İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Biraz Yemek, Biraz Ter, Biraz Toz, Biraz Mutluluk




Bugün bir süredir yapmadığım kadar çok yemek yaptım.  Kahvaltı etmeden başladığım yeni günde yapacağım yemekleri tamamlarken, aç karnına yaptığım yemeklerin daha mi iyi olduğu gibi bir düşünce geçti aklımdan.  Açken yaptığım yemeklere acaba daha çok mu özeniyordum?

Sonra aklım başka bir konuya ve zamana gitti. Biraz ilgili, biraz ilgisiz.

1992 yılında, işe başladığım ilk ay, birlikte çalışmaya başladığım babam bana işe dair çok şey anlatmıştı. Mühendislik konularından ziyade genel düzene, işleyişe dair bir çok detayı ardı ardına paylaşıyordu.  

Bu kadar çok bilgiyi esasında nasıl bu kadar hızlı öğrenebileceğimi varsaymış olabilir, bunu şimdi biraz garipsiyorum ama devamlı paylaşıyordu.  Yıllar içerisinde, bir insanın yapabileceklerimize inanması ve güvenmesinin ne kadar sihirli bir duygu olduğunu babamla çalışarak, bir kere daha, öğrenecektim.   Yapabileceğimize inanılması sanki yapabilmemizi mümkün kılıyordu.

Bir kere daha diyorum, çünkü şanslı bir çocuk olarak okuduğum devlet ilkokulundan, özel ortaokul ve liseye, karşılaştığım neredeyse tüm öğretmenler, kurumlar, hayatıma dokunan neredeyse herkes beni desteklemek, öğretmek, geliştirmek, yaşam yolumu açmak için çalışmışlar, ya da en azından bana böyle hissettirmeyi başarmışlardı.

İşe başladığım o günlerde Amerika’dan yeni dönmüş bir mühendis olarak, doğrusu ben de işten ve öğrenmekten korkmuyordum.  Okuduğum üniversite bizi çok çalışmaya alıştırmıştı.  Üsküdar Amerika Kız Lisesi’ndeki yıllarımız da öğrenci olmayı önemsediğimiz ve bunu gereğini yerine getirmeyi ciddiye aldığımız yıllardı. Öğrenmeyi sevmek öğretilmişti bize ve bunu biz de severek kabul etmiştik.

Sonrasındaki Amerika’daki üniversite ortamı bunu desteklemiş ve bir yandan da bizden beklenenler açısından, biraz da bir üniversite ortamı olması nedeni ile, hatta çıtayı oldukça yükseltmişti.  

Genelde lise eğitimi bizim Türkiye’deki lise müfredatımıza göre daha kolay olan Amerikalı öğrencilerin bir çoğu, ilk defa sıkı bir okul ortamı ile üniversitede karşılaşıyorlar ve taze bir heves ile çok başarılı şekilde çalışıyorlardı.  Üniversiteler de bunu teşvik ediyor ve destekliyorlardı. Amerika’da belki binlerce üniversite olduğu için genelleme yapmak doğru olmayabilir ama gözlemleyebildiğim üniversite ortamı bunu hissettiriyordu.

Ne diyordum, 1992 yılında, çalışmaya başladığım bu ilk haftalardan birinde, bir şantiyeye gitmek için İstanbul’dan Adıyaman’a yaptığımız bir uzun yolcukta, babam şantiyelerdeki günlük düzenden bahsetmişti biraz.   Kurallarından bir tanesi enteresan gelmişti.  Sonraki yıllarda kimi şantiye şeflerimizin uymak için özen göstermeyi ihmal ettiklerine de şahit olduğum bir kural.

“Şantiyede öncelikle arazide çalışan personelimiz yemek yer,” demişti. “Önce operatörler, yağcılar, sonrasında atölye personeli.  En son mühendisler ve şantiye şefi yemek yer,” demişti.  Türkiye’de bir çok çalışma ortamında ya da sosyal ortamda, üst konumda olanlara ekstra bir ihtimam gösterilmesi gibi bir alışkanlık vardır.   Ama babamın anlattığı bu sistemde, esasında bir anlamda bir aile olan bir şantiyede, idarecilerin fiziksel olarak daha zorlu şartlarda çalışan personelinin ihtiyaçlarının farkında olmaları gerektiğine, sorumluluğumuzda olan insanları korumak gerektiğine dair önemli bir mesaj vardı.  “Tüm personelinin doyduğundan emin olmadan yemek yememelisin,” demişti babam.  

İşe başladığım o ilk haftalarda belki daha önce dikkat etmediğim şeyleri fark ediyordum.

Sonra bir şey daha eklemişti babam. 

Tabii bugünlerin şartları ile benim işe başladığım 28 yıl öncesinin şartları farklı. Babamın 1951, 52 yıllarında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden inşaat yüksek mühendisi olarak mezun olup çalışmaya başladığı yıllardan da farklı.  Şimdi düşünüyorum da, ben 1992 yılında babamla birlkte çalışmaya başladığımda, kırk yıllık bir mühendis ile çalışmaya başlamıştım.  Bu arada, gerçekten rahmetli babama, eskiden daha çok olsa da hala, biraz kızıyorum.  Tamam o günlerin şartları ile vakit bulamadığınızı biliyorum ama yine de, neden anılarınızı kısa kısa da olsa yazmadınız Babacığım? 

