İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

31 Ocak 2021 Pazar

Üzülmeyin

Bu pandemi sürecinde bir kaç defa ateşim yükselir gibi oldu. Sanırım iki ya da üç defa.  Belki neredeyse bir yıllık bir süreçte bu normal. Ancak, her defasında hızla acilen yapılması gereken işler ve işlemler aklıma geldi. 


Esasında  pandemi yurtdışından kendini göstere göstere yanı başımızda adı konulan bir gerçeklik olarak belirdiğinde, ilk reaksiyonum bana ihtiyacı olabilecekler için yapmam gerekenleri sağlama almaktı. Annemin sağlık ihtiyaçları ve benzer konularını neredeyse 2020 yılının tamamı için sağlama almakla, hazırlık yapmakla uğraştım. Kendimce, aklım erebildiğince.  Duyduklarımız ile birlikte, bana bir şey olur ya da uzun süreli bir tedavi görmem gerekirse diye.  Annemin korunması için ne yapabilirim, buna kafa yormaya çalıştım.  Tabii, yaşamda neye ne kadar tedbir alabileceğimiz tartışılır.


2020 yılı biterken, aile olarak yaşadığımızı başka gerçekler vardı.  Sadece benim için değil ailemizdeki bir çok kişi için adeta bir baba olan Fahri Eniştemi Covid’den kaybetmemiz, teyzem ve kuzenimin de enfekte olmaları ve ailelerindeki diğer yakınlarımın da enfekte olmuş olma ihtimallerinin korkusu.  Hastalık süreçlerinde destek olamamamın kabul edilmesi ve alışılması zor Covid gerçeği. 


Aralık ayının ortalarında başlayan bir korku, endişe ve üzüntü süreci, Aralık ayı sonunda eniştemin vefatı ile, bedenimde, göğsümün ortasında bir yara varmışcasına, sanki dışı dikenlerle kaplı küçük bir top göğüs kafesimin tam ortasına yerleştirilmiş ve ben hareket ettikçe sanki o topun yüzlerce minik dikeni etime batıyormuşçasına, henüz atamadığım bir üzüntü hissi ile yaşıyorum.


Pandemi sürecinde, Covid nedeniyle ya da başka nedenlerle annesini, babası, benim gibi çok yakınlarını, arkadaşlarını kaybedenler hızla çoğaldı.   O nedenle, mutlaka ki benim hissettiğim bu acı hissini yakınımda da çok hisseden vardır.  Acıları unutmak, daha önceki kayıplarımızda biraz öğrendiğim gibi, biraz da kendimizi meşgul etmekten geçiyor.   Taziye evlerinin neredeyse kırık gün süren ama bir süredir yaşayamadığımız kalabalıkları, o evlerde kimi zaman ağlayarak kimi zaman gülerek, genelde geçmişin anılarını farklı detayları ile konuştuğumuz sohbetler o yaraların merhemlerindendi. Şimdilik belirsiz bir geleceğe kadar, sadece idi diyebiliyoruz.  Birbirimizin acısına merhem olamamak bu günlerin belki en büyük zorluğu.


Pandemi başladığında hemen değil ama, sanırım 2020’nin Mayıs, Haziran ayından itibaren herkesin dijital iletişime alışması ile birlikte, aile, iş, sosyal çalışmalar, hobiler ile ilgili onlarca farklı grupta, onlarca farklı ülkede, yüzlerce farklı insanla temasım olmaya başladı.  Belki çok özel hazırlıklarla katılabildiğim ya da katılamadığım etkinliklere, toplantılara katılabilmeye başladım.   Bir meditasyon grubunun bağlantısından çıkıp, üyesi olduğum bir uluslararası sivil toplum kuruluşunun Hindistan’daki çalışmalarını dinleyebildiğim bir toplantıyı takip etmek, bunu yaparken toplantı aralarında çalışmak, mesela sonrasında başka bir grupta romanlar hakkında ilham alabilmek mümkün olmaya başladı.   Pandeminin 2020 yılının ikinci yarısındaki dijital dünya hızı biraz da başdöndüren bir şekilde yaşamlarımıza girdi. Genç, daha az genç, hepimizin.


Eniştemin vefatı ile göğüs kafesimim ortasında beliren dikenli top ile başa çıkmak için normalde yapageldiğim gibi kendimi yaşamın olağan akışının içine tekrar bırakmayı seçtim.  Fakat, fark ediyorum ki, yeni normalin yaşamı, bedenimizde adeta şekil bularak yerleşmeyi başaran acıları atmak için pek yeterli olmuyor.  


O nedenle, belki bir hafta kadar önce öksürmeye başladığımda pek şaşırmadım.  Genelde üzüntüler ile birlikte öksürükle devam eden bir hastalık süreci yaşamaya çocukluğumdan beri alışkınım.  Yavaş yavaş gelen öksürük iki gündür göğsümün ortasından yükseliyor ve kendini hissettirerek evet buradayım diyor.


Daha önceki kısa ateşlenmelerimden farklı olarak bu öksürük, düşünmek bile istemediğim nedenden daha çok, beni çocukluğumdan bugüne sayısız an ve anıya götürüyor.   


Hastalıkların tıbben adını koyabildiğim bilimsel nedenleri var.  Bununla birlikte, gerçekten bedenin kendini korumaktaki en büyük silahı, içinde sevinç, mutluluk, neşe, umudun yoğun olarak yer aldığı bir karışımdan oluşuyor.  O nedenle, bu konuda başka zamanlarda, başka şekillerde daha önce de yazdım, ama, üzülmek için ne kadar çok nedeniniz olursa olsun, lütfen ama lütfen üzülmeyin.  Kayıpların yasının tutmanın iyileşmenin parçası olduğu söylenir. Acıları kabul etmenin, acılar ile yüzleşmenin gerekliliğinden bahsedilir.  Doğru da olabilir ama çocukluktan beri keşfettiğim gibi benim bedenimin gerçekliği bu bilgi ile uyumlu değil.  


O nedenle, yıllar içinde keşfettiğim bu kişisel bilgi ile, dinlediğim haberleri, okuduğum kitapları ya da seyrettiğim fimleri, dizileri buna göre dengelerim.  Yaşamın sunduğu zengin duygu yelpazesindeki tüm renklerin tadına ihtiyacımız var.  Uzun süren gri, kahverengi, siyah hakimiyetleri, teslim olmayı seçtiğimiz kalın, koyu bulutlar, solgunlaştırıyor bizleri.  Esasında etrafımızdaki olumsuzluklardan beslenen, can acıtmayı seven, sağlıklı dozu çok aşan bencillikteki insanlara yaşamlarımızda ayırmayı seçtiğimiz zamanı da dengelemek gerekiyor belki ama, o konuyu şimdilik bu kadar bahisle bırakmak daha doğru olacak.


