İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

17 Eylül 2020 Perşembe

Teşekkürler Sinan Kocasinan...

Bugün babamın bu yaşam ile vedalaşma günü.

Ne çok şey borçluyum bu güzel insana.

Doğrularından vazgeçmemeyi seçebilme cesareti ile yaşayan Güzel Adam iyi ki doğmuşsunuz. 
İyi ki babam olmuşsunuz.

Üzüntü değil belki özlem var ama daha çok sonsuz bir teşekkür bugün kalbimdeki.

Bu yaşamda yürüdüğü yola büyük saygı ile...

14 Ağustos 2020 Cuma

Havada Uçuşan Kağıtların Fark Ettirdikleri ve Yüce Atatürk

Bu sabah bir İngiliz arkadaşım ile Türkiye’de kadınların yaşamını, İstanbul sözleşmesini konuştuk biraz.  Bir haber okumuş, Conde Nast Traveller’da. Haber sözleşmeye ya da kadına şiddete dair değil. Okuduğu İngilizce yazı bir iki gün önce yayınlanmıştı ve ilk kadın savaş pilotu Rahmetli Sabiha Gökçen’e dairdi.

Arkadaşım ile konuşmamız bittikten sonra ben de internete girdim ve yazıyı okudum.  Okurken Rahmetli Sabiha Gökçen’in haberi ile birlikte yayınlanan fotoğraflarının hiçbirini hatırlamadığımı fark ettim. Ya daha önce görmemiştim ya da dikkat etmemiştim.


Haberin yazarı Conde Nast Traveller Hindistan ekibinin yazarlarından ve konuya Hindistan’da ilk defa 1999 yılında bir kadının savaş pilotu olduğundan bahisle giriyor.  1930’larda, daha Dünya’nın çoğu yerinde kadın seçsin mi seçilsin mi diye düşünülmeye başlanmadan Türkiye’de muhteşem bir kadın hareketi gerçekleşiyordu.


O yazı, o fotoğraf kareleri çok şey düşündürdü.  Canım Ülkemin, Mustafa Kemal Atatürk gibi, muhtemelen üstün zekalı, inanılmaz derecede çalışkan, idrak etmekte bugün bile zorlandığım kadar ileri görüşlü, ülkesi ve insanları için yaşamını muazzam bir inançla ve insanüstü bir güçle adayacak kadar özverili bir lider, bir insan ile yollarının kesişmiş olması ne büyük bir şans.  


Gazi Mustafa Kemal Atatürk, sanki sihirli bir şekilde bugün yaşananları önceden biliyormuş gibi ülkesinin kadınlarının yolunu sonuna kadar açmaya çalışmış.  Aralarında 1927 yılında doğan babamın, 1940 yılında doğan anneminde olduğu bir nesil de, onu örnek alarak, açtığı yolun değerini bilerek yaşayarak ve çalışarak bize bugünlere getirmişler.


Bunları düşündükten sonra, günün güncel haberlerini hızlıca takip etmek için Twitter’a bir göz atayım dedim.  Karşıma İstanbul Valisi’nin bir tweeti çıktı.  İstanbul’da, trafikte kendini bilmez bir adam bir kadına küfür ederek saldırıyor, ve kadının arabasının da üzerine çıkarak arabanın ön camlarını tekmeleyerek kırmaya çalışıyordu.  Vali ilgili kişinin gözaltına alındığını duyuruyordu.


Böylesini yaşamadım ama geriye dönüp baktığımda, bende yaşamın içinde biri olarak, iş hayatında, sosyal yaşamda farklı zamanlarda farklı tehditler, farklı zorlablıklar ile karşılaştım.  Belki ailemden aldığım güçle bunları hiç dikkate almadım ama hiç korkmadım ya da etkilenmedim de diyemem.


Bu olaylardan bir tanesini üniversiteyi okuduğum Amerika’dan döndükten sonra işe başladığım günlerde yaşamıştım.  


İstanbul’daki ofisimizin olduğu binadaki dairemiz annemindi.  Olayın yaşandığı günün öncesindeki akşam annem binada bir yönetim toplantısı olacağını ve benim katılmamı rica ettiğini söylemişti.  Ben de toplantıya katılmaya beni yetkili kıldığına dair bir yazı almıştım kendisinden.


Toplantı binada bazı değişiklikler yapılması isteyen bir daire sahibinin daveti ile kendisinin ofisinde yapılacaktı. Toplantı için ofisten çıkmadan önce babamın odasına uğramıştım.  Babam, “Konuyu bir öğren, aklına gelen sorular olursa sor, akabinde annenle değerlendiririz,” demişti.  


Ben de not defterimi ve kalemimi aldım ve ofisimizin iki kat altındaki daireye indim.  Ofisin geniş bir odasında iskemleler ve koltuklar on, oniki kişinin katılmasına imkan verecek şekilde dizilmişti. Ben gittiğimde birkaç kişi benden önce gelmişlerdi.  Dört senedir yurtdışında okuduğum ve o günlerde Türkiye’ye nispeten yeni döndüğüm için binadaki mal sahiplerinin bazıları beni ismen bilseler de pek tanımıyorlardı.  Odaya girince binadaki hangi şirketten geldiğimi ve annemin ve babamın selamını söyleyerek kendimi tanıttım. Toplantının ev sahibi bey ile başlayarak herkes ile tokalaştıktan sonra Barbaros Bulvarı’na bakan odada camın önüne konulmuş olan iskemlelerden birine oturdum.  Çok zaman geçmeden kendisi de mal sahibi olan yöneticimiz, diğer mal sahipleri ya da vekilleri geldiler ve toplantı başladı. Birkaç daire dışında neredeyse tüm dairelerin temsilcileri gelmişlerdi.


Ev sahibi bey sözü aldığında binada bazı değişiikler yapılmasını istediği anlaşılıyordu. Bey anlatıyordu ama yapılmasını istediği değişiklikler ile ilgili ne bir plan, ne bir hesaplama sunuyor, adeta baskı yaparak, yuvarlak ifadeler ile bir karar alınması için baskı yapıyordu.  Sonradan tahminen 30 yaşlarında bu beyin aslında babasının mal sahibi olduğunu öğrenecektim.


22 yaşında taze bir mühendis olarak teknik bilgim de, yaşam bilgim de belki azdı ama hiçbir plan ve bütçe olmadan bir tadilat işlemine evet demenin makul bir işlem olmadığına da aklım eriyordu.  Kimse de pek inka olmuş görünmüyordu. Bir iki soru soran oldu, sonra ben de bir şey sordum sanırım.  Talebi olumlu karşılanmayan bey sinirlenmeye başlıyordu ve sesi de oldukça yükselmişti.  


Sanırım konunun beni aştığını net olarak fark ettiğimde, zaten anneme danışmadan bir karar imza atmak istemediğim için söz istedim ve “…. Bey, konunun bu şekilde bir bilgilendirme ile sonuçlandırılması mümkün olmaz.  Lütfen anlaşılabilmesi için ilgili dokümanları, verileri hazırlayınız, sonrasında değerlendirmek için tekrar toplanalım,” gibi bir şeyler söyledim.  


Ve olanlar ondan sonra oldu.


Zaman zaman yerinden kalkarak ayakta konuşan bey bir defa daha yerinden kalktı ve benim iskemlede doğru bir adım atarak bana, “Neden televizyon spikeri gibi konuşuyorsunuz,” diye bağırdı.  


