İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

21 Ocak 2020 Salı

Kadınsın Ama

Bugün gazetelerden birinde bir haber vardı.  “İstikbal Kadınların” başlığı ile.  Türk Hava Yolları’ndaki kadın pilot sayısının, 39’u kaptan pilot olmak üzere 211’e yükseldiğini yazıyordu.  Bu sayının 2006 yılında, sadece 13-14 yıl önce 6 olduğunu. 

Haberi okuyunca, bundan takriben dört yıl önce dikkatimi geçen bir haber aklıma geldi.  3 Nisan 2016 tarihinden bir haber. Tarihi neden mi bu kadar net hatırlıyorum? Çünkü o gazete haberini İstanbul Atatürk Havalimanı’nda uçağımı beklerden okuduğum günden iki gün sonra önemli bir konuşmam vardı ve o gazetede gördüğüm aslında iki haber beni oldukça düşündürmüştü. 

O günlerde sosyal çalışmalar yapan bir federasyonunun başkanlığına adaydım ve bir kadın olarak bu görevi yapmaya yeterli olup olmadığımın konuşulduğunu bana aktarıyorlardı. Doğrusu hayatımda ne ailemin, ne çevremin, ne okul, ne de iş hayatımda karşılaştığım insanların, kadın olduğum için bir şeyleri yapıp yapamayacağımı sorgulanmasına pek alışkın değildim. Bir insanın, ilgili iş ya da konu için yeterli bilgi ve beceriye, ve belki de bir o kadar önemli olarak, işi yapma isteğine sahip olmasının önemli olduğu öğretilmişti bana. Bir kadın olarak bazen kendimizi ispat etmenin daha uzun zaman alabildiğinin farkındaydım ama açıkçası neden böyle oluyor diye de hiç sormadım.  Çalışarak yoluma devam ettim.

O nedenle, mesela - doğrusu ya öyle olmuş olmamın da sadece o sıfat nedeni ile beni yetersiz kılacağına inanmam ama - mühendis olmama rağmen, yıllardır aktif olarak iş hayatında olmama rağmen, ev hanımı olduğum ve bunun için yetersiz olduğumdan dolayı federasyon başkanlığı görevini yapmamın mümkün olamayacağını söyleyen kişilerin sözleri kulağıma gelmişti.  Söylenenlerin üzerinde durmamıştım ama şaşırmadığımı da söyleyemem. Benim için yeni bir deneyimdi. 

Seçim psikolojisi değişik bir psikoloji.  Üzerinde durmadım ama yapılanları hiçbir zaman doğru bulmadım.  Yaşamımın hiçbir döneminde doğru olmayan bir bilgi ile kimsenin yolunu açmaya ya da kapatmaya çalışmadım.  Bununla birlikte, bana bunu yapanlara da bir yaptırım da uygulamadım, uygulatmadım. Doğru mu yaptım bilemiyorum.  Bu sürecin insanın doğası gereği doğal bir durumu olduğunu kabul etmeyi seçtim.  Sadece, doğru olanı duyurmak için belki bazen daha çok gayret gösterdim.  

Aslı astarı olmayan sözleri söyleyerek, kendilerince karşımda seçime giren benim de kıymet verdiğim ama o seçimde iki aday olarak yer aldığımız, çok değerli bir ağabeyimi desteklediklerini düşünenler, esasında bana davranış şekilleri ile desteklemek istedikleri insanı bir anlamda yetersiz durumuna düşürdüklerinin farkında değillerdi. Beni bu şekilde doğru olmayan bilgiler yayarak desteklemeye kalkanlar olması beni derinden üzerdi mesela.

Yine o seçim sürecinde, beni korumak adına bana haksızlık yapanları afişe etmek isteyen dostlarım oldu. Bir yandan haklıydılar.  Kimileri terbiye ve nezaket sınırlarını gerçekten aşan hatalı ve haksız davranışlar ile karşılaşmıştım.  Yine de, başkalarını şikayet etmek ya da eleştirmek yerine, kendimizi daha iyi ifade etmeye odaklanmayı tercih etmeye karar verdik.  Geriye dönüp baktığımda, yine de hala bunun doğru olduğuna inanıyorum.   Kazanmak arzusu ile içimize sinmeyen bir davranışta bulunmadığımız için çok şanslı hissediyorum. O pişmanlıkların geri dönüşü olmuyor.  Elimizden geleni yaptık ve sonrasını hakkımızda hayırlısı olsun diyerek bizi değerlendirecek olan delegelerimize ve Tanrı’ya bıraktık.

Evet, ne diyorduk? 
2016 yılının Nisan ayında çıkan haberden bahsediyorduk.

O gün havaalanında gazete okurken kadınlara dair iki haber gözüme çarpmıştı. Birinci haber iki kadın pilota dairdi.  Türk Hava Yolları’nda görev yapan iki Türk kadın kaptan pilotun, ilk defa uzun menzilli uçuş yaptıkları, Şikago-İstanbul uçuşunu gerçekleştirdikleri gururla paylaşılıyordu. Pilot Emel Arman ve Pilot Ferihan Işık kokpitte iki kadın kaptan pilot olarak bu uçuşla bir ilki gerçekleştirmişlerdi.   Haber umut veriyordu.

Diğer haber ise Trabzon’dan, Of İlçesi’ndendi ve içeriği bambaşkaydı. Bir belediye başkan vekili,  Trabzon İl Müftülüğü ve AFAD’ın yürüttüğü bir proje kapmasında görevli olarak toplantıya katılan Ayşe Yılmaz isimli görevlinin konuşmasını, özetle, bizim kadınlardan alacağımız eğitime ihtiyacımız yok, diyerek kesiyor.  Hatta bununla da yetinmiyor mikrofonun sesini kapattırdığı gibi, sonrasında belediye görevlilerine salonun ışıklarını dahi kapattırıyordu.

Bu ikinci haberi okuduktan iki gün sonra, kendi konuşmamın olduğu gün, bu defa bahsi geçen belediye başkan vekilinin ve belediye başkanının kendisinin vaize Ayşe Yılmaz hanımdan özürlerinin yer aldığı haberler gözüme takıldı.  Özür mesajları, kadınların nasıl erkeklerinin başının tacı olduğu, hatta kadınların başöğretmenler olduğu şeklinde uzun ve kadınlara dair bol övgü dolu ifadeler içeriyordu.  

*

Kadın olmak Türkiye’de ve Dünya’da halen erkek olmaktan daha zorlu.  Hala bir Dünya Kadınlar Günü var.  Hep söylüyorum, bu günün varlığı kat edilmesi gereken yolun uzunluğunu bize işaret ediyor.

Bu yolda önemli bir görev kadınlara düşüyor.  Yetkin ve yeterli olduğumuzu, yapabildiğimizi göstermek. Başka kadınlara, genç kızlara, kız çocuklarına örnek olmak.  Öğretmen olan annem, biri doktor ve diğeri eczacı iki teyzem benim önemli rol modellerimdi.  Kadının meslek sahibi olması benim için onların varlığı ile doğaldı.  Ve rahmetli babamın okumam için ve meslek sahibi olmam için, adeta beyin yıkar gibi çocukluğumdan beri tekrar ettiği ısrarı başka türlü bir yaşamı bir an için bile düşünmeme izin vermedi sanırım. O nedenle dedim ya, yaşamda kadın ya da erkek olarak ayırmam kimseyi.  O işi yapmak için yeterli bilgisi, becerisi ve isteği var mı diye bakarım.

Pozitif ayrımcılık yaptığım bir nokta var tabii. Eğer bir iş, bir görev, bir çalışma için bir kadın ve bir erkek eş yeterliliğe sahiplerse, kadın olan kişiyi tercih etmek isterim.  Objektif değerlendirmemi bırakmam ama kadınlara fırsat vermeyi tercih ederim.  Bunu birkaç nedenle de özellikle doğru bulurum.  Genelde erkek düşüncesinin iş ve toplum hayatındaki baskın çoğunluk ile temsil edilişine, kadınların duygu, düşünce ve becerileriyle bir renk ve farklılık katmanın değerine inandığım için.  Kadınların, toplumsal bilinç olarak aktif alanda yer alarak tecrübelenmelerine halen çok ihtiyaç olduğuna inandığım için.  

Diğer yandan, sadece kadın olduğu için yetersiz bir kişiye görev vermek her başarılı kadına bir hakarettir bana göre.  Hedefimiz çıtaları düşürmek değil, çıtayı yükseltmek ve kadınların o sınırları aşması ve daha da yükseltmeleri için destek vermektir.

*

Psikolog yazar Angela Duckworth’ün 2016 yılında çıkan “Grit”i adlı bir kitabı var. Türkçe’ye sanırım “Azim” adı ile çevrilmiş.  Ben orijinalini okumayı tercih ettim ve geçen ay okuyabildim.  New York Times’ın çok satanlar listesinde uzunca bir süre kalan kitabın temel konusu tutku ve dayanıklılığın, kararlılığın başarıya etkisi.

Bu kadın araştırmacı yazarın başarı üzerine paylaştıkları dinlemeye değer.  Ve özellikle gerçek ve kalıcı başarının olmazsa olmazlarından, başarısızlıklarda tekrar yolumuza devam edebilme gücünü bulmanın kitapta yer alan ipuçları, toplumda adeta güçlü olmamaları için şartlandırılan kadınlar için daha da önemli gibi geliyor bana.

*
Yaşamda gerçekleştirmek istediklerinizin hayat bulacağını günler dileğiyle.

20 Ocak 2020 Pazartesi

Kaç Defa Düşsen Yine De Kalkarsın?

Amerikalı genç buz patenci Nathan Chen, Japon patenci Yuzuru Hanyu kadar olmasa da gelişimini ilgi ile takip ettiğim sporculardan.  2018 yılı PyeongChang Olimpiyatlarında 18 yaşında olan Nathan Chen jimnastik ve bale ile uğraşmış olan, artistik patinajda dörtlü dönüşlü atlayışlar akımının kuvvetli öncülerinden lider bir sporcu.  2019 yılında, artistik patinajın belki de gelmiş geçmiş en iyi erkek patencisi sayılan Yuzuru Hanyu’nun gönüllerde olmasa da skor tahtasında önüne geçmeyi başarabilmiş bir sporcu.

Chen’in 2018 yılında Güney Kore’de yapılan kış olimpiyatları sırasında yayınlanan bir videosu vardı.   Müsabakalar sırasında yayınlandığında seyrettiğim ve seyrettiğim anda beni etkileyen bir video.

Nathan Chen’in bu videosu esasında bizlere buz pateninden çok başarıya dair çok kuvvetli bir mesaj veriyordu.  Dört turlu, quadruple atlayışları ile ve bir programa en çok atlayışı dahil eden sporcu olmak gibi özelliklerinden çok, düştükten sonra kalkabilmenin önemini vurgulayan mesajı beni etkilemişti.  

Ne mi diyordu Chen?  

Çalışmaları sırasında 300.000 atlayış yaptığından, 100.000 defa düştüğünden bahsediyordu. 

1 değil, 50 değil, 2000 değil.   Bir şeyi 300.000 kere denemek ne demek oluyor?  Düşünüyorum, ben kaç şeyi bin defa denedim mesela?  100.000 kere düşmek ve kalkmak ne demek oluyor gerçekten?

Atlayışları başarabilmek için binlerce defa düşmeyi göze alan ve bıkmadan usanmadan devam eden olimpiyat sporcularının ruhundan alınacak çok ilham var.

Bu yaz yapılacak olan 2020 Tokyo Olimpiyatlarını ben de heyecanla bekliyorum. Dünya Şampiyonalarının önemini yadsımak mümkün değil.  Bununla birlikte, olimpiyatların ayrı bir gizemi var.  Ve aynı gizem olimpiyat sporcularını da sanki sarmalıyor.

Milli Olimpiyat Komitemizin yayınlarını düzenli olarak takip ederim. O nedenle bu yaz Japonya’da farklı alanlarda birçok Türk sporcumuzun yarışacak olması beni heyecanlandırıyor.  Son on, oniki yıldır öğrenmeye çalıştığım Japoncama da bu nedenle tekrar ağırlık verdim.  Tokyo’ya gitmem muhtemelen mümkün olmayacak ama Olimpiyatları bu yaz Japon kanallarından takip edebilmeyi arzu ediyorum.

Birçok Türk sporcuyu merakla takip edeceğim ama kadın voleybol takımımızı seyretmeyi ayrı bir heyecanla bekliyorum.  Onlar sadece bana değil, kimbilir kaç genç sporcumuza, kaç kadın sporcumuza, genç kızlarımıza ilham veriyorlar, örnek oluyorlar.

Sadece sporda değil, yaşamda da önümüzdeki başarılı örnekler bizlere ilgilendiğimiz alanlarda ilerleme inancı ve gücü veriyor.  Tokyo’dan bu yaz tüm Dünya’ya yayılacak olan ilham dalgası bakalım yaşamlarımızı nerelere götürecek.

Hayatımızdaki Zorbalar ve Gerçek Kazananlar

Okulda, iş hayatında, sosyal hayatta, yaşamın aktif olarak içindeyseniz ve eğer duygusal zorbalık ile hiç karşılaşmadıysanız, çok ama çok şanslısınız demektir.   

Özellikle kadınsanız, haydi fiziksel şiddet konusuna girmeyelim, mobbingle, diğer bir deyişle psikolojik şiddet ve sosyal kabadayılıkla karşılaşmış olma ihtimaliniz daha da yüksek.

Psikolojik zorbalık ve şiddet uygulayan insanların eğitim seviyeleri bu davranışları etkiliyor olmakla birlikte bu davranışların altında çok başka nedenlerin olduğu düşünülüyor.

Saldırgan bir kişilik yapısı temel nedenlerden biri olarak görünmekle birlikte, kişinin kendini güçlü hissetmemesi de etkenlerden biri.  Zorbanın iyi hissetmek adına başkasına bu yıkıcı davranışları gösterdiği görülebiliyor.  Sağlıksız bir kendini kabul ettirme çabası başkalarını ezmeye ve eziyet etmelerine neden olabiliyor.  Kendi ile barışık olmayan insanların bu kendilerini kabul ettirme gayretleri, özgüvenlerini başkalarını kötü duruma düşürerek, zarar vererek kazanma gayretleri, bir anlamda acınacak bir durum olmakla birlikte, buna maruz kalan kişiler için hayatı azap haline getirebiliyor.

Özellikle 2019 yılının Kasım ve Aralık aylarında, iş hayatında ve sosyal yaşamda bu şekilde duygusal zorbalığa maruz kalan danışanlar ile bir araya geldim.  Etkilenmemek mümkün değil. Ardı ardına gelen konular, kendi yaşamımdan geçen birçok insanı da düşünmeme neden oldu doğrusu.  Bu danışanlarımdan bazılarını psikolog ve psikiyatristlere yönlendirdim. Karşılarındaki muhtemelen ruh sağlığı yerinde olmayan insanlar ile başa çıkabilmeleri için bir uzman, yerine göre bir hekim danışmanlığı almalarının fayda olacağına inandığım durumlar oldu.

Anlattıkları hikayelerin zorba kahramanlarının birçoğunun yaşını başını almış, sözde eğitimli, sözde iyi ailelerden gelen, sözde başarılı insanlar olması tüm bu kelimelere yüklediğimiz anlamları tekrar tekrar düşünmek gerektiğini bir defa daha hatırlatıyor bana.

İnanıyorum ki bu zorlu deneyimlerin asıl kazananları acılarını kuvvetlenmek ve yaşamı daha iyi anlamak için değerlendirenler.

Neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylemek kolay değil.  Bununla birlikte,  kendini daha donanımlı hale getirmek, kendi yaşamını geliştirmek, öğrenmek ve yaşamına anlam katmak için gayret etmek yerine, bunları yapan insanları aşağı çekmeye çalışarak yaşayanların içler acısı halini görünce, zorbaların aslında en çok kendilerine zarar vermekte olduklarını fark etmemek mümkün değil.

Gerçekten güçlü olan insanların ortak özellikleri arasında nezaket, şefkat, insana, canlılara, doğaya saygı, öğrenmeye, geri bildirime, eleştiriye, yeni fikirlere açık olmak var.  Çevrelerine olumlu, yapıcı katkı koymak var.

Gerçekten güçlü insanlar, çevrelerinde güçlü insanlar ile birlikte olmaktan, onlar ile çalışmaktan ve çevrelerindeki insanları güçlendirmekten mutluluk duyuyorlar.  Kendilerini geçmek için çalışırken başkalarının da başarılı olmalarından bir o kadar mutlu olabiliyorlar.  Bildiklerini paylaşmaktan çekinmiyorlar, öğretiyorlar.  Kuvvetli yönleri kadar kuvvetli olmayan yönleri ile de barışıklar ve kendilerini sevmek için dışarıdan gelecek takdire ihtiyaç duymuyorlar.

Her türlü zorbalık bir zayıflık işareti. Belki zarar verebilme güçleri olduğu için kuvvetli sanabildiğimiz bu insanların ne kadar zayıf olduklarının tekrar tekrar farkına varalım.  

Ve belki de bir o kadar önemli olan şey, eğer bu insanlar bize psikolojik bile olsa zarar veriyorlar, incitiyorlar, bizi yaralıyorlar ise, lütfen uzman desteği, görüşü alalım.  Bir psikolog, bir psikiyatrist ile görüşelim. Kendimizi nasıl koruyabileceğinizi öğrenelim. Ve gerekiyor ise, yasal haklarımızı da öğrenelim ve koruyalım.

Zorbalık ile başa çıkmak esasında toplumsal bir dayanışma gerektiriyor.  Zorbalık yapmamak yetmiyor.  Zorbalık yapanlara dur demek, bir barış kültürü yaratmak ortak akıl, ortak yürek ile hareket etmeyi gerektiriyor.


Yaşamda, kıymetinizi bilen, sevgi ile koruyan, sevgi ile ömrü paylaştığınız dostlarınız hep çok olsun. 

Ve yaşam sizleri, korunmanıza ihtiyaç olmayacak güzel insanlar ile karşılaştırsın.

18 Ocak 2020 Cumartesi

Geçmişte ya da Gelecekte, İnci Ablama...

Anılarda ışık hızı ile seyahatin farklı şekilleri ve yolları var.

Mesela, yeni yılda ağabeyimin getirdiği bir yeni yıl kurabiyesindeki süslemede kullanılan badem ezmesinin tadı bir anda ikimizi de çocukluğumuzda Divan Pastanesi’nin yaptığı farklı hayvan şekillerindeki badem ezmesinden yapılma kurabiyelerine götürdü.  Nedense ikimizin de aklına önce aslan şeklinde yapılmış olanlar geldi.  

Her ikimiz de belki otuzbeş, kırık yıldır o badem ezmesi hayvanları hatırlamadığımızı fark ettik. Yediğimiz zencefilli, tarçınlı kardan adam kurabiyesinin kol ve bacaklarındaki ince badem ezmesi katmanının tadı bizi bir anda, ve enteresan olan ikimizi de aynı anda, aynı anılara götürmüştü.

Görüntülerin, yerlerin, kimi lezzetlerin, kokuların, kelimelerin bizi yaşadığımızı unuttuğumuz anlara götürdüğüne şahit olmak enteresan ve bir o kadar da kuvvetli ve güzel bir deneyim.  Hafızamızda saklı ömürle ara ara tekrar kucaklaşmak.  