Benim bedenim, aklım, ruhum, kalbim acıya yaklaştığında, elimizi sıcak bir şeye değdirdiğimizdeki gibi hızla refleksini gösterir ve öksürük ile bana sesini, boğazımızdan gelen mini mini öksürüklerle ya da dinlemezsem bedenimi sarsan öksürüklerle er ya da geç duyurur. “Çok üzüldün, yeter,” der ve şimdi de yüksek bir ses ile söylüyor.  


Tahminen iki hafta önce anneme, “Anne ben bu gidişle hasta olacağım,” dediğimi de hatırlıyorum.  Hastalığı çağırmaktan öte, ruh halimin getireceklerinin ayak seslerini iyi tanıdığım için.


O nedenle, sonraki günlerde sizlere ne yazmam mümkün olur bilmiyorum ama, abla, kardeş, arkadaş tavsiyesi olarak, lütfen üzülmeyin. Üzüntünüzden çıkmak için bir yol bulun. Bedenimizin duygularımıza dair mesajlarını duymazdan gelmek marifet değil.  Ve benim gibi bu anlamda öğrendiği dersleri çabuk unutan, ısrarlı inkarcı olmak hiç değil. 


Ne mi yapabilirsiniz?  



Mesela, birazdan, bu öksürük ile ne yapmam gerektiğine karar verene kadar yapacağım gibi, bana kargo ile iki gün önce 111. baskısı gelen, Aziz Nesin’den “Sizin Memlekette Eşek Yok Mu”yu okuyun.


Sevgiyle.

25 Ocak 2021 Pazartesi

Yaşamın Tesadüfleri Hikayelerle Bizi Tamamladığında



1950’lerin İstanbul’una dair bildiklerim daha çok babamın fırsat oldukça anlattılarına dairdi.
  Esasında İstanbul’un 1945 ile 1951 yılları arasındaki dönemi hakkında anlattıklarına.


İstanbul’daki yaşama dair öğrendiklerim, özellikle 1945 yılında babamın İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, Gümüşsuyu’ndaki binasında inşaat mühendisliği okumaya başlamasıyla başlıyordu.  


Aslında babam, annesi tarafından kısmen Afyon’lu olan kendi ailesinin Kurtuluş Savaşı başlarken İstanbul’dan fark edilmeden ayrılma hikayelerinden bahsederken de İstanbul’u biraz anlatmıştı.  


O yıllarda Beşiktaş Akaretler’de bir evde oturan ailesinin, asker olan babası, yani Dedem Yusuf İzzettin ile birlikte, İstanbul’dan Kurtuluş Savaşı’na katılmak için nasıl hazırlandılarını, annesinin evdeki eşyaları farkettirmeden yavaş yavaş satması ile Anadolu’ya kaçışlarını.


*


Babam öldüğünde 34 yaşındaydım.  Genç denilemeyecek bir yaş belki. Bununla birlikte, benim ortaokul, lise yıllarımda babamın şantiyelerde olduğu dönemler, benim üniversite için Amerika’da olduğum yıllar, sonrasında birlikte çalıştığımız 12 yıl boyunca o zamanlar çok şey öğrendiğimi hissettiren ama babamın kişisel tarihine dair aslında ne kadar az soru sorduğumu farkettiren dönemler.  Çocukken, belki tüm çocuklara özgü bir merakla, sonu gelmeyen sorular yaşamımın parçasıyken, sorularımı sesli olarak sormaya nedense oldukça ara vermiştim.  


Belki babamla yaşarken babama benzeyerek gözleyerek keşfetmeyi seçmiştim. Şimdiki aklım olsaydı, babama çok daha fazla şey sorardım.  Esasında babamın vefatından birkaç ay önce, bugünlerde tekrar bir atölyesine katılmakta olduğum yazar Mario Levi ile bir kursu yeni tamamlamış ve sonunda babamın hayat hikayesini yazmaya karar vermiştim.  Beni muazzam heyecanlandıran ve yeniden yaşamaya başlamışım kadar mutlu eden haberi, yazı ile ilgili sürecimi paylaştığım bir arkadaşıma Ortaköy Camii’nin hemen yanıbaşındaki bir kafenin dışarıdaki bir masasında öğle yemeğimizi yerken müjdelediğimi hatırlıyorum.  


Belki o nedenle, babamın 2004 yılının Eylül ayındaki vefatından sonra bir süre yazı ile ne yapmak istediğime karar veremedim.   Birkaç yıl da yazmadığımı söyleyebilirim.  O günlerde bireysel yaşamında da birçok değişim oluyordu.  Fethiyeli olma sürecim başlıyordu.  2004 ile 2007 arasındaki yıllar birçok yeni başlangıca vesile olacaktı.


*


2004 yılında Mario Levi ile yaptığımız grup çalışmasının sonunda, babamdan yola çıkarak uzun bir hikayeyi kaleme almaya cesaretlenmişken, o günlerden bugüne roman ya da hikaye değil ama sayıları 700, 800’ü bulan Türkçe ve İngilizce yazılar yazdım. Yazdıklarımın bir kısmını altı Türkçe, iki İngilizce kitapla paylaşmam da mümkün oldu.  Ama 2004 yılının Haziran ayında Ortaköy’de kendine göre hayatındaki en önemli kararlardan birini paylaşan ve bunun heyecanı ile adeta hoplayıp zıplayarak yürüyen Zeynep ile babası ile aynı yılın Eylül ayında vedalaşmak zorunda kalacak olan Zeynep’in düşünüş ve his dünyasında çok büyük farklar olacaktı.


Kitap okumayı, edebiyatı hikayelerle sevdim.  İlkokul’dan başlayarak, ortaokul ve lisede alevlenerek büyüyen tutkunluğum beni bitmeyen bir iştahla hikaye ve özellikle roman okumaya itti.  Çalışkan bir öğrenciydim ve dersler dışında özellikle ortaokulda en büyük tutkum okumaktı.  Bazen haftasonu bitiremediğim bir kitabı teneffüslerde okuyup bitirmek isterdim.  Hikayelerin içinde kaybolmak, yeni dünyaları keşfetmek muazzam bir duyguydu.