Ben söylenen cümleyi idrak etmeye çalışırken, “Efendim?” gibi bir şeyler söylemeye çalıştığımı da hayal meyal hatırlıyorum.  “Evet, benimle normal insan gibi konuşun, televizyon spikeri gibi konuşmayın,” diye ikinci defa bağırdı bey.  Karşımdaki insanın ne söylediğini anlayamadan ne diyeceğimi bilemezken, bey bana doğru bir iki adım daha attı, “Ben sizinle uğraşamam, babanız gelsin, gidin babanızı çağırın” diyerek ve yumruğunu bana doğru salladı.  


Babanız gelsin, dediği anda beynimde sanki bir şimşek çaktı.  Ben de aniden oturduğum iskemleden ayağa kalktım.  O sırada ayağımın çarptığı şeyin içmemiz için ikram edilen çayın bardağı olduğunu ve açık mavi renkli takımımın pantolonunun sağ paçasının çayla sırılsıklam olduğunu sonra fark edecektim.


Bağırmadım. Henüz 22 yaşında, Amerika’dan yeni gelmiş, çalışmaya birkaç ay önce başlamış acemi bir iş insanıydım, kimseye kafa tutmak gibi bir düşüncem de yoktu ama babanız gelsin lafına en çok babamın kızacağını da biliyordum.    


“Beyefendi,” dedim, “babamı çağıramam çünkü binamızdaki dairenin sahibi babam değil annem. Ve annem de bu toplantı için beni vekil tayin etti.  O nedenle sizin bu konudaki bilgileri bana iletmeniz gerekiyor.”


Bunu söylerken not defterimin arasından annemin verdiği yetki yazısını bana biraz daha yaklaşmış olan beye hafifçe uzattım.  Toplantı başlamadan önce toplantıya annemin vekili olarak geldiğimi ve bana bir yetki yazısı verdiğini de Yönetime iletmiştim, ama o yazıyı henüz istememişlerdi. 


Sonrasındaki sahne biraz fimlerdeki gibiydi.  


Bey elimdeki kağıdı aldı.  “Bu kağıdın hiçbir anlamı yok, ben sizi tanımam, babanız gelsin,” dedi. Elindeki kağıdı hışımla defalarca parçalayarak, parçaları üzerime fırlattı.  


Daha önce hızla olup bitenleri benim gibi büyük bir şaşkınlıkla izleyen adeta donakalmış olan hepsi erkek olan katılımcıların hepsi bir anda ayağa kalarak beye müdahale ederlerken, ben de sakinliğimi nasıl koruduğuma şaşırarak yöneticimizden ve komşularımızdan izin isteyerek daireden ayrıldım.  Kapıdan çıkmadan az önce bir tanesi arkamdan koşarak yetişti “Zeynep Hanım, iyi misiniz, bakmayın siz bu çocuğa, bu oğlan böyle biraz deli, Sinan Bey’e selam söyleyin,” diyerek beni uğurladı.


Toplantıya giderken asansörle komşumuza inmiştim ama ofise dönerken iki katı merdivenlerden çıktım.  Ofisimizin zilini çalmak için elimi kaldırdığımda sağ elimin titreğini fark ediyordum.  


Kapıyı muhasebe müdürümüz açtı.  Yüzüm ne haldeydi bilemiyorum ama ilk sorusu gözlerini şaşkınlıkla ve biraz da tedirginlikle açarak “Zeynep Hanım iyi misiniz? Neyiniz var?” demek oldu. Sonra beni hızla süzmüş olmalı ki, paçanıza ne oldu, bir şey mi döküldü, iyi misiniz, diye ısrarla sorarken, ben kısaca,  iyiyim, dedim ve kendimi ofisin tuvaletine attım.  Birşey anlatmadan önce biraz sakinleşmem gerekiyordu.


Ceketimi çıkardım, bluzumun kollarını sıvadım ve el bileklerimi akan soğuk suyun altında biraz tuttum.  Sonra yüzümü birkaç defa yıkadım.  Topuz olarak topladığım saçlarımı açtım, saçlarımı da ıslattım ve tekrar topladım.  Aynaya baktığımda rengimin attığı çok belli oluyordu. Pantalonumun paçasını kağıt havlu ile biraz kuruttum.  Allah’tan bugün dışarıda gitmemi gereken bir yer yo,k dedim içimden.  Ofiste yedek giysi bulundurmayı düşünmek için daha iş hayatında çok yeniydim. 


Ellerimin titremenini geçmesini tuvalette biraz bekledim ve odama geçtim. Önce biraz sakinleşmem ve olan biteni bir algılamam gerekiyordu, sonrasında olanları babama anlatacaktım.


Ben odamda ofis görevlimizin getirdiği çayımı yudumlayarak zihnen işlere geri dönebilmek için masamdaki dosyaları karıştırırken ofisimizin kapısı çalındı, sonra bir defa daha.  Ofisin ön bölümdeki muhasebe odasından binada Yöneticimiz olan beyin ve aşağıdaki toplantıya katılan bir başka komşumuzun sesleri geliyordu.  


Beş dakika sonra muhasebe müdürümüz yanıma geldi. “Zeynep Hanım, aşağıda neler olmuş öyle, iyi misiniz,” dedi.  Yöneticimiz ve komşumuz tüm mal sahipleri adına yaşananları anlatmaya ve özür dilemeye gelmişlerdi.  “Mümkünse sizinle de konuşmak istiyorlar,” dedi. Ben de derin bir nefes aldım ve yanlarına gittim.  


O sırada muhasebe müdürümüz yaşanları anlatmak için babamın yanına gitmişti.


Ben iki beyle ile sohbet ederken babam yanımızda geldi.  Yüzündeki ifadeden çok kızgın ama daha da çok, üzgün olduğu belli oluyordu ama Yöneticimiz ile komşumuza hoşgeldiniz dedikten sonra onları sadece dinledi, konu hakkında bir yorum yapmadı, bir şey söylemedi.  


“Zeynep Hanım sakinliğinizi iyi korudunuz,” diyordu Yöneticimiz.  Ters bir şey söylemediğimi ve yapmadığımı biliyordum ama bu defa onlar yaşananları üzüntü ile babama aktarırken sahne gözümün önünde tekrar tekrar canlanıyordu.  Neyi hatalı yapmış olduğumu bilemiyordum.   Babamın ise ağzını bıçak açmıyordu.  


Misafirlerimizi uğurladıktan sanırım iki saat kadar sonra kapı tekrar çaldı.  Genelde bizim ofisimizde odalarımızın kapıları açık olarak çalıştığımız için o günlerde kullandığımız ofisimizinde içinde genelde konuşmalar az da olsa duyulurdu. Yani kapı çaldığında kargo firmasından mı geldiler, yedek parça firmasının temsilcisi mi uğradı,  kimsenin bana bir şey söylemesine gerek olmazdı. Bu defa ise kapı çalmıştı, kapı açılmıştı ama ne bir ses duyuluyordu, ne de kapı tekrar kapanmıştı.  


Herhalde yine aradan bir on dakika gelmiş olmalıydı ki muhasebe müdürümüz yine yanıma geldi.  “Zeynep Hanım,” dedi, “…. Bey geldi.  Birşey söylemeden geldi karşıma oturdu, öylece de oturuyor, sanırım sizden özür dilemek istiyor.”  


Ne yapmak uygun bilmiyordum.  O sırada odamın kapısına gelmiş olan babama baktım. Canı sıkıldığı zamanlarda yaptığı gibi dudaklarını büzüştürdü, durdu, ve kısaca “Sen bilirsin kızım,” dedi.