Babam, İstanbul’la Adıyaman arasında, araba ile yaptığımız o uzun yolculuk sırasında, şantiye düzeni ile bilgileri anlatırken işte bir şey daha paylaşmıştı.
  
Bir yol ya da baraj inşaatında arazide çalışırken öğle yemeği için ya da işin bitiminde şantiyeye dönecekleri zaman operatörler gibi iş makinesi personelinin şantiyeye dönüşlerindeki şartlarına dikkat etmemi hatırlatmıştı.    “Personelinin arazide ya da makinenin içinde ne kadar çok terleyebileceklerinin, yorulabileceklerinin farkında ol.  Duş alabilmeleri önemli, terlilerse rüzgarda kalmamaları önemli.”  

Babamın, benim şantiyeleri ancak ve çoğunlukla çocukken yaz tatillerdeki ziyaretlerimde ve müteahhit Sinan Kocasinan’ın kızı olarak gördüğümü bilerek, ve anlattıkları gibi detayların pek de farkında olmayabileceğimi haklı olarak tahmin ederek, belki de çok bariz olması gereken bu şeyleri hatırlatmaya ihtiyaç duyduğu belli oluyordu.   

Babam, kendisinin aktif olarak arazide çalıştığı yıllarda araziyeden şantiyeye bazen şantiye araçlarının kasa bölümlerinde döndüğünü anlatmıştı.  Araçta, arazide çalışan iş arkadaşlarına, çalışanlarına yer açmak için gerektiğinde aracın açık bölümüne, ya da kamyonetin kasasına bindiğinden bahsetmişti.  “İş makinesinin içinde çalışan personelini koruman gerekir, saatlerce sıcak bir operatör kabininde çalıştıklarını hatırla,” demişti.   

Onun dediklerini hatırladıkça aklımdan çok şey geçiyor. Bu pandemi günlerinde onun bana anlattıklarını, bana işaret ettiklerini sanki daha çok hatırlıyorum. Mühendis olmayı çok seven ve sağlığının müsaade etmediği son birkaç ayına kadar hayatını çalışarak geçiren bu adama zamanında Türkiye’nin en iyi şantiye şefi diye boşuna dememişlerdi galiba.  



Ve bunları düşünürken, gözümün önüne, babamın, gençlik yıllarından, şantiyelerde, arazide ekipleri ile, çoğunluğunda arazide ayakta, bir şeyler anlatırken, kontrol ederken, yaptığı işe kapılmış olduğu görüntüler geliyor.  Neredeyse tamamı siyah beyaz ve biraz da silikleşmiş fotoğraflardan bugüne gelen görüntürler.

1950’li, 1960’lı yıllardan ya da 1970’li yılların başlarından olan bu fotoğrafları kimler çekmişti acaba?


Ve şimdi, babamın anlattıkları ile gelen düşünceler aklımdan geçerken, o karelerdeki sanki otuzlu yaşlarında görünen Sinan’lardan biri, yeşil, sarı ve kahverengi kareli olduğunu hayal ettiğim gömleği ve muhtemelen koyu haki ya da kahverengi olduğunu düşündüğüm pantolonu ile, o fotoğraf karesinde ayakta durduğu yerden hızla yürüyerek biraz ileride bekleyen kamyonetin kasasına atlıyor.

Sırtını kamyonetin kabinine doğru dayarken, cebinden çıkardığı, ömür boyu cebinden eksik etmediği kumaş mendillerinden biri ile yüzündeki ve boynundaki teri biraz siliyor.  Araç hareket edince, şantiyeye doğru yol almaya başlayan aracın geçtiği şantiye yolundan yükselen tozun içinde ilerlerken, mühendis Sinan çalışma masasına döner dönmez yapması gereken hesaplamaları ya da çizimlerdeki düzeltmeleri kafasının içinde yapmaya başlamış, açık mavi renkli gözlerini koruyan güneş gözlüklerinin arkasından, muhtemelen artık ezberine kazınmış olan araziden çok, zihnindeki sayıları, formülleri ve proje paftalarını gördüğü bir manzaraya bakıyor.

Hem arazi çalışmasını, hem de mühendisliğin hesap dünyasını çok seven Sinan bugün benim zihnimde o kare içinde yaşıyor.  Biraz yorgun ama mutlu görünen yüzünde, çok sevdiği bir şeyi yapıyor olmanın ve o gün iyi çalıştıklarını hissettiren ve muhtemelen güneş gözlüklerinin ardında gözlerinin kenarlarını kırıştıran hafif bir gülümsemeyle bakıyor.

Pandemi günleri bana çok şey öğretiyor.

Ve bugünlerde babamın sesi nedense çok daha iyi duyuluyor.


Hiç yorum yok: