İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

25 Aralık 2021 Cumartesi

Teşekkürler

 

Ortaokul yıllarından beri, yazı yazma isteği beni hep defterlere götürdü.

Belki çoğumuz gibi öncelikle kendim için yazdım. 

Yüzlerce defter oldu ve biten ne çok kalem.

Yanımda defter ve kalem oldukça kendimi daha iyi nefes alabiliyor saydım.

Bazen yazdıklarımı paylaştım. Eskiden daha az, son onbeş yılda daha çok.

Bazen okuyanlardan, yazdıklarımın onlar için değerli olduğunu duydum, aralarında saygı duyduğum yazarlar da vardı, heyecanlandım.

Bazen de pişman oldum.  Hem yazdığıma, hem yazmadığıma.

2007 yılından beri yazılarımın bazılarını blogspot'ta, wordpress'de ve Milliyet blog'da paylaşıyorum.  Yazdıklarımın bazılarını ikisi İngilizce sekiz kitapta paylaştım.  Geri dönüp okudukça hala ilk günkü gibi beğendiklerim var. Kimileri ise o zaman yapabildiğim kadar iyi ya da kötüler.  Sadece hepsi bana ait ve ben.  Ve sanırım kimi zaman eksikleri ile, kimi zaman söylemeye başarmış hissettirmeleri ile yazdıklarımı oldukları gibi kabul etmeyi öğreniyorum.  En ağır eleştirmen galiba çoğunlukla kendimiz oluyoruz.  Ve belki de böyle olmalı.

Bu yaşamda yaptıklarım arasında benim için en değerli şey sanırım yazı yazmak. Adını koyamadığım bir istek.  Hakkını vermediğimi düşündüğüm bir istek. Keşfetmeye çalıştığım bir yol.  Bu yaşamda ne kadar keşfedebileceğimi ve ne kadar yol alabileceğimi bilmiyorum. Deniyorum.

Bu yolda, yazdıklarımı okumaya zaman ayırarak yaşamlarınızda bana yer verdiğiniz için çok teşekkürler. 

Adlarını bildiğim ve bilmediğim sizler, zaman zaman inancımı yitirsem de, yüreğimdekileri söylemeye çalışmanın anlamı olduğuna güvenmemi sağlıyorsunuz.  Bana ulaşan enerjiniz ile yaşamıma can ve anlam katıyorsunuz.

Gerçekten kalpten teşekkürler.

Düşüncelerimiz ve duygularımız satırlarda birleşsin ve yaşama biraz daha şefkat, biraz daha umut, biraz daha özgürlük getirsin. Kendimizi ve yaşamı, birlikte daha iyi anlamamızı sağlasın; yaşamı bizler için daha yaşanılır kılsın.

Sevgiyle.

*

Bloglar:

zeynepkocasinan.blogspot.com

zeynepkocasinanenglish.blogspot.com

yoluyurumek.blogspot.com

zeynepkocasinan.wordpress.com

http://blog.milliyet.com.tr/zeynepkocasinan



Yön




Gözlüyorsan beni yükseklerden bir yerden,
İyi değilim;

Artık hazırlıklıyım derken,
Baktım ki oyunun kurallarını değiştirdin;

Duyamıyorum sesini,
Kendi sesim uzaklaşıp duruyor;

Yönlerini yitirmiş karıncalar,
Pusulanın iğneleri anlamsızca dönüyor,

Parmağıma batmış kaktüs dikenleri,

Mısır incirlerine,
tenimi şimdiden yakan 
sabah güneşi vuruyor,

Canım yanıyor,

İstemeli mi, 
Ürkekçe de olsa,
Gelecek olan günleri,

Yoksa, 
Tanrı da,
Ona bu kadar şans 
yeter, mi dedi.

23 Aralık 2021 Perşembe

Yıkılıp Yapılan


Kaybettin, kabul et,

Canın yanıyorsa, bırak yansın,


Nefes alıp verdiğin sürece, 

Son olmayacak bu yangın;


Defalarca uyandık karanlıklara,

Defalarca pansuman yaptık yaralarımıza;


Öldürmeyen güçlendirir demeyeceğim sana

Ama bugün dünden daha güçlüsün;


Bir kere daha ruhundaki cevheri keşfetmek için,

Çıkıyorsun bir yolculuğa,


Pişmanlıkları, keşkeleri koyup bir yana,

Başlıyorsun hikayeyi yeniden yazmaya;


Kazanırken yürümek kolaydır

ve kazanarak büyümek,

Düşüp de kalkabiliyor musun,

Hediye orada;


Sislerin ortasında kaldığında,

Kapatıp gözlerini, kalbinin sesiyle

Yeni yolunu keşfedebiliyor musun?


Kolay yanıtları herkes bulur,

Sen unutup eski seni, 

Yeniden bir sen olabilmekten haber ver…

İz


Son nefesinmiş gibi,

Ya da tükenecekmiş gibi saatler,

Bir telaş var üstünde;


Duymayacaklar,

Ve belki bilmeyecekler,

Umurunda olanların belki sen farkında olmayacaksın;


Üzüntün alkışlanmıyorsun diye mi,

Sen de mi kendin için yaşamayı bıraktın;


Geriye kalacak olanı,

Bildiklerinle hesaplayamazsın.


Zoru Seven

Seviyorsun canını acıtmayı

Faydası yok bile bile,


Bilmez misin,

Herşey kolay olsa,

Canın sıkılırdı.

İsterim

Ben de isterim

Kalbimi pamuklara sarsınlar,

Dikenli dillere 

benden başka dur diyen olsun,


İsterim ben de,

Yeniden doğmayı,

Ya da yeniden doğmuşçasına

Başlamayı yeniden,


İsterim

Bir Zen bahçesinde çakıl taşlarına kapılayım,

Gelgitli sahillerde

Yok olacağını bile bile

Islak kumlarda izimi bırakayım.

Arayış

Yeter

Bu kalp acısı

Bu hayal kırıklığı

Bu üzüntü,

Yeter

Bu uzaklardan özleyiş,

Yeter

Bu umudun sonuna geliş,


Koştuğun köşelerden

Yol çıkmıyor aydınlığa,

Sihirli değneklere inanmayı ise

Çoktan bıraktın,


Hayal dünyasında kaybolmak için

Kaçıp duruyorsun

İçeri daha da içeri,


Sonsuz gibi görünsede

Atladığın kuyular,

Ayağın yere bastığında,

O zaman ne yapacaksın?

Kabahatli

Kabahatli ararım,

Atmalı sorumlulukları tek tek üzerimizden,

Kuşun tüyü fazla gelir,

Fazla gelir toz zerresi,


Zamanında taşımışsın dağları,

Kimin umurunda.

22 Aralık 2021 Çarşamba

O Canlar

Bir yerlerde,

Kimi canlar,

Düşseler de, düşürülseler de,

Başkacası mümkün değilmiş gibi,

Yine ve yeniden kalkıyorlar ayağa,


Gözün gördüğünün aksine,

Onlar,

Yaşadıklarını yaşamak için doğduklarına 

güveniyorlar,


Güvenip ruhlarına yolu fısıldayan sese,

Yaraya yara demeden,

Sabrı nimet bilip,

Kaynağı belli olmayan 

bir umut ışığını taşıyorlar,


Turuncu gündoğumları

   ve kızıl günbatımları gibi

Bazen içimizi ürperten bir kırılganlıkla,

Meydan okuyorlar 

Bir nefeslik dayanılmaz dediğimiz 

bilenmiş kılıçlara 

ve durmak bilmez görünen yangına,


Korunaksızlığın kalkanı ile donanmış,

Kafa tutuyorlar,

Kendini haklı sanan 

ateşe, kasırgaya, ve ne varsa.

Maskenin Ardı

Kafan bulanık.


Dönmek istesen de düne,

Çıktı ok yaydan bir kere,


Bulabilmek için bir umut,

Tarıyorsun zihninin kütüphanelerini,


Oysa,

Bildiklerinden farklı bu hamle,


Karanlık, sokağın griliğinden değil,

Bulutlar değil ışığını kapatan,


Ruhuna geçirilmiş tırnaklar

Bildik düşmanlarından değil,


Maskeler düşerken

Görünen yüzler,

İnsana benzeyen neleri gizler…

21 Aralık 2021 Salı

Sen

Seni sen yapanların bir araya gelişi


İlahi bir hediyeydi belki,


Kimbilir kaç yaşamdır bedelini ödüyor olabilirsin


Bu beklenmedik tesadüflerin, 


Kıskanmıyorum diyemem,

Ama daha çok anlamak istiyorum seni,

Anlamak istiyorum,

Senin hikayen için nasıl dizilmiş yıldızlar?


Sana mı verdiler seçme hakkını,

Yoksa tek tek mi yazdılar her karşılaşmayı,


Sana mı ait ilhamlar,

Yoksa sadece onların sözleri için seçilmiş 

bir kalem misin sen?


Kelimelerin üzerinde akan mürekkebin rengi 

sanki bir kaleydoskop gibi büyülüyor rast gelenleri,


Ne çok isterdim

Yarattığın dünyaların özenle seçilmiş sahte parıltılar olmalarını,


Ama sen,


Baktığın gözlerdeki dünyaların derinliklerinde gezerken,


Midye kabuklarını açar gibi kırsan da savunmalarını,


Ürkmeden teslim oluyorlar keşiflerine,


Senin tarafından keşfedilmenin,

Savunmasız bırakılmanın en güvenli hali olmasının şaşkınlığı ile

Yaşamının zincirine bağlanıp,


Seninle ölümlü ama

Hayatın hücrelerinde adeta hep yaşayacak olmanın dingin ve kıpırtılı heyecanı ile…

Özür diler misin?

Sen başka ölçersin,
Ben başka,

Sevgi var ama,
Acımazsız da bu dünya,

Kimi sorular daha önemli bana,

Doğru mu dersin bilmem ama
Yine de söyle bana,

Özür diler misin?


Görülemeyen




Söyleyecek sözlerim var biliyorum,

Sakladıkça onları,

Göstermeye çekiniyorlar kendilerini

farkındayım,

Saklanmayı maharet saymayı

öğreniyorlar,


Aktıkça açılan, 

Cesarete aç,

tereddütlere güvenmeyen bir kapı o,


Öğrenmişim bir kere 

kulak vermeyi o çok bilen sandıklarımızın sözlerine,

Kaçsan kaçılmıyor,

Öğrenmişlikleri yok etmek

kolay olmuyor,


Onlar konuşmasa,

aklımın arşivinin sözleri

onları aşıyor,


Sislerin içindeyim,


Belki karanlık değil o oda, o sokak, o sohbet,

Bakıyorum,

Bakarken görüyorum kendimi,

Gözkapağımın ötesine geçemiyorum,


Görmemek için ne savaşlar veriyorum,


Gerçeğin korkusunun ürkekliğiyle,

Hayalimin manzaralarını görmekten 

vazgeçemiyorum.

13 Eylül 2021 Pazartesi

...


Helal edin, dedi usta,

bir eli uzanmış Rodos incirinin dalına,



Bana değil belki esas


etmeli teşekkür, güneşe, dala, toprağa…

23 Ağustos 2021 Pazartesi

Onlara...


Bu yaşamda yaş almak bir şans.

Bununla birlikte, yıllar geçtikçe sevdiklerimizi, değer verdiklerimizi yolcu etmeye şahit olmak gerekiyor.

Varsa güzellikleri ya da zorlukları, onlarsız yaşayacağımızı kabul etmek. Onlar sanki aramızda dolaşmaya devam ederken.

Özlemin farklı tatları, farklı zorlukları var.  Mesela seslenememek.  Söyleyemediğimiz adlar birikiyor mesela.  Boş bir sahilde, ve kolay değil o sahilleri bulmak, hani bağırarak o isme seslenebilmek istiyor insan.  Uzaklarda görüp, buradayım ben haydi gel, diye seslenebilmek.

Geçen yıllar sevdiklerimizle, değer verdiklerimizle vedalaşmayı gerektiriyor. Fark ediyorum ki her geçen yıl daha çok.

Bir yandan da özlemek, özleyebilmek sevmiş olmanın, sevebilmiş olmanın hediyesi değil mi? Ama yine bir yandan, yitirmenin verdiği ardı ardına gelen üzüntüler sevmekten korkutmuyor mu biraz?  

Tabii bazen değer verdiklerimizin o değere layık olmadıklarını keşfetmek de var bu hayatta. Hayal kırıklıkları belki özlemlerden daha çok.  Yüreğimizdeki kesikler çoğalıyorken diğer yandan kalbimizi, bizi şefkatle kucaklayanlar, kimi sihirli anlarda, iyi ki yaşıyorum, dedirtiyor.  Dünyanın renklerini berraklaştıran, belirginleştiren bir umut yayılıyor güne ya da geceye.

Yokluğuna üzülebildiklerimiz, bir yandan varlıkları ile, tanışıklıklarımız ne kadar uzun ya da kısa olsun, bizi, belki de biz fark etmeden, değiştirebilenler, büyütenler.  

