İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

17 Haziran 2016 Cuma

Çıtkırıldım

Bazen beklenmedik bir anda duyduğumuz bir kelime birçok anıyı, olayı hafızamızda bir anda saklı oldukları o bilinmez yerlerden çıkarıp önümüzde capcanlı görüntüler olarak getirebiliyor. Capcanlı. Bir kelime ile.

Sözlerin, kelimelerin hayatlarımızdaki yapıcı ve yıkıcı güçlerine inanıyorum. Kelimeleri olumluya yormanın önemine de.

Tabi bazı kelimeler anlamları ve enerjileri nedeni ile ne yaparsak yapalım olumlu kuvvete o kadar çabuk dönüşemiyor.  Genelde.  Yani, “kötü” kelimesi ile barışmak belki mümkün ama “kötüsün” cümleciğine dönüştüğünde, o enerjinin dalgasının bedenimizi ve ruhumuzu dövmesini engellemek o kadar kolay değil.

Kelimeler gerçekten güçlü. Bazen sihirli. 

Kelimelerin duyduğumuzdaki etkileri farklı. Okuduğumuzda yarattıkları dalgalar da bambaşka. Orada da gizemli bir dünya var.  Kelimeler kimilerimiz için yazıda ayrı bir hayat buluyor.

Yazı yazmak esasında mide bulantısı gibi bir duygu ile başlar. Ben de öyle başlıyor.  Oturup yazı yazayım diyerek yazı yazamıyorum ben.  Bir mide bulantısı başlıyor adeta.  Bazen çok güzel, bazen çok üzüntü veren bir “şey”le başlıyor. Bir olay, bir görüntü, bir kelime.

Ve getirdikleri düşünce ve duygular sadece beynimde değil bedenimde dolaşmaya başlıyor. Önce kendimi, gerçekten neredeysem, evde, ofiste, genelde volta atarken buluyorum. Dolaşırken. Dolaştığımı bir süre sonra fark etmiş oluyorum. Bakıyorum o duygu ile oturamaz, duramaz olmuşum.

Bazen o olayın hemen anında olmaz bu hal.  Mesela bir toplantının ortasındayımdır o sırada, veya havalimanında uçağa binmek üzereyimdir veya olay bir alışveriş merkezinde gözümün önünde cereyan etmiştir veya bir otelde, takside, minibüste.  Bazen fark etmem bu mide bulantısının daha önce yaşanmış o anlar nedeni ile olduğunu.

Semptomlarda genelde, genelde evime geldiğimde, o zaman kendini belli etmeye başlar. Yazıp içimden atmak istediğim bir şey vardır. Yazıp içimden atmam gereken bir şey vardır.  Ve ortam müsait olduğunda içimdeki Zeynep sinyal verir. Şimdi içinden atma zamanın olabilir, diye. 

İşte bir bakarım evin içinde volta atıyorum.  Sonraki adım bellidir.  Muhtemelen zaten açık olan bilgisayarımın başına geçerim ve yazarım. Bitene kadar.

*

İşte dün duyduğum bir kelime bu sabah, dünden beri ben fark etmeden kafamın içinde saklı yerlerinden tekrar gün yüzüne çıkardıklarını boşaltmamı ister gibi.  Bu akıma çok fazla direnemeyeceğim.

Bugünlerde Orhan Pamuk’un 2006 yılında Nobel Ödülü’nü alırken yaptığı “Babamın Bavulu” konuşmasının birkaç yazısıyla birlikte yer aldığı “Babamın Bavulu” kitabını tekrar okuyorum. İlk defasında gözü yaşlarla okuduğum bu kitabı sanırım beşinci defa okuyorum.  Ve bugünlerde yine tesadüfen Annemin evinde karşıma çıkan George Orwell’in, Penguin Kitapları’nın 20 kitaplık Great Ideas-Harika Fikirler serisinde yer alan kitabı “Why  I Write – Neden Yazıyorum”unu da okuyorum. Onları okuyor olmamın bu sabah duyduğum bu mide bulantısı ile ne kadar ilgisi var bilmiyorum ama bu iki yazarın kelimelerinin bu üzerimdeki hal ve karışıklık duygusu ile kalmak yerine yazmayı seçme isteğimi kuvvetlendirdiklerini söylemek zorundayım.

