İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

31 Ocak 2009 Cumartesi

"Yaratma Cesareti"nden Duyma Cesaretine



Rollo May’in “Yaratma Cesareti” benim için zamansız kitaplardan. İlk defa 1992 yılında Türkçesi’ni okumuştum. Geçenlerde bende İngilizcesi’nin de olduğunu fark ettim. Kim bilir ne zaman almışım. Yüzlerce satırının altını çizdiğim Türkçesi’ni bulmayı tercih ederdim. Görmeyi arzuladığım satırların başka bir dilde izini sürmeye çalışıyorum. Ve bu bana bir huzursuzluk veriyor. Yiyeceğini arayan aç bir kurt gibi beni doyuracak kelimeleri arıyorum. Çok bildiğim satırlar farklı yapraklarda sanki benimle oynuyor ve saklanıyorlar.

Alıp okumadığım kitaplar da var. Caroline Bongrand’ın “Boğaz Çocuğu” nu belki 3 yıl önce almışım, ve nasıl olup da saklanmış evimdeki büyük kütüphanenin köşesine. Oysa gün gibi hatırlıyorum kitabı aldığım günü. Bu kitap ile arama nasıl bu kadar uzun zaman girebildi?

Bulamıyorum, iki gündür okumayı istediğim kitabı bulamıyorum. Deniyorum. Eskiden sevdiklerimi, yenilerden sevdiklerimi, romanları, şiirleri, kişisel gelişim kitaplarını – yok okumak istediğim kitabı bulamıyorum; içimde bir huzursuzluk bıkmadan usanmadan deniyorum.

Ben neyi arıyorum?



Meditasyon odasında ortada yanan mumun etrafında halka şeklinde iskemleler dizilmişti, iskemlelerin önünde yerde oturmak isteyenler olursa diye de minderler. Çember şeklinde dizilmiş ve ortalık sessiz. Dışarıdan gelen sesler çok az ama net olarak duyuluyordu. İçeri girenler beğendikleri bir yere oturuyor, kimileri gözlerini kapatarak, kimileri yere veya yukarı bakarak sessizliklerini koruyorlardı. Sabahın bu erken saatinde yerlerin tamamı dolmamıştı ama oldukça büyük bir kalabalık vardı. Sonra oturanlarda biri kalktı ve giriş kapısını kapattı. Dışarıda çalışmanın başladığını gösteren lambanın ışığını yakacak olan düğmeye bastı, ve sonra yine sessizce yerine oturdu. Saat sabah 8 olmalıydı.
Her sabah 20 dakika boyunca 30-40 kişi ile bir odada beraberce sessiz oturmaya ve kulaklarınızı içinizden gelen sese açmaya ne dersiniz? İskoçya’da Findhorn’da sabahlar meditasyon ile başlıyor, eğer seçer ve isterseniz.

Derinden gelen ve gittikçe kuvvetlenen bir ses duyuluyor bu anlarda. Soruların ve cevaplarının netleştiği sihirli anlar.



Ben kitaplarımın dünyasında huzursuzlaştığımda bazen geç de olsa mesajı anlarım. Ruhum dışa değil içe bakma zamanı diye hatırlatmaktadır bana...

30 Ocak 2009 Cuma

Kesişmeyen Dünyalarımızda Nerede Buluşuyoruz?


Olmadık zamanlarda aklıma gelir bazı sözler. Tam yatacakken bir telaş alır yüreğimi ve yazmadan uyuyamayacağımı bilirim. Salondaki bilgisayarımın başına gider tekrar açar ve yazarım. Başka çaresi yok.

Bu akşam değişik kavramlar ve duygular uçuşuyor zihnimde.

Tarih… Bireysel ve ulusal tarihimizi ne kadar biliyoruz?

Ve aklıma babam geliyor, “Osmanlı’nın son dönemlerini değerlendirebilmek için tarihi bilmen lazım. Tarihi ne kadar biliyorsun?” diye soran ve “Senin Deden bir Osmanlı subayıydı ve ülkesi için savaştı,” diyen babam geliyor.

Son zamanlarda babam çok sık aklıma geliyor.

Bu akşam benim aklıma 1920’lerin başında Şam’da görev yapan Yusuf İzzettin Dedem ve 1 günde Şam’daki evlerini boşaltmak zorunda kalan babaannem geliyor. Dedem bir Osmanlı Subayı, ve görevi icabı Osmanlı’nın ve sonrasında da Kurmay Albay olarak Türkiye’nin farklı bölgelerinde hizmet veriyor. Kuleli Askeri Lisesi’nde okurken başlayan savaşlar nedeni ile cephelere gönderiliyorlar. Şam’dan ayrılırken verilen 24 saat içinde sadece özel eşyalarını toplayabilmiş babanannem, oradaki evlerini olduğu gibi bırakmak zorunda kalmışlar. Daha büyük halam ve babam doğmadan önce.

Babam çocukluğu ile ilgili olarak babasının askeri görevleri nedeni ile şehir değiştirecekleri zaman eşyaların nasıl sandıklar ile taşındığını anlatırdı. Babam belki çocukluğunda ve gençliğinde çok yer değiştirmek zorunda kaldığı için, mühendislik meslek yaşamında Türkiye’nin yüzlerce farklı bölgesine gitmek ve çalışmak belki de o kadar zor gelmemişti. Çocukluktan yaşayarak öğrendikleri geleceğe bakış açısını etkiliyordu mutlaka. Belki bu yüzden seyahati çok severdi babam, ve bir fırsat oldu mu ailecek hemen hazırlanır yola koyulurduk. Seyahat sevgim babamdan mı miras kaldı bana?

Ben ata binmeyi bilmiyorum. Küçükken pek de küçük olmayan bir midilliye bindirmişlerdi annemler beni. Korktuğumu hatırlıyorum. Bundan herhalde üç dört yıl önce de çok sevdiğim bir arkadaşım beni davetti ve İstanbul’da bir kulüpte ata binme şansım oldu. Tecrübesizliğimden dolayı bana daha küçük ve yaşlı bir at verdiler. Meğerse bindiğim at eskiden Koç Ailesi’ne aitmiş, sonra yaşlanınca bakmaları için bu kulübe vermişler. Orman’ın içinde bir gezi yaptık. O gezi sırasında İzzettin Dedemin üniforması ile at üzerindeki bir fotoğrafı geldi gözlerimin önüne. Babamı hiç at üzerinde görmedim ama Antalya’da dedemin orada Alay Komutanı olduğu yıllarda at ile yaptıkları gezileri anlatırdı. Ben bağlanamadım, belki de çok daha küçük yaşta başlamak lazım.

1950’lerin ortalarında ölen ve hiç görmediğim dedemden geriye bir kadife kutu içinde madalyalar, ufak bir fotoğraf defteri ve bazı yazıları kalıyor. Belki halamlarda ve diğer kuzenlerimde farklı bir şeyler vardır, ama babamdan dedem ile ilgili bize kalanlar bunlar.

Dedem ve babaannemin vefatlarından neredeyse on yıl sonra evlenen babamın çocukları olarak ağabeyim ve ben onları göremedik. Annemin babası da çok genç yaşta, kırklı yaşlarının başında, hayatını kaybettiği için O’nu da göremedik. Reşat dede’den de sadece bir iki fotoğraf var geriye bize kalan. Bizim bir tek anneannemiz oldu büyüklerimizden görebildiğimiz. Köklerimizi, daha doğrusu adlandıramadığımız ama bizi biz yapan özelliklerimizi anlayabilmek için, kendi anne ve babalarımızı anlayabilmek için dedelerimizi, atalarımızı tanımak gerekiyor sanki. Sanki yoksa yapboz’un bazı parçaları eksik kalıyor.

Ama bu akşam nedense babamın anlattığı dedemlerin Şam maceralarını hatırladım. Dedemin nasıl mükemmel Fransızca konuştuğunu, Şam’da otobüste o güzel Fransızcası ile Fransız askerleri ile tartışmalarını.

Ve sonra vücudundaki şarapnel yaralarını. Ben görmedim, babam anlattı. Benim görebildiğim sadece bir kadife kutu içinde madalyaları. İstiklal Madalyası ise maalesef kayıp. Dedemden babama, babamdan da ağabeyime geçecek olan madalya. Kendisi yok, ama temsil ettiği duygular herhalde hala bizlerle.

Benim sadece baba dedem değil anne dedem de askerdi. Hem annem hem babam babalarının hizmetleri nedeni ile Türkiye’nin çok farklı yerlerinde yaşamışlar. Mesela her ikisinin de yolu Sarıkamış’a düşmüş, babam bebekken ve annem de ilkokul yıllarında. Kızakla okula gidişlerini, sıralarının ve binaların güzelliğini anlatır annem. Soğuğu, karı, şehre inen kurtları.

İTÜ İnşaat Yüksek Mühendisliği mezunu olan babam 1951 yılı mezunuydu, ve “Beni devlet okuttu” derdi. Gerçekten de devlet mühendislerini okutmuş o zaman. Giysi için kumaş dahi verilirmiş. Sınav ile öğrenci alan İstanbul Teknik Üniversitesi zamanın en zeki ve çalışkan öğrencilerini bünyesine çekmeyi başarmış. Öğrencilerde okullarını sever, kıymetini bilirlermiş. Babamın üniversitesine saygısı ve sevgisi son nefesine kadar devam etti. Ne kuvvetli bir bağ kurabilmişler. Babamın birçok sınıf arkadaşı, okul arkadaşları uzun yıllar Türkiye’nin gerek politik gerekse teknik alanlarının en yüksek konumlarında yer aldılar, Türkiye’nin bir dönemine damgalarını vurdular.

O dönemin insanları, ki babamı da dâhil edeceğim, gerçekten de ülkelerini seven, aydın, çalışkan insanlardı, ve bir şeyler yapma, ülkelerine hizmet etme aşkını ve şevkini taşıyorlardı. Bunu babamda da arkadaşlarında da gördüm. Sözlerinde vardı, işlerinde vardı, ruhlarında vardı. Cumhuriyet sonrası yıllarda onlar için çalışmak bir milli görev imiş adeta. Belki savaşları görmüş olmak, belki savaşların izlerini babalarının bedenlerindeki şarapnel yaralarında görmüş olmak, onlarda farklı duygular bırakmış olabilir.

Dedem hakkında ancak anlatılanları bilebiliyorum, ve bunlardan hatırlayabildiklerimi.
Tanımadığım bir insanı nasıl sevebiliyorum? Olmadık bir akşamda, durduk yerde aniden yüreğimde canlanan hikâyesi ile yataktan kalkıyor ve hissettiklerimi anlamaya çalışıyorum. Nasıl bir bağ bu?

Biz dede ve torun, kesişmemiş dünyalarımızda kim bilir nerelerde nasıl buluşuyoruz?

Şimdiki aklım olsa babama ne çok şey sorardım… Sorabiliyorsanız siz lütfen yapın.



Ve benim henüz doğmamış çocuklarım bir gün yaşam bulurlarda dedelerinin kim olduğunu merak ederlerse, onlara benden benim babama dair neler kalacak?



Yaşamının son yıllarını İstanbul’da Arnavutköy’de geçiren babam pencereden Boğaz’ın karşı yakasına bakarken dalar ve gözleri dolardı.

Boğaz’ın karşı yakasında babası Yusuf İzzettin’in 1910’ların sonralarında öğrenciyken alınıp cephelere gönderildiği Kuleli Askeri Lisesi durmaktaydı…

29 Ocak 2009 Perşembe

Nedir Bu Yaşam Koçluğu Denilen Şey?


Birkaç akşam önce televizyonda Okan Bayülgen’in bir programına gözüm takıldı, programın adı Sade Vatandaş. Eski bir Başbakanımızın kocası, yaşam koçu bir hanım ve bir psikiyatr’ın katıldığı programı beş dakika kadar seyrettikten sonra bu konuşmaların bir yere varamayacağını düşünerek televizyonu kapattım. İyi ki de öyle yapmışım, anlaşılan sohbetin tarzı da oldukça bozulmuş ilerleyen dakikalarda.

Dinleyebildiğim bölümde tüm tarafların kendilerince haklı olduğu yerler vardı. Ancak bu program bana yaşam koçluğu yapan biri olarak ve mühendislik eğitimi formasyonundan gelen bir kişi olarak yaşam koçu nedir, ne değildir bunun daha açık anlatılması gerektiğini de düşündürdü.

Ben yaşam koçu olabilmek için farklı eğitimler aldım. Uluslararası Koçluk Federasyonu ICF tarafından tanınan Erickson College International’ın ve Amerika’daki Innerlinks’in FCP Koçluk Eğitimleri aldım. Diğer bazı hocalarımızın ve kurumların koçluk eğitimlerinin de bazı bölümlerine katıldım, farklı ekolleri ve yaklaşımları görebilmek için.

Eğitimler ile de iş bitmiyor, bir koç yıllar boyunca yaptığı çalışmaları da Koçluk Federasyonuna bildirerek çalışmalarını hem kayıt altına aldırmış oluyor, hem de yetkinliğini daimi olarak geliştirmek için bir anlamda teşvik edilmiş de oluyor.

Bunu yapmak şart mı? Tabi ki değil. Müşterilerimize ne kadar iyi hizmet sunabildiğimizi sadece sertifikalar ve dışardan gelen onaylar belirlemiyor. İzah etmek istediğim, yaşam koçluğu insana “yaptık oldu, biz biliyoruz, biz daha iyi yapıyoruz ” diyerek yaklaşan bir sistem değil. Temelinde bireyin kişisel durum, seçim ve kararlarına çok saygılı bir ekol.