İz bırakanlar çoğunlukla hissettirdikleri sevgi ile kalbimizde ölümsüzleşiyorlar. 

...

Kelimeleri seviyorum. Hep sevdim.  Söyleyebilmek, daha doğrusu yazabilmek, ruhumu özgürleştiriyor.  Bunu yapacak gücü ve daha çok yapabilecek gücü istiyorum.

Yine de, bazen kelimeler yetmiyor.  Ya da kelimelere güç yetmiyor.  Bazı anlarda.  Bazen bir fotoğraf söylemek istediklerimizi farklı bir dilde anlatıyor.  Bir kareye bir ömür sığıyor.  Bazen de adını bulamadığımız o duygular için renkler gerekiyor.  

Resimle yirmi küsur yıldır devam eden maceramda resmin ruhumuzun için ne anlama gelebildiğini bir yandan da yeniden keşfediyorum galiba.

...

Sadece renklerin dilinde söyleyebildiklerimiz ile, bu günlerde yolcu ettiğimiz iz bırakanlara özlem ve sevgiyle...

31 Mart 2021 Çarşamba

İşaret

Yaşamın ışıkları soluklaşır gibi olduğunda, Tanrı yine de yalnız bırakmayıp umudu hatırlatacak bir işaretle karşılaştırıyor çoğu zaman...







28 Mart 2021 Pazar

ONA



İçimde tarif edilmesi zor bir bulantı

Ağzımda bir demir tadı,


Kanayan bir yara var belli

İçimde bir yerde saklanmadan gizliyor kendini,


Gördüğümde yüzünün o her zamankinden farklı beyazlığını

Sadece ben olamam farkeden bakışlarındaki farklı yalnızlığı,

Görmemiş olmayı isteyense çok olmuştur mutlaka,


İlk defa, ilk defa, 

Mücadeleni başından kaybetmiş gibiydin,

Yenileceğini bilerek girdiğin ilk savaş olduğunu 

belli ki hepimizden çok sen fark ettin,


Kolay değil, yaşamın imtihanları,

Öldürmeyen güçlendirir derler ama 

Vardır o kılıç yaralarının sızlaması bitmeyen izleri, anıları,


Çoğunlukla yalnız veririz savaşlarımızı,

Karanlık odalarda

Ya da sıcacık sokakların üşüten kalabalıklarında,


Zihnimizde ararız devam edebilme gücünü,

Bazen yüreğimiz inandıklarına tutunarak kaldırır bizi düştüğümüz yerden,

Ya da ruhumuz hatırlar

içimizden yükselen sesin izinden giderek başardıklarımızı,

Bulmaya çalışır tekrar ve tekrar o inancı,


Yolu yürümek lazım dedin sen,

Ya da demeden söyledin,

Dalgalar yıkmak için aştıysa da üzerinden, 

çoğu zaman muzaffer, 

her zaman başın dik, 

Yaşama saygı ile attın adımlarını,


Kimbilir bundan dolayı belki tanrılar seni sevdi saydı,

Yıkılana kadar savaşmanı istediler ama

Yalnız bırakmadılar seni o savaş meydanlarında,


Çünkü sen olmamızı istedikleriydin aslında,


İçindeki alevlere rağmen

zeki derin bakışlarınla 

şefkatle bakmayı seçtin her ne varsa,

Ve o sihirli çocuksu saf gülümsemenle

kalbinde sadece kendinle savaşan o yaşama saygınla,


Kimi zaferler kendileri konuşur, kendileri yankılanır sonsuzlukta,

Unutulacak olan kahramanlarının izi 

fark ettirmeden dokunur ruhlarımıza,


İnsanlığın soluduğumuz o yaşam denizinde 

adını bilmediğimiz ilhamlarımızdır onlar aslında,

Bedeli ödenmiş hediyelerdir

Canından canlarımıza…


24 Mart 2021 Çarşamba

Şansa Bırakmak

Amerikan Hastanesi’nde babamın ameliyatını yapan doktorumuzun odasına girdiğimizde kendisi bizi kapıya koşarak karşılamıştı.   Babamın eline ellerini uzatmış, “Sinan Bey ameliyatınızda yüz yıl yaşlandım,  daha önce yaşadıklarınızın tesadüf olduğunu düşünerek hata yapmışım,” demişti.

Rahmetli Babam Sinan Kocasinan’ın bir Aralık sabahı epidural anestezi ile bir iki saat sürmesi planlanan ameliyatı, onsekiz saat sürmüş ve üç anestezi uzmanı görev yapmıştı.  


Oldukça zor ve tehlikeli bir ameliyat yerine, babamın yaşı ve diğer sağlık şartları dikkate alındığında, kısa ve başarılı bir alternatif olduğu düşünülen farklı bir operasyon için farklı bir ameliyat odası hazırlanmıştı.    Tüm hazırlıklar aylar öncesinden düşünülmüştü.  En iyi imkanlar ile en iyi ellerdeydik.


Ancak işte tam da bu nedenle, diğer ameliyathanelerden farklı bir oda belirlendiği  için, sorunlar çıkmaya başlayınca yaşanan onsekiz saatlik koşturmaca sırasında, o odaya koşarak taşınan kan torbalarını, görev değişikliği yapan ameliyathane görevlilerini, anestezi uzmanlarını, telaşla getirilip götürülen malzemeleri bekleme holünde her aşamasında engellenemez bir kaygı ile de izlemiştik.  


Hatta ameliyatın ortalarında bir yerde, cerrahlarımız beni ameliyatın yapıldığı o odanın kapısına davet etmiş, babamın bacağını kaybedebileceğini, damarda bir sorun olduğunu ve neyi denerlerse denesinler damarı kapatmayı başaramadıklarını söylemişlerdi.  Cerrahların kana bulanmış başlık, gözlük ve kıyafetlerini hala bugünkü gibi hatırlarım.


Sonra, sonraki dokuz, on saatte ne olduysa, nasıl başardılarsa, sağolsunlar, doktorlarımız babamı ve bacağını kurtardılar.  Babamı bundan birkaç yıl sonra başka bir rahatsızlık nedeni ile kaybettik.


İşte babamın ameliyatından birkaç ay sonra, kontrol için cerrahımızın odasına girdiğimizde söyledikleri bu yaşanmışlıklardan sonraydı.  


Doktorunumuzun tesadüf olduğunu düşünmemeliydim, dediği olayların bir kısmı babamın Amerika’da, bu ameliyatından onüç yıl önce, geçirdiği by-pass ameliyatına dairdi.  