*

Bir kelime demiştik. Bazen bir kelime yetiyor.

Benim için bugün bu kelime çıtkırıldım.

Anlamını bilmediğimden tabii ki değil ama mide bulantımın nedenini anlayınca, çıtkırıldım kelimesi ile yüzleşebilmek için, bu kelimenin bende dokunduğu yerleri anlayabilmek için, genelde yapmayı sevdiğim gibi Türk Dil Kurumu’nun internet sitesine girdim ve anlamına tekrar baktım. 

Çıtkırıldım kelimesi sanırım benim ağzımdan hiç çıkmamıştı.  Hiç söylememiştim.  Bu kelimeyi bugüne kadar yazdığımdan da emin değildim. Bugünlerde popüler olan “Lugat365 Bazı Kelimeler Çok Güzel” kitabında yer alan ve daha çok dedelerimizin (rahmetli babamın), ninelerimizin dillerinde yeri olan 365 kelimenin çoğunu kullanmışken çıtkırıldım nedense benin lugatımda yer almamıştı.

Türk Dil Kurumu çıtkırıldım sıfatı için “Aşırı incelik, dayanıksızlık ve çekingenlik gösteren (kimse),” diyor.

Çıtkırıldım benim lügatımda yer almamıştı ama, bu sabah kafamın ve kalbimin içinde dolaşanlar, bu kelime veya bu kelimenin bende asıl çağrıştırdığı zayıflık, fiziksel veya ruhsal olarak zayıf olma hali ile ilgili bir isyan başlatıyordu.

Çıtkırıldım kelimesinin daha önce ağzımdan çıkmadığını söylemiştim.  O kelimeyi söylemiş olarak bu yazıyı yazabilmek için mutfakta çayını koymakta olan anneme seslendim.  Birkaç gün sonra Japonya’ya gidecek olduğum için evimde yani Fethiye’de değil İstanbul’da annemin misafiri olma şansını yaşadığım günlerden birindeydim.  Belki de bu yazıyı yazabilmek için olabileceğim en doğru yerde.

Kelimelerin dudaklarımdan dökülmesine izin verdim.
-           “Anne ben çıtkırıldım mıyım?”
-           “Nereden geldi şimdi bu aklına?” dedi Annem.

Önce yanıt vermedim, sonra “Yo, öylemesine,” falan gibi en anlamsız cevaplarımdan birini verdim.  Bir kelimenin, o kelimenin beni saatlerdir rahat bırakmadığını söylemedim.  O kendine göre çıtkırıldımın ne olduğunu tarif etmeye geçmişti ve sorumu fazlası ile anlamsız bulduğunu ve arkasındaki düşünceyi de tam çözemediğini fark etmemek mümkün değildi ama sanki konuyu kurcalamaması gerektiğini de annelik önsezileri ile hissetmişti sanki. Oraya girmedi.

Annelik duygularından bahsedince, annelik şefkatli ile çocukluğumdan beri beni canımı düşünmemekle adeta suçlayan, yapılması gerekenler için kendimi fazla zorladığımı ve yorduğumu, canımı gereksiz üzdüğümü söyleyip duran Anneme çıtkırıldım kelimesi ile bugün yaşadığım mücadeleyi anlatmam zor olabilirdi.  Ona ‘canını üzmek’ ifadesinin ne anlama geldiğini anlamaya başladığımı söyleyebilirdim aslında. 

Yaşamımda canımı düşünmediğim konusunda annemi haklı çıkaracak fazla örnek vardı.  Yerine göre fazlası ile gereksiz cesaretle kendi bedenimi ve ruhunu lüzumsuzca yorduğum zamanlar çok fazla olmuştu. Toz alerjisi için ilaçlar ile şantiyelere gitmeler, burkuk bilekler ile araba kullanmalar, iş seyahatlerine kaçmalar, ateşli ateşli evden ofise kaçmalar.  Sorumluluk hissimin dozunun kaçtığını söyleyip durmuş, sonra bana söz geçiremeyince bu konuda kötü örnek olmakla babamı tatlılıkla suçlar olmuştu. Bu konuda haksız da değildi belki. Ama beni etkileyen babamı örnek almam mı yoksa genlerden gelen bir davranış bozukluğu muydu bundan tam emin değilim doğrusu.

Yıllarca yerine göre bedenime rağmen, ağrılara rağmen, yorgunluklara rağmen, bireysel isteklerime rağmen hep çalışmaya, mücadele etmeye devam etmeyi seçmiştim. Doğru olanı yapmak, yapılması gerekeni yapmak, aileme, çevreme, işime, topluma sorumluluklarımı hani tabir yerindeyse kanımın son damlasına kadar yerine getirmek gibi değişik bir görev bilinci ile yaşadığımı itiraf etmek zorundayım. Böyle bir inanç ile.  Yaşamımın belki ilk otuz yılını böyle tarif etmem mümkün.

Son onbeş yıl içindeyse, adım adım, bu ‘rağmen’lerle yaşamanın doğru bir yol olmadığını keşfetmeye başladım. Adım adım.  Bu on beş yılda, bedenimin, kalbimin ve ruhumun bana adeta boyun eğişi ile ilerlemenin yaşamak için doğru olmadığına karar verdim. Kendimi düşünmeyi bir seçenek olarak dikkate almadan yaşamayı bırakmaya karar verdim.

Beni yakından tanıyanlar bilirler, maddiyat benim için hayatta hiçbir zaman öncelik olmadı. Yani çok çalıştıysam bu öncelikle sorumluluklar nedeni ile oldu. Kendimden çok başkalarına karşı hissettiğim sorumluluklar.  Sonra kendimi düşünmenin sorumsuzluk olmadığı kavramı ile barıştım.  Bana iyi gelen davranışlarında başkaları için de iyi olabileceğine. Şu meşhur “kazan-kazan” tabirinin doğru olabileceğini keşfetmeye başladım. İstediğim şeyi yapmanın başkalarına da iyi gelebileceğine.  Mesela en basiti, çocukluktan beri en çok yapmayı sevdiğim şeyi yaptığımda, yazı yazdığımda, bana yazılarımın onlara ne kadar iyi geldiğini, şifa olduğunu, moral verdiğini, umut verdiğini söyleyen insanlar ile karşılaşabildiğimi keşfettim.

Bu sabah kendimi İstanbul’da, Arnavutköy’de, annemin evinde volta atarken yakaladığım an aklımdan geçen anıyı fark ettim. Rahmetli babamla Ankara’da bir oteldeyiz.  Kayseri’den, bir karayolları inşaat işinin ihalesine girmeden önce iş yerini görüp Ankara’ya gelmişiz. Ertesi gün ihale var Karayolları Genel Müdürlüğü’nde.  Gündüz ateşlenmeye başlamışım ve ihale dosyasını tamamlamamız gerekiyor. Ateşim düşmek yerine çıkmaya devam ediyor, aldığım ateş düşürücüler sadece o prospektüsteki süreleri kadar etki gösteriyor ve ateşim 39, 39,5 dereceler gibi riskli bölgelerde gezinmeye devam ediyor.  Oteldeki havluları ıslatıp vücudumu soğutmaya çalışıyorum.  
Bir yandan otel odasında babamla ihale dosyasını hazırlamaya çalışıyoruz.  Gözlerim kararmaya başladığında havlular ile kendimi soğutarak ateşimi düşürmeye çalışıyorum.  Benden 43 yaş büyük babamdan pek bir destek talep istemem mümkün değil ama o da bana “Zeynep, kızım, ne yapalım, iyi misin?” diye soruyor. Ben bir yandan ne olacak halim diyorum ama ertesi gün ihale var ve her zaman yapmayı seçtiğim şeyi yapmayı seçiyorum ve “İyiyim Babacığım,” diyorum. “İdare ederim,” diyorum. İdare ediyorum da. Yani en azından havale geçirmeden ertesi sabahı ediyorum. Arada bazen on dakika, bazen yarım saat uzanıyorum ve kalkıp ihale dosyası üzerinde babamla çalışmaya devam ediyoruz.  Ertesi gün ihaleye de giriyoruz. İş bizim üzerimizde kalmıyor o ayrı.

