa, sonra aradan zaman geçti bir baktım ki yanında karıncalar. Tesadüf. … Çiftçi buğdayı ekti, biçti. Satıldı. Bakkala, markete kadar geldi. O un neler geçirdi?

Benim poğaça yapmak isteğim nereden geldi?

Benim o isteğim karıncanın açlığından olabilir mi?

Yaşamdaki tesadüfler halkalar değildir. Biz birbirini takip eden bir zincirin halkaları gibi görüyor olabiliriz. Ama bir dokuma kumaş gibi farklı yönlerde çift yönlü ipler, örgüler var. Tek yönlü değil. Sen sık sık Fethiye’ye gidiyorsun. Belki seni her gidişinde seni uçak götürüyor, ama esasında birçok farklı örgüler getiriyor. Farklı yönlere birçok halka.

ZK: Tekrar çok teşekkür ediyorum zaman ayırdığınız için.

MA: Sana da kolaylıklar dilerim. Niyetinin gücünün hep farkında ol.

15 Mayıs 2009 Cuma

Eve Döndüm




İki haftalık oldukça yoğun bir Japonya gezisinden sonra tekrar İstanbul'dayım. Aradaki saat farkında dolayı sabahları oldukça erken uyanıyorum; güneş sanki Japonya saatlerine göre doğuyor bedenimde.


Ve ruhum da henüz Türkiye topraklarına tam ulaşmadı sanırım.


İstanbul'da sabahın erken saatlerinde balıkçı teknelerinin seslerini, saatler ilerledikçe vapurların ve gemilerin düdüklerini duymak ne güzel geldi.


İstanbul gideli beri çok ısınmış. Tokyo'ya vardığımda havanın İstanbul'dan sıcak olduğunu görmek şaşırtmıştı beni.


Anlatacak çok şey var, ama şimdilik bu sadece bir merhaba.


Sevgilerimle,

Z.