Odamdan muhasebe odasına doğru koridorda yürürken uzaktaki koltukta, muhtemelen 100,120 kg olan kapı gibi kocaman bir adam başı önüne eğilmiş şekilde oturuyordu.  İlk defa o an kendi fiziksel özelliklerimi fark ettim.  Boyum 158 cm’di ve 52 kiloydum.  Özrünü dinlemek için yanına gitmekte olduğum adam neredeyse iki katımdı.  Bana salladığı yumruk bedenime değmemişti ama yırtarak üzerime savurduğu kağıtların parçalarını saçlarımdan silkelemem gerekmişti.


Babamın zihnime kazınan sözleri vardır.  “Ağabeyin okumayabilir ama sen okumak zorundasın, kimseye muhtaç olmamalısın,” bunlardan biridir.  Baban kendi kırmızı çizgilerini bana çok küçük yaşlarımdan itibaren ısrarla telkin etmişti. Rahmetli Babam Sinan Kocasinan’ı bugün yine şükranla anıyorum.  Galiba bu nefes aldığım sürece devam edecek.  


Benim ya da annemin herhangi bir başarımız da, babamın yüzündeki mutluluğu ömür boyu hatırlayacağım.  O ilk defa o gün fark ettiğim babamın yüzündeki üzüntü ifadesini de. Sevdiğine zarar verilmesinden öte bir üzüntü vardı yüzünde.  Sanırım öncesinde ve sonrasında neden hep güçlü olmam için çalıştığını daha iyi anlamamı sağladı o ifade.


Kadınların korunması, kuvvetlenmesi, ilerlemesi erkeklerin katkıları ve destekleri ile mümkün.   Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türk kadınının güçlenmesi için verdiği özel mücadele ile Türkiye’de ve Dünya’da kadınlar tarihinde muazzam bir fark yaratıyor.


Bunları yazmak aklına nerden geldi derseniz eğer esasında itiraf etmeliyim sabahki telefon konuşmasından sonra değil.  Tweeter’da İstanbul Vali’sinin trafikte yaşanan zorbalık ile ilgili haberini gördükten sonra Arnavutköy çarşısında uğradığımız peynircimizden çıkarken.  


Doğrusu alışverişleri görevlimiz yaptığı ve ben pek uğramadığım için pek de  sohbet etmediğim bu peynircimiz ile konuşurken aslında Fethiye’de yaşadığımı paylaşınca, o da Fethiye’ye çok gittiğinden bahsetti. 


Meğerse Fethiye Spor Kulübünün de başkanlığını yapan bir dostumuzun çocukluk arkadaşıymış.  Fethiye Spor’dan bahsettik biraz.  Fenerbahçe ile oynadığı maça geldi söz. O anda o maçta “Yüce Atatürk” yazısı ile futbolcuların sahada durdukları o kısa sahne gözlerimin önüne geldi. Ne kadar etkilenmiştik.


Devam etti peynircimiz.  “Ben Fenerbahçe ile oynanan maçta da ordaydım, “dedi. “Futbolcuların tshirtlerini kaldırıp Yüce Atatürk yazdıklarında oradaydım.  O anı hiçbir zaman unutmayacağım.”


Bir anda anlayamadığım bir nedenle gözlerimin dolduğunu fark ettim.  Ve garip olan, karşımda duran mahallemizin esnafı peynircimizin de gözleri dolu dolu olmuştu.  


Bir yüce insan işte ufacık bir anı ile bile kalplerimize derinden dokunabiliyordu.

12 Ağustos 2020 Çarşamba

Japonya'ya Teşekkür




Bugün bir teşekkür daha etmek istiyorum. Esasında birkaç kişiye.

Yaşadığımız Pandemi süreci, yüreğimize gelen teşekkürleri söylemenin önemini bana farklı şekilde hatırlatıyor. Geleceğin belirsizliğini biraz daha yoğun olarak hissettiğimiz bu günler, söylemek istediklerimizi söylemeyi, en azından bana, daha çok hatırlatıyor.

Japonya'ya yaptığım seyahatlerin en az iki tanesi Wakayama Lions Kulübü Üyesi, Değerli Türk Dostu Sayın Lion Seiji Mukaiyama'nın Türk-Japon Dostluğu adına düzenlediği konserler nedeniyleydi. 2010 yılında Ooshima Adası'na ve oradaki şehitliğe ziyaretim ise, başka bir nedenle Japonya'da bulunduğum bir gezide, Sayın Mukaiyama'nın daveti ve evsahipliğe ile geçirdiğim bir günde gerçekleşmişti.

Sayın Mukaiyama, Lions MD118 Konseyimiz ve Lions 118R Yönetim Çevremiz ile ortak çalışmaları ile 2010 ve 2011 yıllarıda İstanbul'da ve İzmir'de iki Türk-Japon Dostluk konseri de düzenledi. Bu konserlerin masraflarını karşılamakla kalmadı, Japonya'daki konserlerinde olduğu gibi Türkiye'deki konserlerininde de gelirlerini Türk Lions Ailemize bağışladı. 

Japonya'da 2020 yılının Temmuz ayında düzenlediği ilk Türk-Japon Dostluk konserinin gelirini, üyesi olmaktan onur ve mutluluk duyduğum Muğla Fethiye Lions Kulübümüze bağışlamıştı. Biz de bu bağış ile AKUT Fethiye Ekibi ile ortak bir çalışma yaparak bazı gerekli cihazların teminini sağlamıştık.

Sayın Lion Seiji Mukaiyama, detaylara verdiği önem, titiz çalışma şekli, ince düşünceli yaklaşımı, zerafeti, nezaketi, Türk-Japon dostluğuna inancı, bana ve Türk Lions Ailemize verdiği ve gösterdiği değer ve bunu yaptığı çalışmaların her alanına yansıtması ile bana her zaman ilham veriyor. Kendisi ile Japonya'yı farklı boyutları ile tanırken belki yaşama dair de çok şey öğrendim diyebilirim. Kendisine her zaman müteşekkir olacağım. 

11 Mart 2011 tarihinde Tōhoku bölgesinde yaşanan 9 büyüklüğündeki Büyük Japonya Depreminde, Japonya'nın içme suyu bulma konusunda bir sorun yaşadığını öğrenince, Antalya Lions Kulüplerimizin temin ettiği ve gönderimini organize ettiği içme suyunun Japonya'da dağıtılmasında köprü oldu. 

Bu vesile ile, 2010-2011 döneminde Antalya Lions Kulübü'nün başkanlığını yapan Sayın Lion Feridun Uyar'a ve Antalya Falez Lions Kulübü'nün başkanlığını yapan Sayın Lion Cengiz Halil Candurmaz'a da, tüm emeği geçenler ile birlikte tekrar teşekkür ediyorum. Anlamlı bir çalışma yapmamıza ve bize her zaman destek olan Japonya'ya, belki manevi değeri önemli olan bir katkı sağlama şansı yarattılar. Japon Lions Ailesi de bu değerli destek nedeni ile kendilerine 2011 yılında takdir ve teşekkür belgeleri takdim etmişlerdi.

Tabii tüm bu organizasyonların ve çalışmaların yapılabilmesi için dil bariyerini aşabilmek gerekiyordu. Son on yıldır ara ara devam ederek ve son on ayda da daha sıkı bir program ile öğrenmeye devam etmeye çalışsam da, Japonca gibi bir dili öğrenmek kolay değil. Bu teması kurabilmemiz, on yılı aşkın bir süredir devam eden çalışmaları sürdürebilmemiz, çok değerli bir Türk, Japonya'da öğretim görevlisi olarak bulunan ve yaşayan Sayın Halit Mizrakli sayesinde olabildi. Sayın Mızraklı disiplinli ve özverili yaklaşımı, çalışkanlığı, bilgisi ve tecrübesi ile sadece iletişimde önemli bir köprü olmakla kalmadı, bir çok organizasyonun çok önemli aşamlarını organize ve koordine etti. Kendisine yürekten teşekkür ediyorum. Türk-Japon Dostluğuna, Türk Lions ve Japon Lions Ailelerine katkısı gerçekten çok büyük. 