Şimdi geriye dönüp bakıyorum ve “Bu hata” diyorum. Böyle davranmak hatalı.  Canıma yazık, ruhuma yazık.  Onlarca, böyle onlarca olay var hayatımda.  Kendimi bildim bileli zayıflığı, zayıf olma halini kabul etmemek adına, hastayım demedim, yorgunum demenim, üzgünüm demedim.  Yıllarca demedim. Gerçekten yıllarca. Şimdi düşününce, rahmetli babam 77 yaşında vefat etti ve belki o neredeyse hayatı boyunca demedi ama ben de son on beş yılda azalan dozlarda olmak üzere, halim ne olursa olsun söylemedim. Söylememeyi seçtim.

O yıllarda annemin iyi olup olmadığını anlamak için davranışlarımı kontrol ettiğini, halimi gözlerimden anlamaya çalıştığını bilirim.  Hasta olduğumu söylemezdim, üzgün olduğumu söylemezdim, takatim kalmadığını söylemezdim. Bunu saklamak için uğraşırdım adeta.  Mesele benim meselemdi, başkasını yormaya ve üzmeye gerek yoktu ki. Rahmetli babamın ve annemin rahatsızlıkları nedeni ile onları üzebilecek veya onlara ek bir yük getirebilecek bir durum yaratmamak önceliğimdi.

Sonra yıllar, yaşananlar, kitaplarımı yazmaya iten hikâyeler, bana kendimi düşünmeyi öğretmeye başladı. Kendimi düşünmemin şart olduğunu. İsteklerimi dikkate almam gerektiğini. Kendimi korumanın, kendimi düşünmenin bencillik değil sağlıklı bir şart olduğunu.  Kendimi düşünmemin ve korumanın başkalarını düşünmeme, başkalarını korumama mani olmadığını.

Yavaş yavaş, ki bu konuda hala biraz yol almam gerektiğini söylüyor annem, hastaysam hasta olduğumu söyleme başladım. İyi hissetmiyorsam bunu söylemeyi, canım acıyorsa bunu paylaşmayı, üzgünsem beni üzen duyguları ifade etmeyi seçmeye başladım.  Kendim olmayı ifadelerimde daha şeffaf ve açık olarak yaşamayı seçmeye başladım. Özellikle de son bir yıldır bu konuda daha net bir niyetim var.  Kendime rağmen bir şeyleri yapmak artık benim için bir seçenek değil. Sorumluluk bilincimin azaldığını söyleyemem. Sadece kendime eziyet etmemek konusunda kararlıyım.  Kuvvetin ve zayıflığın ne anlama geldiğini daha sağlıklı olarak kavrıyorum.  Çok şükür.

İşte bu nedenle, belki yaşamım boyunca kendimle verdiğim bu zorlu iç mücadele nedeni ile geçirdiğim bir rahatsızlıktan sonra dinlenmeye karar verdiğimde, bunu seçtiğimde, beni çok sevdiğini çok iyi bildiğim bir tanıdığımın bir espri olarak, belki aslında haydi kendini bırakma, haydi toparlan, sen güçlüsün, demek isteyerek “Ben sana bundan sonra çıtkırıldım diyeceğim,” demesi enteresan bir çınlama yaptı ruhumda ve bedenimde. 

Ben, neredeyse küveze girme sınırında, iki kilo beşyüz gram doğmuşum.  Çocukluğum kilo olarak hep zayıf bir çocuk olarak geçmişti ama ufak tefek olmam, zayıf olmam hiç dikkate almadığım bir özelliğim olmuştu. Kız çocuğu olmam beni etkilememişti.  Korkusuz değildim ama korkularımı yok sayarak çıtkırıldım olmamak, kız olmama rağmen, ufak tefek olmama rağmen güçlü olmak ve kalmak hep birinci önceliğim olmuştu.  Kendi başımın çaresine bakmak hedefim olmuştu.

İşte çıtkırıldım kelimesi kırkaltı yaşımı dolduralı neredeyse bir ay olurken yaşamda kendimi yıllarca ne kadar zora koştuğumu hatırlattı.  Çok şükür yaşamda daha dengeli olmayı seçtiğimi.  Bir insanı tanımanın, kendimizi tanımakta zorlanırken, o kadar kolay olmadığını. Ve en çok da kelimelerin o dev gücünü. 

Eyvallah demek lazım belki çıtkırıldım denilen Zeynep’e, güçlü olmaya çalışana olduğu kadar.