*


Roman okumayı bu kadar severken, babamın hikayesi ile olan iç mücadelem nedeni ile romanla arama bir mesafe koyduğumu yıllar sonra fark ettim.  Aradan geçen 16, 17 yılda onlarca farklı konuda yüzlerce kitap okudum ama okuduğum roman sayısı bunların çok küçük bir kısmıydı.  O süreçte belki çocukluğumdaki heyecan ile okuduğum bir roman, Louise de Bernier’in bir mübadele hikayesi olan “Kanatsız Kuşları”ydı.  Bu romanı ve kendisinin diğer kitaplarını okumaya iten şey Fethiye’de düzenlenen kültür sanat günlerinde kendisinin tercümanlığını yapacak olmamdı.  


Esasında oldukça ünlü olan bu yazarın “Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini” kitabından uyarlanan, başrollerini Nicholas Cage ve Penelope Cruz’un oynadığı “Corelli’nin Mandolini” filmini seyretmiştim ama kitabı okumamıştım.  Louise de Bernier’in tercümanı olacak isem, ne yazdığını bilmem, onu tanımam gerekiyordu. Yani, en azından ben böyle düşünmüştüm. 


O nedenle, hızla Fethiye’deki bir kitapçıdan satın aldığım Türkçe kitaplarını ortaokul, lise yıllarındaki gibi bir iştahla okurken, İngilizce kitaplarını da Amazon’dan sipariş etmiştim.  Kendi dilindeki ifade şeklini de anlamak istiyordum. 2011 Mayıs ayının ilk günlerde, farklı toplantı ve oturumlarda kendisinin tercümanlığını yapmış olmak hayatındaki en güzel, en ilham verici günlerden oldu.   


Bu nedenle, Fethiye Kültür Sanat Günleri organizasyon komitesine, Fethiye’ye çok uzun zaman teşekkür ettiğimi hatırlıyorum.  Esasında, geriye dönüp bakınca, 2005 yılı ile başlayan Fethiye maceram beni belki İstanbul’un göbeğinde nedense ulaşamadığım insanlar, imkanlar ve fırsatlarla bir araya getirdi.  Gökyüzünden, muhtemelen yamaç paraşütü ile Babadağ’dan sahile uçuş yaparken çekilmiş Ölüdeniz fotoğrafları ile Türkiye’nin turizmdeki yüzü olan Fethiye, beni de, yıllar içinde, öngörülemez şekilde dünya ile buluşturacaktı.


*


Roman konusuna geri dönersek, belki o rüzgar ile okuduğum Louise de Bernier romanları dışında, babamın ölümünden sonraki 16, 17 yıllık dönemde, okuduğum Ayn Rand romanları bana tekrar o tadı vermişti.   Sayabileceğim, beni gerçekten heyecanlandıran belki beş, on roman daha var ama diğer okuduğum romanlarla aramdaki, varlığının nedenini sonradan anlamaya başladığım, görülmez bir duvarı, o günlerde tam aşamadığımı söyleyebilirim.   Babamın vefatından sonraki yıllar, hayatımdaki ilk defa bir romanı yarım bırakmanın ne olduğunu da öğrendiğim yıllar oldu.  İstanbul ve Fethiye’deki kütüphanelerimde alınmış ve okunmamış kitapların ağırlığının romanlar olduğunu görmek enteresandı.  Ve sorun romanlarda değil muhtemelen bendeydi.


*


1950’lerin İstanbul’undan bahsediyorduk. 


Rahmetli Babamın, gençliğinin İstanbul’una dair anlattığı anılarının büyük bir çoğunluğunun geçtiği yerler, inşaat mühendisliği okuduğu üniversitesinin çevresi olan Taksim, Beyoğlu, Dolmabahçe’ydi.   Arada buna Moda ve Boğaziçi eklenirdi.  Yıllar sonra babam, evlenip bu defa İstanbul’da, bugünlerde Swissotel’in olduğu, Dolmabahçe Sarayı’nın arkasındaki tepede, Akaretler ile Maçka arasındaki bölgede annemle birlikte yaşamaya başlamıştı. Ben ve ağabeyim, o mahalledeki ilk evlerinde değil, bir yıl kadar sonra taşındıkları bir kaç sokak alttaki, Vişnezade Camii’nin karşısındaki Tan Apartmanı’ndaki, otuz yıla yakın zaman geçirdiğimiz ikinci evimizde otururken doğacaktık.


Babam üniversiteye başlarken İstanbul’a geldiğinde, önce İstiklal Caddesi’nde Rum bir hanımın işlettiği misafirhanede kaldığını, sonra üniversitenin yatakhanesine geçtiğini anlatmıştı.  Babasının asker olması nedeni ile çocukluğu ve gençliği farklı şehirlerde geçen babam, Eskişehir Lisesi’nden mezun olmuş ve 1945 yılının sonbaharında İstanbul Teknik Üniversitesi’nin sınavlarını kazanarak mühendislik okumaya başlamıştı. 


Yazılarımda babamdan sık bahsettiğimi birçoğunuz biliyorsunuz. Bunda yaşamımda çok büyük katkısı olmasının etkisi var.  Bununla birlikte, bugün geriye dönüp baktığımda, 2004 yılının Haziran ayında kendimce karar verdiğim, hatta babama “Babacığım ben Mario Levi ile kursumu bitirdim, sizin hayat hikayenizi yazmak istiyorum,” dediğim günlerin ve onun tanıyanların bildiği kendine özel, gözlerinde bir ışıltı ile paylaştığı mutluluk ve onaylama gülümsemesi ile yanıt verdiği günün de etkisi var.  Kendime ya da ona verdiğim bir sözü, o güne kadar onun yaşamını yeterince öğrenmeyi ertelediğim ya da başaramamış olduğum için gerçekleştirememiş olmanın etkisi.


*


İşte, yıllar sonra, yaşamda bazen olduğu gibi, yaşam, olaylar, bazı kördüğümleri beklemediğimiz anlarda kendiliğinden açabiliyor.  Bunu sadece yaşamın bir hediyesi olarak görmek mümkün olmakla birlikte, yaşamın işaretlerini, içimizdeki uyandırdığı hislerin izini takip etmenin hediyesi olarak da görebiliriz.


2021 yılının bana böyle bir hediyesi de, 5 Ocak günü Twitter’da gördüğüm bir haber ile başladı. İstanbul Modern’in ev sahipliğinde Mario Levi ile bir hikaye ve roman atölyesi başlayacaktı.  Zihnim bir anda Mario Levi ile Nişantaşı’da katıldığım yazıda yaratıcılık atölyesine gitti. O günden bugüne yaşamımda çok hızlı bir yolculuk yapmış, zihnimde bunlar olurken hemen bu atölyeye kayıt olmuştum.  Esasında bunları yaparken az önce bahsettiğim bir çok şeyin farkında değildim ya da Twitter’da okuduğum o kısa duyuru ile inanılmaz bir hızla farkına varıyordum.