Bu anıların neden ortaya çıktığını keşfetmek her zaman badem ezmesi tadını almak kadar net ve belirgin olmuyor. Neyin çağrıştırdığını hiç bilemeden yıllar öncesinden insanları, mutlulukları, özlemleri, ayrılıkları, kavuşmaları, etkilenmeleri ya da heyecanları hatırlamak mümkün olabiliyor mesela.

Bir de durduk yerde aklımıza gelen insanlar oluyor mesela.  Aklımıza neden geldiğini öncesinde değil de sonrasında anladığımız insanlar.

Bugünlerde biraz vertigo ile uğraşıyorum.  Ve o nedenle biraz daha çok dinlenmem gerekiyor.  Bu defa etkileri başladığında İstanbul’daydım ve o nedenle bu günlerim İstanbul’da devam ediyor.

Dinlenmek için kullandığım oda rahmetli babamın ömrünün son günlerinde bir nevi hastane odası tadını almış olarak kullandığı oda.  O nedenle, şimdilerde sevimli kütüphanesi ile daha farklı bir tadı da olsa, son günlerde bu odada ona dair anılar aklıma daha sıkça geliyordu doğrusu.  Ve bundan birkaç akşam önce babamın dedeleri ve nineleri geldi aklıma.  Ben kendi dedem ve babaannem ile bile 1950’lerde vefat ettikleri için tanışamamıştım. Dedemin ve babaannemin anne ve babalarını tanımış olmama imkan yoktu.

Onlar hakkında daha çok ne öğrenebilirim, kimden öğrenebilirim derken aklıma, rahmetli Gülten Halamın, babamın ablasının büyük kızı, İnci Ablam geldi. Dedemlere dair bir çok hikayeyi rahmetli babamdan ya da rahmetli halalarımdan değil, İnci Ablamdan dinlemiştim. Biraz toparlanayım, İnci Ablama soracağım, dedim. 

Demiştim ya bugünlerde biraz vertigo etkileri ile uğraşıyorum, o nedenle sosyal medyayı, interneti çok takip edemiyorum.  Telefonumu da ara ara açarak kontrol edebiliyorum.  O nedenle haberi bana annem verdi.

Haberin derinden üzücü etkisi kadar, daha iki gece önce, biraz toparlanınca mutlaka konuşmalıyım, anlattırmalıyım, dediğim İnci Ablamı kaybetmiş olmanın etkisini üzerimden atamıyorum.

İnsanlar arasında farklı bir bağın olduğuna inanıyorum ben. İnsan ve yaşamın arasında da.  Zihnimiz, beynimiz, ruhumuz yaşam ile devamlı iletişimde. Biz bilsek de bilmesek de.  

Annem rüya görmeyi sevmez. Kahve falı bakmayı ya da baktırmayı da.  Aklına gelen insanları hemen çalıveren telefonun ucunda bulmaya yıllar geçse de alışmayı da tam başardığını sanmıyorum. Bana bu acı haberi vermeden önce o ne yaşadı bilemiyorum ama büyüklerimizi kaybetmeye alışamamışken bir kuzenimi kaybetmenin gerçekliğini kabul edebilmem biraz daha uzun zaman alacak galiba.

Allah rahmet eylesin. Sevgili İnci Ablam hep ışıklarda, nurlarda olsun.

16 Ocak 2020 Perşembe

Dinliyor Muyum Seni?

Yaşamın anlamını zıtlıklar ile bulduğunu söylemek mümkün olabilir. 

Mutluluğun anlamını üzüntülerin arasında, huzurun değerini anlaşmazlıklarda, şefkate duyduğumuz ihtiyacı canımızı yakanların umursamazlıkları arasında bulabiliriz.  

Bedenimizdeki ağrıları da onların yokluğunda yaşadıklarımızda ya da yaşayabildiklerimizde daha iyi anlayabiliriz.  