Dünyada kabul görür yaşam koçluğu formatları içinde eğitim alırken ve çalışırken şunu gördüm. Koçluk bir danışmanlık değil, akıl hocalığı değil, eğitmenlik değil. Koçlukta hizmet almaya gelen kişi ‘müşteri’ olarak adlandırılıyor. Danışan-danışılan ilişkisi yok, doktor-hasta ilişkisi yok, alt-üst kavramları yok. Bir hizmet almaya geliyor kişi, ama bu hizmet bilgi aktarımı değil.

Kişiye ulaşmak istediği bir hedefe doğru giderken bu yolda hem hedefin kendisi için uygunluğunu hem de hedefe ulaşmak için gidebileceği yolları irdeleyen bir sistem. Yönlendirme yok, manipülasyon yok, fikir beyan etmek yok. Oldukça şeffaf bir sistem esasında.

Tabi Türkiye’de ‘yaşam koçu’ unvanını kullanan birçok kişi var. Birçok kişi daha popüler bir kelime olduğu için danışmanlık yerine koçluk kelimesini kullanır oldu. Birçok danışman, birçok öğretmen, eğitmen artık yaşam koçu. Onları da eleştirmiyorum, belki yeterince araştırmadıkları için yaşam koçluğunu örneğin sporda kullandığımız koç kelimesi ile değerlendiriyorlar. Ses koçları var, oyuncu koçları var. Bu koçların yaptığı ile dünyada “yaşam koçluğu”nun tarif ettiği şeyler artık aynı değil. Çocukluğumda televizyonda ‘Beyaz Gölge’ diye bir dizi vardı ve bu takımın efsanevi koçu Koç Reeves. Koç deyince aklımıza gelen o kadar fazla şey var ki. Bu da yaşam koçluğunun hatalı anlaşılmasına neden olabiliyor.

Burada görev koçluk federasyon ve gruplarına da düşüyor sanırım. Koçlara görev düşüyor. Ne yapıp ne yapmadığımızı ifade etmemiz, bu yaklaşımı doğru olarak tanıtmamız gerekiyor.

Ben bireysel gelişim alanındaki profesyonel çalışmalarıma 2004 yılında kişisel gelişim ve Reiki gibi enerji çalışmalarının eğitmenliğini yaparak başladım. Hala da yaratıcılık ve Reiki üzerine dersler veriyorum, ve farklı metotları uygulayarak bireysel danışmanlık yapıyorum. Bir yandan koçluk da yapıyorum.

Ancak yaşam koçluğu hizmeti verdiğim müşterilerime koçluk çalışmasından neler bekleyebilecekleri açıklamaya gayret ediyorum. Bir koçluk çalışmasına yaşam koçunun yapılması gerekenleri söylemesini bekleyerek gelen müşteri çok oluyor. Durumunu izah ettikten sonra “Bu durumda neler yapmalıyım?” diye sorarak başlıyorlar.

Koçluk bu soruyu müşteriye yönelterek bu cümlenin ardında yatan birçok gerçek arzuyu ortaya çıkararak bir çalışma alanı bulabilir. Ancak bu sorunun cevabını bir yaşam koçu veremez, vermemelidir. Müşterinin bu cümlesi ile ifade ettiği esas isteği nedir, bunu izini sürerek koç müşterinin zihnindeki resimlerin netleşmesine yardım eder.

Peki, neden farklı sistemlere gerek var? Ben farklı ekolleri ve çalışma teknikleri öğrenmeyi seviyorum. Çünkü çalışmalarım bana hepimizin yaşama farklı şekilde yaklaştığını gösterdi. Dışarıdan ‘aynı’ olarak tarif edilen bir sıkıntıyı, bir kişi psikoterapi kalanı ile aşmak isterken, diğer kişi bir yaşam koçu ile çalışarak ve geleceğe yönelik bir şeyleri “yaparak” aşmak istiyor. Üçüncü bir kişi ise sadece sadece resim yaparak diğer iki kişinin ulaştığı çözümlere içinde ulaşabiliyor. Söz konusu insan olunca hazır cevaplar yok.

Dünyada oluşturulmak istenilen yaşam koçluğu sisteminde koçluk sınırlarını bilen ve bu sınırlar içinde müşterisine çok da faydalı olmayı başarabilen bir sistem.

Uluslararası koçluk sistemindeki en önemli noktalarda biri koçluğun kapsam alanı. Koçluk geçmişteki problemlerimiz ile ilgilenmiyor, o alanı psikoterapi’ye çok net olarak bırakıyor. Koç olarak bu sınırı bilmek görevimiz. Hatta müşterinin gösterebileceği farklı psikolojik durumlarda nasıl davranmak gerektiği hakkında çok detaylı bilgileri ediniyoruz. Bu yeri geldiğinde bir müşteriyi bir psikolog’a, yerine göre bir psikiyatr’a bizzat götürmeye kadar gidebiliyor. Yaşam koçluğu insanın hassas yapısını dikkate alan bir ekol.

Ve Uluslararası Koçluk Federasyonu ICF bu etik yaklaşımların hakkı ile uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmeye ve koçluk hakkında dünyayı bilgilendirmeye çalışıyor. ICF’in Türkiye’de bir şubesi var.

Koçluk geleceğe ve gelecekte belirleyeceğiniz bir hedefe ulaşmanız için yapılabilecekler konusunda destek veriyor. Olduğunuz durumu daha çok arzuladığınız bir duruma getirebilmek için neler yapılabilir, bununla ilgileniyor.

Koç asla müşterisi için karar vermiyor, kendi düşünceleri ve önerileri ile müşterisini sınırlamıyor. O kişinin kendi potansiyelinin en iyisi olabilmesi için gerekli olan alanı yaratıyor.

Gerçekten doğru icra edildiğinde koçluk çok ince bir sanat. Koçun şeffaf ve aynı zamanda bir anlamda ‘yok’ olması gerekiyor. Koçlukta başarının tarifi zor, ama kendi adıma genel olarak müşterimizin hedeflerini net olarak belirleyebilmesi, ulaşabilmesi ve bunu yaparken istediği yaşamı sürdürülebilmesi, yaşam kalitesinden mutlu olması diyebilirim.

Bir doktor gözü ile bakınca koçluk ruh sağlığına zararlı olabilir mi? Dünyada kabul görmüş koçluk prensipleri ve yaklaşımları ile uygulandığında bu ihtimali oldukça düşük görüyorum.

Peki, müşteri bir koç yerine bir psikolog’a gitse daha iyi değil mi? Her iki adreste bulunacak şeylerin farklı olduğunu düşünüyorum. Geçmişimizden bugüne gelen yükler, tabi ki bugünden yarına yürümeye çalıştığımız yolda bizi yavaşlatabilir. Ancak kimi zaman yeni bir yola çıkıyor olmanız geçmişi irdelemeden aşmanıza yardımcı olabilir. İnsanın yapısı ve yaşadıkları ile de yakından ilgili sanırım.

Koçluk psikoterapi kadar olmasa da uzun soluklu bir ilişki. Dünyada daha uzun olan koçluk süreçleri Türkiye’de 6 ila 10 seans arasında değişiyor. Özellikle kurumların çalışanları için talep ettiği bir hizmet olan koçluk, kurumların sonuç beklentileri ile daha dar zamanlara sığmaya çalışıyor. Bir değişimi tam anlamı ile yaşamımıza sokmak için en az 2,5-3 ay gerekli bir süre.

Koçluk çalışmalarında her seans’ta müşteri bir yol kat eder, ancak hem süreklilik hem de hedeflerin gerçekleşmesi için farklı aşamaların geçilmesi de gerekmektedir.

Koçluk seans süreleri 30 ila 90 dakika arasında değişmektedir. Ülkeler ve kültürler bunda büyük etken. Amerikalı bir ekip ile yaptığım çalışmalarda 30 dakikada güzel sonuçlar alabilirken, Türk müşterilerim ile en az 1 saate ihtiyaç duyuyoruz.

Koçlukta her zaman uzun süre iyi zaman anlamına gelmiyor. Bir hedefi belirlemek büyük bir emek; o hedefe hakkında tüm yönleri ile bilgi sahibi olmak büyük bir çalışma, özellikle müşteri açısından. O yüzden bazen 90 dakikalık bir seansın akışında 45-50 dakika sonra büyük bir açılım olur, ve müşteri o noktada istediği bir noktaya gelmiş olabilir. Burada seçenek müşterinindir, devam edebilir, ve bazen de o gün için çalışmaya noktayı koymak isteyebilir.

Koçluk müşterinin karar, tercih ve seçimleri ile hareket ettiği için özgüveni geliştiren, kişiyi güçlendiren bir yaklaşım.

“Bir gülün kokusunu tarif edebilir misin?”
diye sorardı bir hocam. Yaşam koçluğu nedir sorusunu da biraz daha derinlemesine açıklamak istedim, tarifte kusurum varsa af ola.

Roma-Hatay-Tunus hattında...


Mozaikler benim hiç ilgi alanım olmadı. Ta ki son aylarda ardı ardına karşıma çıkmaya başlayana kadar.

Bundan birkaç ay önce yabancı bir hocam yaptığı mozaiklerin fotoğraflarını göndermiş. Zeugma’dan bir parçayı, ve bir de ressamını bilmediğim Napolyon’u betimleyen bir yağlıboya tabloyu mozaik olarak yeniden yorumlamış. Fotoğraflara bakarken düşünmeden edemedim, bir insanı mozaik ile bunu yapmak için iten nedir?

Beni resim yapmaya iten güçten farklı bir şey miydi bu? Yoksa benim için resim yapmak ne ise mozaikte onlara aynı hisleri mi veriyordu?


Ocak ayında İstanbul’dan Dalaman’a uçarken Türk Hava Yolları’nın Skylife dergisinde Hatay’daki mozaik müzesi hakkında bir haber vardı. Normalde belki de dikkatimi çok çekmeyecek olan bu yazıyı hemen okumaya başladım. Daha iki, üç hafta önce Aralık ayında Tunus’a yaptığım bir gezi sırasında dünyanın en büyük mozaik müzesi olarak adlandırılan Bardo Müzesi ’ni gezmiştim.

Mozaik deyince aklım yine yıllar öncesine gidiyor. İtalya’ya yaptığımız bir gezi’de programda Roma da vardı. Roma’da, Vatikan’daki St. Peter Kilisesi’ni gezerken kiliseyi gezdiren rehber bir bölümün önünde durmuş ve buradaki resmin özelliğini sormuştu. Bu kiliseyi iyi tanımıyordum, ve resmin özelliğini de bilmiyordum doğrusu. Biraz sessizlikten sonra grubun arkasında duran annem tur rehberine seslendi “O resim bir mozaik”. Buymuş demek rehberin sorduğu. Bu kilisenin içindeki resimlerin birçoğu zamanın aşındırmasına ve yıpranmalara karşı mozaikten yapılmıştı.

Beni bu mozaik resimlerden çok hemen girişte sağdaki bir bölümdeki heykel etkilemişti. Mikelanj’ın demişlerdi, Hz. İsa yetişkin halinde Hz. Meryem’in kucağında cansız bedeni ile yatarken…



Bardo Müzesi’ni gezerken grupta bulunan Türklerden bazıları Hatay Müzesi’ndeki mozaiklerin çok daha güzel olduğundan, renklerinin çok daha canlı olduğundan bahsediyorlardı.

Ben Hatay’a gitmiştim, ama Mozaik Müzesi’ne değil. 1992 yılının sonbaharında Yayladağı’nda yapılacak olan ‘Yayladağ Barajı’nın yerini görmek için gitmiştik. Hatta akşam hava karardığı için geceyi Yayladağı’ndaki bir otelde geçirmiştik. Amerika’dan döneli daha iki ay kadar olmuştu ve burası benim için oldukça farklı bir manzaraydı. Babamla bana otelin içinde tuvaleti olan ‘aile odası’ olarak adlandırılan tek odasını vermişlerdi. Ertesi sabah yola çıkmak için kalktığımızda salon bölümünde sıralı yataklarda yatanların arasından geçerek dışarı çıkmıştık. Ve araba ile kıvrıla kıvrıla giden yoldan Samandağ’ına indiğimizi hatırlıyorum.

Yayladağı’na gitmeden önce Hatay’da Devlet Su İşleri’ne uğramıştık. Bize yer ile ilgili bilgileri vermesi için mühendis bir beyi görevlendirmişlerdi. Öğle saati gelince bir yemek yemek istedik, ve Harbiye’ye gitmemizi önerdiler. Babam da yanımızda olan mühendis beyi bizimle beraber yemek yemesi için davet etti.

Hatay’da da Harbiye varmış meğer. Yemek ve mezeler gerçekten çok lezzetli ve güzeldi, hala tadı damağımda. Aklıma daha çok kalan bölüm ise hesap ödeme bölümü. Yemeğin sonlarına yaklaşmakta olduğumuz bir aşamada babamın bana gözleri ile bir işaret yaptığını gördüm, “Zeynep git içerde hesabı öde” demekti bu. Müsaade istedim ve masadan kalktım. Sözde sessizce hesabı ödeyecektim.

Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Lokanta sahibi Hatay’da misafirler hesap ödeyemez diyerek ödememi kabul etmez mi. “Aman yapmayın etmeyin, bakın babam en büyük, olmaz, hem o bey babamın davetlisi, lütfen alın hesabı” diyerek çok dil döktüm; yok. Aşırı ısrarıma dayanamayıp bu defa masaya gidip ödemeyi yapmam için Hataylı misafirimizin iznini almazlar mı… Gitti bizim sözde sessizce yapacağımız incelik. Babamın uzaktan kısmen duyabildiğim ısrar ve rica cümleleri sonrasında benden ödemeyi aldılar. Ben de utana sıkıla masadaki yerime döndüm.

