İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

22 Kasım 2014 Cumartesi

Enerji Kullanımı, Reiki ve İzlenecek Yol

Yıllar önce rahmetli babam, bir iki saat sürmesi beklenen ve epidural  anestezi ile yapılacak olan bir operasyona girmişti. Operasyon 3 anestezi uzmanının girdiği 18 saatlik oldukça zorlu bir ameliyata dönüşmüştü.  "Reiki'yi Yaşıyorum"da hayatımda önemli yeri olan bu hikayeden bahsetmiştim.

Ameliyattan birkaç ay sonra doktor bir tanıdık ile tekrar ziyaret ettiğimde, cerrah hocanın, o ameliyatta ömrümden yıllar gitti dediğini duymuştum.  Akla gelebilecek her komplikasyonun başlarına geldiğinden bahsetmişti.  Sonunda başarı ile tamamladıkları zorlu ve mücadeleli bir operasyon olmuştu. Sonunda başardıkları ve babamda hiçbir sorun ve araz bırakmadan tamamladıkları uzun bir operasyon.

O günlerde de, sonrasında da düşünürüm, 2 saat sürecek diye girdiğin ameliyat olmadık ve akla gelmedik sorunlarla 18 saat sürdüğünde, ne yaparsın?  Öncelikle 2 saat yerine 18 saat etkin olarak dayanabilmek gerekiyor.  O cerrah 18 saat boyunca görev yapabildiği için babamı kurtarabildi.  Düşünce ve yapma gücünü koruyabildiği ve devam ettiği, vazgeçmediği ve çözüm aramaya devam ettiği için başarabildi.  Babamın hayatını, veya belki bacağını orada kaybetmesi çok muhtemeldi. O ya da bu nedenle olmadı ve ameliyat mutlu bir sonla bitti.  Birçok şey bu süreci kolaylaştırmış olabilir, ancak en basit ve gerekli şart olarak ameliyatı yapan cerrahın orada olmayı başarması gerekiyor.  Kendisine yıllar sonra tekrar sonsuz teşekkürlerimizi göndereyim bu konudan bahsederken.

O cerrah gibi, biz enerji ile çalışanların da buna dikkat etmesi gerekiyor.

Hiç planda, programda yokken bir anda çok acil bir duruma destek vermeniz gerekebilir. Bir çalışmanın sizi ne kadar yoracağını, yorabileceğini ve dayanma gücünüzü doğru tahlil etmeniz gerekiyor.  Bunu keşfedebilmek için korunaklı ortamlarda ne kadar Reiki verebildiğinizi denemeye ihtiyaç vardır.  Reiki buluşmalarımız sorulara yanıt vermek kadar, bu deneyime fırsat yaratmak içindir.  Vermeniz gerekse durmadan kaç dakika Reiki verebilirsiniz? Kaç kişiye ardı ardına Reiki verebilirsiniz? Hangi durumlarda ne kadar yoruluyorsunuz?  Yorgunluğunuzu atıp kendinizi doldurmayı nasıl başarabiliyorsunuz? Bu ne kadar zaman alıyor? ...

Enerjimizi etkin ve etkili kullamayı keşfetmek önemli. O nedenle her zaman ve her zaman bir sorunu çözebileceğim en kısa sürede ve en etkin şekilde çözmeye çalışıyorum. Çünkü sonraki dakikada nasıl bir şey yapmam gerekebileceğini bilmem mümkün değil.  Belki bu nedenle bir çok hocam, özellikle ileri seviyelerde çalışmalar yapmaya başladıktan sonra bana enerjimi son noktasına kadar bitirmemem gerektiğini hep hatırlattılar. Uyardılar. Ne zaman sana ihtiyaç olacağını bilemezsin. Her zaman, ne  yaparsan yap daha da acil bir durum için hızla hazır olman gerekebileceğini hatırla, dediler.  Çok haklı olduklarını zaman gösterdi. Dediklerini dinlediğimde ve dinlemediğimde yaşadıklarımla öğrendim.

Verdiğim, aktardığım enerjiden bahsetmiyorlardı.  Biz kaynak değiliz.  Ben kendi enerjimi değil, kanal olabildiğim enerjileri verme yolunda yürüyen bir insanım.  Onlar enerji verme işlemini yapma gücümden bahsediyorlardı.  Ve enerji vermeden önce veya verirken sorunları bulmak, araştırmak için harcayacağım enerjiden.

Askerlerin tatbikatlar ile kendilerini hazır tutmaları gibi, siz de enerjiyi kullanarak kendinizi geliştirin, hazırlayın, hazır tutun.  Ara ara 7 günlük veya 21 günlük çalışma programlarını sizlere burada veya özel gruplarımızda iletiyorum. Son günlerin bana yaşattığı ve hatırlattığı deneyimlerle siz dostların bu yolda ilerlemesi adına farklı uygulama önerileri paylaşmaya ısrarla devam edeceğim.

Enerjiyi nasıl kullanacağım diyebilirsiniz. Derslerde bunu elimden geldiğince paylaşıyorum.  Bu yolda deneyleri öncelikle ve özellikle kendi üzerinizde yapacaksınız, deneyeceksiniz.  Herşeyi önce kendinizde deneyin.  Neleri biliyorsunuz, bunları madde madde yazın.  Enerji ile Reiki ile neleri yapmayı biliyorsunuz?  Bu listeyi yapın.  Bu listeyi yaparken neyi bilip neyi bilmediğinizi daha net keşfedeceksiniz.

İlerleme yolunda neyi bilip bilmediğimizi bilmek, dayanma ve yapma gücümüzün miktar ve sınırlarını bilmek kadar önemli.

Reiki ile Sorunları Bulmak

Reiki ve benzeri enerji teknikleri ile çalışmalarda başarıda en kritik nokta sorunun, problemin, problem olarak adlandırdığımız olayın kaynağını bulabilmektir. Reiki veya tamamlayıcı tıp tekniklerini kullanırken doğru evet biz teşhis koymayız, Hastalıkları bilebileceğimiz veya iyileştireceğimiz ile ilgili bir iddiamız yoktur ve olamaz. Yol bu değil. Bununla birlikte, bizden destek isteyenlere destek olabilmek için olayları anlamamız gerekir. Bizim hedefimiz bizi engelleyen, tutan, yoran, kimi zaman hasta eden, neredeyse yıkan şikayetlerin enerjisel nedenlerini bulmak, anlamak, nasıl yapabileceğimizi bularak açmaktır.

Bu nedenleri bulmak her zaman kolay değil. Yaşam ve tecrübelerimiz, yaptığımız çalışmalar bize sormamız gereken soruları, bakmamız gereken yerleri ve alanları öğretiyor. Bizden önce bu yoldan yürümüş olan hocalarımız, kimi vakalarda öğrencilerimiz, tecrübelerinin aktarımları ile ihtimalleri taramamızı kolaylaştırıyor. O nedenle hep paylaşmaya çalıştığım gibi Reiki kuvvetinizi arttırmanın yolu Reiki'yi kullanmaktır. Deneyeceksiniz, kullanacaksınız, keşfedeceksiniz. Tabii ki sorumlulukla ve haddimizi bilerek bunu yapacağız. Zaten Reiki'yi öğrenme ve Reiki'de ilerleme süreci bu haddini bilme, ne yapacağını ve neye karışmamak gerektiğini bilme, kabul etmek sürecidir. Reiki kuvvetinizi arttırmanın yolu fırsat oldukça, fırsat bularak, farklı durumlarda, tabii ki rıza alarak, enerjiyi kullanmaktır. Yine de itiraf etmeliyim, her zaman kolay değil.

Ve işin en zorlu kısmı bu neden veya nedenleri bulmaktır. Nedeni bulduktan sonra ne yapacağımızı bulmak çok çok daha kolaydır.

İnandığımız yola göre bir kişi hasta ise, komada ise, kaza geçirdi ise, mutsuz ise, işlerinde bir sıkıntı var ise, kilolu ise, zayıf ise, başarılı ise, değilse, bunların hepsinin bir nedeni var. Herşeyin bir nedeni var. Peki, herşeyin bir nedeni var ise, bu durumlar karşısında biz ne yapacağız? Öncelikle karışmamız gerekip gerekmediğine bakacağız. Yani, bu durum değişmesi için bir şey yapmamız gereken bir durum mu? Bunun için mi karşımıza çıktı? Yanıta göre gereğini yerine getireceğiz.

Ya da olaylar karşısında kişinin gücünü mü yükseltmeliyiz, buna mı odaklanmalıyız? Bu güç duyguları ve şartları kendiliğinden mi değiştirsin?

Reiki ve enerji çalışmalarının prensipleri çok basittir aslında. Yüksek frekanslı enerjiyi yüklemek ve böylelikle kişinin enerji alanının dolmasına, temizlenmesine ve varsa etkilerin, izlerin, yüklerin atılmasına ve açılmasına fırsat vermek. Temel prensip budur ve Reiki bunu her verişte ve alışta yapar. O nedenle Reiki ile yaşamı açmak için engelleri, sorunları, problemlerin ne olduğu bilmeye esasında gerek yoktur. Reiki vermek yeterlidir. Düzenli olarak Reiki vermek yeterlidir. Er ya da geç sorun açılır.

Sadece süreci hızlandırmak istiyorsak, hızlandırmak gerekiyorsa, geçen zamana tahammül farklı nedenlerle az ise, işte o zaman Reiki ile Reiki'ye yol açmak adına, engelleyen, tutan, zarar veren enerjini, etkinin ne olduğu bulmak gerekir. Hızla açmak için ne olduğunu bulmak, bilmek gerekir.

Bulmayı, bilmeyi nasıl öğreneceğiz? İşte, Reiki ile ilerlemenin anahtarlarından biri de burada. Öncelikle size önerilen şekillerde kullanacaksınız. Kullanırken size gelen düşüncelere, duygulara, ve varsa görüntü ve izlenimlere dikkat edecek, fark edeceksiniz. Reiki verirken neler hissettiniz, aklınıza neler geldi, aklınıza gelenler Reiki verdiğiniz kişi ile mi ilgili, sizinle mi? Ve bu bilgiler ile neler yapmanız mümkün?

Sorular soruyorum değil mi? Siz de bunu yapacaksınız. Sorular soracaksınız ve yanıtları bekleyeceksiniz. Alacağınız bilgileri ve yanıtları bütünün hayrı için, insanların hayrı için kullanacaksanız bilgiler gelecek. Merakınız için değil faydalı olmak için sorduğunuzda yanıtlar gelecek. Geliyor. Bazen hemen geliyor. Bazense sabırla denemek, yapmak, sormak gerekiyor.

Sabır ve kuvvetle yolunuz hep keyifli ve açık olsun.


14 Kasım 2014 Cuma

Yaşamın Tadı

Yaşamın tadı nereden alınır, diye sorduğum olur.

Veya, yaşam tadını nereden alır?

İngiltere’nin bir milyon nüfuslu, sanayi şehri olmaktan kendini biraz daha özgün karakterli bir şehir olmak adına çok da başarılı olmayan ataklar ile dönüştürmeye çalışan Birmingham’dan yeni döndüm sayılır.  Yaşamı yaşamaya değer kılan nelerdir sorusu belki yaşam boyu yanıtı değişerek karşımıza çıkan bir soruyken, yaşamın tadını neyin verdiği belki yanıtı hemen bulunması, bulunamıyorsa acilen aranması gereken bir soru olabilir.

Yaşamın tadı nereden gelir?

Üyesi olduğum Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği’nin Birmingham’da yapılan üç günlük Avrupa Toplantısının son günündeki son çay kahve molasında çantama attığım, mavi beyaz çizgili küçük kapalı paketteki bitter çikolata parçalı kurabiyeyi, Türkiye’ye döndüktenon iki gün sonra, bu defa Fethiye’de, ismini Yunus Nadi’den alan ilköğretim okulunun karşısında, Halide Edip’in “Ateşten Gömlek”ini okurken sabah biraz geç saatte demlediğim çayımı içerek yerken alınan tat mıdır?

O paketten birbirine içleri dönük olarak yerleştirilmiş çıkan iki, paketini kontrol edip okuduğuma göre, İngiliz kurabiyesi, Halide Edip’in ismini Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan kendisine söyleyerek de olsa bir nevi izin almadan ödünç aldığı, romanı “Ateşten Gömlek”i otuz yıl sonra tekrar okuyan bana farklı neler katar?

O kitabı ilk okuduğumda ortason sınıfta, İngiltere belki birkaç İngiliz öğretmenim dışında hiç bilmediğim bir dünyaydı.  Onlarca farklı nedenlerle ve özellikle tamamlayıcı tıp tekniklerini öğrenmek için, defalarca gittikten sonra, kendi ülkemden sonra en çok ait hissedebildiğim bir ülke demek, aralarında İstiklal Harbi askerlerinden olan, İstiklal Madalyalı dedelerime de saygısızlık olur mu?

Düşünmeden edemiyorum, “Ateşten Gömlek”i okurken yine ortaokulda beni belki daha da çok etkileyen “Türk’ün Ateşle İmtihanı”nı hatırlamak, elimdeki sıcacık ince belli bardağın inçindeki, çay bitmesin diye normalde sevdiğime göre biraz daha açık koyduğum çayın tadını değiştirir mi?
Yaşamın tadı nasıl bir şeydir?  Ve nedir o belki beş duyunun ötesinde olan tad’a tat katan?

Ateşten gömlek Halide Edip’in romanında bir belirip sonra tekrar belirinceye kadar bir süre rengini, alevini saklayan bir ateştir ama yaşam esasında hepimiz için alevinin izini sürmemizi beklediği ateşten gömleği vermiştir de.   Ateşten gömlek belki bir sevda, belki yurt sevgisi, belki de yapmak için doğduklarımızı keşfetme telaşının biraz da anlaşılması zor heyecanıdır. Bize ait olduğunu bildiğimiz ama belki de başka can’ların taşıma cesaretini gösterdiğini görünce daha da arzulandığımız bir meşale.

Ne çok şey geçiyor akıldan.  İnsan zihni nasıl da dev bir dünya. Bunları yazarken, bambaşka şeyleri yazmayı düşünürken, aniden okunmaya başlayan Salah, sela’nın, Türkçe okunmuş olmasını dilediğimi fark ediyorum.  Babamın ezanın onun küçüklüğünde Türkçe okunduğunu söylediği zamanki şaşkınlığımı hatırlıyorum. “Sahinden mi babacığım, sahiden mi?” dediğimi.  Evimizin karşısında olan ilkokulumun hemen yanındaki, evimizin karşı çarprazındaki, herkesin mescit zannettiği ama mescit olmayan mahalle camiimiz benim üniversite için Amerika’ya gidene kadar özellikle sabah ezanı ile güne başlangıcımdı.  Evimizin karşısındaki okulum ve küçük cami. 
Babamdan ilk öğrendiğimde minik çocuk aklım ile bunun ne kadar muhteşem olmuş olabileceğini düşündüğümü ve hatta heyecanlandığımı hatırlıyorum.  Ama hiç Türkçe ezan dinlememiştim ki.  Babam biraz mırıldanmıştı.  YouTube’lar yok ki o zaman nasıl bulup dinleyelim.

İlk Türkçe Ezan nasıl çağırırmış Türk haklını namaza diye ilk kaydı bulup dinlediğimde sanki ilk defa ezan dinlemiş gibi hissettiğimi ise inkar edemem.  O ahenk ile bir manevi ilandır ezan, yüreklerin teslimi ve ilanı.  Yıllarca, yüreğime çok iyi geldiğini hissettiğim ezan ile güne başlamıştım.  Ezan sesi sanki ölümün varlığını bana hep hatırlatan bir ses olmakla birlikte yüreğime hep iyi de gelirdi. Türkçe ezan kaydını ilk duyduğumda dinlemeye doyamamış, defalarca tekrar ve tekrar dinlemiştim.  O, bana göre, yürekleri Yüce Yaradan’a yakınlaştırmayı amaçlamış olan Türkçe ezanda, esasında onu Türkçeleştirenlerin Allah sevgisini ne kadar derinden hissettiğimi hatırlıyorum. Sanki onların o günlerde çarpan kalplerinden bir dalga bana gelip yüreğime çarpmıştı. Böyle hissetmiştim.  Çok saf bir sevgi, çok temiz bir inanç bunu yapmanın yolunu açabilirdi.  Hissettiğim buydu.

''Tanrı Uludur, Tanrı Uludur.

Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.

Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed.

Haydin namaza, haydin namaza
Haydin namaza, haydin namaza
Haydin felâha, haydin felâha
Haydin felâha, haydin felâha

Tanrı Uludur, Tanrı Uludur
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.''

*

Dünyanın farklı köşelerinde, çok farklı milletlerden, çok farklı dinlerden insanların Tanrı’ya seslendiğini duydum, gördüm, seyrettim.  Şansıma hiçbiri kendi dini adına, kendi çıkarları için başkalarına zulmeden, yok eden insanlar değildi. Ben masum dünyanın sınırlarında gezindim hep.  Acıların ve sevinçlerin insanca olduğu bir gerçek dünya.  Ben insanlık vasfını koruyan bu insanların farklı dillerde, farklı şekillerde hep aynı şeyi dilediklerini, aynı şey için çalıştıklarını gördüm.  Sevgi, kardeşlik, barış, sağlık ve mutluluk.

İşte bu insanların dualarının bana ikram ettikleri yiyecekler kadar yanlarında soluduğum havaya, yanlarında oturduğumda varlığıma, tat kattıklarını düşündüm.  İnsana tadı veren çoğu zaman insandı.  Ancak şekerle değil, tuz, biber, baharatla değil.  Ruhumuzda uyandırdıkları o kimi adı bilinmez duyguların öz baharatıyla.  Kimi zaman bir bakıştan, kimi zaman gerçekten bir duadan ya da bir fincandan, bir kitaptan veya sadece varoluşlarından gelen.  Bir Tibet çanının akıp giden uzun tınlaması gibi yüreğimizde titreyip duran bir tat.

Dinlerin, dillerin, ırkların, yaşamların, ülkelerin her biri yaşamın bir rengi, bir rengin bir tonu, açık sarısı, koyu mavisi, çingene pembesi, kan kırmızısı. 

O renklerin olmadığı bir yaşam ne kadar sıkıcı ve anlamsız olurdu kim bilir.

Yaşamın tadı nereden gelir?

İskoçya’dan aldığım seramik kart vizitliğin açık yeşilinden, Rio’dan aldığım tahta oyması heykelin hafif korkutucu yüz ifadesinden, Kyoto’dan aldığım yelpazenin verdiği serinlikten ya da mendilin gözlerimi silerken hissettiğim yumuşaklığından olabilir.  Amerika’dan üniversite yıllarda aldığım kupanın içinde duran kalemlerin renklerinin güzelliğinden gelebilir. Ya da Kanada’dan aldığım Kanada yerlilerinin şamanistik desenlerini taşıyan kupanın içinde dumanı tüten Rize çayından.  

Çocukluğumda bir bayramda ziyaret ettiğimiz babamın arkadaşının annesinin başımı okşayan elinin bitmeyen sıcaklığıdır o tat. Öptüğüm ellerinin yumuşaklığıdır.  Bitmeyecek gibi üzerime yağan bir yağmurun şiddeti, bazen de beklenmeden bulutların arkasından berilen aydınlıktır. Uzayan liste sadece yaşamımı değil beni de tatlandırır. Büyütür, acıları ve tatlıları ile.

Ve büyük bir arzu ile beklemeye başlarım, bir sonraki tat nedir ve nereden gelecek diye.


9 Kasım 2014 Pazar

Kırmızı Kurdeleli Yaşam

İlkokul arkadaşlarımdan biri Facebook'ta ilkokul günlerimizden bende olmayan bir sınıf fotoğrafımızı yollamış.  O fotoğrafı görünce ve bugün bana iki farklı şehirden gelen iki benzer konu üzerindeki soruları okuyunca aklım birçok düşünceye, olaya gitti.  Başarı, başarısızlık, yaşam, yaşamı keşfetmek üzerine.

*


İlkokula, İstanbul'da, evimizin tam karşısındaki, Dolmabahçe Sarayı'nın arkasındaki tepede ve Vişnezade Camii'nin hemen yanında olan Süheyla Artam İlkokulu'nda gittim.  Okuma yazma öğrenmeye başladığımız birinci sınıfta, sınıfımda okuma yazma öğrenen öğrenciler içinde sanırım son üç öğrencinin içindeyim.  Okul yılında aylar ilerliyor, okuma yazmayı öğrenen sınıf arkadaşlarımız kırmızı kurdelelerini yakalarına mutlulukla takıyorlardı.  O kırmızı kurdeleler siyah önlüklerine iğnelenirken arkadaşlarımın yüzündeki gülümsemeyi hatırlarım. O nedenle gururdan daha çok sevinç ve mutlulukla parladıklarını hatırlarım. 

O günlerde, benim okuma yazmayı , özellikle okumayı sökememiş olmam nedeniyle ben de bilemediğim bir çaresizlik içindeydim. Olmuyordu işte.  Oysa üç dört basamaklı matematik işlemlerini, toplama ve çıkarmaları daha anaokuluna başlamadan önce yapabiliyordum.  Matematikte bir sorunum yoktu. Ama okuyamıyordum işte. Okuyamıyordum.

Ne öğretmenim, ne ailem bana bu konuda hiçbir eleştiri getirmiyordu.  Okuyamadığımı kimse söylemiyordu ama sınıfımdaki arkadaşlarım yapıyorlardı işte. İspatı kırmızı kurdeleleri de alıyorlardı.  Ben yapamıyordum.

Bir akşam Rahmetli Babam ile Annemin salonda fısıltı ile bu konudaki endişelerini konuştuklarını onlara fark ettirmeden dinlemeyi başarmıştım. Sonraki günlerde Babam hiç yapmadığı ve o günlerden sonra bir daha da hiç yapmayacağı şekilde bana akşamları ders çalıştırmaya çalışıyordu.  Bir türlü beceremediğim dört harfli kelimeleri okumayı bana öğretmeye çalışıyordu.  Çizgilerim, harfleri yazımım da belli ki çok kötüydü.  Bunu da  yine bana söylendiği için değil ama evde merakla duymak için gayret göstererek keşfetmiştim.   Annem rahmetli Babama "Ne yapacağız Sinan?" diyordu. Babamın yanıtını ise hiç duymadım. Muhtemelen, her zaman yaptığı gibi, yanıt vermek yerine, neler yapabileceğini düşünmeye başlamıştı bile.

Sonunda birinci sınıfı bitirmeden sınıfın ya sonuncu ya da sondan birkaç önceki öğrencisi olarak okuma yazmayı öğrendim.  Sorsam annem hatırlar mı bilmiyorum ama o detayı ben de aklıma net yazmamışım.  Kırmızı kurdelem önlüğüme takıldığında, bunu atlattım diye düşündüğümü hatırlıyorum.  Yüz ifadem kim bilir nasıldı diye merak ediyorum şimdi. O güne ait bir fotoğraf yok.  Mutluluğun yüzüme nasıl yansıdığını hayalime bırakıyorum.

*

İlkokulu birincilikle bitirdikten sonra, o yıllarda beşinci sınıfta bitirdiğimiz ilkokuldan sonra gideceğimiz ortaokul ve liseyi belirlemek için, tüm liseler Anadolu Lisesi olarak adlandırılmaya başlamadan önce, özel ortaokul ve liselere ve Anadolu Liselerine gidebilmek için girmemiz gereken sınava hazırlanmıştım.  O yıllarda sınavlar iki aşamalı yapılıyordu. İlk sınavda Türkiye’de ilk 700’e girmeyi başarmıştım.  İkinci sınavda ise sıralamada binküsurlardaydım.  Birinci tercihim olan ve ağabeyimin o yıllarda okuduğu Robert Kolej’e giremedim. İkinci tercihim olan Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ni kazandım.  Ağabeyimin gittiği okula gidemediğim için çok ağladığımı hatırlarım.

Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ne başladığım ilk yıl hazırlık sınıfı yılımızdı. Yani özellikle İngilizce öğrenmemizin hedef alındığı, resim, müzik ve matematik gibi derslerin varsa bile çok hafif olarak üzerinde durulduğu bir yıl.  Herşey İngilizce öğrenmemiz içindi. Bir devlet ilkokulu’ndan geldiğim için hiç İngilizce bilgim yoktu. Ağabeyim Robert Kolej’deki üçüncü yılına, ortaokul ikiye geçmişti ama İngilizce adına yes ve no kelimeleri dışında hiçbir şey bilmiyordum.  Kolej sınavları olarak da bilinen ortaokul giriş sınavlarına hazırlanmam gerektiğin için, yani belki, İngilizceyi gireceğim okulda öğrenmem ya da hangi okula girersem orada öğretilecek olan dili öğrenmem düşünülmüş olabilir. Bunu da aileme hiç sormadım. 

Doğrusu okullarımızın bize gerektiği zaman gerekeni vereceğine dair bir inancımız vardı. Ve esasında bu inanç benim okul yaşamımda hep doğru çıktı. Okullarım her aşamada bana vermesi gerekeni verdi.  Bunun birçok insanın okul yaşamındaki deneyimlerine uymadığını ise zamanla keşfettim. Gerçekten anaokulundan üniversiteden mezuniyetime kadar ne kadar şanslı bir dönem geçirdiğimi sonradan fark ettim.  Bu konuda da söylenecek çok şey var ama gelin onu sonraya bırakalım.

Hazırlık sınıfına başladım ve sorun yine başladı. İngilizce öğrenmeyi beceremiyordum.  

Arkadaşlarımın bir kısmı İstanbul’un ve Türkiye’nin farklı şehirlerinin başarılı özel ilkokullarından geliyor ve İngilizce biliyorlardı. İçlerinde yurtdışında bulunmuş ve ailesinde bizim lisemizden mezun olan veya çok iyi İngilizce bilenler vardı.  Benim annem ve babam Fransızca biliyorlardı.  Ağabeyim Robert Kolej’deydi ama benden sadece iki yaş büyüktü. Onun da dersleri başından aşkındı.  Doğrusu ben de yardım istemedim.  Nasıl yapacağım diyordum. Ben nasıl öğreneceğim. Anlayamıyordum.  Beceremiyordum.  

Notlarımız eve iletiliyordu ama annem veya babam bu konuda bana bir şey söylemiyorlardı.  Mutlaka ki gözlüyorlardı.  Hani bugünlerde olsa hemen ek özel ders aldırılır böyle bir durumda diye düşünüyorum. Ama bana özel ders aldırmadılar.  Bocalamaya devam ettim. Derslerimi dinliyordum, çalışıyordum, elimden geleni yapıyordum.  Olmuyordu, oluyorsa bile sınırda oluyordu.  Hazırlık sınıfının ikinci dönemi ilerlerken sınıfta kalabileceğimi düşünmeye başladım. Bu benim gibi ilkokulda okumayı öğrendikten sonra hep okulun en başarılı öğrencisi olan Zeynep için bir felaketti.  Sınıfta kalmak.

Elimden geleni yapmaya devam ettim. İngilizce'yi esasında öğrenmek istiyordum.  Seviyordum.  Olmuyordu, sadece öğrenmeyi, konuşmayı, yazmayı yeterince beceremiyordum.  Yılın sonunda İngilizce’den 10 üzerinden 4,5’tan 5 alarak sınıfı geçtim ve ortaokul birinci sınıfa geçmeye hak kazandım.  4,5’tan 5 alarak.

Sonrasında yine ilkokulda olan gibi bir süreç başladı.  Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde ortaokulu ve liseyi birincilikle bitirdim ve üniversitenin verdiği burs ile Cornell Üniversitesi’nde mühendislik okumak üzere burs alarak üniversite eğitimim için Amerika Birleşik Devletleri’ne gittim.

*

Geriye dönüp baktığımda anneme ve rahmetli babama büyük bir teşekkürüm var.   Bu olanlar sırasında ben olanları zaten gözlerken, kendime yol açmaya çalışırken, başarmaya çalışırken bana varsa bile tereddüt ve endişelerini hiç yansıtmadılar.  Sadece birkaç defa meraklı çocukların her zaman başarabildiği gibi fısıltı ile yaptıkları özel konuşmalarını dinlemeyi başardım ve doğrusu orada bile kendilerinin bile benimle ilgili endişelerini bu kadar kapalı ve bu kadar az dillendirmeleri ne kadar doğruymuş.  Yüzlerinden kaygılarını okuyabiliyordum ama ne mutlu ki kelimeleri ile bunu gerçek kılmadılar.  Yapamıyorsun demediler, neden yapamıyorsun demediler, kızmadılar, azarlamadılar, zorlamadılar.  

Yanımdaydılar ama sanki yani yürümeyi öğrenen bir çocuğa yapılan gibi hareket etmem için gereken mesafeyi hep bıraktılar.  Çünkü benim yapmam gerekiyordu.  Benim öğrenmem, nasıl öğrenebileceğimi keşfetmem, benim yolumu bulmam gerekiyordu.  Benim yapmam gerekiyordu. Okumayı öğrenecek olan bendim, İngilizce’yi öğrenmeyi becermesi, başarması gereken bendim.  Öğretenler öğretiyordu.  Öğrenmek, bunun yolunu bulmak benim görevimdi.

*

Geçmişin muhasebesini her zaman yapmak mümkün değil.  Bugün gelen bir fotoğraf ve iki eposta bana bu yılları tekrar hatırlattı.  

Sınıfın okuma yazma öğrenemeyen çocuğu olmaktan, çok hızlı okumayı başardığım için ne kadar açık ve hızlı okumanın mümkün olduğunu göstermek için öğretmenlerin bana farklı sınıflarda sesli okumalar yaptırdığı bir öğrenci olmuştum.  

İngilizceyi öğrenmeyi başaramayan bir küçük kız iken yıllar sonra Amerika’da Amerikalı öğrencilerden İngilizce derslerinde daha iyi notlar alan,  eğitimini almamış olsam da İngilizce’den Türkçe’ye, Türkçe’den İngilizce simültane tercüme yapabilen, İngilizce yazılar yazan, yayınlayan bir insan olmuştum.  Mühendislik okuyor olmama rağmen Amerika’daki hocalarımın İngilizce’ye çok farklı bir yeteneğimin olduğunu söylediklerine inanmayarak şahit olmuştum. Yazıp konuşuyordum işte. Bunun neresi özeldi. İngilizce'ye bir yeteneğim olduğu cümlesini üniversiteden sonraki yirmi küsur yılda o kadar çok duydum ki. İngilizce'yi öğrenemeyen ve bu nedenle neredeyse sınıfta kalacak olan kızın yeteneği.

O nedenle bana farklı nedenlerle herhangi bir konuda başarı ve başarısızlık üzerine sorular geldiğinde hayatımdaki bu iki deneyimi hatırlarım.  Okumayı becerememekten okul birincisi olmaya, ve esasında bu hiç de önemli değil, esas kitaplara aşık olmaya, binlerce kitap sahibi olmaya ve kitap okumaya doyamama, kitap yazma arzusuna dönüşen yoluma bakarım.  Ya birileri o ilkokul birinci sınıfta bu kız yapamıyor deseydi?  Beceremeyecek deselerdi? Bundan adam olmayacak deselerdi?  Ya da hazırlık sınıfında, bu kızda dil yeteneği yok deselerdi?  Diğer konularda iyi ama dil buna göre değil deselerdi?  Beni tanıyanlar bilir sadece İngilizce değil, yabancı dilleri konuşmak, öğrenmek, o dillerde okumak benim en büyük tutkularımdan biri. Bunlar olmasa, hayatımda İngilizce olmamış olsa kim olurdum bilmiyorum.


Okul ve öğrencilik yılları kadar kişisel gelişim yolunda da kendimizi keşfediyoruz.  Yol bazen kolay olacak. Bazen sabır isteyecek.  Beceremiyorum veya olmuyor diyerek dövünebiliriz, yakınabilir, sızlanabiliriz.  Bunu seçmek her zaman elimizde.

Ya da deneyebiliriz.  

Denemeye devam edebiliriz.

Yapmaya, elimizden geleni yapmaya devam edebiliriz.

Yaşam bana bugüne kadar defalarca farklı şekillerde gösterdi ki anahtar yapmakta ve yapmaya devam etmekte.  Yaparsak, istersek, denersek, oluyor.

Seçim bizim elimizde.