Ve şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, Japon arkadaşlarım Sayın Halit Mızraklı Kardeşim ile tanıştıklarında, Sayın Mızraklı'nın Japonca'sının kendi Japoncalarınından bile iyi olduğunu söylemişlerdi. Diliyorum bu Değerli Kardeşimin yolu her zaman iyiliklerle açık olur.

Eğer Pandemi süreci yaşanmıyor olsaydı Mayıs ayında Sayın Seiji Mukaiyama'nın üyesi olduğu Wakayama Lions Kulübü'nün 60. Kuruluş Yıl Dönümü kutlamalarına katılmak için Japonya'da olacaktık. Yaşamın bizler için farklı planları varmış. Bununla birlikte, başta Sayın Seiji Mukaiyama ve Sayın Halit Mızraklı olmak üzere, farklı kampanyalar ile Türk Lions Ailemize destek gönderen tüm Japon Lionlara, tüm Japon Lions Yönetim Çevrelerine tekrar yürekten teşekkür ediyorum. Diliyorum ki gösterdikleri dostluk ve dayanışma onları daha da kuvvetlendirsin.

Yürekten sevgilerimle.


5 Ağustos 2020 Çarşamba

Acının Eşiği


Beyrut’a hiç gitmedim.  


Beyrut’u sanırım ilk defa dört, beş yaşlarındayken kısa bir tatilden döndüklerinde annem ve babamdan dinlemiştim.  İkisi de hayran olarak dönmüşlerdi.  


İsmini doğru hatırlamıyor olabilirim ama sanırım Casino du Liban’da seyrettikleri bir showdan bahsetmişlerdi. Sahnede uçaklar ve filler olduğundan. 


Sonra, bundan çok kısa bir süre sonra, iç savaş başlayıp Beyrut zarar görmeye, adeta yıkılmaya başladığında her ikisinin de bu şehir için üzüldüğüne şahit olmuştum.  Uzun yıllar süren savaş ile ilgili neredeyse her haberde annemin içinin sızladığını fark etmiştim.   


Çok güzel bir şehirdi, diye tekrar ederdi.  Annem Beyrut’tan sonra Paris’e gittiğinde, Paris’in farklı göründüğünü, mesela Beyrut’taki Dior mağazasının vitrinin Paris’tekinden mukayese kabul etmeyecek kadar güzel ve etkileyici düzenlenmiş olduğunu gibi detayları da anlatırdı.


2019 yılının Mart ayında Lions Kulüpleri Birliğimizin Akdeniz Konferansı Beyrut’ta yapılmıştı ve esasında benim gitmem gerekiyordu. Hatta, o dönemde Lions’un bir uluslararası yarışmasında Liderlik alanında New Voice, Yeni Ses olarak seçildiğim için Uluslararası Başkanımızın da orada beni takdim etmek için katılmamı rica ettiğini de iletmişlerdi ama mümkün olmadı.   


Şimdi dünden beri gelen haberler ile Beyrut’un yaşadığı ve muhtemelen henüz tam boyutunu idrak edemediğimiz liman patlamasının, bu şehre, Lübnan’a ve insanlarına neler yaşatacağını da tahmin etmemiz mümkün değil.


Haberi televizyonda görür görmez, bilgisayarımın başına geçtim ve Lübnanlı arkadaşlarımın sosyal medya paylaşımlarına baktım.  Sayfalarında bir haber olmadığını görünce bu defa kendilerine özel mesaj yazdım.  Yanıtları gelmeye başladıkça rahatlarken Beyrut’ta yaşananın boyutları ortaya çıkmaya başlıyordu.  


İlerleyen saatlerde akmaya başlayan görüntülerin çoğuna bakamadım.  Birkaç tanesinden sonra Beyrut ile ilgili videoları seyretmeye gönlüm elvermedi.  Yerli, yabancı haber kanallarından akan haberler pek umutlu görünmüyordu. 


Görmediğim bu şehir ve insanları için yüreğim sızlamaya, ya da daha doğrusu, sanki göğsümün ortasına bir taş konulmuş ve bastırılıyormuş gibi değişik bir baskı hissi gelmeye başladı üzerime.  Özellikle annemin çocukluluğumda duyduğum sözleri geldi kulağıma. Ve annem dün de haberleri seyrederken benzer şeyler söylüyordu.


Twitter’da akan haberleri görmezden gelmeye çalışırken gözüme Sayın Elfin Tataroğlu’nun kısa paylaşımı takıldı.  Belki de bu söz yüreğimde tanımadığım bu şehir için hissettiğim ağırlığın nedenini anlatıyordu:


“Kentlerin bir acı eşiği olsa Beyrut bunu çoktan aşmış olurdu. Bu kadar acı yeter…”



Başsağlığı, kuvvet ve sabır diliyorum Lübnan’a ve Beyrut’a.  Huzur dolu güzel günlere ulaşacak gücü bulabilmeleri dileğiyle.

3 Ağustos 2020 Pazartesi

"Şimdi Sensiz Nasıl Yapacağım..." Ya Da Devam Etmemizi Ne Sağlıyor?

İlkokuldayken beni öğrenmeye iten, öğrenmeyi sevdiren neydi bilmiyorum ama 1990 yılında karma eğitime geçen ve adı Üsküdar Amerikan Lisesi olan okulum Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde, öğretmenlerimiz kadar sınıf arkadaşlarımın öğrenme isteğinin beni de kendimi geliştirmek için isteklendirdiğinin farkındayım.

Büyüdüğümüz ortamın ve bu ortamdaki bizi besleyen yapıcı rekabet ve yoldaşlığın gelişimimize etkilerini daha iyi anlamak istiyorum.

Esasında pandemiden bir süre önce sporcuların hayatları ile ilgili yapmaya başladığım bir çalışma ile, koçlarının da bakış açısı ve yaklaşımlarıyla şekillenen kendini geliştirme adanmışlığını inceliyorum.  Sakatlıklarla birlikte ve sakatlıklara rağmen devam etmelerini sağlayan etkenleri.  Ve, olumlu örneklerin buna etkisini. 

Yakınımızdaki örnekler,  tarihteki örnekler, bizim de yapabileceğimize inandıran örnekler.  Zorlukların aşılabileceğine inanmamızı sağlayan, zorlukları aşmak için gayret etmemizi sağlayan örnekler.

Neler ve kimler bize destek veriyor?  

Çok geniş bir konu.  Sonucu nereye varır bilmiyorum ama bunu araştırıyor olmanın beni geliştirdiği kesin. 

Çocukluğumda ya da gençlik yıllarımda sporun hiçbir dalı ile mesela amatör lisanslı olacak kadar ilgilenmedim.  İlk spor lisansımı kırklı yaşlarımda karate öğrenirken aldım.  

O nedenle, bedenimin sınırlarını ya da beynimin bedenime hükmetmesinin sınırlarını yeni yeni tanıyorum. Antremanda bir adım daha atacak halim kalmadığını düşündüğümde en az yirmi tekme daha atabildiğimi, gücüm sıfırlandı dediğimde elli şınav ve elli mekik çekebildiğimi, antreman sonrası şimdi arabamı kullanıp nasıl eve gideceğim dediğimde ve bir şekilde güç toplayıp eve vardığında nasıl iyi hissettiğime hayret ettiğim karate antremanlarım ile deneyimlemeye başladım.  Bu üç, beş yıllık yeni bir bilgi benim için ve bunu öğrenmek konusunda yolun başındayım.

Ya da dayanılmaz görünen kas ağrılarım bir sonraki karate antremanına kadar geçtiğinde antrenmana giderken duyduğum mutluluk belki sporcuların hissettiklerinin neler olabileceğini en azından hayal edebilmemi sağlıyor.  Araştırmaya çalıştığım konu ile biraz da olsa bağlantı kurmamı kolaylaştırıyor.

Bu anlamda Karate’ye, ve beni karate ile bir anlamda tanıştıran önce kuzenim Erdoğan Aydın’a ve tabii ki yönlendirdiği Değerli Hocam Sayın Ömer Habeş’e çok teşekkürler.  

İkisi de, kırk yaşına kadar spor salonunda spor yapmak dışında düzenli bir spor yapmamışsın, bu yaşta karate mi öğrenilir demediler.  İstiyorsan neden olmasın, dediler, teşvik ettiler, yüreklendirdiler.  Ve Sayın Ömer Habeş Hocam, yıllar içinde, hoşgörüsü ve biliyorum ki beni teşvik etmek arzusu ile kahverengi kuşağımı takdim ettiğinde sporun neden her insanın yaşamında mutlaka olması gerektiğini, belki biraz geç olsa da anlamaya başladığı hissettim.  



Bilmediğimiz bir tadı almak ve sonrasında onu canımızın çekmesi gibi, bir şeylerin yoksunluğunu ancak tadını biliyorsak hissedebiliyoruz.  Özleyebilmek için sevebilmek, isteyebilmek için tanımak, arayabilmek için varlığını bilebilmek gerekiyor.

Esasında babamın tenis ve güreş ile uzun süre ilgilendiğini ve her ikisini de omuzundan sakatlanınca bıraktığını, rahmetli Yusuf İzzettin dedemin ve Mahmure Babaannemin kayak yaptıklarını biliyorum. Ve tabii ki yaşadıkları dönem nedeni ile iki dedemin ve babamın da ata iyi bindiklerini de biliyorum.  Benim ise çocukluk ilgi alanlarım kitap, yazı, matematik, müzik oldu. Kimbilir belki sonraki yıllarda yaşamımı oldukça etkileyecek olan vertigonun kaynağı olan kulağımdaki hassasiyet nedeniyle spor konusunda daha çekimser kaldım. Genelde.  

Rollerblade’i çok sevmeme rağmen ne paten kayarken, ne kayak öğrenirken rahat edememiştim. Koşu takımındayken ayak bileklerim sakatlanmış ve sonra tenis oynarken bir lifimi koparınca ve iyileştikten sonra arka arkaya iki bileğimde de incinmeler devam edince, fizik tedaviler faydalı olmuş olsa da, bir daha tenis de oynamak içimden pek gelmemişti.   Herhalde yüzmenin hayatım boyunca bazen kışları da devam eden şekilde yaptığım tek kesintisiz spor ve hareket olduğunu söyleyebilirim.

Bunu söylerken Karate öğrenmeye başladığım günler aklıma geliyor.  Vertigo ilaçlarımı neredeyse alınabilecek en yüksek dozlarda alırken, yani başımın çok kötü döndüğü ve yaşamımı alt üst ettiği bir dönemin ilaçlarla normalleşmeye başladığı bir dönemde başlamıştım Karate’ye.  Yapma derler diye kimseye söylemek istememiştim.  O nedenle, doktor da olan kuzenim Erdoğan dışında Karete’ye başladığımı neredeyse kimse uzun süre bilmemişti.

Sporcuların hayatını araştırırken daha çok farkettiğim şeylerden biri, çevresinde benzer bir sporcu olmadığı halde başarılı olabilenler olsa da,  aynı koç ile aynı ortamda çalışan genç sporcuların gruplar halinde daha çok başarılı olabildiklerini görüyoruz.  Bir salondan, bir Kulüpten birçok yıldız sporcu çıkması gibi.

Bazen de, bir ülkede, daha önce çok ilgi görmeyen bir sporda başarılı bir kaç sporcu çıkmasından sonra o sporun o ülkenin gençleri arasında nasıl kalıcı olarak popüler olabildiğini ve hatta o ülkenin o spor dalında dünyada bir merkez haline gelebildiğini görebiliyoruz. Birkaç sporcunun yarattığı enerji muazzam bir yol açabiliyor.

Bunları koçların başarısına bağlamak mümkün. Ve tabii ki sporcuların yaptıkları spordan keyif almaları, yapmayı istemeleri gerekiyor.  Yetenek belki işin olmazsa olmazı ve o yeteneğini birilerinin de keşfetmiş olması gerekiyor ama yetenek yapılan şeye duyulan ilgi, istek ve sevgi ile yerini buluyor.  İyi yaptığımız şeyi sevme eğilimimiz var; bununla birlikte, yetenek başarıyı garantilemiyor.

İlgi alanımızı benzer hisseden insanlar ile paylaşmak bizi teşvik ediyor.  Ben de Karate dojomuzda bunun tadını biraz aldım diyebilirim.  Mesela resim yapanlar da resim atölyelerinde bunu hissedeler aslında.  Kalabalık bir resim atölyesinde kısıtlı bir çalışma alanında başkaları ile birlikte çalışmak kendi atölyemizde çok daha geniş bir mekanda tek başımıza rahat rahat çalışmaktan daha verimli ve başarılı olabiliyor.  Ben tek başıma resim yapmayı da çok severim ama sporda olduğu gibi resim yaparken de etkileşim, örnekleme, ilham alabilmek bizi teşvik ediyor, geliştiriyor, verimliliğimizi artırabiliyor.

Sporcuların yaşamlarını incelerken, yeteneklerini keşfedenlerin, koçların, onları doğru koçlar ile buluşturanların büyük katkıları var.  Bununla birlikte, Türkiye’de daha az örnek bulabilmekle birlikte, yabancı sporcular ile yapılan röportajlarda, basın toplantılarındaki konuşmalarında, sporcuların, beraber çalıştıkları arkadaşlarından nasıl ilham aldıklarını ve yapıcı bir rekabet ortamı sağlandıysa, kendilerini geliştirmeye ve çalışmaya nasıl motive olabildiklerini görebiliyoruz.

Bugün beni bu konuda bir şeyler yazmaya iten şey aslında Twitter’da karşıma çıkan kısacık bir video oldu.  Tüm bunları hatırlatan ve düşündüren.  Bir sporcu başka bir sporcuya sarılıp ağlıyordu.  



Aslında yıllardır takip ettiğim bu iki sporcu altı yıl gibi bir süre aynı koç ile çalışan, dünya şampiyonaları ve olimpiyatlarda birincilik mücadelesinde birbirlerine önemli rakip olan iki sporcuydu.  

Videoda, olimpiyat şampiyonu olan sporcu aynı olimpiyatlarda üçüncü olan sporcuya sarılıp ağlıyordu.   Nedeni ise beni de şaşırtmıştı.  

İkinci olimpiyat altın madalyasını biraz önce almış ve dalında 66 yıldır yakalanamamış olan büyük bir başarıyı elde etmiş olan sporcu, az önce yıllardır aynı koç ile birlikte antreman yaptığı arkadaşının sporu bırakma kararı aldığını öğrenmişti.  

Videoda göz yaşları içindeki iki olimpiyat altın madalyalı şampiyonun kısık sesle söylediği şu sözler duyuluyordu:  “Şimdi sensiz nasıl yapacağım…” 

Beni etkileyen bir şey de, yıllarca müsabakalarda, farklı ülkelerden oldukları için ülkelerini de en iyi şekilde temsile etmek için, güçlerini sonuna kadar kullanarak azimle mücadele eden, Türkçe’de ezeli rekabet dediğimiz bir kazanma ve başarma arzusu ile yarışan bu iki sporcunun, onca yıl müsabaka dışında dost olabilmeleri ve dostluklarını bu baskı altında bile koruyabilmiş olmalarıydı.  

Dünya şampiyonu ünvanını birkaç kez birbirlerinden alıp verdiklerine şahit olmuştum.  Her ikisinin yüzünde de şampiyonluğu kaybetmiş olmaktan duydukları büyük üzüntüyü ama mesela madalya seramonisinde arkadaşlarının şampiyon olmasından gerçekten mutlu olabildiklerini, kalpten gelen bir samimiyet ve sevinç ile kutlayabildiklerine şahit olmuştum.  Aynı yolu seçen insanların dayanışmasının ve yoldaşlığının güzelliğini görmemi de sağlamışlardı doğrusu. 

Düşünmeden edemiyorum. Gerçek bir şampiyon olmak kazanırken olduğu kadar kaybederken de yaptıklarımızla belli oluyordu galiba.

Ve, sağlıklı bir rekabet, bizi sevgi ve başarı ile ileri götürebilen çok yapıcı, adeta sihirli bir güç olabiliyordu.


Bu konuda yazılacak çok şey var.  Biraz daha araştırmam, biraz daha bilgi toplamam gerekiyor.

Sadece, 
bugün için söylemek istediğim, 
yürüdüğümüz yolda, 
her nereye gitmek istiyorsak,  
ilham alabileceğimiz,
sevgi dolu yoldaşlarımız çok olsun.

1 Ağustos 2020 Cumartesi

Güzelsin İstanbul

Güzelsin İstanbul,

Yine de,  

Fethiye’yi hatırlattığın anların ile daha çok mu seviyorum seni,

Denizdeki özel bir ışıltı, 

Geçen balıkçı motorunun sesi,

Gün batımının Fethiye’de bizi başka bir dünyaya götüren renkleri,


Boğazın diğer yakasında, gün biterken alev alev bir kızıllıkla yanıp sönen camlar belki sana özgü ama,


Nadir gelen sessizlikte hissedilen hafif tuzlu serinlik, sakin sabahlarda senden çok Fethiye diyor bana,


Deniz seninle yanıbaşımdayken artık uzak geliyor,

Sahilde yürürken mesela, parmaklarımı o tuzlu suyun içinde dört mevsim gezdirebilmeyi çekiyor canım,

Fethiye’de yakın arkadaşken biz

İstanbul’da deniz, daha çok, seyret beni diyor,

Seyretmek mutlu etmiyor diyemem ama sanki canım tatmak da istiyor,


İstanbul birçok lezzeti için

Yüzyıllarca yoğrulduğu binler, milyonlarla 


Uzaktan gelen bir kilise çanı,  


Nisan ayında erguvan pembeliği,


Kapalıçarşı’nın tenha koridorlarında zamanın içine bir yolculuk,

Biraz kuyumcu vitrini, biraz kahve molası,


Sana özgü bir zamansızlık hissi veriyor,


Anılar sensiz olmuyor mesela,


Ayasoyfa’nın bir köşesinde, bir taşın üzerine oturmuş,

minik bir deftere, 

sırt çantamdan çıkardığım küçük sulu boya takımımın renklerine

minik su şişeme batırarak ıslattığım fırçam ile 

resim yaptığımı hatırlıyorum,

İyi ki yapmışım o gün diyorum,

Yanımdan geçen turistlerin gözucuyla defterime kimilerinin kaçamak kimilerinin uzun uzun bakışlarını sanki tekrar görüyorum,

Kimileriyle bakışlarımız kesiştiğinde karşılıklı tebessümlerimiz konuşmuş gibi doyuruyor,


Süleymaniye’ye ilerlerken önce Sinan’ın minik türbesinin yanından geçmek mesela, ve Sinan’ın aklından geçenlerin hayalini kurmak seninleyken mümkün oluyor sanki İstanbul,


Anılar sensiz olmuyor,

Olmadık bir anda bir lokantanın görüntüsü geliveriyor insanın aklına,

Mesela bir lokantanın duvarları,

Mesela Pandelli ya da Rejans,

Ya da Konyalı’nın talaş böreği mesela,

Topkapı Sarayı’daki lokantasında yenilen değil, Eminönü’ndeki dükkanında,


Mesela, mesela kışın ailecek Fatih’e boza içmeye gidişler,

Sarı leblebi,


Ya da bozacıların sokaktaki sesleri,

İleride bir gün kimsenin hatırlamayacağı,


Güzelsin İstanbul,

Dünya ile buluştuğum şehirsin,

Dolmabahçe Sarayı’nın manzarası ile büyüttün beni, 

Kışın Dolmabahçe’deki ağaçlar yapraklarını döktüğünde, sarayın bazı camlarından denizi görebildiğime seninle şaşırdım,


Artık yeter desem de,

Artık o kadar sevmiyorum desem de,

Dönüp dolaşıp yoluma çıkıyorsun İstanbul,


Ben bana yabancı geliyorsun diyorum,

Sen hatırla beni kız diyorsun,


Ben isteyenlere bırakayım seni diyorum,


Sen yeniden tanı beni diyorsun...


21 Temmuz 2020 Salı

Daha Büyük İstek, Daha Büyük İnanç ve Daha Çok Emek Vererek...

Bugün iki şey karşıma çıktı.

Biri bir kadın cinayeti haberi.  Derinden üzen bir haber. Merhum Pınar Gültekin'e Tanrı'dan rahmet diliyorum.

Diğeri sekiz yıl öncesinden, İstanbul'dan metroda çekilmiş, bir sivil toplum kuruluşunda görev yaptığımız ağabeylerimin, benim çektiğim ve sosyal medyada paylaştığım, bir toplu fotoğrafları.

Şunlar geçti aklımdan.

...

Bazen bazı buluşmalar, bazı sohbetleri dinleyebilmek yaşamımızda öncesinde hayal edemediğimiz yeni kapılar açar.  

Bu fotoğraf bir çok an ve anıyı hatırlattı, öncesinde ve sonrasında yaşanan.
Doğduğum günden beri, bir kız çocuğu olarak, genç kız olarak, genç bir insan olarak, çok insan destekledi beni. 


Çok insan çok şey öğretti, yol gösterdi, yol açtı. 

Ve yol bazen buna rağmen zordu. 

O zaman düşünmeden edemiyorum,


bu şanslara sahip olmayan kız çocuklarına, genç kızlara, kadınlara,

destek olmak, fırsat yaratmak, korumak, kendilerini korumalarına destek vermek için çalışmaya,

daha büyük istek, daha büyük inanç ve daha çok emek vererek devam etmek gerekiyor...

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Biraz Yemek, Biraz Ter, Biraz Toz, Biraz Mutluluk




Bugün bir süredir yapmadığım kadar çok yemek yaptım.  Kahvaltı etmeden başladığım yeni günde yapacağım yemekleri tamamlarken, aç karnına yaptığım yemeklerin daha mi iyi olduğu gibi bir düşünce geçti aklımdan.  Açken yaptığım yemeklere acaba daha çok mu özeniyordum?

Sonra aklım başka bir konuya ve zamana gitti. Biraz ilgili, biraz ilgisiz.

1992 yılında, işe başladığım ilk ay, birlikte çalışmaya başladığım babam bana işe dair çok şey anlatmıştı. Mühendislik konularından ziyade genel düzene, işleyişe dair bir çok detayı ardı ardına paylaşıyordu.  

Bu kadar çok bilgiyi esasında nasıl bu kadar hızlı öğrenebileceğimi varsaymış olabilir, bunu şimdi biraz garipsiyorum ama devamlı paylaşıyordu.  Yıllar içerisinde, bir insanın yapabileceklerimize inanması ve güvenmesinin ne kadar sihirli bir duygu olduğunu babamla çalışarak, bir kere daha, öğrenecektim.   Yapabileceğimize inanılması sanki yapabilmemizi mümkün kılıyordu.

Bir kere daha diyorum, çünkü şanslı bir çocuk olarak okuduğum devlet ilkokulundan, özel ortaokul ve liseye, karşılaştığım neredeyse tüm öğretmenler, kurumlar, hayatıma dokunan neredeyse herkes beni desteklemek, öğretmek, geliştirmek, yaşam yolumu açmak için çalışmışlar, ya da en azından bana böyle hissettirmeyi başarmışlardı.

İşe başladığım o günlerde Amerika’dan yeni dönmüş bir mühendis olarak, doğrusu ben de işten ve öğrenmekten korkmuyordum.  Okuduğum üniversite bizi çok çalışmaya alıştırmıştı.  Üsküdar Amerika Kız Lisesi’ndeki yıllarımız da öğrenci olmayı önemsediğimiz ve bunu gereğini yerine getirmeyi ciddiye aldığımız yıllardı. Öğrenmeyi sevmek öğretilmişti bize ve bunu biz de severek kabul etmiştik.

Sonrasındaki Amerika’daki üniversite ortamı bunu desteklemiş ve bir yandan da bizden beklenenler açısından, biraz da bir üniversite ortamı olması nedeni ile, hatta çıtayı oldukça yükseltmişti.  

Genelde lise eğitimi bizim Türkiye’deki lise müfredatımıza göre daha kolay olan Amerikalı öğrencilerin bir çoğu, ilk defa sıkı bir okul ortamı ile üniversitede karşılaşıyorlar ve taze bir heves ile çok başarılı şekilde çalışıyorlardı.  Üniversiteler de bunu teşvik ediyor ve destekliyorlardı. Amerika’da belki binlerce üniversite olduğu için genelleme yapmak doğru olmayabilir ama gözlemleyebildiğim üniversite ortamı bunu hissettiriyordu.

Ne diyordum, 1992 yılında, çalışmaya başladığım bu ilk haftalardan birinde, bir şantiyeye gitmek için İstanbul’dan Adıyaman’a yaptığımız bir uzun yolcukta, babam şantiyelerdeki günlük düzenden bahsetmişti biraz.   Kurallarından bir tanesi enteresan gelmişti.  Sonraki yıllarda kimi şantiye şeflerimizin uymak için özen göstermeyi ihmal ettiklerine de şahit olduğum bir kural.

“Şantiyede öncelikle arazide çalışan personelimiz yemek yer,” demişti. “Önce operatörler, yağcılar, sonrasında atölye personeli.  En son mühendisler ve şantiye şefi yemek yer,” demişti.  Türkiye’de bir çok çalışma ortamında ya da sosyal ortamda, üst konumda olanlara ekstra bir ihtimam gösterilmesi gibi bir alışkanlık vardır.   Ama babamın anlattığı bu sistemde, esasında bir anlamda bir aile olan bir şantiyede, idarecilerin fiziksel olarak daha zorlu şartlarda çalışan personelinin ihtiyaçlarının farkında olmaları gerektiğine, sorumluluğumuzda olan insanları korumak gerektiğine dair önemli bir mesaj vardı.  “Tüm personelinin doyduğundan emin olmadan yemek yememelisin,” demişti babam.  

İşe başladığım o ilk haftalarda belki daha önce dikkat etmediğim şeyleri fark ediyordum.

Sonra bir şey daha eklemişti babam. 

Tabii bugünlerin şartları ile benim işe başladığım 28 yıl öncesinin şartları farklı. Babamın 1951, 52 yıllarında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden inşaat yüksek mühendisi olarak mezun olup çalışmaya başladığı yıllardan da farklı.  Şimdi düşünüyorum da, ben 1992 yılında babamla birlkte çalışmaya başladığımda, kırk yıllık bir mühendis ile çalışmaya başlamıştım.  Bu arada, gerçekten rahmetli babama, eskiden daha çok olsa da hala, biraz kızıyorum.  Tamam o günlerin şartları ile vakit bulamadığınızı biliyorum ama yine de, neden anılarınızı kısa kısa da olsa yazmadınız Babacığım? 

Babam, İstanbul’la Adıyaman arasında, araba ile yaptığımız o uzun yolculuk sırasında, şantiye düzeni ile bilgileri anlatırken işte bir şey daha paylaşmıştı.
  
Bir yol ya da baraj inşaatında arazide çalışırken öğle yemeği için ya da işin bitiminde şantiyeye dönecekleri zaman operatörler gibi iş makinesi personelinin şantiyeye dönüşlerindeki şartlarına dikkat etmemi hatırlatmıştı.    “Personelinin arazide ya da makinenin içinde ne kadar çok terleyebileceklerinin, yorulabileceklerinin farkında ol.  Duş alabilmeleri önemli, terlilerse rüzgarda kalmamaları önemli.”  

Babamın, benim şantiyeleri ancak ve çoğunlukla çocukken yaz tatillerdeki ziyaretlerimde ve müteahhit Sinan Kocasinan’ın kızı olarak gördüğümü bilerek, ve anlattıkları gibi detayların pek de farkında olmayabileceğimi haklı olarak tahmin ederek, belki de çok bariz olması gereken bu şeyleri hatırlatmaya ihtiyaç duyduğu belli oluyordu.   

Babam, kendisinin aktif olarak arazide çalıştığı yıllarda araziyeden şantiyeye bazen şantiye araçlarının kasa bölümlerinde döndüğünü anlatmıştı.  Araçta, arazide çalışan iş arkadaşlarına, çalışanlarına yer açmak için gerektiğinde aracın açık bölümüne, ya da kamyonetin kasasına bindiğinden bahsetmişti.  “İş makinesinin içinde çalışan personelini koruman gerekir, saatlerce sıcak bir operatör kabininde çalıştıklarını hatırla,” demişti.   

Onun dediklerini hatırladıkça aklımdan çok şey geçiyor. Bu pandemi günlerinde onun bana anlattıklarını, bana işaret ettiklerini sanki daha çok hatırlıyorum. Mühendis olmayı çok seven ve sağlığının müsaade etmediği son birkaç ayına kadar hayatını çalışarak geçiren bu adama zamanında Türkiye’nin en iyi şantiye şefi diye boşuna dememişlerdi galiba.  



Ve bunları düşünürken, gözümün önüne, babamın, gençlik yıllarından, şantiyelerde, arazide ekipleri ile, çoğunluğunda arazide ayakta, bir şeyler anlatırken, kontrol ederken, yaptığı işe kapılmış olduğu görüntüler geliyor.  Neredeyse tamamı siyah beyaz ve biraz da silikleşmiş fotoğraflardan bugüne gelen görüntürler.

1950’li, 1960’lı yıllardan ya da 1970’li yılların başlarından olan bu fotoğrafları kimler çekmişti acaba?