Hatay’a ve Harbiye’ye tekrar gitmek nasip olmadı. Yayladağ Barajı İnşaatı’nın ihalesi girdik ama kazanamadık. O baraj da tamamlandı ve 10 yıl kadar önce hizmete girdi sanırım. Ben tekrar Hatay’a gitmek istiyorum. Bu defa hem mozaik müzesini görmek ve hem de Harbiye’de güzel bir yemek için…

28 Ocak 2009 Çarşamba

Zamanın Donduğu Anlar


7 yaşındaydım sanırım, bir Cumartesi sabahı babam bana hazırlanmamı, dışarı çıkacağımızı, söyledi.

Giyindim, ikimiz yalnız gidecektik gideceğimiz yere. Nereye gideceğimizi sormadım, hazırladım. Babamın arabasına bindik ve yola çıktık. Bürosuna mı gidecektik? Belki biraz işi vardı bu haftasonu. Biz sormazdık, babam da söylemezdi. Babam ile geziler bir maceraydı, O böyle severdi.

Babamın bürosu o günlerde Taksim’deydi. Taksim Anıtı’na bakan bir binada. Şimdi bu binanın yerinde Taksim’den Tarlabaşı’na inen Tarlabaşı Bulvarı geçiyor. Binanın altında Kristal Büfe vardı, hatırlayan var mıdır acaba orayı? Kimi akşamlar babam bize eve oranın özel hamburger ve tostlarından getirirdi. Ağabeyim ve ben gerçekten gerçekten çok severdik. Yıl 1977. Taksim’de Türkiye’deki ilk McDonalds’ın açıldığı yıl ise sanırım benim lise son sınıfta olduğum 1987-1988 yıllarıydı.

O günlerde Akaretlerde oturduğumuz ev, şimdiki Swissotel’in biraz altında, o zamanki Taşlık gazinosunun altındaydı. Evimizin salonundan Taksim görünürdü o zamanlar, babamın ofisini tam olarak göremesem de bazen seyrederdim. Elektrikler kesilirdi mesela bazen Taksim’de. Hemen babamı arardım akşamsa ve geç olduysa, “Haydi elektrikler kesildi, eve gelin” diye.

Evimiz Dolmabahçe sarayı’nın arkasındaki sırttaydı. Boğaz’ı yukardan seyrederdik, ve Marmara’ya açılan gemileri. Ve akşamları yemek vaktini hatırlatmak için genelde babamı ben arardım. Ve eve geldiğini önce Buick Regal arabasının babam onu sokağa park ederken çıkardığı seslerden anlardım, kapıya koşar, ve tam O kapıyı açacakken anahtarlarının şıkırtısına göre aniden ben kapıyı açar, ‘hoş geldiniz’ derdim. O arabanın sesi, sanki bu gece duymuşum gibi kulağımda net. Yaşamda zihnimizde ne olmadık anlar ve sesler kalıyor.

Gelelim o Cumartesi sabahına. Babam ile birlikte Taksim’e doğru gidiyorduk, ama bir süre sonra babamın bürosunu geçtiğimizi fark etmiştim. Tanımadığım yerlere doğru ilerliyorduk. Derken babam arabayı bir büyük caddenin üzerinde park etti, inmemi işaret etti. Biraz yürüdükten sonra bir dükkânın önünde durduk. Şişhane’ye gelmişiz meğer.

Geniş camları olan bu dükkânın girişinde bir piyano duruyordu. İçeri girmemi işaret etti babam, girdim. Dükkânın sol tarafında sıra sıra piyanolar diziliydi. Burada ne yapıyoruz diye düşünüyor, bir yandan da sağa sola bakıyordum. Net hatırlamıyorum ama bir süre sonra babamın dükkânın içinde bir kişi ile konuşmakta olduğunu fark ettim, “Rus” kelimesini duyduğumu hatırlıyorum ve kahverengi bir piyanonun önünde duruyorlardı. Diğer detaylar ise aklımda net değil. Sadece babamın klasik bir Sinan Kocasinan hareketi yaparak elini ceketinin iç cebine attığını ve cebinden çek defterini çıkardığını gördüm. O an sanki gözlerimin önünde bir flaş patlamıştı, ve kendime gelmiştim. Biz buraya gezmeye gelmemiştik.

Babam çek defterini açtı, ve sonra kalemini; piyanonun yüksek kısmına dayandı, çeki yazdı, koçanından kopardı ve satıcıya uzattı. Elindeki çek yaprağı ağır ve dairesel bir hareket ile havada süzülerek satıcıya doğru uzandı…

Ve gerisini yine hatırlamıyorum. Ne zaman piyanoya ellerimi değdirdim, ne zaman Babam “haydi otur bakalım piyanonun başına” dedi, hatırlamıyorum. Eve ne zaman getirdiler, hatırlamıyorum. Ancak o piyanonun evimizde 19 yıl durduğu köşe aklımda. Hala zaman zaman kendimi piyanonun önünde oturduğum ahşap, üstü kumaş kaplı taburede görürüm; ayaklarım yere tam değmiyor, komşuları rahatsız etmemek için saatin 10 olmasını bekliyorum. Annemin talimatı var, “10’dan önce çalmak yok, ve akşamları da 6’dan sonra”.

Artık Rus Lirika marka bir piyanomuz olmuştu. Ağabeyim ve ben o yıl piyano dersleri almaya başladık. O dönemlerde evimize çok yakın oturan Sn. Faris Akarsu’dan. Ondan sonra Cumartesi sabahlarım piyano derslerim ile geçti, beş yıldan belki biraz fazla.

Hala annemin evinde durur o piyano. Benim ise şimdi İstanbul ve Fethiye’de farklı piyanolarım var, kendilerine ait hikâyeleri olan.

Ancak piyanonun başına oturduğumda sık sık yıllar öncesinde bir Cumartesi sabahında şaşkın şaşkın etrafa bakınan o küçük kız çocuğu gelir aklıma, ve babamın iç cebinden çıkışını ağır çekim ile seyrettiğim çek defteri.

Zamanın donduğu bazı an’lar var. Sihirli an’lar. Gelip geçen ve sonsuza kadar bitmeyen. 1977 yılında bir Cumartesi sabahında Taksim’i geçtiğimizi fark ettiğim an gibi, babamın elini ceketinin iç cebine attığı, ve çek yaprağının havada süzüldüğü an gibi.

Ta ki aklım yeni ve eski başka hikâyeler gidene kadar…



Benim çaldığım iki enstrüman oldu. Biri piyano, diğeri de bateri. Piyano çalmam babamın bana 7 yaşımda bir piyano alması ile başladı. Bir Cumartesi sabahı “Zeynep hazırlan” demesi ile.

Bateri’nin hayatıma girmesi ise bana ağabeyimin bir hediyesidir. O’nun hikâyesini de gelin başka bir güne saklayalım…

27 Ocak 2009 Salı

Aromaterapi Dünyası


Ağabeyim Yaman ziyaretime geldi, ve çok öksürüyor. Mecburen ilaç almaya başlamış, ama ben de ben ne yapabilirim diye düşünüyorum.

Aromaterapi yağlarını kullanmak için iyi bir zaman olabilir.

Aromaterapi ile bundan 8-9 yıl önce tanıştım, tesadüflerle. Ve belki de en çok kullandığım tamamlayıcı tıp metotlarından bir tanesi.

Tabi bir sağlık probleminiz varsa önce bir doktora danışmayı lütfen ihmal etmeyin. Ayrıca hamilelerin ve küçük çocukların aromaterapi yağlarını, konsantre saf yağları kullanırken dikkatli olmaları gerekiyor. Kimi yağlar düşük ve erken doğum gibi problemler doğurabilir.

Alerjiler ve astım gibi sağlık sorunlarınız varsa bu konuda da tedbirli olmakta fayda var. Yağları kullanmanıza engel bir durumunuz yok ise, aromaterapi önereceğim bir metot.

En çok kullandığım yağlardan bir tanesi, Türkiye’ye de çok rahat bulabileceğiniz, Lavanta Yağı. Lavanta yağını antiseptik özelliği için kullanabilirsiniz. Mum ile ısıtılan su hazneli ısıtıcılarda suya 5-6 damla lavanta yağı koyarak evin içindeki havanın temizlenmesini sağlayabilirsiniz.

Lavanta bizi rahatlatır, romatizma ağrısı gibi ağrılarda rahatlama sağlayabilir; baş ağrısı ve migren gibi ağrılarda ve uykusuzlukta oldukça etkilidir.

Saf yağlar çok konsantre oldukları için genellikle cilde direkt olarak uygulanmazlar. Tahriş ve yanma yapabilirler. Saf yağların içinden gerektirse cilde direkt sürülebilen yağlardan bir tanesidir lavanta.

Ancak ben cildinize sürmek istiyorsanız yine de başka bir temel yağ veya kreme 8-10 damlayı geçmeyecek kadar saf yağ ilave ederek kullanmanızı öneririm. Veya 150-200 ml’lik bir sprey şişesine, ki bu eski bir kolonya şişesi olabilir, su ilave edip bu suya 5-6 damla lavanta yağı ilave edebilirsiniz. Bunu ağrı, böcek ısırması veya sokması olan bölgelere sıkabilirsiniz.

Böcek sokmaları ve ısırmaları alerjik bünyelerde çok tehlikeli olabiliyor. Bu gibi durumlarda bedeninizin reaksiyonlarını bilmiyorsanız hemen bir sağlık kuruluşuna başvurun. Bu gibi sokmalar alerjik reaksiyonları tetikleyebilir. Buradaki önerilerim tıbbi müdahalelerinize ek olarak sizlere fayda sağlayabileceğini düşündüğüm öneriler. Aman buna dikkat.


Ben aromaterapi yağlarını genelde “burner” olarak adlandırılan mumlu su ısıtıcılara koyarım. Buharlaşan hava ile yağ solunum yolu ile kana karışır. Kimi yağlar birbiri ile uyumludur ve karıştırabilirsiniz, ancak kimi yağlar beraber o kadar iyi etki yapmaya bilir. Örneğin lavanta ve gül yağını beraber kullanabilirsiniz. Ben bazen dingin bir enerji vermesi için lavanta ve bergamut yağlarını beraber kullanırım.

Yağları başka bir sıvı ile karıştırarak cildinize de sürebilirsiniz, ve bu şekilde deri yolu ile etken maddeler alınmış olur.

Lavanta yağı böcek sokmalarına iyi geldiği gibi böcekleri uzak tutmada da kullanılır.

Antienflamatuar etkisi de olan lavanta, sinir sistemini dengeleyen etkiler de göstermekte.
Eğer gece uyumakta zorluk çekiyorsanız lavanta yağından fayda görebilirsiniz. Pratik bir uygulama için yağ ile ayaklarınıza, şakaklarınıza ve ellerinize masaj yapabilirsiniz.

Herhangi bir şekilde cildinize sürmek istemiyorsanız, su ile hazırlayacağınız karışımdan yastığınıza spreyleyebilirsiniz. Akşam uyurken başınızın, bedeninizin ısısı ile buharlaşan lavanta özünü solunum yolu ile hafif bir şekilde almış olursunuz. Oldukça güzel bir kullanım şeklidir.

Diğer bir kullanım şeklide bir pamuk parçasına veya mendile birkaç damla lavanta yağı damlatmak ve bunu başucunuza koymak.

Kronik uykusuzluk problemlerinde gül yağı oldukça etkili. Dünya’da oldukça pahalı olan bu yağı ülkemizde bulabildiğimiz için şanslıyız. Dikkat edilmesi gereken şey yağın doğal ve saf olması. Aromaterapi de çiçeklerin yağları çıkarıldığında bu yağa aktarılan kimyasal özelliklerinden yararlanıyoruz.

Aromaterapi bitki ve çiçek yağlarının kimyasal özelliklerinin beden kimyamızdaki etkileri ile çalıştığı için dikkatli kullanılması gereken bir metot. Kullanabileceğiniz onlarca farklı saf yağ var, ve bu doğal yağlar yerine göre birçok ilaçtan etkili olabiliyor.

Daimi olarak kullandığınız ilaçlar varsa, bir tedavi görmekteyseniz, sağlık problemleriniz varsa, bir hamilelik yaşıyor veya hamile kalmayı planlıyorsanız, aromaterapi yağlarını kullanmadan önce bir sağlık personeline danışmakta büyük fayda var.

Lavanta, gül, limon, okaliptüs, biberiye, bergamut, yasemin, portakal ve ylang ylang benim en çok kullandığım yağlardan. Sabah güne başlarken limon veya bergamut size enerji ve mutluluk verebilir: Burner ile kullanımını öneriyorum. Portakal, bergamut gibi yağlar ile hazırlanmış karışımları güneşe çıkmadan önce yüzünüze ve güneşte kalacak bölgelere sürmeme özen gösterin, ciltte lekeler ve hassasiyet oluşturabilir.

Tamamlayıcı tıp metotları arasında enerji ile yapılan çalışmalar kullandığımız ilaçlar ile etkileşime kimyasal anlamda girmedikleri için bana göre çok daha nazik metotlardır ve uyumsuzluk göstermezler.
Bitkilerin gerek çay şeklinde içilmesi gerekse saf yağlarının kullanılmasını içeren metotlar belki daha çok bilinmekte, ancak kullanımları konusunda tedbirli olmakta fayda var.

Bir yağı kullanmaya başlamadan önce kullanmayı düşündüğünüz karışımları kolunuzda ve bacağınızda çok hassas olmayan bölgelerde az miktarda ve küçük bir bölgede denemekte fayda var. Cildiniz de herhangi bir reaksiyon olup olmadığını gözlemleyerek kullanıp kullanmamaya karar verebilirsiniz.

Aromaterapi gerçekten oldukça detaylı bir konu. Ben sizler ile pratik kullanım şekilleri ve yağların faydaları hakkındaki bilgileri yeri geldikçe paylaşacağım.

Çiçeklerin ve bitkilerin bize sundukları çok güzel bir dünyaları var … Aromaterapi dünyasına hoş geldiniz.