Tüm bunlar olurken, esasında eş zamanlı olarak, sonradan benim için farklı bir başlangıca vesile olacak başka bir şey oluyordu.  Mario Levi ile hikaye ve roman atölyesine kayıt olmadan takriben bir buçuk saat kadar önce. 


Pandemi nedeni ile annemin evinde geçirdiğim günlerin her günkü parçası olduğu gibi binamızın apartman görevlisi sabah alışverişlerini getirmeden az önce, bir eposta göndermiştim.  Çanakkale’de yaşayan ve sivil toplum çalışmaları sayesinde tanıdığım Öznur Doğangün’e.  


Özetle, bir iki yıldır birlikte ortak çalışmalarda görev yaptığımız Öznur Hanım’ın üyesi olduğu Çanakkale Lions Kulübü’nün bağlı olduğu Lions Federasyonu’nda bir kitap kulübü vardı.  Pandemi nedeni ile sanal toplantılarla buluşuyorlar ve paylaşımlarını internette görüyordum. Esasında Öznur Hanım sanırım bu kitap kulübünden sohbetlerimizden birinde de bahsetmişti ama gerçekten farkına varmam sosyal medyada gördüğüm kitap kulübü paylaşımlarıyla olmuştu.  


İşte o 5 Ocak sabahı, annemin evindeki kütüphane bana ait olan kitaplara bakarken iki kitap gözüme çarpmış ve bu kitapları Öznur Hanım’ın Lions Kitap Kulübü’ne tasviye etmek aklıma gelmişti. 


Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” ve Rollo May’in “Yaratma Cesareti”.  Esasında Öznur Hanım’a eposta yazarken niyetim, sadece ilgilerini çekebileceği düşüncesi ile bu iki kitabı onlara önermekti.  Bununla birlikte, epostayı yazarken, epostanın sonuna geldiğimde, kendimi “Acaba ben de kitap kulübünüze katılabilir miyim,” diye sorarken buldum.  Epostanın sonunda,  kişisel paylaşımların yapıldı bu gibi gruplarda grubun oluşan bağları ile bazen dışarıya açılmasının uygun olmayabileceğini hissederek,  uygun olmazsa bana hayır demekten çekinmemesini belirtmek ihtiyacı da hissetmiştim.


Öznur Hanım’dan, epostayı geç farketmesi ile iki gün sonra gelen yanıt, ilk epostayı yazdıktan hemen sonra hikaye ve romanların dünyasına tekrar yakınlaşmak kararı ile attığım adımla daha da mutluluk verici olmuştu.  Kulübün grubuna beni dahil etmeleri ile birlikte konuşacağımız ilk kitabın bilgisi de bana ulaşıyordu.  Osman Balcıgil’in “En Hüzünlü Eylül”ü. 


Kitabın kargo ile elime ulaşması birkaç gün alacak ve kitabın kapağındaki yazıları okumam ile birlikte benim için Türkiye’nin, İstanbul’un ve babamın yaşamına dair bir yolculuk başlayacaktı.  Kitabı okumayı bitirdiğim 23 Ocak akşamına kadar, bu hüzünlü ve ağır hikayenin, yaşamımda sadece bir dönemi daha iyi keşfettirmekten ve buna bağlı birçok şeyi daha derinden sorgulatmaya başlamaktan çok öte, edebiyat ve roman ile bağlantımda sanki geçmişle geleceği birleştiren enteresan bir köprü görevi görecek olmasıydı.



Romanda geçen tarihlerde takriben babamla akran olan karakterler Suzan ve Yorgo’nun yaşamlarını okurken seyretmek, babam ile daha önce kurduklarımdan farklı bir bağ kurmamı, adeta onunla benzerini daha önce hissetmediğim şekilde, yokluğunda birlikte zaman geçirmemi ve sanki bu sayede, biraz küstüğümü fark ettiğim hikayeler ile barışmamı sağlıyordu.


5 Ocak gününden sonra iki kitap okudum.  Biri Osman Balcıgil’in “En Hüzünlü Eylül”ü.  Diğeri de, Mario Levi’nin verdiği bir ödev nedeni ile Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ı.  Osman Balcıgil ile 1950’lerin İstanbul’unda babam ile gezinirken, Marquez ile de esasında çocukluğum ve edebiyata olan tutkumla buluşuyordum.  Çünkü Nobel Ödüllü ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in bu çok bilinen kitabı, 1984 yılında bir ortaokul öğrencisi olarak karşıma çıkmış ve edebiyata aşık olmamı sağlayan ve bitmesine katlanamadığım için son iki sayfasını 37 yıl boyunca okumadığım tek kitap olmuştu.


11 Ocak 2021 Pazartesi

Hediye

Bazen en güzel hediye, 

normalde yazılarınızı uzun bulan annenizin, 

size göre bile uzun olan bir yazınızı,

sonuna kadar bir solukta okuduğunu 

ve çok beğendiğini söylemesidir...

10 Ocak 2021 Pazar

Ahtapotun Hikayesi Bugün Ne Diyor?

İnşaat mühendisi olan ve müteahhitlik yapan rahmetli babamın ömrünün büyük bölümü, evlendikten, çocuk sahibi olduktan sonra da, şehir dışında, şantiyelerde, farklı şehirlerde geçmişti.


Çocukluğumda babamın İstanbul’da olduğu günler benim için belki de o nedenle her zaman çok değerliydi.  İşleri nedeni ile Pazar günlerini ofiste çalışarak geçirmek zorunda kaldığı da çok olurdu.  Babamla zaman geçirebilmek aile yaşamının doğal bir parçası olmaktan çok, bana her zaman hediye gibi geldi.  Ve doğrusu, ömrüm boyunca hiçbir zaman da babam tarafından ihmal edilmiş hissetmedim.  Babam bana, yaşamda sevgiyi hissetmek için, birilerinin yaşamlarına dokunmak ve fark yaratmak için verilen zamanın miktarından çok, o zamanı nasıl yaşadığınızın ve paylaştığınızın kat kat daha önemli olduğunu kendi yaşamı ile öğretti.  