Ve şimdi, babamın anlattıkları ile gelen düşünceler aklımdan geçerken, o karelerdeki sanki otuzlu yaşlarında görünen Sinan’lardan biri, yeşil, sarı ve kahverengi kareli olduğunu hayal ettiğim gömleği ve muhtemelen koyu haki ya da kahverengi olduğunu düşündüğüm pantolonu ile, o fotoğraf karesinde ayakta durduğu yerden hızla yürüyerek biraz ileride bekleyen kamyonetin kasasına atlıyor.

Sırtını kamyonetin kabinine doğru dayarken, cebinden çıkardığı, ömür boyu cebinden eksik etmediği kumaş mendillerinden biri ile yüzündeki ve boynundaki teri biraz siliyor.  Araç hareket edince, şantiyeye doğru yol almaya başlayan aracın geçtiği şantiye yolundan yükselen tozun içinde ilerlerken, mühendis Sinan çalışma masasına döner dönmez yapması gereken hesaplamaları ya da çizimlerdeki düzeltmeleri kafasının içinde yapmaya başlamış, açık mavi renkli gözlerini koruyan güneş gözlüklerinin arkasından, muhtemelen artık ezberine kazınmış olan araziden çok, zihnindeki sayıları, formülleri ve proje paftalarını gördüğü bir manzaraya bakıyor.

Hem arazi çalışmasını, hem de mühendisliğin hesap dünyasını çok seven Sinan bugün benim zihnimde o kare içinde yaşıyor.  Biraz yorgun ama mutlu görünen yüzünde, çok sevdiği bir şeyi yapıyor olmanın ve o gün iyi çalıştıklarını hissettiren ve muhtemelen güneş gözlüklerinin ardında gözlerinin kenarlarını kırıştıran hafif bir gülümsemeyle bakıyor.

Pandemi günleri bana çok şey öğretiyor.

Ve bugünlerde babamın sesi nedense çok daha iyi duyuluyor.


Saat Çalınca

İş için seyahat etmesi gereken birçok kişi gibi benim için de, sabahları erken saatte çalan saat ya da telefon zili, kimi zaman belki ayakta geçecek 24 saatlik bir iş gününün başladığı anlamına geliyordu.

Özellikle günü birlik yapılan iş gezilerinde, gün, genelde saat sabah 6.00 civarında kalkan bir uçak ile başlardı.  Bu da benim için Fethiye ya da İstanbul’da oluşuma göre değişmek üzere, genelde iki ya da ikibuçuk saat önce evden yola çıkmak ve ikibuçuk üç saat önce kalkmak anlamına geliyordu.


Saat sabah üç buçuk, dört arası başlayan gün, mesai başlamadan önce gideceğim yere yetişmek ve yine genelde mesai bitiminde de yapılması gereken işler ya da görüşmeler olabildiği için, gece yarısı ya da geceyarısını geçtikten sonra, yerine göre son uçakla geri dönerek günü tamamlamak anlamına geliyordu.  Eve döndükten sonra ancak bir gün önce evden çıktığım saate kadar uyuyabildiğim çok oldu.  Dört, beş saat uykudan sonra yeni gün başlıyordu.


Belki on yılı aşkın süre bunu çok yaptım.  Bunu haftada iki, üç defa yapmanın olağan tempom olduğu zamanlar oldu. Bir gün şehir dışına git geli, bir gün ofiste çalış, diğer gün ve ertesi gün tekrar git gel, sonraki gün ofiste ol, bazen haftasonu da çalış ve şehir dışına git gel.



Seyahat etmeyi genelde çok sevdim. Bunu zaman zaman paylaşıyorum. O nedenle, çok uzun yıllar bu yolculukları esasında keyifle, yaşamın normali olarak kabul ederek yaptım.  Sonrasında İstanbul’dan Fethiye’ye taşındıktan sonra, iş programımı bir de Fethiye denklemi ile çözmek gerekince, Dalaman Havalimanı sadece geziler için değil gündelik yaşam için hayatımın parçası oldu. Yolcuklar biraz daha uzadı ve uçaklarda geçirdiğim saatler daha da artmaya başladı.


Genelde uçaklarda evimde gibi rahat ettim.  En güzel kitap okuduğum, en zorlu metinleri çalışabildiğim, ve bir anlamda rahatsız edilmediğimiz kesintisiz bir odaklanma zamanı verdiği için, bazı zorlu çalışmalarımı yapabildiğim yer oldu. 


Uçağın kimi zaman bebek ağlamaları, kimi zaman yüksek sesle yapılan sohbetler, anonslar ve kulaklık kullanmadığımızda uçağın tipine göre oldukça rahatsız edici olabilen uğultusu odaklamama hiçbir zaman engel olmadı.  Koridor kenarında bir koltukta oturmayı başarmışsam, ve sanırım hayatım boyunca yaptığım yolculukların belki sadece yüzde üç, beşi mecburen başka bir koltukta olmuştur, keyifle ve rahatlıkla uçakta çalışabildim. 


Ne servis, ne de koridorda geçen yolcuklar, aslında rahatsızlık vermelerine rağmen engelleyecek kadar rahatsız etmedi beni.  Genelde D koltuklarını ya da koridorların sağ tarafını tercih ettiğim için, özellikle sol kolum ve omzum koridordan geçen hostes ya da yolcuların çarpmaları ya da taşıdıkları eşya ya da çantalarını vurmaları ile zaman zaman morarmış olsa da, bu da koridor kenarı seven yolcuların katlanması gereken gülün dilkeniydi ne de olsa.


Sabah yolculuklarından eskisi gibi hoşlanmamaya ne zaman başladığımdan tam emin değilim ama 2010 yılının Mart ayında, o yıl birkaç eğitim nedeniyle neredeyse birkaç haftada bir yaptığım Londra yolcukluklarından birinden bir gün önce, yaşadığım ilk vertigo atağı ile kendimi İstanbul Amerikan Hastanesi’nin acilinde bulmam ile başlamış olabilir.


2010 yılının Mart ayına gelinceye kadar 2010 yılının ilk ikibuçuk ayında kırkı aşkın uçuş yapmış olduğumu fark etmiştim.  Bunu merak edip hesaplandığımdan değil, Acil Servis’teki doktor sorduğu için, düşününce fark etmiştim.  Hatırladığım kadarı ile acile yattığım günden önceki sekiz günden altısında uçak yolculuğu yapmıştım. Kimilerinde, aktarmaları ile günde dört defa uçağa binerek.  “Bunu azaltmanız gerekiyor,” demişti doktor.  “Yavaşlamanız,” gerekiyor.


Sonrasında, o günden beş yıl sonra vertigo biraz sık olarak karşıma çıkmaya başlayınca, günübirlik yolculuklarımı, mümkün ise gittiğim yerde bir gece konaklayarak yapmamı önermeye başladılar. “Aynı gün gidip dönmeyin mümkünse,” diye rica etti doktorlarımdan biri.   


Eve dönmek için acele etmek yerine, yolda olma hali ile daha çok barışmam gerekiyordu. Ve mesela Kanada ya da Japonya gibi uzun mesafeli yolculuklarımda, aynı zamanda öncesinde ve sonrasında eskiye göre farklı bir programlama yapmak gerekecekti.


Kırkbeş yaşımdan sonra uçaklarla olan yaşamımı ve çalışma programımı değiştirmem gerekmişti.  


Ve bu da, sabahın erken saatlerinde, genelde gün ağarmadan önce çalan alarm sesini artık çok az duyduğum anlamına geliyordu.



2020 yılının bu sabahında telefonumun alarmı saat 04.30’da çaldığında hızla giyinip bindiğim takside havalimanına giderken aklıma tüm bu düşünceler geliyordu.