25 Ocak 2009 Pazar

Turner'in Kıymetini Bilmek


2002 yılında Zürih sokaklarında tanıştım ben JMW Turner ile. Ve bakış açım değişti.

En başta Turner’a karşı. Karşı karşıya olmak farklı bir şeymiş. Ve ne kadar güzel çekilirse çekilsin bir fotoğrafın bir Turner resmini tüm ruhu ile aktarması mümkün değilmiş. Ben Zurih sokaklarında gezerken bir postere tutuldum. Belki ve çoğu ilk defa sergilenen 200 kadar Turner resmi ile aynı odalarda bulundum, aynı havayı soludum.

Thomas Kinkade’e Amerikalılar “Painter of Light – Işığın Ressamı” diyorlar. Kinkade günümüzde hayal dünyalarını çizen bir ressam. 1775-1851 yılları arasında yaşayan İngiliz ressam William Turner yarattığı bambaşka dünyalar ile o dönemlerde “Işığın Ressamı” olarak anılıyor.

Turner ışığı ve rengi dönemine göre o kadar farklı ve yaratıcı olarak kullanıyor ki büyük eleştirilere maruz kalıyor. Beni çok etkileyen çok resmi var. Ancak söylemek zorundayım kimi resimlerinin önünde ayrılmak mümkün olmuyor, sanki insanı başka bir dünyanın içine çekiyor.

Zürih’te sergiyi gezerken serginin sesli kayıt kulaklığını da almıştım, bu sanki yeni keşfettiğim ressamı daha iyi anlayabilmek için. Tabi bizlerin birkaç yüzyıl sonra yaptığımız yorumlar Turner’ı ne kadar doğru tarif edebilirse. Beni etkileyen kendi sözleri.

Turner’i görmek gerekiyormuş, bilmiyordum, o ilk buluşma an’ından sonra yaşadığım şaşkınlık her Turner resmi görüşümde devam ediyor.

Londra Tate Müzesi en büyük Turner koleksiyonlarından birine sahip, ancak ben Turner ile Zurih Kunsthaus’da tanıştım, organize edilen büyük retrospektif sergide.



Londra’daki “The National Gallery – Ulusal Galeri”de de Turner’in resimlerini görmek mümkün. Britanya’daki En Mükemmel Resim seçilen “Fighting Temeraire”yi de burada görmeniz mümkün.

Joseph Mallord William Turner, yaşarken kıymeti bilinebilen ressamlardan. Daha 30’una varmadan tanınıyor, 1807’de Kraliyet Akademisi’nde Perspektif Profesörü oluyor. Güneş ve günışığı O’nu çok etkiliyor, ve bunu da ifade ediyor zaman zaman. Avrupa seyahatlerinde, Alp’lere yaptığı yolcuğu ressamı gerçekten etkileyen dönemleri.

Turner’in beni en çok etkileyen resimlerinden biri “Huzur-Deniz’de Cenaze, Peace –Burial at Sea”. Ressam David Willte’nin denizde yapılan cenaze törenini ve ölünün denize bırakılmasını resmeden Turner, geminin yelkenlerini simsiyah yapar. Ruhunu yansıttığı bu renk seçimi çok eleştiri alır. Turner’ın bunlara cevabı ise “Keşke daha siyah yapabilseydim” oluyor

Tünelin Sonundaki Işık



Sizin hiç başınıza gelir mi? Sabah işe giderken ya da akşam eve dönerken, tam varacağınıza yere iyice yaklaşmışken radyoda en sevdiğiniz parçalardan biri çalmaya başlar. Ayağınız frene gider; yok ne yapsanız şarkı bitmeden varacaksınız. Ne tatlı bir heyecandır bu, ruhu nasıl da mutlu eder kimi şarkılar, nasıl da bitmesini istemez insan…

Belki de biz iyi hissettiğimiz için mi radyoda sevdiğimiz şarkılar çalar.

Bu akşam Cihangir’den araba ile Arnavutköy’e dönüyordum. Tam Kuruçeşme’ye gelmiştim ki çalan şarkı ile ruhum iyice keyiflenmeye başladı, Galatasaray adasını geçmeden iyice yavaşladım, bu şarkıyı kaçırmayacaktım.

Çok güzel bir akşam geçirdim bu akşam. Cihangir’de çok sevdiğim Japon dostlarımın evindeydim. Shumei’den Satoru ve Chikako Nakano ile. Yalnız değildik, yine Shumei’nin çalışmaları ile ilgili olarak tanıdığım eski arkadaşlar ve yeni yüzler de vardı. Çok keyifli bir çalışma, güzel bir yemek ve sohbet derken aradan dört, beş saat geçmiş.

Bu akşam yaptığımız Jyorei çalışmasında, ben Jyorei alırken gözlerim kapalı, geçtiğimiz Mayıs ayında ziyaret ettiğim Shumei’nin yaptırdığı Japonya’daki Miho Müzesi geldi hep gözlerimin önüne. Sanki müzeye giden tünelden tekrar yürüdüm ve tünelin sonunda bir vahaya kavuşmuş gibi karşıma çıkıverdi Miho Müzesi. Ağır ağır çıktım merdivenlerinden.

Miho Müzesi’ne gitmeden önce birkaç ay boyunca müzeye ulaştıran dağın içinde açılmış olan tünelden yürüdüğümü hayal etmiştim. Bir tünelin sonunda, gözlerimin gün ışığı ile tekrar buluştuğu yerdeki müzeye kavuşma fikri beni gerçekten heyecanlandırmıştı. Ne kadar güzel bir fikir, ne kadar güzel bir tasarım. Mimar I. M. Pei ne güzel düşünmüş.

Ünlü Çinli Amerikalı mimar I. M. Pei’in dünyada Miho Müzesi gibi onlarca farklı binayı ve yapıyı tasarladığını biliyordum. Mesela Paris’teki Louvre Müzesi önündeki farklı görüşler ile karşılanan modern cam piramit Pei’in tasarımıdır. Mezunu olduğum Cornell Üniversitesi kampusündeki “Johnson Sanat Müzesi’nin de mimarı olduğunu ise yıllar sonra, ve Japonya’dan geri döndükten çok sonra öğrenecektim.

Japonya’ya gitmeden önce birçok defa Miho Müzesi’nin merdivenlerinden ağır ağır çıktığımı hayal etmiştim. Ve gerçekten de öyle olmuştu. Shigaraki dağlarında biz müzeye ulaşma yolundayken, dağı saran ormanlardan yükselen sis bulutları sanki bizi karşılarken selamlıyorlardı. Sadece o anı yaşamak için Japonya’ya gelmiş olabilir miydim…

Ruhumun ne istediğini bilmek için yüreğimdeki sesi takip etmek zorundayım. Bir ses bana Japonya’ya gitmemi söyledi. Muhteşem insanlar ile tanıştım, muhteşem yerler gördüm, ancak benim ruhumun bir yarısı Shigaraki dağlarında kaldı; ve itiraf edeceğim belki en büyük kısmı da o dağların kalbindeki bir bölgede, bir dağın adeta içine yerleştirilmiş Miho Müzesi’nde. Belki bir parçam hala o tünelde yürüyor müzeye ulaşmak için, ve varmak istemiyor, o heyecanlı bekleyiş bitsin istemiyor; bu akşam eve dönerken bitmesini istemediğim şarkı gibi.

Ruhum kendine göre bir şarkı istiyor ve bu şarkı bazen kelimeler, bazense binlerce kilometre ötede yerden buharlaşıp yükselen yağmur damlaları ve sis bulutları ile yazılıyor…

24 Ocak 2009 Cumartesi

Filmlerden Akşam Selamı


‘Günaydın Vietnam’ en sevdiğim filmlerden bir tanesi. Robin Williams’ın oyunculuğu kadar ülkeler, ülkelerin insanları ve insan olarak sınırların ötesindeki birliğimiz, birlikteliklerimize bakmaya cesaret eden filmlerden. Tekrar seyredebildiğim filmlerden.

‘Son Samuray’ da böyle bir film benim için. Ruhuma dokunan filmlerden. Doğa görüntüleri de muhteşem. 1992-93 yıllarında seyrettiğim ‘Mohikanların Sonuncusu’ filmini hatırladım. Film mekân olarak üniversite yıllarımın geçtiği New York eyaletinin kuzey bölgelerinde geçiyor. Gerçekten de müziği ve görüntüleri ile beni aradan yıllar geçmesine rağmen hala etkileyen bir film. ‘Günaydın Vietnam’ ise daha liseden mezun olmadığım yıllardan kalan bir film.

Kitaplar kadar filmlerinde yaşamımda etkisi var.

Üniversite ikinci veya üçüncü sınıftaydım sanırım. Okulun hangi dönemiydi hatırlamıyorum, ama okulun yeni başlamış olduğunu hatırlıyorum. Üniversite yıllarımda da Cuma akşamları yeni vizyona giren filmleri görmek için bir fırsattı, ve hafta sonu ders çalışmaya başlamadan önce eğlenmek için güzel bir akşam. Türkiye’den Cornell’e tesadüfen beraber kabul edildiğimiz bir kız arkadaşım bir filme bilet aldığını söyledi.

Sinema salonuna neyi seyredeceğimi bilmeden girdim. Bir yanımda arkadaşım diğer yanımda ayağı alçıda olan Amerikalı bir öğrenci oturuyordu, kıvıramadığı ayağını bana doğru uzatmıştı. Doğrusu rahatsız da etmiyordu beni, ama görüntü olarak çok net olarak hatırlıyorum, aradan geçen 18-19 yıldan sonra. Film Kevin Costner’ın “Dances with Wolves – Kurtlarla Dans” filmiydi. Çok uzun bir film olduğunu hatırlıyorum, ama sıkılmamıştım da.

Tekrar tekrar aynı keyifle seyredebildiğim filmler var, yeni eski, bilinen bilinmeyen. Ortaokul yıllarında seyrettiğim “Karate Kid” bende ayrı bir yer bırakmıştır. Yıl 1984. Yıllar sonra filmdeki hoca Miyagi-San’ın Ralph Macchio tarafından oynana karate öğrencisi Daniel’in bacağını ellerini kullanarak iyileştirdiği sahneyi hatırlayacak, ve filmi Amerika’dan getirtip bir Reiki hocası gözü ile tekrar seyredecektim.

Tabi orijinal Karate Kid’den sonra II. Ve III. Bölümleri de çekildi. Hatta bunlardan sonra Hilary Swank tarafından oynanan bir kızın karate öğrencisi olduğu bir devam filmi de var “The Next Karate Kid”.

“Moonstruck – Ay Çarpması” Cher ve Nicolas Cage’in sevdiğim filmlerinden.



Ya Robin Williams’ın Matt Damon ile oynadığı “Good Will Hunting-Can Dostum” filmine ne demeli? Gerçekten bize inanan bir başkası olduğunda kendimize inanmaya başlıyor olabilir miyiz?

Hafızamda sahneleri canlanan ve adını unuttuğum o kadar çok film var ki. Çocukluk yıllarında TRT’nin hala tek kanal ile yayın yaptığı günlerde Pazar günleri öğlen filmleri olurdu. Ağırlıklı western türü olan bu filmleri bile seyretmek için beklerdim.

Birçok arkadaşımın film koleksiyonları var. Ben filmleri çok sevmeme rağmen sevdiğim filmlerin çok azının ben de kayıtları var. Belki duramayacağım için filmleri biriktirmeye hiç girişmedim.

Geçenlerde yeğenim ile “Bolt”u seyretmeye gittik. “Ratatuy”u da seviyorum, herhalde en azından 4-5 defa seyretmişimdir. Catherine Zeta-Jones’un “No Reservations-Aşk Tarifi” filmi de keyifli gelir bana.

Star Wars, Yüzüklerin Efendisi, Forest Gump, Piyanist, Hayat Güzeldir belki hep hatırlanacak olan filmler.

*
Kişisel Gelişim ile ilgili çalışma yapmak isteyenlere, eğer film seyretmeyi seviyorsa önerdiğim filmler var. Neale Donald Walsch’ın hayatını konu olan “Tanrı ile Sohbet” bunlardan bir tanesi. Yazılarımı takip edenler biliyor Dan Millman’ın kitabından uyarlanan “Dingin Savaşçı” diğer bir tanesi. “The Secret” ve “Ne Biliyoruz ki” filmleri bu konuda seyredebileceğiniz filmlerden. Çok fazla seçenek olmadığını da söylemek zorundayım. “Matrix”i farklı bir bakış açısı ile seyretmek de güzel olabilir.

Yurtdışında Spiritual Cinema-Ruhsal Sinema kulüpleri var ve özel olarak çekilmiş büyük sinemalarda vizyona giremeyecek filmleri isteme ve seyretme şansı oluyor. Bir film gerek görüntü gerekse ses efektleri ile bazen bir kitabın verebileceğinden çok daha çabuk ve etkili olarak mesajlar verebiliyor.

James Redfield’in “Dokuz Kehanet-Celestine Prophecy” adlı kitabının aynı isimli filmi de oldukça güzel. Ben seyretmesi için birine ödünç vermiştim, ve şimdi kime verdiğimi hatırlayamıyorum. Tekrar yurtdışından getirtmem gerekecek herhalde. “Dokuz Kehanet” önemli bir kitap, okumanızı öneriyorum.

Filmlerin dünyasının benim yaşamımda yeri çok farklı. Bu akşam aklımdan geçen yüzlerce sahne içinde ad bulup kâğıda dökülebilenler ne kadar az esasında.

Yüreğime dokunan filmlere, yazanlara, yaratanlara teşekkürler…

23 Ocak 2009 Cuma

Lodos'u Sonsuza Kadar Tutabilir miyim?