Rahmetli babam sadece anjiyo olmak için gittiği Amerika’daki hastanede, çok acil durumu nedeni ile by-pass ameliyatına alınmış, daha yoğun bakımda uyandırılamadan oluşan komplikasyon nedeni ile ikinci bir açık kalp ameliyatına alınmış, bu yetmemiş gibi diyaframında oluşan bir sorun nedeni ile normal nefes alması sağlanamadığı için bir aydan uzun bir süre uyutulması gerekmişti.  Ve tüm bunlar olurken vücudunun verdiği reaksiyon ve ilaçlar nedeni ile midesinde bir ülser oluşmuş ve yine henüz uyandırılmadan üçüncü defa, bu defa bir mide ameliyatına alınmıştı.


Hastanenin yapılan tüm işlemleri kalem kalem gösteren birkaç klasörlük faturası da hala gözümün önündedir. Onüç yıl sonra bu defa farklı bir şekilde gözlerimle gördüğüm telaşı, 1989 yılında yaşanan kritik anları Babamın Amerika’daki ameliyatının faturalarsındaki malzeme ve işlemler giderlerinin rakamlarında, fatura satırlarında hissedebilir, görebilirsiniz.


*


Babamı sık hatırlarım ama Babamın bu ameliyatları doğrusu çok uzun zamandır aklarıma gelmemişti.  Birinin üzerinden otuziki yıl, diğerinin üzerinden ondokuz yıl geçmiş.


Bu sabah hatırlamama neden olan şey bir eposta postaydı.  Ve bu epostanın Babamla ya da sağlıkla hiç ama hiç ilgisi yoktu.


Birçoğunuzun bildiği gibi Uluslararası Lions Kulüpleri’nin Türkiye’deki çalışmalarında farklı alanlarda görev aldım ve alıyorum.  İşte bu defa, üzerinde çalışmakta olduğumuz bir organizasyon için hazırlıklarımızı yaparken benim tedbir olarak önerdiğim bir yaklaşım için değerli dostlarımızdan bir not gelmişti. Haksız da sayılmazlardı ama onlara kalbimde geçenleri ve kendimi zaman zaman biraz da olsa izah etmeye gayret etmekle birlikte yaşamın bana sunduğu imtihanları tahmin etmelerini beklemek gerçekçi olmazdı.


O notu okurken neden çok tedbir alma ihtiyacım olduğunu, aksaklıkları neden belki diğer arkadaşlarıma göre biraz daha fazla ve daha teferruatlı düşündüğümü tekrar aklımdan geçirirken, ki bunu zaman zaman düşünürüm, birden aklıma babamın bu iki ameliyatı geldi.   Doktorları da şaşırtarak ama sırasında ve sonrasında büyük zorluklar yaşayarak atlattığı ameliyatları.  Esasında başka örnekler de aklıma gelebilirdi ama sanki zihnimin içinde oynayan iki kısa film gibi bunlar belirdi.


Beni tanıyanların ve birlikte görev yapanların bildiği gibi, bazen çok detaycı olarak tarif edilen, zaman zaman gereksiz detaycılık ve fazla tedbirli olmak olarak da adlandırılabilen bir yönüm var.  Böyle mi doğdum bilmiyorum ama bu yaşamın bana sunduğu yolun ve bu yaşamın imtihanlarının bunda etkisi olduğunu söyleyebilirim.


Yine beni tanıyanlar bilir, benim çalışmalarım, işlerim esasında genelde iyi sonuçlar verir. Yani şansın yanımda olduğunu söyleyenler de çok olmuştur.  Ancak, şansın, Tanrı’nın çoğu zaman yanımda olduğunu düşünenlerin genelde bilmediği ve benimle uzun süreli olarak çalışacaklara açık yüreklilik ile izah ettiğim bir durum da vardır.  Örneğin bir sınavda bin sayfalık bir kitaptaki konular ele alınacak ise, ve ben kitabın 999 sayfasını çalışıp bir sayfasını atlamış isem, öğretmenimiz o gün o sayfadan tek bir soru ile sınav yapmaya karar verebilir.  



Liseyi birincilik ile bitirdiğimi yine birçoğunuz biliyorsunuz.  Öğrencilikte bunu o kadar çok defa yaşadım ki herşeyi çalışmanın benim için gerekli olduğunu keşfettim.  Yaşam bana kısmi hazırlıklar ile ilerleme yolunu ısrarla kapatıyordu.  Ortaokul ve liseyi birincilikle bitirdim ama ne zaman bir konu için önemli değil desem, sözlü ya da yazılı sınavlarda öğretmenlerim bana o soruyu sordular.  O kadar kesin, o kadar aynı şekilde tekrar eden bir durum oldu ki, bununla savaşmayı bıraktım ve derslerimin hiçbirini ayırmadan, hepsini çok çalışmayı seçtim. Okul derecelerim de bu nedenledir bence.  Yani çok hızlı öğrendiğimi, çok hızlı anladığımı söyleyemem. Yaşam yolu başka alternatif bırakmadığı için adeta.


Ve işte bu yaşam yolu, ya da bu yaşamda öğrenmem için bana sunulan ders, hep bu şekilde oldu.  O nedenle, her zaman çok tebdirli oldum.  En azından denedim.  İş hayatında da, özel yaşamımda da. Aksaklıklar yaşamamak, önceden planlayarak ve oluşabilecek aksaklıkları öngörmeye çalışarak oldu.


Sonraki yıllarda kalbimin sesini dinleyerek bu tedbirleri almaya çalıştım.  Tedbirden vazgeçmek değil ama iç sesimin bana hatırlattığı tedbirleri almaya gayret ettim.  


Bir şeyin rast gitmesi için bazen bizim insani gayretimizden öte, o şeyin gerçekleşmesine yaşamın izin vermesi gerektiğini de gördüm.  O nedenle de, yaşamımının belki son yirmi yılında, hiçbir şeye mutlaka olması gereken şey olarak bakmadım.  Eğer yapılması doğru geliyor ise o yola çıktım.  Benim için ya da herhangi bir sonuç için değil, bu yaşamda bu işin yapılması bütün için doğru mu, diye sormaya gayret ettim. Bu, bazen, benim istediğim şeyler için evet yanıtını verdi, bazen doğru olanı yapmak için kendi isteklerimden vazgeçmemi gerektirdi.


İşte yine bu yolda, bazen içime, çoğu kişiye gereksiz ve anlamsız gelen tedbirleri almak da doğdu.  Başkaları için gerçekten fuzuli gelebilecek bu tedbirleri almayı seçtiğim için çok teşekkür de aldım.  