Hiç bir zaman geç saatlere kadar uyuyan bir çocuk olmamıştım. Doğrusu tüm ailemiz öyleydi. Ne annem, ne babam, ne de ağabeyim sabahları geç uyanırlardı.  Ailecek erkenciydik.  Hatta Pazar günleri, iki kardeş olarak erken uyanmaya belki daha da çok dikkat ederdik, çünkü apartman görevlimiz Pazar sabahları gazeteler ile birlikte Milliyet Çocuk Dergisini de kapımıza bırakırdı. Erken uyanıp dergiyi kapıdan almayı başaran ilk okuyan olacak demekti.  


*


Ama, kimi şanslı Pazar günlerinde, sabahın henüz aydınlanmadığı saatlerde babam beni uyandırır ve hazırlanmamı söylerdi. Heyecanla yataktan fırlar ve hızla giyinirdim.


O günler babam ile balık haline giderek balık ihalelerini seyredeceğimiz anlamına gelirdi.  Ve, belki de sonrasında, oradaki balıkçılardan birinden biraz öncesinde ihaleden satın aldığı balıklardan bazılarını alacağımız anlamına. 


Babamın beni uyandırdığı anda beni sarmaya başlayan heyecan, babamın büyük Amerikan arabasının arka koltuğuna oturup kemerimi bağladığımda sanki daha da kuvvetlenir, araba hale doğru ilerlerken, karanlıkta, arabanın camından o yaştaki bir çocuğun görmesi pek mümkün olmayacak bir İstanbul manzarasını merakla seyrederdim.  Hale gidiş yolculuğu sırasında konuşur muyduk yoksa arabanın kartuş çalan teybinden müzik mi dinlerdik çok hatırlamıyorum ama dönüş yolculuklarımızda balık halinde gördüklerimi, merak ettiklerimi heyecanla babama anlattığımı hatırlıyorum.  



İlkokuldaki bir çocuk için, gün doğmadan balık halinde gördüklerim, çeşit çeşit balıklar, balıkçıların yüzleri, telaşla koşuşturanlar, sakince etrafı seyredenler, sesler, bağrışmalar, renkler ve belki de daha çok kokular okumaktan hoşlandığım hikaye kitaplarının birinin içinde olduğum hissini verirdi.  Meraklı bir çocuk için verilebilecek daha büyük bir hediye yoktu belki de.


*


Babam gerçekten çok iyi bir öğretmendi.  Ve onu iyi bir öğretmen yapan özelliklerinden biri gözlemlemenize ve deneyimlemenize izin vermesiydi.  Öğretir ama daha çok sorgulatırdı.  Kendisi izler ve izlerken izlemeyi, izlerken fark etmeyi öğretirdi.  


O günlerde bunları bir çocuk olarak gözlemliyordum. Sonradan o günlere geri dönüp bakınca, bir kız çocuğu olarak beni kalıpların ve olağan denilebilecek deneyimlerin dışında bir şeylerle tanıştırmak, farklı bir yerlere taşımak için çalıştığını da görüyorum.  Babamla aramızda 43 yaş fark vardı.  Yani muhtemelen o günlerde, ben yedi, sekiz yaşlarındayken, babam da benim bugünkü yaşlarımda olmalıydı. 


Babamın o günlerin normallerine göre yaşlı denilebilecek bir baba olmasının aslında hayatımda ne kadar olumlu etkileri olacağının muhtemelen o da o günlerde farklında değildi.  Doğrusu, her zaman çok enerjik, çok çalışkan, çok azimli olan babam, yaşamının deneyimlerini, beni kuvvetlendirmek, yüreklendirmek, yaşam için heveslendirmek ve en önemlisi beni kendi yolumu açmayı öğrenmem için teşvik ederek aktarmaya çalışacaktı. 


O nedenle, çoğu zaman kolaylaştıran değil zorlaştıran, kolay beğenen değil, tam tersine en iyisini yapmamı bekleyen ve isteyen, çıtayı hep yükselten ama bir o kadar da sonuçtan bağımsız olarak samimi gayreti takdir ederek bunu yapan bir baba olacaktı.  


Babamın kıymetini bilenler için bir sihirli gücü de, karışısındaki insanın potansiyelini fark edip o kişinin o potansiyelini fark ettirip kullanmasını sağlamak için çalışmasıydı.  Sadece evlatları ya da yakınları için değil, arkadaşları, iş arkadaşları ve çalışanları için de bunu yapardı.  Siz kendinizden vazgeçseniz bile o sizden, sizde gördüğü potansiyelden vazgeçmezdi.  Tabii, kendi sınırlarımızı zorlamak her zaman o kadar da kolay değildi.


*


İşte, sabahın karanlığında İstanbul balık haline yapılan o yolculukların geri dönüşlerinde artık gün ağarmaya başlamış olurdu. Yolcuğunun o anına kadar merak ve heyecan ile çok konuşamayan Zeynep, babasına gördüğünü onlarca şey ile ilgili sorular sorumaya başlar, sorduğu her soruya yanıt alabiliyor olmasının esasında çok özel bir şey olduğunu yıllar sonra fark edecek olmasının dışında, mutluluk ve yine farklı bir heyecanla arabanın bagajında onlarla birlikte eve dönmekte olan farklı balıkları ve çoğu zaman ayrıca karidesleri babası ile birlikte mutfakta nasıl temizleyeceklerini, babasının ona balıkların hazırlanmasında neleri yaptıracağını merak etmeye başlardı.


Babam balık yemeyi çok severdi.  Hatta yakınında bir dere, deniz olan şantiyelerde, babamın sabah kahvaltısında bile balık yediğini söylemişlerdi.  Sonralarda, ben Japonya’ya gitmeye başladıkça, ben de Japonya’da sabah kahvaltılarında buharda pirinç ve miso çorbası ile balık yemeye başlayacaktım ama aradan otuz yıla yakın zaman geçmesi gerekecekti.


Çocukluğumuzda ağabeyim ve ben, balık yemeyi sevsek de, diğer deniz ürünlerini, karides, midye ve kalamar yemeyi belki daha da çok severdik. Bu listeye daha özel vesilelerle yengeç, ıstakoz ya da kerevit de eklenebiliyordu. Sadece ailecek ahtapot yediğimizi hiç hatırlamıyorum.  Annemin ahtapot yemeyi hiç sevmediğini hatırlıyorum.  Bununla birlikte özellikle ahtapot ızgara yemek için plan yapan arkadaşlarım vardır ama açıkçası benim de pek sevmediğim ve zorda kalmadıkça yemeyi pek seçmediğim bir şey olmuştur ahtapot.  Seçerek hiç sipariş etmedim sanıyorum ve ikram edildiğinde de ikram edeni kırmamak için yemeye çalışmışımdır.


*


Bugün, tüm bunlar aklıma geldi.  İstanbul’da evde otururken.  


Bir arkadaşımın tavsiyesi ile, Netflix’te, dokümanter bir film olan “My Octopus Teacher- Benim Ahtapot Öğretmenim” ya da filmin adının Türkçe tercümelerinde kullanıldığını gördüğüm şekli ile “Ahtapottan Öğrendiklerim”i seyrederken.  



2020 yılının Eylül ayında gösterime giren filmi seyrederken zaman zaman gözlerimden yaşların süzüldüğünü de hissettim.  Kalbime, ruhuma, ruhumun farkında olmadığım ya da varlığını bilmediğim farklı köşelerine dokundu bu film.  Seyrederken babam aklıma geldi.  O seyretse neler düşünürdü, diye aklımdan geçti. 

Ve bugünden sonra, benim denize bakışım aynı kalacak mı?  


Arnavutköy sahilde, Bebek’e ya da Kuruçeşme’ye doğru yürürken ve denize bakarken o dünyaya bakışım ve merakımda neler değişiyor olacak?   Hiç dalmamış olsam da yüzmeyi ve mümkün olsa içinde saatlerce kalmayı sevdiğim denize bakışım nasıl farklılaşacak? Ve belki Türkiye’nin sahillerinde deniz ile buluşmayı Dünya’nın heryerinden daha çok sevdiğimi düşünürken, filmde seyrettiğim Güney Afrika sahillerinin görüntüsü ile farklı denizleri keşfetmek için içimde uyanan bu yeni merak ile neler yapıyor olacağım?



Ruhumuza dokunan kitaplar, şarkılar, resimler ya da filmler bazen bizi bir anda tahmin edilemez şekilde etkileyebiliyor.  Ve bu şekilde etkilenebilmek ve meraklanabilmek, içimde o 1970’li yıllarda İstanbul’da sabahın karanlığında babası ile balık haline giden kız çocuğunun heyecanı ve keşfetme arzusu ile buluşmamı sağlıyor.


Sizlere de, bu filmi fırsat yaratıp seyredin, derim.   2020 yılının ruhumuzdaki etkileri, 2021 yılının ilk on gününün bile getirdiği ağırlık karşısında, adeta ayrı bir dünyaya ışınlanmak size de iyi gelebilir. 


Keyifli keşifleriniz bol olsun.


Yürekten sevgilerimle.

5 Ocak 2021 Salı

Umut İçin

Bugünlerin gündemi yoğun.

Elit. Elitist. Virüs. Mutasyon. Acı kaybımız.  Acil şifalar.  Asgari Ücret. Fiyat artış oranları.  İntihal.

...

Gerçekliğin gündeminde liste uzayıp gidiyor.

Dalgalardan yıkılmadan yola devam edebilmek için bizimle birlikte ilerleyebilecek çapalara ihtiyaç oluyor.

Bu sabah Viktor Frankl'ın "İnsanın Anlam Arayışı", "Gel, beni tekrar oku," diyerek belki de ihtiyacım olanı vadediyor. 

2006 yılında ilk defa keşfettiğim bu kitap, Önsöz'ündeki "... ve haksızlık karşısındaki derin öfkeye katlanmak mümkün olabilmektedir" ifadesi ile, bana, sadece kendi sayfalarında saklı kelimelerde değil, yaşama anlam katanların kelimelerindeki umuda erişmeyi hatırlatıyor. 

4 Ocak 2021 Pazartesi

Müziğin Sohbeti

Bazı günler diğerlerinden daha zor.  Yine de, şartlar ne olursa olsun enerjimizi yükseltmek, zihnimizi bizi iyi hissettiren şeylere yönlendirmek iyi geliyor.  

Bir klasik müzik konserine gitmeyeli bir yılı aşkın bir zaman oldu.  Televizyon'da ya da YouTube üzerinden seyretmek, dinlemek aynı etkiyi vermiyor diye konser seyretmiyordum.  Konserlerde sanatçıların sahneye geldikleri andan itibaren ayrılana kadar ki süreçlerini izlemek ürettikleri müziği dinlemek kadar beni meşgul eder.  Onların zihninden geçenleri, ya da geçebilecek olanları hayal ederim bazen. Bazen yüzlerindeki ifadeleri takip ederim ya da sadece ellerini bazen.  Sanatçıları seyrederek müzik dinlemek radyoda ya da Spotify'da dinlemekten farklı.  Her ikisinin daha iyi geldiği zamanlar olmakla birlikte bugünlerde doğal olarak bir konser salonunda ya da açık havada bir orkestrayı etrafımda insanlarla birlikte dinlemeyi özlüyorum.

O nedenle, yine bugünlerde, bazen gece yarısında, bazen gündüz hayatın telaşı içinde, biraz huzur bulmak istediğimde ya da üzüntümü dolu dolu hissetmek için, kulaklıklarımı takıyorum ve YouTube'da bir konser izliyorum. Bazen bir saat, bazen sadece beş dakika. 

Ve son birkaç haftadır, ailemizdeki kayıplar ve rahatsızlıklar nedeni ile belki canım farklı acıdığı için daha az dinlediğim eserleri dinlediğimi fark ediyorum.  Farklı müziklere ihtiyaç duyuyorum. Mesela Rahmaninov'u dinlerken buluyorum kendimi.  Piyano sesi duymaya ihtiyaç duyuyorum.  Onun piyano konçertolarını dinliyorum.  Ve dinlemediğim kadar çok Fazıl Say.  Sevmek ya da sevmemekten öte ruhum piyano sesinde bir sohbeti dinliyormuş gibi ve dinlerken sanki o sesle konuşuyormuş gibi hissediyor.  Bir yandan yabancı, bir yandan ana dilim gibi gelen o dilde.

...

Ruhunuzun ait hissettiği müziklerin hep yaşamlarınızda olması dileğiyle.


3 Ocak 2021 Pazar

Renklerin Günlüğü

Son bir yıldır belki de eksikliğini en çok hissettiğimiz şeylerden biri etkileşim ve yaşamın akışının bize sağladığı ilham.

Neredeyse yaşamımın tamamında iş, sosyal çalışmalar ve imkan oldukça sadece keyif almak için seyahat ettim.  Ve yaşamın neredeyse bu anlamda durma noktasına geldiği bu günlerde, hareket etmenin, etrafımızdan olanların biri etkilemesine, içimizdeki uyandırmak kadar yeni düşünce ve duygu yolları açmak gibi sihirli bir yönü var.   İstanbul'da Atatürk Havalimanındaki bekleme salonunda arkamdaki koltukta oturanların yaptığı sohbet, Japonya'da bir hızlı tren yolculuğunda ikram satışı yapan görevlinin yaklaşımı, Toronto'daki CN Kulesi'nden güneşli bir Temmuz gününde şehre bakarken gelip geçen diğer turistlerin görüntüleri ve konuştukları, Londra'da bir konser arenasına giderken binilen teknedeki yolcuların heyecanlı hali, kokular, renkler, şekiller, sesler.  Ve etrafımızdakilerin çeşitliliği ile renklenen ve harekete geçen hayat.

Ve tabii bunları yaşayarak ifade etmek, sözlerimizle, yaptıklarımıza, ve burada da kısıtlanmış durumdayız ve ifade edememenin belki farkında bile olmadığımız etkilerini yaşıyoruz.

Hem etkilenmek hem ifade etmek için kendimize kanallar açmamız gerekiyor.

Bu etkileşimlerin yoksunluğu ile zayıflamamak için, yaşamlarımızı canlı tutabilmek adına bu ilhamı ve enerjiyi hayatlarımıza bir yol bulup davet etmeye devam etmek gerekiyor. 

Yoğun olarak hissettiğim bu. 

Ve bu nedenle, bugünden sonra sizleri de yaptığım bir şeyi yapmaya davet etmek istiyorum.

Renkleri o gün için, o an için içinizde olanı dışarı çıkarabilmek için kullanmak.

Eğer yoksa kendinize bir boya seti alın. Boya kalemleri, pastel boya, sulu boya seti, ya da canınız neyi çekiyorsa.  Resime dair hiçbir bilginiz olmayabilir ve elinize boya kalemini en son ortaokulda ya da lisede almış olabilirsiniz.  Bahsettiğim şey resim yapmaya dair değil,  eğer sizde o konuda bir istek uyandırırsa internet dünyasının zenginliği ile o yolda da yürüyebilirsiniz ama şimdiki hedefimiz kelimeler yerine renkler ile içinizdekini dışa vurmanız.

İster sessizce, ister bir müzik açarak önünüze bir kağıt alın ve kalbinizden, evet size bu ne ifade ediyor ise kalbinizden geçen rengi, renkleri seçerek boyayın. Durmak isteyene kadar. Durmak istediğiniz süre ne kadarsa o kadar süre.  Bu süre muhtemelen başlarda kısa olacaktır ama eğer uzun süre oluyorsa, belki yarım saati başta geçmemenizi öneririm.  Bu şekilde ifade etmenin, bir nevi konuşmanın yorucu olabileceğini de fark edebilirsiniz.  Tüm bunlarla birlikte,  gün içinde ve düzenli şekilde bunu her gün yaptığınızda hafiflediğinizi, rahatladığınızı ve yaşamla çok daha rahat başa çıkabildiğinizi göreceksiniz.

Zaten resim yapıyorsanız belki önerebileceğim farklılık, eğer zaten o şekilde yapmıyorsanız,  sadece kalbinizden gelen renkleri ve şekilleri konuşurken kullandığımız gibi gelimeler gibi kullanmak ama onların biz kontrol etmeden, ana dilimizi konuşur gibi akmasına izin vermek.

Mesele Picasso, Monet, Cezanne olmak değil, kullanmadığımız bir dille ifade etmek.  Belki biraz Fahrelnissa Zeid cesaretini davet etmek güzel olabilir. Önerdiğim bu çalışma bir nevi renk ve şekillerle bir günlük tutmak.

O günlük, kendimizi anlamak ve tanımak için de bizlere çok değerli bir rehber olabilir.

Yaşamın renklerinin sizlere mutluluk getirmesi dileğiyle.

Yürekten sevgiler.

2 Ocak 2021 Cumartesi

Yaşamın Duygu Tedbirleri

2021 yılının ikinci gününün ana haberlerinden biri, esasında birkaç haftadır varlığı bilinen ve ilk defa İngiltere'de tespit edilen mutasyonlu Corona virüsünün Türkiye'ye gelen 15 kişide tespit edildiğine ve bu nedenle Birleşik Krallık'tan Türkiye'ye girişleri geçici olarak yasaklandığına dairdi.

Aşı haberleri ile birlikte kendi geleceğimize, Dünya'nın geleceğine dair umutlanmak istiyorum ama gelişmeler her gün yeni yaşam düzenimizin ya da kısıtlanmış yaşamımızın daha çok uzun zaman sürebileceğini gösteriyor.   Daha önceleri virüsün etkilerinin bitiş tarihini 2021 yılının yaz ayları ya da 2021 yılının sonu olarak verenler şimdi 2024 yılından bahsetmeye başladılar.  Ve bu ihtimal gerçeklikten çok da uzak görünmüyor.

Ve insan bu kadar uzun yıllar boyunca nasıl korunabilir, bunu bilemiyorum. O nedenle, her geçen gün, belirsizliğin uzunluğunu sindirmeye başladıkça, önceliklerim konusunda da daha netleşmeye başlıyorum.  Devam edebilmemizi sanki önceliklerimizi doğru belirleyebilmemiz sağlayacak.

Öncelikler ve tedbirler sadece fiziksel tedbirlerimize dair değil.  Esasında bizi güçlü tutacak, devam etmemizi ve bu süreci aşmamızı sağlayacak olan şeylerin büyük çoğunluğu duygu ve düşünce dünyamıza dair.  Ve bu dünyaları besleyen ya da zayıflatanlara.

Geleceğe bakabilmek için geçmişi irdelediğim günler, hayatımdaki iyi insanları, nazik, düşünceli, sevgi dolu, dürüst, çalışkan, üretken, hoşgörülü ve şefkatli insanları korumanın, onların kıymetini bilmenin, onları sevmenin önemini tekrar tekrar hatırlatıyor.  Ve affedici olmak bizi özgürleştiren bir davranış olsa da,  etrafımızda devamla affetmek zorunda kaldığımız kalp kıran ve bunu umursamazlıkla yapan düşüncesiz ve bencil insanların yaşam ışığımızı zayıflatmasına izin verme zamanının bitmesi gerektiğini de görüyoruz.  

Yeni yıldaki yeni yaşamımızda fiziksel tedbirler kadar duygusal tedbirlerimizi de almanın önemini hatırlayalım. Mümkün olduğunca ve mümkün olmasına gayret ederek kıymetimizi bilen ve kıymet verdiğimiz insanlarla yaşansın günlerimiz.

...

Yeni yılla birlikte bir çok düşünce aklımdan geçiyor.  Kaybettiğim ya da sağlıkları için endişelendiğim yakınlarımın ve dostlarımın varlığı ve bendeki izleri ruhuma bu ve benzeri bir çok şeyi sanki fısıldayarak bana rehberlik ediyor.


1 Ocak 2021 Cuma

Acı Kaybımız, Dr. Fahri Aydın

Teyzem Dr. Sevinç Aydın'ın Değerli Eşi, Çocuk Doktoru Fahri Aydın'ı, Değerli Eniştemi kaybetmenin büyük üzüntüsünü yaşıyoruz.

Rahmetli Babam'dan sonra sadece benim için değil annem ve ailemizin bir çok üyesi için çok kıymetli ve yeri doldurulması zor bir baba olan Fahri Ağabey, özellikle Elazığ'da görev yaptığı yıllarda binlerce çocuğun hayatını kurtarmış, her derdinizde, her ihtiyacınızda yetişen, yaşadığımız şartlar ne olursa olsun varlığı ve koşulsuz desteği ile yaşama güvenle bakabilme gücü veren, bir dağ gbi sırtınızı yaslayabildiğiniz yeri doldurulması gerçekten çok zor, çok özel bir insandı.
Ve yaşamımdaki binlerce dokunuşuna ek olarak, çocukluğumun belki de benim için en değerli bazı fotoğraf kareleri, babamla olan çocuk fotoğraflarımın çoğu onun fotoğraf makinesinden bana ulaşan karelerdi. Onun çektiği fotoğraflara, slaytlara tekrar bakarken sanki onun sevgi dolu kalbini, sevgi dolu bakışını, çevresindekilere sevdiği büyük değerli farklı şekilde hissetmek mümkün oluyor.
Üzüntümüz çok büyük.
Başta Sevgili Teyzeme ve kuzenlerim Murat ve Erdoğan Aydın olmak üzere, tüm Ailemize, sevenlerine sabır ve başsağlığı diliyorum. Allah rahmet eylesin, Sevgili Fahri Ağabeyim hep nurlarda olsun.

2021

2020 yılı Çin’de bir virüs nedeni ile yaşananları uzaktan takip ettiğimiz, Güney Kore’de, Japonya’da ve uzak doğuda etkilerini haberlerden izlediğimiz bir yıl olarak başlarken, sonrasında İtalya ile birlikte yaklaşan bir dalga olarak bizlere çarptı ve dalgalar yaşamlarımıza çarpmaya devam ediyor.

Yaşananları yıllar öncesinden tahmin edenler tabii ki vardı.  Bununla birlikte, insan ruhu felaketleri yaşayacağını öngörse de tedbirli olmak konusunda bırakın olayın öncesinde, olayları yaşarken bile gerekenleri yapmak konusunda yeterince dikkatli ve inançlı olamıyor.  Bunu Dünya’nın heryerinde, her seviye de ve her boyutta gördük.  Kimi ülkelerde ve toplumlarda farkındalıklar dalgaların etkisini azalttık, kimilerinde dalgaların önüne çekilen perdeler savrulanların şaşkınlığını daha da yükseltti.


2020, özellikle Şubat ayı ile birlikte ama neredeyse sonrasındaki, yaşattığı beklenmedik yavaşlatmalar ve duraksatmalar ile akmaya devam ederken, her gün, hem dünyayı seyrettiğimiz hem de bireysel hikayelerimizi ister istemez tekrar tekrar düşündüğümüz, şükrettiklerimiz ile birlike özlemlerimizi fark ettiren ve derinden hissettiren bir zaman sundu.


Birçok anlamda zor bir yıldı.  Benim için de.  Korku, kaygı ve endişeleri ile yaşanan bir yıldı. Kendim kadar sevdiklerimin güvende olması için kaygılandığım bir yıl.  Milyonlarca insan gibi sevdiklerimi kucaklamayı özlediğim, sohbet etmeyi özledim, kalabalık sofralarda kahkahalarla yenilen yemekleri özlediğim bir yıldı.  Daralmış, sıkıştırılmış, bunalmış hissettiğim, bugüne kadar yaşayabildiklerime şükrettiğim, geleceğe bakmak konusunda oldukça isteksizleştiğim ve geçmişi ince ince elediğim, o geçmiş ile kendimi daha iyi tanımaya çalıştığım bir yıldı.  


Mesela Boğaz’dan geçen bir geminin motorunun sesinin martı sesleri ile birlikte kulaklarımın İstanbul’un göbeğinde duyabildiği tek olabileceği hayal etmezdim.  Aylarca görmediğim yeğenime maskelerin ardından sadece birbirimize bakarak geçireceğimiz günleri de.  Arkadaşlarımın cenazelerine gidemeyeceğimi, yakınlarımı hastanede ziyaret edemeyeceğimi,  hasta olmadan evden onbeş gün çıkmayacağımı hayal etmezdim.  


2020 yılı Dünya’daki insanların çoğu için çok zordu.  Fiziksel, zihinsel, duygusal, ruhsal anlamda yorulduk, çok yorulduk.  Benim kişisel hikayemde, son on, onbeş günüm yılın belki de en çok üzüldüğüm günleri olarak tamamlandı.


Yeni yıla girerken sevdiklerimin iyi olması dışında bir dilek dilemedim. Sadece o son günde, daha çok şey yapmak adına bir kararlılık hissettim diyebilirim.  Yaşamın gerçeği neleri yapmaya izin veriyorsan daha çok yapmak.  2020’deki belirsizlikler, yaşamakta olduğumuz sürecin ne kadar bizimle olacağını bilememek belki uzun soluklu işlere başlama isteğine izin vermedi ama 2021’de belirsizliği kesinlik olarak kabul ederek ilerlemeyi seçeceğim sanırım.  Türkiye’de nasıl yaşayacağımızı henüz bilemediğim aşılanma süreci ve Dünya’nın aşı ile yaşamı koruma mücadelesi nasıl bir sonuç verecek emin değilim ama bu gerçeğin yaşamlarımızdan çıkarak özgürlüklerimizi geri vermesi sanki kabul etmek istediğimizden çok daha uzun sürecek.  O nedenle, iyi kötü güzel çirkin demeden olanı kabul ederek, büyüyen, küçülen, hızlanan, yavaşlayan dallarından içinde kuvvetlenerek yürüyebilmeyi öğrenmek gerekiyor.  En azından 2021 bana bu mesajı veriyor.


Yaşam sizlere dayanma gücü ve sevildiğinizi hissettiğiniz ve sevebildiğiniz güzel günler getirsin.