Boğaz’da kuvvetli bir Lodos var. Beyaz kuzucukları Boğaz’da sık görmüyorum.
Sahildeki tekneler sağa sola sallanıyor.

Dün birçok kaptan teknelerinin iplerini kontrol etmeye ve ayarlama geldi. Denizcilerin hava durumunu yakından takip etmesi gerekiyor. Taze bir denizci olarak yeni yeni öğrendiğim gibi.

Ben Amatör Kaptanlık belgemi alalı sanırım 2 yıl oldu. Ama Boğaz’da hiç tekne kullanmadım. Fenerbahçe’den Karaköy’e kadar ağabeyim Yaman’ın ‘Pegasus’ isimli teknesini kullandım bir defa. Ama Boğaz’a girmeye vaktim olmadı.

Arnavutköy’e bir de kendi kullandığım tekneden bakmak istiyorum bir kere. Boğaz sahillerinin manzarası denizden gerçekten çok daha farklı. Denizin üzerinde olmak farklı.

Zaman zaman Ortaköy’den kalkan gezi teknelerine bineriz arkadaşlar ile. Boğaziçi Köprüsü’den Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne kadar giderler genelde. Ve Avrupa kıyısından gider ve Anadolu yakası kıyılarının kenarlarından geri dönerler. İsterseniz çayınızı, neskafenizi de içersiniz. Yan iskemlelerde oturanların sohbetlerine kayar bazen kulağım, bazen güneş kemiklerimi ısıtır dalar giderim. Boğaz’ı severim, daimi akışı ile sanki bana hayatı tarif eder. Yüzlerce, binlerce gemi, tekne, kayık önümüzden geçer gider.

Tabi bizlerde olduğumuz yerde kilitli değiliz, yaşam yol almamız için açık. Sahi nerede duymuştum ben bu “kilitli değiliz” sözünü? Tamam, hatırladım.

*

Kilitli değiliz, her zaman her şeyi değiştirebiliriz.

Çocukluk rüyalarımız önemli. Bunları hatırlıyor muyuz?

Hedef yolculuğun nedenidir. Yolculuk ise yaşamın kendisidir.

İnançlarımız süre giden düşüncelerin bir oluşumu.

İstediğiniz şeyin titreşimi ile uyumlu olmak gerekiyor. Yoksa hazır bile olsa yaşamımıza giremiyor.

Olumsuzlu olumluya çevirdiğimizde çekim noktamızı değiştirmiş oluyoruz.

Ne kadar mutlu iseniz gerçek varlığınız ile o kadar bağlantıdasınız demektir. Benliğinize gerçek anlamda dürüst olmak belki de bu demek.

“Bugünü dünden daha da iyi hale getireceğim.”

Bir olumlamayı söylerken, ilk defalarda inanmayabilirsiniz, ancak söyledikçe bu kavrama açılmaya başlamış olursunuz. Kelimeler yaratmıyor, bizim titreşimimiz yaratıyor. Kelimeler kendimiz daha iyi hissetmemiz ve titreşime ulaşmak için bir köprü oluşturuyor…

Düşündüğümüz her an’da bir titreşim yayıyoruz ve bunu çekiyoruz.

Genelde de gördüklerimize dair reaksiyon veriyor ve bir titreşim yayıyoruz.

Olana uyumlu isek olan olmaya devam eder.

Ancak farklı bir düşünce ve beklentiye girebildiğimizde, hayatımızda yeni ihtimallere yer açmış oluyoruz.

İstediğimiz ile titreşimsel uyumda olmak.”


Denemeye değmez mi?

Şimdiye şükrederek, şimdiden sonra istediklerinize karar vermek gerekiyor. Ama bu bir süreç, her an yeni bir gelecek yaratım an’ı.

Örnekle öğretmek. Biz başarabilirsek öğretebiliriz, yaşamımız örneği ile.

Yaşamak gerek. Yaşamaya açık olmak.

Rahatsız eden engeller güzeldir. Bize engellerimizi gösterir, engeller ile karşılaşınca rahatlayın. İtin ve aşın demiyoruz. Rahatlayın ve dirençlerinizi bırakın.

Kendinizi suçlamayan, küçültmeyin; direnç yaratıyorsunuz, iyiliğinizin, mutluluğunuzun önünde direnç yaratıyorsunuz.

Kendinizi sevmekten başka anahtar yok; yoksa her şey yaşamınıza direnç göstermek oluyor.”


Louise Hay’in hazırladığı bir film var “You Can Heal You Life”. “Yaşamınızı İyileştirebilirsiniz” diye tercüme edeyim bu başlığı, henüz Türkçe’si yok. Bu dokümanter tarzı filmde Esther ve Jerry Hicks ile bir röportaj bölümü de var. Alıntılar onlardan… Louise Hay'in, içeriği filmden farklı olmakla birlikte, aynı adlı bir kitabı var; bu kitabın Türkçe'sini "Düşünce Gücüyle Tedavi" adıyla bulabilirsiniz.


*

‘Dingin Savaşçı’ filminden aklımda kalan bir cümle var: Socrates isimli bilge bir kişiyi oynatan Nick Nolte genç jimnastikçi Dan Millman ile konuşuyor:

- “İstediğin şeyi elde edemediğin zaman acı çekiyorsun. Elde ettiğin zaman da acı çekiyorsun, çünkü onu sonsuza kadar elinde tutamazsın.”



Ve filme tekrar eden cümleler var zaman zaman aklımda dolaşan:

Bir Savaşçı sevdiği şeyi yapar. Bir savaşçı sevdiği şeyden vazgeçmez. Yaptığı şeyde sevgiyi bulur.” Ve “Ölüm üzücü değildir; üzücü olan insanların çoğunun hiç yaşamamış olmasıdır.”

Ertesi Sabah...



Uzun yıllar Rahmetli babamla birlikte çalışma şansına kavuştum. Babam muhteşem bir öğretmen ve oldukça da enteresan bir adamdı. Doğrusu bu dünyada geçirdiğimiz 34 yıl içerisinde yeterince tanıyabildim mi bilmiyorum.

Yıllarca şantiyelerde televizyon ve belki de radyo dinleme imkânı bile bulamadan Türkiye’nin her bölgesinde çalışmış inşaatlar yapmış bir mühendisti babam. Esasında inşaat müteahhitliği yapıyordu ama bu kelimeyi sevmezdi. Mühendis olmak O’nun için önemliydi. Mezun olduğu yıllarda bir süre Karayolları Genel Müdürlüğü’nde çalışmıştı, 1950’lerin başlarında. “Biz o günlerde validen yüksek maaş alırdık, mühendislere gerçekten Devlet kıymet verirdi o günlerde.” derdi.

1956 yılında kurmuş babam ilk firmasını ve o günden itibaren ölümüne kadar da çalışmış durmadan, 2004 yılına kadar. “Rahat öbür tarafta evladım” derdi bana Babam, çalışmanın, üretmenin, bir şeyler yapmanın bir yaşam tarzı olduğuna inanırdı. Sade yaşamayı seven bu adam teknik hesaplar yapmaktan keyif alan, ve belki de bundan öte sadece Galatasaray, futbol ve balıkları severdi. Balık tutmaya vakti hiç olmadı, ama ben küçükken Pazar sabahları daha gün doğmadan beni alır ve İstanbul balık haline götürürdü. İstanbul’daki balık lokantalarının ve balık satıcılarının arasında bir mühendis adam ve küçük kızı balık ihalelerini seyrederdik. Bazen de ihalelerden balık alanlardan balık alır eve getirirdik.

Balık temizlemeyi bana Babam öğretti. Karnını açmayı, içini ve pullarını temizlemeyi. İtiraz etmeden yapardım, gerçekten bir maceraydı benim için, ilkokul yıllarımın güzel maceralarından bir tanesi.

Babam son yıllarında bir de akşam seyrettiği filmleri anlatırdı bana. Sabahları işe giderken araba ile uğrar ve O’nu alırdım. Gece uykuları oldukça azalmıştı, ve gece kulakları da pek iyi duymadığı ve annemi rahatsız etmemek için kulaklık ile televizyon seyrederdi.

Ve sabahları evden ofise yaptığımız yolculuk sırasında bana bir önceki akşam seyrettiği bir filmi anlatırdı bazen. Genelde çok konuşmayan, az öz lafı seven bu adam, bazen tüm duygu yoğunlukları ile bir filmi, karakterleri, aralarındaki iletişimi, ilişkileri anlatırdı. Sanki kendisinin yaşam ile ilgili sorguladığı şeylerin cevaplarını arardı. Babamın son yıllarda ortaya çıkan bu yönü beni şaşırtırdı. Daha doğrusu benim yeni görebildiğim yönü.

Gözlem yeteneği çok kuvvetliydi babamın. Olaylara bakmak ve olduğu gibi görmekten korkusu yoktu. Kalıpların arkasına saklanmaz ve hiçbir şeyin yapılamaz olduğunu düşünmezdi. “En zoru kendini inandırmaktır” derdi, “kendini inandırdıktan sonra başkalarını ikna etmek kolaydır.” İstenirse her şeyin yapılabileceğine inanırdı, ve etrafındakileri de buna inandırmak için uğraşırdı. Çok çabuk vazgeçtiğimiz ve engelleri imkânlardan çok saymaya alıştığımız bu toplumda böyle bir adamın varlığını sürdürmesi hiç de kolay değil. Çok yıpranmış olmalı. Ama hiç yakınmadı. Yakınmayan bir adamdı babam. Yoruldum demezdi, şikâyet etmezdi. İş ile ilgili bin bir zorluk, bin bir haksızlık ile karşılaştığımızda ben isyan ettiğimde, “bu işin şartları belli kızım, kabul etmiyorsan yapma,” derdi.

Bir de şikâyet kabul etmezdi babam, en azından yerine getirecek bir önerin yoksa. Neden yakınacak olsam, “Peki senin önerin ne?” derdi. Yani boş eleştiri ve boş yakınmalara pabuç bırakmazdı. Eleştiriyorsan çözüm getir derdi özetle. Kolay bir adam değildi babam. “Sinan farklı bir gezegenden gelmiş” diyenler olurdu. Kim bilir belki de haklıdırlar.

Bugünlerde babamı çok hatırlıyorum. Annem kendisinde kalan birkaç fotoğrafı verdi bana, babamla benim son yıllarımızda çekilmiş birkaç fotoğrafımız. Ben fotoğraf çekmeyi çok severim ve etraftakiler, özellikle annem yakınır biraz bundan. Ama biliyor musunuz ne kadar çok çektiğimi düşünsemde geriye dönüp bakıyorum ve babam ile ilgili aklıma gelen anılarımın çoğuna dair fotoğraf yok. Sanki en önemli sahneler zihnimde bir yerlerde var olmaya çalışıyor.



Bu akşam niye babam geldi aklıma. Bir film seyrettim. Dan Millman’ın ‘Dingin Savaşçı’ kitabının aynı isimli filmini. Nick Nolte oynuyor, duygusal güzel bir film. Babam seyretse severdi muhtemelen. … Ve akşam geç bir saatte tek başına seyretmiş olsa, ertesi sabah evden ofise yolculuğumuzda acaba nasıl anlatırdı bu filmi bana…

17 Saniye'de Neler Oluyor?




Özellikle “Ne Biliyoruz ki?” filminden ve artık Türkçe’ye de çevrilen kitaplarından tanıyabileceğiniz Esther ve Jerry Hicks’in ısrarla üzerinde durdukları bir tezleri var. Dikkatinizi bir şeye odakladığınız zaman saniyeler içinde sizin içinde odaklandığınız şeyin titreşimi harekete geçiyor. Ve ne kadar çok odaklanırsanız, o şeyi ve o şeyin titreşim olarak benzerlerini kendinize çekmeye devam ediyorsunuz.

Sık duymaya başladığımız bir bilgi bu. Bir yandan Esther ve Jerry Hicks’in çalışmalarının gerek “The Secret” gerekse “Ne Biliyoruz ki?” filmlerinin belkemiğini oluşturduğunu söylemek gerek. Tabi Norman Vincent Peale ve Napoleon Hill gibi Üstatlar 1930’lu yıllardan itibaren çekim yasasından bahsetmeye başlamışlar. Kavramın dünyada bu kadar çok konuşuluyor olması için 2000’li yıllara gelmek gerekiyormuş.

*
Çok konuşulan ‘Çekim Yasası’ düşüncesine göre bizler düşüncelerimizin, hislerimizin titreşimine uyumlu şeyleri yaşamımıza çekiyoruz. “Yeterli İsteyin! – Ask and It Is Given” adlı kitaplarında bu çekimin zamanı ile ilgili enteresan bir bilgiyi aktarıyorlar. Çekimin saniyeler ile tarif edilebilen bir zamanda gerçekleşebildiğini.

17 saniye süresince bir şeye odaklandığımızda, odaklandığımız şeyle uyumlu bir titreşimin içimizde harekete geçtiğini söylüyorlar.

Ve 68 saniye bir şeye odaklı kalabilirsek, odaklanan şeyin titreşimi ile uyumumuzun, o şeyi hayata geçirmek için gereken etkiyi başlatabildiğini.

Ben çekim yasasının düşüncelerimizi hayata geçirmedeki etkisini deneyimledim. Bu bilgiyi aklımda taze tutmaya çalışıyorum. Nedense Hicks’lerin belirttiği 17 ve 68 saniye bilgisi bu kitabı birkaç defa okumuş olmama rağmen gözümden kaçmış. Deneyeceğim ve sizlerle de paylaşmak istedim.


Esther ve Jerry Hicks aynı kitapta şu bilgileri de paylaşıyorlar, çekim yasasını kısaca özetleyerek:
- Düşündüğünüz düşünceler hayatınıza çektiğiniz şeyleri tarif eder.

- İsteseniz de istemeseniz de hakkında düşündüğünüz şeyleri elde edersiniz.

- Düşünceleriniz bir titreşimdir, ve bu titreşimler ‘çekim yasası’na göre hareket ederler.

- Titreşimleriniz genişledikçe ve kuvvetlendikçe, istediklerinizi gerçekleşmesini sağlayacak kuvvete erişir.

- Düşündükleriniz ve hissettikleriniz ve hayatınızda gerçekleşen şeyler, yaşadıklarınız, her zaman titreşimsel olarak uyum içindedir.

*

Çekim Yasası üzerine okuyabileceğiniz çok kitap var. ‘The Secret’ filmi ve kitabı son yılların en bilineni. Türk yazarlardan Nil Gün’ün The Secret filminden etkilenerek yazdığı ve Türkiye’de orijinal kitaptan önce yayınladığı ‘Çekim Yasası’ adlı kitabı var. Belki içerik olarak orijinalin bir kopyası gibi ama yazı dili oldukça açık ve akıcı.

Kitabı okuduğumda orijinal The Secret kitabından bu kadar ‘etkilenerek’ yazılmış olması beni hayal kırıklığına uğratsa da, kolay okunduğu için benim de zaman zaman öğrencilerime, arkadaşlarıma hediye ettiğim bir kitap. Konu hakkında bilgi sahibi olmak için siz de okumak isteyebilirsiniz. Orijinal The Secret kitabı filmin metinlerinden oluştuğu için okunması daha zor. Ancak film güzel, net, berrak; öneririm. Ve izlemediyseniz “Ne Biliyoruz ki?” de bu konular ilginizi çekiyorsa görmeniz gereken filmlerden. Esasında iki filmlik bir seri bu. Birincisi “Ne Biliyoruz ki –Aydınlanmanın Vakti Geldi”. İkinci filmin adı da “Ne Biliyoruz ki – Tavşan Deliği”.



Esther ve Jerry Hicks kitapları biraz daha ruhsal bir yaklaşım ile konuya girse de ben yazarların samimiyetlerine inanıyorum ve kitaplarını seviyorum. Orijinal dilinde okuma şansınız varsa İngilizce olan kitapların biraz daha akıcı olduğunu söylemem gerek. Jack Canfield ve Joe Vitale ’nin kitaplarından Türkçe’ye çevrilenler var.

*



Louise Hay kişisel gelişim konularında yaşı 80’i geçmiş bir üstat. Tüm dünyaya düşüncelerimizin, söz ve kelimelerimizin ruh ve beden sağlımız üzerindeki etkilerini öğretmiş olan bir hoca. Söylediği önemli bir şey var. Diyor ki “Esasında biz hocalar, öğretmenler, yazarlar hepimiz aynı şeyi söylüyoruz. Ve kimileriniz benim sözlerimi daha berrak duyacaksınız. Kimileriniz diğer bir hocanın sözlerini duyup evet işte yıllardır beklediğim bilgi diyeceksiniz. Duymak istediğiniz sesin peşinden gidin, sizin cevaplarınız orada.

Çekim Yasası incelemeye değer bir kavram. Sizin için en doğru kaynağın karşınıza çıkması dileğiyle.

21 Ocak 2009 Çarşamba

Ruhumun Parmak İzi



Resim yaparken bazen 1 metreye 2 metre bir tuval ve kullandığım spatüller küçük gelir. Gider bir sünger alırım, ya da eldivenlerimi giyip ellerim ile boyamaya devam ederim. Bazense 0 numaralı bir suluboya fırçası fazla kalın gelir yapmak istediğim çizgiler için. O an için neyin uygun olduğunu o an’da yüreğim belirler.

Ben önden uzun tasarlamalar ile resim yapmayı çok uzun zamandır bıraktım. Tasarlayan ben ile yapan ben arasında geçen zamanda farklı bir ben var artık. Ön çalışmalarımı yaparım, bunu yapmamayı kastetmiyorum. Ancak iş fiilen yapmaya geldiğinde, hangi Zeynep duruyorsa tuvalin karşısında resmi yapan da iş de O’dur. Yapılması gerekeni değil içimden yapmak geleni yaparım.

“Zeynep senin tarzına benzer bir sergi var aman kaçırma” der bazen beni çok yakından tanımayan arkadaşlarım. Daha yakından tanıyanlar bilirler. Benim yaptığım gibi resim yapanları görmek güzeldir, ancak öğrenmek için değil, faydalanmak için değil, o ressamı daha iyi tanımak ve anlamak için, bir insanı tanımak için. İlham almak içinse şiir okumak isterim, bir romanı okumak veya müzik dinlemek isterim. Yaşamak, hissetmek ve sonra da yapmak hissettiklerime dair.

Picasso olamam ben, Dali olamam, Fikret Mualla olamam ben, Halide Edip Adıvar, Orhan Veli veya Orhan Pamuk olamayacağım gibi. Sadece ve sadece Zeynep Kocasinan olabilirim ben.

Başkaları gibi olmaya çalışabilirim; başarmam mümkün değil.

Bana ait bir ses var içimde. Ve işte o ses benim esas parmak izim.

İçimdeki ses ruhumun parmak izi.

*

Goethe: “Yapabileceğiniz ya da yapabileceğinize inandığınız bir şey varsa harekete geçin. Eylemde sihir, zarafet ve güç vardır.”

Cevaplar için ...



Her akşam uyumadan önce masamın üzerindeki ve kütüphanemdeki kitaplara bir göz gezdiririm. Bu akşam hangi kitabı okuyarak uyumak istiyorum diye. Farklıdır, kimi zaman güne başlamak için neyi okumak istiyorum diye baktığım kitaplardan. Akşamları ruhum belki uzun zamandır hissetmediğim duygulara girmek ister. Sevgiyi, şefkati, mutluluğu ve belki de yaşamın anlamına dair şeyleri.

Dün akşam bir şey okumadan uyumak istedim. Sadece uyumak.

Zor bir gün geçirmiştim. Koşturmacalı, uğraşmalı, duygusal olarak yoğun ve fiziksel olarak da oldukça yorgun hissettiğim bir gün. Bir şey okumadan uyumak istedim. Sadece uyumak.

*
Size hiç olur mu bilmiyorum ama benim uzun zamandır cevaplarını aradığım soruların aniden cevaplarının belirdiği olur. Sanki şapkadan çıkan tavşan gibi beklenmedik bir an’da; daha şapka bile ortada yokken, tavşan ortaya çıkıverir.

Yaşamın çok berrak göründüğü an’lar vardır; ve sanki tüm ışıkların söndürüldüğü koyu gri günler. Simsiyah dersem belki doğru olmayacak; ümit ışığının tamamen söndüğü anları bilmiyorum. Koyu gri sisli günler, yaşamı bir perdenin ardından seyrediyormuş gibi hissettiklerimiz. Ve her iki gün arasındaki farkın dürüst olmak gerekirse olan biten ile de pek ilgisi yoktur. Var, dersem geçen 38 yılımın en azından bir 20’sine ihanet etmiş olurum.

Yaşam olan biten ile ilgili değilse ne ile ilgili sahiden?



*

Salondayım, bilgisayarımın başında, televizyonda bir film seyrettikten sonra, mutfağa gidip bir bardak su doldurdum ve bilgisayarın başına oturdum. Hava kararmış, herhalde akşam olmalı.

Aradığım bir cevabı bulacağımı hissetmenin tatlı heyecanı ile oturuyorum bilgisayarın başında. Sanki uzun zamandır aradığım bir izi sürmek için bir ipucu bekliyorum. Ve hissediyorum ki sanki kapımda. Hayır hayır esasında cevap parmaklarımın ucunda.



Kendi sorularımın cevaplarını kendi yazılarımda bulurum ben birçok zaman. Ancak, hemen değil, yani yazarken değil. Belki aradan bir iki yıl geçtikten sonra, ya da bir iki yıl önce yazdığım satırlarda.

Size de olur mu bilmem ama bazen yazdıklarımı okuduğum zaman kendimi tanıyamam, ilk defa yazılarını okuduğum bir insan ile karşılaştığımı düşünürüm. Kelimeler tanıdık gelir, ama bana ait değil.

O yüzden yazmak istiyorum, cevaplar için.

Bazen belki başkalarının duyması gereken cümleleri yazıyor olabileceğim için.

Ve en çok da kendi aradıklarımı…

Boğaz'ın Getireceği Nefes



Telefonun çalmasını beklemek zor.

Ruha ağır gelen şeyler var. Yalnızlık bunlardan biri.


Ben yalnızlığı severim, kendi başıma olmaktan büyük keyif alırım.

Çoğu zaman.

Yazmak, resim yapmak, okumak, bazen sadece sessizce kendimle kalmak için.

Kimi gün kalabalıklar içinde olmak isterim, konuşmak, konuşmak, konuşmak.

Kimi günler ise dudaklarımın o gün oynamadığını fark ederim, en azından söylediğimi sandığım kelimelerin esasında dudaklarımın arasından çıkmadığını.

*
Ancak ya duymak istediğim bir ses varsa?

Ve

Ya o ses beni duymak istemiyorsa?

Kalbin istemediğini zorla bir şey yaptırabilir mi?

*

Bir de istemek ve yapamamak var; bu başınıza hiç geldi mi?

Kelimelerin sanki beyninizden ağzınıza inemediği, ya da boğazınızda gezinip yolunu bulamadığı?



Benim için her zaman kelimeleri yazmak söylemekten kolay oldu. Özellikle duygularımı ifade etmem gerekiyorsa.

Sanki yaşadığım paralel dünyalar var. Ben birinden çıkıp diğerine giriyorum.

Hayatımda onlarca farklı uğraş ve faaliyet olduğunu şaşmamalı. Sanki her biri ile ayrı bir dünyayı yaşıyorum. Birbiri ile yan yana duran kesişmeyen küreler gibi. Ve ben birinden diğeri atlıyorum, sanki farklı ülkelerde geziniyorum.

Güzel. Ve beni mutlu ediyor, bu devamlı tazelik hissi. Sıkıldığımda her zaman başka bir alternatif var, ve beni mutlu eden seçenekler var her zaman.



Bu özgürlük mü?

Yoksa sıkılmanın ötesine geçmeyi başarabilsem yakalayabileceğim başka bir bağlantı var mı bu dünyalar arasında? Durmalı ve dayanmalı mıyım? Yoksa devam mı etmeliyim her ne ise bu dünyalarım arasındaki gezintiye?



Yaşamımın gerçekten bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçtiği anlar olur. Filmin kimi sahnelerinde görüntü büyür, sanki bir sahne donar gözlerimin önünde, hatırlatır belki yüzlerce an’ı, ve sonra tekrar küçülür ve devam eder, ta ki yine bir sahnede bir an için tekrar büyüyene kadar.

Sanki hepsi ben ve hiçbiri ben değil.



İçimizde duyulmak isteyen o kadar çok “biz” var ki. Sizin sevdikleriniz hangileri? Ve yasaklılar? Katlanabilecekleriniz, övündükleriniz ve yüzüne bakmamak için uğraştıklarınız? Kaç ayrı şarkı duyuyorsunuz zihninizin içinde? Ve hiç kulak veriyor musunuz?

Ben sessiz akşamlarda barış çağrısı yaparım en derindekinden en yakında olanına.



Ta ki tekrar dünyaya dönmek isteyinceye kadar.

Ve sonra, kalkarım masamdan, balkonun kapısını açar, sahilde Boğaz’dan geçen gemilerin dalgaları ile sallanıp duran teknelere bakarım. Derin bir nefes alır sahil yolundan geçen arabaların seslerini dinlerim, yağmur yağıyorsa farklıdır ve sıcak bir günde farklı. Rüzgarlı bir günde karşı yakada Kuleli’nin bayrağı kırmızı dalgalanır, ve bazen hava alışılmadık kadar durgun ve sakin.

Balkon kapısını açınca belli eder kendini Boğaz’ın getireceği nefes. Genelde serin, ıslak ve ferah, ve yine de sürprizlerle dolu.

Tesadüflerin İzinde Bir Paket



Bazı kitaplar yaşam boyu tekrar ve tekrar karşımıza çıkarlar. Kimileri hep elimizin altında, kimileri ise yıllar sonra karşımıza çıkar.

1988 yılından, Boston’dan bana hatıra kalan bir kitap var: “Az Seçilen Yol”. Yazarı Scott Peck. Üniversite birinci sınıftayken çok sevdiğim bir arkadaşımın ablası hediye etmişti. Ve bugünlerde tekrar karşıma çıkıyor. Daha geçenlerde bir arkadaşım okumamı tavsiye etti, ve ben de tekrar okumam gerektiğini düşünerek aradım kitabı. Hemen değil ama birkaç gün sonra buldum. Bakalım bugünlerde bana ne söyleyecek.

*

Ben çok hızlı okurum. Belki de bu yüzden kimi kitapları ara ara tekrar okurum. Bunu yapma ihtiyacı hissederim; belki ilk defasında kaçırdığım bir şeyler olduğunu hissederim.

Kimi zamanlar da bazı sayfalar, bazı satırlar çağırır beni. Evde, ofis de her nerede ise o kitabı bulana kadar ararım. Mesela, Richard Bach en çok izini sürdüğüm yazarlardandır. O’nun kitaplarının satırlarını sanki bazen ruhum ister.

Richard Bach’ı benim için farklı kılan ne?

Sanki en derinlerime dokunuyor sözleri. Sanki sözleri onun ruhunun derinliklerinden geliyor. Sadece “Martı” da değil; “Bir” veya “Sonsuza Uzanan Köprü” de bana göre içtenlik ve yürekten bir samimiyet ile yazılmış kitaplar.

*



Kitapların yaşamımda önemli bir yeri var, ve yaşamımda çok farklı şekilde varlıklarını bana hatırlatıyorlar.

1993 Mayıs ayında ağabeyimin mezuniyet töreni için Purdue Üniversitesi’ne gidecektim. Ama önce kendi üniversiteme, Cornell Üniversitesi’ne, Ithaca’ya uğramak istedim. Amerikalı bir sınıf arkadaşım o dönemde yüksek lisansını yaptığı için hala Cornell’deydi, ve bir sohbetimiz sırasında o günlerde Victor Hugo’nun ‘Sefiller’ini okuduğundan bahsetti. Ben bu kitabı kim bilir kaç defa okumuştum, ancak içimden tekrar okumak gelmişti.

Bir kitapçıya gittim, ‘Sefiller’i nerede bulabileceğimi sordum, gösterdikleri yerde kitabın altı yedi farklı baskısı vardı. Kitapları aldım, yere oturdum, bir tanesinin kapağı hoşuma girmişti. Üzerinde kitaptaki karakterlerden Cozette’in ve Fransız bayrağının olduğu bir çizim vardı. Kitapların yanında yere oturduğumu, ki bunu nedense kitapçılarda çok yapıyorduk Amerika’da o günlerde, kitabı karıştırdığımı, hatta bir kısmını okuduğumu hatırlıyorum.

En derinlere dokunan bir kitap daha. İngilizce’si Türkçesi kadar etkileyiciydi benim için. Fransızcam bu kitabı orijinal dilinde okuyabilecek kadar iyi değil, ancak bir kitabı ruhunu taşıyarak tercüme edenlere, edebilenlere minnettarım. Yoksa yaşam biraz daha eksik kalırdı bu dünyada herhalde.



Ithaca’da bir kitapçıda yerde oturmuş Sefillerin o kapağında çizimli nüshasını okumaya başlamıştım, sanki durmak mümkün olmuyordu. Aradan 15-20 dakika geçtikten sonra, aniden yerden kalktığımı hatırlıyorum. Bir yere mi yetişmem mi gerekiyordu, onu hatırlamıyorum, ama iyi hatırlıyorum ki, kalktım ve o kitabı diğer baskıları ile birlikte aldığım rafa geri yerleştirdim.

Üniversite’den Türkiye’ye geri dönerken onlarca koli kitabını taşımış bir Zeynep için bir kitabı almak konusunda tereddüt etmek pek normal değildi. Almak da istemiştim esasında, ama işte her nedense almadım.

Bundan birkaç gün sonra Şikago’ya uçtum, İndiana’ya ağabeyimin mezuniyetine gidiyordum. Kendi mezuniyetimden sonra ilk defa geri döndüğüm Cornell’de bir hafta kalmıştım, ama bana yetmemişti. Ayrılmam gerekiyordu; Şimdi Indiana ve Purdue Üniversitesi ile kucaklaşma zamanıydı; yetişecek bir mezuniyet töreni vardı.

*

Ağabeyimin bana güzel bir otelde yer ayarlamıştı. O okurken aynı zamanda üniversite kampusünde öğrenci sorumlusu olarak da görev yapıyor, ve bu nedenle görevi gereği yatakhanede kalıyordu. Bir arabası vardı, ve sanırım Purdue’deki 3. günümdü, akşam ağabeyim dersleri ve işleri bittikten sonra beni almaya gelmişti.

İçeri girdikten sonra “Sana bir paket var Zeynep,” dedi. Elinde oldukça kalın sarı bir zarf vardı.

Zarfın üzerinde gönderenin adı yazmıyordu, ancak el yazısı tanıdık gelmişti. Merakla zarfı açtım. Ve bir an için kalakaldım. Kalın zarfın içinden, bundan 4-5 gün önce Ithaca’da bir kitapçıda yere oturup okuduğum Sefiller duruyordu, üzerinde Cozette’in bayraklı resmi ile.

Sayfayı çevirdim, ve kitabın kapağının içine yazılan notu okudum: “Sevgilerimle, Doğum Günün Kutlu Olsun.” Amerikalı arkadaşım bana, sevdiği kitabı yollamıştı, benim bu kitap ile geçirdiğim küçük maceramı bilmeden. Bir an tesadüfün güzelliğiyle nefesim kesildi. Sanki yaşam bana göz kırpmıştı.

Sonra tekrar yazıya baktım ve başımı kaldırdım, “Yaman” dedim ağabeyime “bugün günlerden ne?” “22.Mayıs” dedi Yaman gülerek, “Haydi kutlayalım, unuttun mu bugün senin doğum günün.”

Acılar ile Yüzleşmek için 4 Soru



Byron Katie ’nin “Varolanı Sevmek” kitabının İngilizce’sini yurtdışından gelen bir arkadaşım hediye etmişti bana, herhalde 4-5 yıl önceydi. 2006 yılında Türkçesi’de çıktı. Ancak bu kitabın gerçek kıymeti anlaşılabildi mi emin değilim. Çok faydalanabileceğiniz bir bilgi, olaylara yepyeni bir bakış açısı var bu kitapta ve gerçekten hayatınızı değiştirebilir. O yüzden ben tekrar Katie’nin Çalışma‘sından, The Work ’den bahsedeceğim.

Eckhart Tolle’un “gezenimiz için büyük bir nimet” dediği Çalışma genel olarak dört ana sorunun kullanılmasından oluşuyor. Karşılaştığımız olaylara, konulara, sorunlara bu dört soru ile yaklaşarak kendi kendimize çözüm üretme ve olayları daha iyi anlama, yüzeyin altındakileri görme şansına kavuşuyoruz.

Bu sihirli 4 soru ne? Gelin öncelikle bunlara bakalım. Sonra da nasıl kullanıldıklarına:

Soru 1: Bu doğru mu?

Soru 2: Bunun doğru olduğunu kesinlikle bilebilir misin?

Soru 3: Bunu düşündüğünde nasıl tepki veriyorsun?

Soru 4: Bu düşünce olmasa sen kim olurdun?

*

Çözüm bulabilmek için herhangi bir sorunu, konuyu anlayabilmek gerek. Olaylara bakış açımızda, olanlar kadar duygularımız ve olayın içinde kendimizi yerleştirdiğimiz konum büyük yer alıyor. Bu 4 soru bize kendimizi tanıma ve olayları berraklık içinde görebilmek için bir yol açıyor.

Ben yaşam koçluğu çalışmalarımda sorular ile çalışıyorum. Farklı durumlarda farklı kişiler ile farklı yollardan yürüyoruz. Sorular gerçekten cevapları açıyor. Ve bazen de sihirli sorular var. Koçların sihirli soruları, öğretmenlerin sihirli soruları. Katie’nin soruları zorlu konuları çözecek ruh haline ulaşabilmemizi sağlıyor. 4 soru. Tabi arada bir iki ilave soru daha var ilave edebileceğimiz, ancak Çalışmanın can damarı bu dört soru. Soruları sorup, cevapların bizi götürdüğü yerlere açık yürek ile bakmak gerekiyor.

Gerçekten kendi kendinize de uygulayabileceğiniz bir sistem, o yüzden biraz daha açıklamak istiyorum.



“Varolanı Sevmek” kitabının girişinde güzel bir söz var, Yunanlı filozof Epictetus’tan: “Bize olanlar nedeniyle değil, olanlar hakkındaki düşüncelerimiz nedeniyle rahatsız oluruz.” Olaylar karşısında ki tutumlarımızın etkisini son zamanlarda belki fazla duyar olduk , ama doğru olabilir mi?

Ve bir de Byron Katie “Acı çekmek tercih meselesi" diyor. Acı ile tercihi bağdaştırmak o kadar kolay değil her zaman.

Genelde çözümlere ulaşabilmek için acı’nın nedeninin ardına bakmak gerekiyor. Fiziksel acı genelde bedenimizde bir şeylerin pek de doğru gitmediğinin bir habercisi. Genelde acı problemin kendisi değil. Tabi, bazen biz ağrı kesiciler ile işaretleri gidermeye çalışıyoruz. Gerçek nedenlere bazen bakmıyoruz, bazen arasak da kolay kolay bulamıyoruz.

Bir Amerikalı hipnoterapist dostum vardı. Diş tedavilerini hipnozla mı yaptırıyorsun diye soranlara, “her zaman o kadar vaktim olmuyor, genelde standart ilaçları kullanarak yaptırıyorum” derdi. Kişisel gelişim ve tamamlayıcı tıp araçlarının çok etkin olduğu yerler var, ancak bu yeri geldiğinde modern tıbbın imkânlarını hiç kullanmayacağız anlamına da gelmiyor. Ancak insanın karşılaştığı sorunları cevabını sadece kulvarın bir tanesinde bulmak mümkün olmayabilir. Hem kanayan yaraya müdahele etmek lazım, hem de yaranın neden oluştuğunu keşfetmek ve önlemek. Modern tıp ile tamamlayıcı tıbbın birleşimi olan bütüncül tıp böyle bir yaklaşım diyebiliriz.

Fiziksel veya duygusal bir ağrı veya acı hissediyorsanız, bu yaşamınızda, bedeninizde, ilişkilerinizde, yaşamımızda bir şeyleri doğru gitmediğinin haber veriyor. Acı bir işaret, bir haberci. Fiziksel bir acıda, acının nedenini bulmak konusunda daha aceleciyiz. Duygu ve düşüncelerimizin doğurduğu acılarda ise çok uzun süre bu hislerle sanki acıyı hissetmiyor gibi yaşamaya gayret ettiğimiz oluyor.

Byron Katie’nin Çalışma’sını uygularken kullanabileceğiniz bir soru formu var; buna ‘Komşunuzu Yargılayın’ formu diyor Katie. Internet üzerinde www.thework.org sitesinden İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca gibi farklı dillerdeki formu indirerek kullanmak mümkün. Türkçe kitabın içinde de forma ait bilgileri detaylı olarak bulabilirsiniz.



Byron Katie bu formda Çalışma’yı kendi başımıza yaparken, başlangıcı yapabilmek için, 6 farklı soru soruyor, ve sorulara sansürsüz ve yazılı olarak cevaplar vermemizi istiyor. Sonra da cevaplarımızı 4 ana Çalışma sorusuna tabi tutarak kendimize ayna da bakmamızı.

Yazmak kafamızın içinde dönüp duran ve yakalayamadığımız duygu ve düşünceleri içimizden dışarı alarak daha objektif olarak bakmamızı sağlıyor. Cevaplar ile yüzleşmek her zaman kolay değil; ancak acı ile yaşamak da o kadar keyifli değil doğrusu.

Öncelikle kendiniz ile değil, probleminiz olduğunu düşündüğünüz, kızdığınız insanlara dair yapın bu çalışmayı”, diyor Byron Katie. Başlangıçta direkt olarak kendimiz ile çalışmanın zorluğuna dikkat çekiyor, sonuçta karşılaştığımız kişilerin, yaşamımızdaki insanların bize kendimizi yansıttığını hatırlatarak. Çalışmayı yaparken başlangıçta bahsettiğimiz kişileri serbestçe yargılamamızı istiyor, çünkü “o kişi ile ilgili bir problem hissediyorsak zaten yargılıyoruz demektir”, diyor. Bunu tam olduğu gibi ifade etmek, bize kendimiz hakkında çok faydalı bilgiler verebilir. Kendimizi frenlemeden yazmak olayları ve insanları nasıl gördüğümüz hakkında bilgi verebilir.

Bir de “tersine çevirme” diye bir yaklaşımı da kullandırıyor Byron Katie. Özellikle başkaları ile ilgili yargılarımızın altında arzularımızın yatabileceğine dikkat çekiyor. “Kocam bana karşı sevecen olmalı” derken belki de gerçekten ruhumuzun ihtiyacı “kendime karşı sevecen olmak”. Ya da “Annem bu konuda bir şeyler yapmalı” dediğiniz zaman derinlerdeki size faydası olacak olan bilgi “Ben bu konuda bir şeyler yapmalıyım” bilgisi olabilir. Tabi “tersine çevirme” işlemini Çalışmanın 4 Ana Soru aşamasını detaylı olarak yaptıktan sonra kullanmak uygun olabilir.

Vardığımız yargılar ve düşüncelerimiz kendimize dair neler söylüyor?

Acı, olan ile olmasını isteğimiz arasındaki farka duyduğumuz tepkiden gelir,” diyor Katie, ve olanı fark etmenin ve anlamanın geleceğe sağlıklı ve mutlu adım atmamızı sağlayacağını da.

Sadece fark etmek tek başına çözüm için gerekenleri yapmamızı sağlamıyor. Ancak fark etmeden yapabilmek de mümkün değil.

Hem görmek hem yapmak için çok farklı metotlar, yollar ve öğretiler var. Byron Katie’nin Çalışma’sı öğrenmeye ve kullanmaya değer bir metot. Bizi üzen, rahatsız hatta mutsuz eden her şeyin kendimizi daha iyi tanımamız için bir araç olduğunu bilerek. Ve sorun, dert veya problem ile algıladığımız şeylerin aşılmasının da mümkün olduğunu bilerek.

Mutlu, sağlıklı, sevgi dolu günlere. Yolculuk devam ediyor.

Z.

___________

Günün Onaylaması: “Sezgilerime güveniyorum. İçimdeki küçük, sakin sesi sevgiyle dinliyorum.” Zeynep Kocasinan

Üstatlardan: “Olduğumuz her şey, düşünmüş olduklarımızın sonucudur.” Buddha

Zeynep’in Okuma Tavsiyesi: “Cengiz Han’a Küsen Bulut” Yazar: Cengiz Aytmatov

20 Ocak 2009 Salı

Ölüdeniz'de Vipassana Dinginliği


Malezya’dan e-posta geldi. Vipassana Meditasyonu hocam Jeffrey Oliver yeni yıl selamı göndermiş Türkiye’ye.