Dostlarıma şunu da paylaşırım.  Önerdiğim, aldığım tedbirlere genelde hiç ihtiyaç olmaz. Yani benim işlerim genelde rast gider, sorunlar oluşsa bile bir çözüm de gelir ama bu ancak ve ancak yaşama kafa tutmadığımda olur.  Ben aklımın erebildiği, kalbimin hatırlatabildiği tedbirlerin tamamını aldığımda genelde işlerim akar ve o tedbirlere gerek olmaz.  Ancak,  aklıma gelenler için tedbir almadığımda, aklıma gelen uyarıları yok saydığımda, o konu, sanki aksiyom gibi mutlaka karşıma çıkar.


*


İşte bu sabah, yakında tamamlayacağım 51. yaşımdan geriye dönüp bakarken yaşama ve şansa dair çok şey geçiyor aklımdan.  Şükrediyorum, çok şanslı bir insan olarak yaşamışım.   Bu şansın belki hakkını çalışarak vermem gerekti ama bunu bu yaşamdaki imtihanım olarak severek ve mutlulukla kabul ediyorum.  Tabii, benimle birlikte çalışanlar bu imtihanın parçası olmaktan ne kadar mutlu ve şanslı, eh bu da onların kader yolunun bir cilvesi olmuş olabilir. 


Sevgi dolu olsun günleriniz. Ve yaşam, üstesinden gelebileceğimiz, bizi yıkmadan aşabileceğimiz ve zorluklar getirse bile iyi ki yaşadım diyebileceğimiz maceralarla dolu olsun.  Ve Tanrı ve şans her zaman yanınızda olsun.


31 Ocak 2021 Pazar

Üzülmeyin

Bu pandemi sürecinde bir kaç defa ateşim yükselir gibi oldu. Sanırım iki ya da üç defa.  Belki neredeyse bir yıllık bir süreçte bu normal. Ancak, her defasında hızla acilen yapılması gereken işler ve işlemler aklıma geldi. 


Esasında  pandemi yurtdışından kendini göstere göstere yanı başımızda adı konulan bir gerçeklik olarak belirdiğinde, ilk reaksiyonum bana ihtiyacı olabilecekler için yapmam gerekenleri sağlama almaktı. Annemin sağlık ihtiyaçları ve benzer konularını neredeyse 2020 yılının tamamı için sağlama almakla, hazırlık yapmakla uğraştım. Kendimce, aklım erebildiğince.  Duyduklarımız ile birlikte, bana bir şey olur ya da uzun süreli bir tedavi görmem gerekirse diye.  Annemin korunması için ne yapabilirim, buna kafa yormaya çalıştım.  Tabii, yaşamda neye ne kadar tedbir alabileceğimiz tartışılır.


2020 yılı biterken, aile olarak yaşadığımızı başka gerçekler vardı.  Sadece benim için değil ailemizdeki bir çok kişi için adeta bir baba olan Fahri Eniştemi Covid’den kaybetmemiz, teyzem ve kuzenimin de enfekte olmaları ve ailelerindeki diğer yakınlarımın da enfekte olmuş olma ihtimallerinin korkusu.  Hastalık süreçlerinde destek olamamamın kabul edilmesi ve alışılması zor Covid gerçeği. 


Aralık ayının ortalarında başlayan bir korku, endişe ve üzüntü süreci, Aralık ayı sonunda eniştemin vefatı ile, bedenimde, göğsümün ortasında bir yara varmışcasına, sanki dışı dikenlerle kaplı küçük bir top göğüs kafesimin tam ortasına yerleştirilmiş ve ben hareket ettikçe sanki o topun yüzlerce minik dikeni etime batıyormuşçasına, henüz atamadığım bir üzüntü hissi ile yaşıyorum.


Pandemi sürecinde, Covid nedeniyle ya da başka nedenlerle annesini, babası, benim gibi çok yakınlarını, arkadaşlarını kaybedenler hızla çoğaldı.   O nedenle, mutlaka ki benim hissettiğim bu acı hissini yakınımda da çok hisseden vardır.  Acıları unutmak, daha önceki kayıplarımızda biraz öğrendiğim gibi, biraz da kendimizi meşgul etmekten geçiyor.   Taziye evlerinin neredeyse kırık gün süren ama bir süredir yaşayamadığımız kalabalıkları, o evlerde kimi zaman ağlayarak kimi zaman gülerek, genelde geçmişin anılarını farklı detayları ile konuştuğumuz sohbetler o yaraların merhemlerindendi. Şimdilik belirsiz bir geleceğe kadar, sadece idi diyebiliyoruz.  Birbirimizin acısına merhem olamamak bu günlerin belki en büyük zorluğu.


Pandemi başladığında hemen değil ama, sanırım 2020’nin Mayıs, Haziran ayından itibaren herkesin dijital iletişime alışması ile birlikte, aile, iş, sosyal çalışmalar, hobiler ile ilgili onlarca farklı grupta, onlarca farklı ülkede, yüzlerce farklı insanla temasım olmaya başladı.  Belki çok özel hazırlıklarla katılabildiğim ya da katılamadığım etkinliklere, toplantılara katılabilmeye başladım.   Bir meditasyon grubunun bağlantısından çıkıp, üyesi olduğum bir uluslararası sivil toplum kuruluşunun Hindistan’daki çalışmalarını dinleyebildiğim bir toplantıyı takip etmek, bunu yaparken toplantı aralarında çalışmak, mesela sonrasında başka bir grupta romanlar hakkında ilham alabilmek mümkün olmaya başladı.   Pandeminin 2020 yılının ikinci yarısındaki dijital dünya hızı biraz da başdöndüren bir şekilde yaşamlarımıza girdi. Genç, daha az genç, hepimizin.


Eniştemin vefatı ile göğüs kafesimim ortasında beliren dikenli top ile başa çıkmak için normalde yapageldiğim gibi kendimi yaşamın olağan akışının içine tekrar bırakmayı seçtim.  Fakat, fark ediyorum ki, yeni normalin yaşamı, bedenimizde adeta şekil bularak yerleşmeyi başaran acıları atmak için pek yeterli olmuyor.  


O nedenle, belki bir hafta kadar önce öksürmeye başladığımda pek şaşırmadım.  Genelde üzüntüler ile birlikte öksürükle devam eden bir hastalık süreci yaşamaya çocukluğumdan beri alışkınım.  Yavaş yavaş gelen öksürük iki gündür göğsümün ortasından yükseliyor ve kendini hissettirerek evet buradayım diyor.


Daha önceki kısa ateşlenmelerimden farklı olarak bu öksürük, düşünmek bile istemediğim nedenden daha çok, beni çocukluğumdan bugüne sayısız an ve anıya götürüyor.   


Hastalıkların tıbben adını koyabildiğim bilimsel nedenleri var.  Bununla birlikte, gerçekten bedenin kendini korumaktaki en büyük silahı, içinde sevinç, mutluluk, neşe, umudun yoğun olarak yer aldığı bir karışımdan oluşuyor.  O nedenle, bu konuda başka zamanlarda, başka şekillerde daha önce de yazdım, ama, üzülmek için ne kadar çok nedeniniz olursa olsun, lütfen ama lütfen üzülmeyin.  Kayıpların yasının tutmanın iyileşmenin parçası olduğu söylenir. Acıları kabul etmenin, acılar ile yüzleşmenin gerekliliğinden bahsedilir.  Doğru da olabilir ama çocukluktan beri keşfettiğim gibi benim bedenimin gerçekliği bu bilgi ile uyumlu değil.  


O nedenle, yıllar içinde keşfettiğim bu kişisel bilgi ile, dinlediğim haberleri, okuduğum kitapları ya da seyrettiğim fimleri, dizileri buna göre dengelerim.  Yaşamın sunduğu zengin duygu yelpazesindeki tüm renklerin tadına ihtiyacımız var.  Uzun süren gri, kahverengi, siyah hakimiyetleri, teslim olmayı seçtiğimiz kalın, koyu bulutlar, solgunlaştırıyor bizleri.  Esasında etrafımızdaki olumsuzluklardan beslenen, can acıtmayı seven, sağlıklı dozu çok aşan bencillikteki insanlara yaşamlarımızda ayırmayı seçtiğimiz zamanı da dengelemek gerekiyor belki ama, o konuyu şimdilik bu kadar bahisle bırakmak daha doğru olacak.


Benim bedenim, aklım, ruhum, kalbim acıya yaklaştığında, elimizi sıcak bir şeye değdirdiğimizdeki gibi hızla refleksini gösterir ve öksürük ile bana sesini, boğazımızdan gelen mini mini öksürüklerle ya da dinlemezsem bedenimi sarsan öksürüklerle er ya da geç duyurur. “Çok üzüldün, yeter,” der ve şimdi de yüksek bir ses ile söylüyor.  


Tahminen iki hafta önce anneme, “Anne ben bu gidişle hasta olacağım,” dediğimi de hatırlıyorum.  Hastalığı çağırmaktan öte, ruh halimin getireceklerinin ayak seslerini iyi tanıdığım için.


O nedenle, sonraki günlerde sizlere ne yazmam mümkün olur bilmiyorum ama, abla, kardeş, arkadaş tavsiyesi olarak, lütfen üzülmeyin. Üzüntünüzden çıkmak için bir yol bulun. Bedenimizin duygularımıza dair mesajlarını duymazdan gelmek marifet değil.  Ve benim gibi bu anlamda öğrendiği dersleri çabuk unutan, ısrarlı inkarcı olmak hiç değil. 


Ne mi yapabilirsiniz?  



Mesela, birazdan, bu öksürük ile ne yapmam gerektiğine karar verene kadar yapacağım gibi, bana kargo ile iki gün önce 111. baskısı gelen, Aziz Nesin’den “Sizin Memlekette Eşek Yok Mu”yu okuyun.


Sevgiyle.

25 Ocak 2021 Pazartesi

Yaşamın Tesadüfleri Hikayelerle Bizi Tamamladığında



1950’lerin İstanbul’una dair bildiklerim daha çok babamın fırsat oldukça anlattılarına dairdi.
  Esasında İstanbul’un 1945 ile 1951 yılları arasındaki dönemi hakkında anlattıklarına.


İstanbul’daki yaşama dair öğrendiklerim, özellikle 1945 yılında babamın İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, Gümüşsuyu’ndaki binasında inşaat mühendisliği okumaya başlamasıyla başlıyordu.  


Aslında babam, annesi tarafından kısmen Afyon’lu olan kendi ailesinin Kurtuluş Savaşı başlarken İstanbul’dan fark edilmeden ayrılma hikayelerinden bahsederken de İstanbul’u biraz anlatmıştı.  


O yıllarda Beşiktaş Akaretler’de bir evde oturan ailesinin, asker olan babası, yani Dedem Yusuf İzzettin ile birlikte, İstanbul’dan Kurtuluş Savaşı’na katılmak için nasıl hazırlandılarını, annesinin evdeki eşyaları farkettirmeden yavaş yavaş satması ile Anadolu’ya kaçışlarını.


*


Babam öldüğünde 34 yaşındaydım.  Genç denilemeyecek bir yaş belki. Bununla birlikte, benim ortaokul, lise yıllarımda babamın şantiyelerde olduğu dönemler, benim üniversite için Amerika’da olduğum yıllar, sonrasında birlikte çalıştığımız 12 yıl boyunca o zamanlar çok şey öğrendiğimi hissettiren ama babamın kişisel tarihine dair aslında ne kadar az soru sorduğumu farkettiren dönemler.  Çocukken, belki tüm çocuklara özgü bir merakla, sonu gelmeyen sorular yaşamımın parçasıyken, sorularımı sesli olarak sormaya nedense oldukça ara vermiştim.  


Belki babamla yaşarken babama benzeyerek gözleyerek keşfetmeyi seçmiştim. Şimdiki aklım olsaydı, babama çok daha fazla şey sorardım.  Esasında babamın vefatından birkaç ay önce, bugünlerde tekrar bir atölyesine katılmakta olduğum yazar Mario Levi ile bir kursu yeni tamamlamış ve sonunda babamın hayat hikayesini yazmaya karar vermiştim.  Beni muazzam heyecanlandıran ve yeniden yaşamaya başlamışım kadar mutlu eden haberi, yazı ile ilgili sürecimi paylaştığım bir arkadaşıma Ortaköy Camii’nin hemen yanıbaşındaki bir kafenin dışarıdaki bir masasında öğle yemeğimizi yerken müjdelediğimi hatırlıyorum.  


Belki o nedenle, babamın 2004 yılının Eylül ayındaki vefatından sonra bir süre yazı ile ne yapmak istediğime karar veremedim.   Birkaç yıl da yazmadığımı söyleyebilirim.  O günlerde bireysel yaşamında da birçok değişim oluyordu.  Fethiyeli olma sürecim başlıyordu.  2004 ile 2007 arasındaki yıllar birçok yeni başlangıca vesile olacaktı.


*


2004 yılında Mario Levi ile yaptığımız grup çalışmasının sonunda, babamdan yola çıkarak uzun bir hikayeyi kaleme almaya cesaretlenmişken, o günlerden bugüne roman ya da hikaye değil ama sayıları 700, 800’ü bulan Türkçe ve İngilizce yazılar yazdım. Yazdıklarımın bir kısmını altı Türkçe, iki İngilizce kitapla paylaşmam da mümkün oldu.  Ama 2004 yılının Haziran ayında Ortaköy’de kendine göre hayatındaki en önemli kararlardan birini paylaşan ve bunun heyecanı ile adeta hoplayıp zıplayarak yürüyen Zeynep ile babası ile aynı yılın Eylül ayında vedalaşmak zorunda kalacak olan Zeynep’in düşünüş ve his dünyasında çok büyük farklar olacaktı.


Kitap okumayı, edebiyatı hikayelerle sevdim.  İlkokul’dan başlayarak, ortaokul ve lisede alevlenerek büyüyen tutkunluğum beni bitmeyen bir iştahla hikaye ve özellikle roman okumaya itti.  Çalışkan bir öğrenciydim ve dersler dışında özellikle ortaokulda en büyük tutkum okumaktı.  Bazen haftasonu bitiremediğim bir kitabı teneffüslerde okuyup bitirmek isterdim.  Hikayelerin içinde kaybolmak, yeni dünyaları keşfetmek muazzam bir duyguydu.


*


Roman okumayı bu kadar severken, babamın hikayesi ile olan iç mücadelem nedeni ile romanla arama bir mesafe koyduğumu yıllar sonra fark ettim.  Aradan geçen 16, 17 yılda onlarca farklı konuda yüzlerce kitap okudum ama okuduğum roman sayısı bunların çok küçük bir kısmıydı.  O süreçte belki çocukluğumdaki heyecan ile okuduğum bir roman, Louise de Bernier’in bir mübadele hikayesi olan “Kanatsız Kuşları”ydı.  Bu romanı ve kendisinin diğer kitaplarını okumaya iten şey Fethiye’de düzenlenen kültür sanat günlerinde kendisinin tercümanlığını yapacak olmamdı.  


Esasında oldukça ünlü olan bu yazarın “Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini” kitabından uyarlanan, başrollerini Nicholas Cage ve Penelope Cruz’un oynadığı “Corelli’nin Mandolini” filmini seyretmiştim ama kitabı okumamıştım.  Louise de Bernier’in tercümanı olacak isem, ne yazdığını bilmem, onu tanımam gerekiyordu. Yani, en azından ben böyle düşünmüştüm. 


O nedenle, hızla Fethiye’deki bir kitapçıdan satın aldığım Türkçe kitaplarını ortaokul, lise yıllarındaki gibi bir iştahla okurken, İngilizce kitaplarını da Amazon’dan sipariş etmiştim.  Kendi dilindeki ifade şeklini de anlamak istiyordum. 2011 Mayıs ayının ilk günlerde, farklı toplantı ve oturumlarda kendisinin tercümanlığını yapmış olmak hayatındaki en güzel, en ilham verici günlerden oldu.   


Bu nedenle, Fethiye Kültür Sanat Günleri organizasyon komitesine, Fethiye’ye çok uzun zaman teşekkür ettiğimi hatırlıyorum.  Esasında, geriye dönüp bakınca, 2005 yılı ile başlayan Fethiye maceram beni belki İstanbul’un göbeğinde nedense ulaşamadığım insanlar, imkanlar ve fırsatlarla bir araya getirdi.  Gökyüzünden, muhtemelen yamaç paraşütü ile Babadağ’dan sahile uçuş yaparken çekilmiş Ölüdeniz fotoğrafları ile Türkiye’nin turizmdeki yüzü olan Fethiye, beni de, yıllar içinde, öngörülemez şekilde dünya ile buluşturacaktı.


*


Roman konusuna geri dönersek, belki o rüzgar ile okuduğum Louise de Bernier romanları dışında, babamın ölümünden sonraki 16, 17 yıllık dönemde, okuduğum Ayn Rand romanları bana tekrar o tadı vermişti.   Sayabileceğim, beni gerçekten heyecanlandıran belki beş, on roman daha var ama diğer okuduğum romanlarla aramdaki, varlığının nedenini sonradan anlamaya başladığım, görülmez bir duvarı, o günlerde tam aşamadığımı söyleyebilirim.   Babamın vefatından sonraki yıllar, hayatımdaki ilk defa bir romanı yarım bırakmanın ne olduğunu da öğrendiğim yıllar oldu.  İstanbul ve Fethiye’deki kütüphanelerimde alınmış ve okunmamış kitapların ağırlığının romanlar olduğunu görmek enteresandı.  Ve sorun romanlarda değil muhtemelen bendeydi.


*


1950’lerin İstanbul’undan bahsediyorduk. 


Rahmetli Babamın, gençliğinin İstanbul’una dair anlattığı anılarının büyük bir çoğunluğunun geçtiği yerler, inşaat mühendisliği okuduğu üniversitesinin çevresi olan Taksim, Beyoğlu, Dolmabahçe’ydi.   Arada buna Moda ve Boğaziçi eklenirdi.  Yıllar sonra babam, evlenip bu defa İstanbul’da, bugünlerde Swissotel’in olduğu, Dolmabahçe Sarayı’nın arkasındaki tepede, Akaretler ile Maçka arasındaki bölgede annemle birlikte yaşamaya başlamıştı. Ben ve ağabeyim, o mahalledeki ilk evlerinde değil, bir yıl kadar sonra taşındıkları bir kaç sokak alttaki, Vişnezade Camii’nin karşısındaki Tan Apartmanı’ndaki, otuz yıla yakın zaman geçirdiğimiz ikinci evimizde otururken doğacaktık.


Babam üniversiteye başlarken İstanbul’a geldiğinde, önce İstiklal Caddesi’nde Rum bir hanımın işlettiği misafirhanede kaldığını, sonra üniversitenin yatakhanesine geçtiğini anlatmıştı.  Babasının asker olması nedeni ile çocukluğu ve gençliği farklı şehirlerde geçen babam, Eskişehir Lisesi’nden mezun olmuş ve 1945 yılının sonbaharında İstanbul Teknik Üniversitesi’nin sınavlarını kazanarak mühendislik okumaya başlamıştı. 


Yazılarımda babamdan sık bahsettiğimi birçoğunuz biliyorsunuz. Bunda yaşamımda çok büyük katkısı olmasının etkisi var.  Bununla birlikte, bugün geriye dönüp baktığımda, 2004 yılının Haziran ayında kendimce karar verdiğim, hatta babama “Babacığım ben Mario Levi ile kursumu bitirdim, sizin hayat hikayenizi yazmak istiyorum,” dediğim günlerin ve onun tanıyanların bildiği kendine özel, gözlerinde bir ışıltı ile paylaştığı mutluluk ve onaylama gülümsemesi ile yanıt verdiği günün de etkisi var.  Kendime ya da ona verdiğim bir sözü, o güne kadar onun yaşamını yeterince öğrenmeyi ertelediğim ya da başaramamış olduğum için gerçekleştirememiş olmanın etkisi.


*


İşte, yıllar sonra, yaşamda bazen olduğu gibi, yaşam, olaylar, bazı kördüğümleri beklemediğimiz anlarda kendiliğinden açabiliyor.  Bunu sadece yaşamın bir hediyesi olarak görmek mümkün olmakla birlikte, yaşamın işaretlerini, içimizdeki uyandırdığı hislerin izini takip etmenin hediyesi olarak da görebiliriz.


2021 yılının bana böyle bir hediyesi de, 5 Ocak günü Twitter’da gördüğüm bir haber ile başladı. İstanbul Modern’in ev sahipliğinde Mario Levi ile bir hikaye ve roman atölyesi başlayacaktı.  Zihnim bir anda Mario Levi ile Nişantaşı’da katıldığım yazıda yaratıcılık atölyesine gitti. O günden bugüne yaşamımda çok hızlı bir yolculuk yapmış, zihnimde bunlar olurken hemen bu atölyeye kayıt olmuştum.  Esasında bunları yaparken az önce bahsettiğim bir çok şeyin farkında değildim ya da Twitter’da okuduğum o kısa duyuru ile inanılmaz bir hızla farkına varıyordum.


Tüm bunlar olurken, esasında eş zamanlı olarak, sonradan benim için farklı bir başlangıca vesile olacak başka bir şey oluyordu.  Mario Levi ile hikaye ve roman atölyesine kayıt olmadan takriben bir buçuk saat kadar önce. 


Pandemi nedeni ile annemin evinde geçirdiğim günlerin her günkü parçası olduğu gibi binamızın apartman görevlisi sabah alışverişlerini getirmeden az önce, bir eposta göndermiştim.  Çanakkale’de yaşayan ve sivil toplum çalışmaları sayesinde tanıdığım Öznur Doğangün’e.  


Özetle, bir iki yıldır birlikte ortak çalışmalarda görev yaptığımız Öznur Hanım’ın üyesi olduğu Çanakkale Lions Kulübü’nün bağlı olduğu Lions Federasyonu’nda bir kitap kulübü vardı.  Pandemi nedeni ile sanal toplantılarla buluşuyorlar ve paylaşımlarını internette görüyordum. Esasında Öznur Hanım sanırım bu kitap kulübünden sohbetlerimizden birinde de bahsetmişti ama gerçekten farkına varmam sosyal medyada gördüğüm kitap kulübü paylaşımlarıyla olmuştu.  


İşte o 5 Ocak sabahı, annemin evindeki kütüphane bana ait olan kitaplara bakarken iki kitap gözüme çarpmış ve bu kitapları Öznur Hanım’ın Lions Kitap Kulübü’ne tasviye etmek aklıma gelmişti. 


Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” ve Rollo May’in “Yaratma Cesareti”.  Esasında Öznur Hanım’a eposta yazarken niyetim, sadece ilgilerini çekebileceği düşüncesi ile bu iki kitabı onlara önermekti.  Bununla birlikte, epostayı yazarken, epostanın sonuna geldiğimde, kendimi “Acaba ben de kitap kulübünüze katılabilir miyim,” diye sorarken buldum.  Epostanın sonunda,  kişisel paylaşımların yapıldı bu gibi gruplarda grubun oluşan bağları ile bazen dışarıya açılmasının uygun olmayabileceğini hissederek,  uygun olmazsa bana hayır demekten çekinmemesini belirtmek ihtiyacı da hissetmiştim.


Öznur Hanım’dan, epostayı geç farketmesi ile iki gün sonra gelen yanıt, ilk epostayı yazdıktan hemen sonra hikaye ve romanların dünyasına tekrar yakınlaşmak kararı ile attığım adımla daha da mutluluk verici olmuştu.  Kulübün grubuna beni dahil etmeleri ile birlikte konuşacağımız ilk kitabın bilgisi de bana ulaşıyordu.  Osman Balcıgil’in “En Hüzünlü Eylül”ü. 


Kitabın kargo ile elime ulaşması birkaç gün alacak ve kitabın kapağındaki yazıları okumam ile birlikte benim için Türkiye’nin, İstanbul’un ve babamın yaşamına dair bir yolculuk başlayacaktı.  Kitabı okumayı bitirdiğim 23 Ocak akşamına kadar, bu hüzünlü ve ağır hikayenin, yaşamımda sadece bir dönemi daha iyi keşfettirmekten ve buna bağlı birçok şeyi daha derinden sorgulatmaya başlamaktan çok öte, edebiyat ve roman ile bağlantımda sanki geçmişle geleceği birleştiren enteresan bir köprü görevi görecek olmasıydı.



Romanda geçen tarihlerde takriben babamla akran olan karakterler Suzan ve Yorgo’nun yaşamlarını okurken seyretmek, babam ile daha önce kurduklarımdan farklı bir bağ kurmamı, adeta onunla benzerini daha önce hissetmediğim şekilde, yokluğunda birlikte zaman geçirmemi ve sanki bu sayede, biraz küstüğümü fark ettiğim hikayeler ile barışmamı sağlıyordu.


5 Ocak gününden sonra iki kitap okudum.  Biri Osman Balcıgil’in “En Hüzünlü Eylül”ü.  Diğeri de, Mario Levi’nin verdiği bir ödev nedeni ile Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ı.  Osman Balcıgil ile 1950’lerin İstanbul’unda babam ile gezinirken, Marquez ile de esasında çocukluğum ve edebiyata olan tutkumla buluşuyordum.  Çünkü Nobel Ödüllü ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in bu çok bilinen kitabı, 1984 yılında bir ortaokul öğrencisi olarak karşıma çıkmış ve edebiyata aşık olmamı sağlayan ve bitmesine katlanamadığım için son iki sayfasını 37 yıl boyunca okumadığım tek kitap olmuştu.