Jeff ile çok sevdiğim dostum Deniz Dinçel sayesinde tanıştık. Biyolog Deniz Hanım, ODTÜ’de 2 defa organize edilen Uluslar arası Sürdürülebilir Çalıştaylarını Prof. Dr. İnci Gökmen ve Prof. Dr. Ali Gökmen hocalarımız ile hayata geçiren kişi, tabi ODTÜ ve konuya destek veren vakıf ve kuruluşlarında kıymetli katkıları ile.

Sn. Deniz Dinçel’i Fethiye Lions Derneği 'Küresel Isınma ve Ekolojik Ayakizi' konuları hakkında Fethiye Liselerinde konferanslar vermek üzere davet etmişlerdi. Yoğun geçen iki günden sonra Deniz Hanım ile bir akşamüstü, Fethiye’de Boğaziçi Restaurant’ın kafesinde oturmuşken bana Jeff’den bahsetti, ve “İstanbul’a gittiğinde mutlaka tanışmalısın”, dedi. Sonra da Jeff’i arayarak tanışman istediğim biri var demiş, ve benden bahsetmiş. Bundan birkaç gün sonra Jeff ile İstanbul’da öğle yemeği yedik Akatlar’da. Gerçekten dingin, sakin bir adamdı Jeff. Uzun yıllar Budist rahip olarak Burma’da yaşayan bu Avustralyalı, daha sonra rahiplikten ayrılarak hocalık yapmaya başlamış. Ve son birkaç yıldır da Türkiye’ye sık sık geliyor. Hem İstanbul’da, hem de Türkiye’nin farklı şehirlerinde çalışmalar yapıyor.

Ana dili İngilizce olan Jeff Türkçe biliyor, ve daimi olarak burada yaşamıyor olmasına rağmen oldukça güzel Türkçe konuşuyor, gerçekten konuşmaya gayret ediyor. Kısaca, herhalde isteyince oluyor. Tabi meditasyon çalışmaları sırasında yine de tercümanı olarak bir kişi görev alıyor. Ben de Jeff’in çalışmaları sırasında tercümanlığını birkaç defa yaptım. Yaptığı işi ciddiye alıyor, ve hakkı ile yapmak için elinden geleni yapıyor. Yüreğine sağlık Jeff, gerçekten seninle olmak ve çalışmak büyük bir keyif.

Jeff ilk yemek yediğimiz günden kısa bir süre sonra, ağırlıklı olarak yaşadığı Tayland’a dönecekti. Fakat sonra programı değişmiş ve Van’a kadar uzanan bir Türkiye gezisi yapmıştı. Gezisinin sonlarına doğru da Fethiye’ye gelmişti. İlk defa Kasım 2007’de. Sonra 2008 yazında da bizleri kırmadı ve tekrar geldi Fethiye’ye Jeff. Ancak her iki gezide de 1,2 günlüğüne gelebildiği için kısa günlük çalışmalar yapabildik kendisi ile. Oysa daha uzun süreli 3-4 günlük, 10 günlük Vipassana meditasyonu çalışmaları yapmak da mümkün.



Kasım 2007’deki Fethiye ziyaretinde Ölüdeniz’e götürmüştüm Jeff’i. İlk defa geliyordu ve kış da olsa Ölüdeniz’i göstermek gerek diye düşünmüştüm. Akşama dersi vardı ve gündüz de oldukça hareketli bir programı olmuştu. Bu dingin adamın biraz sessizlik aradığını hissedebiliyordum.

Ölüdeniz gerçekten çok sakindi. Parkın içerisine girdik ve lagün bölgesine yürüdük. Gündüz gelen olduysa bile park görevlilerinden başka hiç ziyaretçi yoktu, henüz güneş batmamıştı. Jeff denizin kenarına yürüdü ve “Bak” dedi. Lagün çok sakindi ve çok minik tatlı dalgalar küçücük ve yuvarlak taşlardan oluşan sahili yalıyor, minik girdaplar oluşturuyordu. Sessizlik içinde suyun taşlara vuruşu, taşların denizin içine çekilişlerinin sesi, su tekrar sahile doğru gelene kadar aradaki sessizlikler ritmik ancak telaşsız ve berrak bir melodi oluşturuyordu. Jeff sanki her görüntüyü yüreğinin içine çekiyordu. Fark ettiği şeyleri bana gösteriyordu.

Fotoğraf çekmemi ister misin?” diye sormuştum. Fotoğraf makinesi vardı, hatta tesadüfen ikimizde aynı marka ve model fotoğraf makinesini kullandığımızı fark etmiştik. Ancak enteresan olan her ikimizin fotoğraf makinesi de bizlere hediye edilmişti, kendimiz seçerek almamıştık. Ben de çok memnundum makinemden, O da.

İstemem” dedi Jeff. “Ben fotoğraf çekmeyi çok sevmem. Bu görüntü buraya ait, bunu burada yaşamak isterim, görüntüsü çekerek gideceğim, olacağım yerlere görüntü ile taşımak başka bir şeydir,” demişti.

Jeff sözlerinden çok yaşayışıyla, duruşuyla, sessizliği ile öğretiyordu.

Bütün gün oldukça az konuşmaya çalışmıştım, ancak yine de günün sonunda kendi sesim bana fazla gelmeye başlamıştı. Jeff ile geçirdiğim iki günden sonra birkaç gün konuşmaya olan ilgim azaldı doğrusu. Ne kadar çok kelime ile ne kadar az şey söylüyorduk, ve söylemek için uğraşırken neleri kaçırıyorduk?

Jeffrey Oliver’in Fethiye’de yaptığı çalışmalara katılmayan, O’nun davetlimiz olduğunu bilmeyen arkadaşları sonraki birkaç gün “Ne kadar sessizsin Zeynep” demeden edemediler.

Doğrusu o günden beri ne zaman çok konuşmam gerekse, bir noktada bu kadar çok söze gerek var mı diye düşünürüm. Yaşamın ve çevremizde olanların farkına varabilmek için, görebilmek için, etken değil edilgen, yapan değil de gözleyen olmak gerekiyor zaman zaman. Ve aynı an’da merkezimizde olmak ve içinde bulunduğumuz ortamı tüm özellikleri ile deneyimlemek.

Ben yapmayı severim, aktiviteyi severim, sonuçlarını görebileceğim çalışmaları severim, bir şeyler üretmek, ortaya çıkarmak fikri ve gayreti beni mutlu eder. Ancak neyi, niçin yapmayı seçiyorum? Tercihlerimin farkında mıyım? Doğru yanlış anlamında değil, farkında mıyım? Ve o tercihler benim için uygun mu?

*



Jeff bu yaz tekrar Fethiye’ye geldiğinde çok daha kısa zamanı vardı. Güneyde başka iki şehirde olan eğitimleri arasında bir gecesi vardı, yine de davetimizi kabul etti ve Fethiye’ye tekrar geldi. Aynı günlerde Japon Shumei Derneği’nden Satoru Nakano ’da Jyorei ve Shumei Doğal Tarımı hakkında bir seminer vermek üzere Fethiye’deydi. Biri Japon, biri Avustralyalı iki hocam ile Fethiye’de olmak beni sevindiren bir manzaraydı. Hem İstanbul’da ve dünyada yapılan çalışmaları Fethiye’de de yapabildiğimiz ve tanıtabildiğimiz için; hem de bu kıymetli dostlarım beni kırmayarak geldikleri için.

Jeff bir kitap tavsiye etmişti. “Dingin Savaşçı” Sonradan fark ettim ki ben Amerika’da üniversite son sınıfta almışım bu kitabı. Aradan 15 yıl geçtikten sonra tekrar hayatıma girdi. Sonra bir koçluk eğitimimde bir arkadaşım kitabı sevdiğimi söyleyince sağ olsun Dingin Savaşçı’nın filmini verdi bana. Elinize geçerse seyretmenizi, kitabı okumanızı mutlaka öneririm.

İngilizce orijinal baskılarında Dingin Savaşçı artık sadece bir kitap değil; Dan Millman serinin devamı olarak birkaç kitap daha yazdı. Dan Millman’ı Türkiye’de birçok okur “Ruhun Yasaları” ve “Hayatınızın Amacı” adlı kitapları ile tanıyor.

Benim de çok kullandığım Numeroloji ile hayatımızın amacı ve yaşamımız bize sunacağı şartlar ve imkânlar hakkında bilgiler veriyor; Dan Millman’ın kitabında oldukça yerinde tespitler var. Kendi yaşamınıza biraz ışık tutmak istiyorsanız incelemenizi öneririm. Numeroloji bence yerine göre Astroloji’den daha doğru belirlemeler sağlayabiliyor. Doğum tarihiniz ve içinde bulunduğunuz yıl, gün ve zamanları dikkate alarak, o sayıların tarif ettiği enerjilere, uyumlarına, yaşamımız için ortaya çıkan fırsatlara ve zorluklara ışık tutuluyor. Hatta bunu bir adım daha ileriye götürerek doğarken kaderimizin, yaşam yolumuzun bu doğum tarihi ile belirlendiğini, bir anlamda şifrenin bu olduğunu söyleyen üstatlar da var. Sayıların sizin için anlamını belirleyebilecek olan sadece sizlersiniz, ancak sayılar kanalı ile bizlere gelen bir bilgi olduğunu ben kabul ediyorum. Evrendeki çok farklı bilgi aktarım sisteminden bir tanesi sayılar.

Tabi sorularımızı sorma cesaretini gösterdiğimizde, cevaplar neredeyse fark edebileceğimiz her kanaldan geliyor.

Yaşam yolumuzda karşıma çıkan ve destek veren tüm hocalara teşekkürler. Onlarında yolları açık olsun.

19 Ocak 2009 Pazartesi

İstanbul'u Arzulayan Resimler


Mayıs ayıydı. 2005. Barselona’ya tekrar gidiyordum, İstanbul’a çok benzettiğim bu şehre. Ve ilk yolculuğumdan farkı belki artık bu topraklarının dilinin bana o kadar da yabancı olmamasıydı.

Doğrusu Figueres’e, Dali’nin şehrine gitmek başta programda yoktu, ama 1-1,5 saatlik bir yolculuktan sonra Dali Müzesi’nde bulmuştum kendimi. Gerçekten de enteresan bir hayal dünyasında.



Sabancı Müzesi’ne Picasso sergisi ilk Barselona seyahatimden ve oradaki Picasso Müzesi’ni gördükten sonra gelmişti. Kasım 2005’ten Mart 2006’ya kadar Picasso gezindi İstanbul Boğazı’nda. Ve şimdi Dali, ve gitmesine az kaldı.

Her müzenin ayrı bir ruhu var, resimlerin ayrı bir ruhu olduğu gibi. Ve her resmin enerjisinin biz insanlar gibi olmak istediği yerler, dolaşmak istediği topraklar var. Bazen kök salacakları yerleri çabuk bulurlar. Bazense onlar da bizler gibi yüreklerinin çağırdığı yeri arar dururlar.

İstanbul’da Arkeoloji Müzesi farklıdır. İstanbul Modern ve Sabancı Müzeleri de bu şehri müzeleri olan diğer şehirler ile artık daha çok bağlıyor sanki.

Fethiye Müze Müdürlüğü’ne her gidişimde yüreğim biraz burkulur. Bu toprakların sunduğu tarihi korumakta, kollamakta, paylaşmakta neden bu kadar zorlanıyoruz diye. Ortaokul yıllarında ilk defa gittiğim Londra’daki British Museum’u gezdiğim günlerdeki hayretimi hatırlıyorum. Aynı tarihlerde İstanbul’da gezebildiğim Müzeler Topkapı Sarayı Müzesi ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ydi. Londra’ya gittiğim aynı yıl Paris’te Louvre Müzesi’ni de gezme şansım olmuştu. Ağabeyim Yaman ile müzede saatlerce kaldıktan sonra müzenin kapanma saatinin yaklaşmakta olduğunu fark edip koşarak yetişmiştik bazı bölümlerine. O günden sonra belki 4-5 defa daha Paris’e gitme şansım oldu. Ve karar verdim Louvre’ı gezme macerası bitmez. Ve bu güzel bir şey.

Bir yeğenim var altı yaşında. O Salvador Dali’nin İstanbul’daki sergisine benden önce gitti, anaokulu sınıfı ile. Ben ortaokul’da Mona Lisa ile tanıştım. Yine de çok şanslıydım. Ancak devir değişiyor, ne dersek diyelim dünya ile Türkiye arasındaki sınırlar artık çok farklı renkler ile çiziliyor.



Son Japonya seyahatimde Kurashiki’deki Ohara Sanat Müzesi’ni gezmiştim. Kurashiki, Okayama’nın batısında gerçekten rüya gibi küçük bir tarihi şehir. Ve bu şehirdeki Ohara Müzesi’nde Signac, Toulouse-Lautrec, Gauguin, Renoir ve Degas gibi sanatçıların eserlerini görmek mümkün. Orada bir Rothko gördüğümü de hatırlıyorum. Ohara Sanat Müzesi’nin bir özelliğine Japonya’da Batı eserlerinin daimi olarak sergilendiği ilk müze olması. Müzenin yeni bölümlerinde Japon, Yakın ve Uzak Doğu eserlerini de görmek mümkün.

*

Müzeler resimlere ev sahipliği yapıyor. Aramızda olan veya olmayan sanatçılardan bize emanet kalanlara bir yuva sağlıyor. Resimler de, heykeller de bizlerin arzuladığı gibi geceleri ruhlarının huzurda olacağı ve gündüzleri yaşam ile karışabilecekleri mekânları arıyor. Bir ev, bir müze veya bir atölye. Ve kimi resimler kapalı dolaplarda, depolarda gün ışığına çıkacakları zamanı bekliyorlar.

Haydi İstanbul misafirperverliğe devam. Kim bilir hangi ressam seninle kucaklaşmak istiyor.