Elli yaşıma kadar hastaneye gitmemiştim, diyen çok sağlıklı dostlarım oldu. Ben onlardan biri değilim.  Çocukluk yaşlarım çokça hastalık ile geçti mesela.  Ergenliğe kadar zayıf ve narin bir çocuktum.  

Bedenim hastalıklardan korunabilmeyi başaramasa da, anlaşılması zor bir kuvveti de vardı. Esasında otuzlu yaşlarımın başına kadar hastalıklarıma rağmen sanki hasta değilmiş gibi yaşayabilmeyi başarabilmiştim. Yani ateşim çıkabilir ama elimdeki işi bitirmek için gözlerimi zor da açabilsem çalışmaya devam ederdim. 

Özellikle annemin hiç sevmediği bu özelliğim nedeni ile çocukken genelde hasta olduğumu ancak çok ileri aşamaya geldiğinde fark ederler ve neden daha önce şikayet etmediğime ya da durumumu anlatmadığıma kızarlardı.  Sonradan babamın da huylarından olduğunu keşfettiğim bu davranış biçiminin özel bir nedeni de yoktu aslında.  Sadece bedenim beni gerçekten hiçbir şey yapamaz hale getirene kadar devam ediyordum nedense. 

Düşe kalka da olsa devam etmeyi seçiyordum. Hiç halim olmasa da, sürünerek bile olsa işe giderdim. Tabii, o nedenle iyileşmeden işe gidip sonra daha beter olup daha uzun süre hasta kaldığım çok oldu.  Koca bir yaz mevsimini, neredeyse üç ayı, kendime iyileşme zamanı vermediğim için bir iyi, bir kötü ayakta kalma mücadelesi ile geçirdiğimi hatırlıyorum. Şöyle bir hafta izin versem kendime muhtemelen iyileşeceğim ama o bir haftayı kendime veremedim o yaz. Vermedim.

Hasta olabilirdim ama bunu paylaşmaz ve şikayet etmezdim.  Mesela başka bir yaz, bileklerim ile uğraşarak ama iş hayatımı hiç aksatmadan geçti.  Bir ayak bileğimdeki lifleri koparıyor, 6-8 hafta özel bileklikler kullanıyor, tam geçti derken ya aynı ayağımı ya da diğerini incitiyor ama yine durmadan devam ediyordum.  Koltuk değneği ya da baston ile şehir dışındaki şantiyemize tek başına gitmişliğim bile oluyordu.  İş programımı aksatmamak için.  

Garip bir sorumluluk duygusu ile bunları yapıyor olmakta bir terslik görmediğim gibi, bunlardan farklı bir seçeceğin lafını bile ettirmediğimi de hatırlıyorum. Annem aksini söylemeyi bırakmasa da yaptıklarımın değişmesini de pek sağlayamıyordu doğrusu.

İlk otuz yılımın tahminen ilkokulla birlikte başlayan bölümünü, bedenimi dinlemeden, bedenime rağmen her ne yapmak istiyorsam onu yapmaya devam ederek, bu şekilde yaşamayı doğru kabul ederek geçirdim.  Bedenim de, zorlansa da buna bir şekilde izin verdi. Yani zaman zaman süründüm ama devam edebildim.

Sonra otuz yaşımı geçtikten sonra farklı bir şeyler olmaya başladı. Bedenimin daha önce yaşamı aksatarak, tökezleterek yaşattığı deneyimler daha kesin ve net olmaya başladı.  

Kırk yaşımı tamamladıktan kısa bir süre sonra da başka bir deneyim ile karşılaşmaya başladım. Vertigo adı ile gelen bu deneyim, daha önce hiç yaşamadığım bir şeyi bana yaşattı. Tamamen durmak zorunda kalmayı. 

Birçok rahatsızlık bizi bir şekilde durdurarak olduğumuz durumu sorgulatır aslında. Bununla birlikte, benim vertigo deneyimim çoğu zaman önden biraz işaret verse de genelde bir anda hareket etmekten, düşünmekten, dinleyebilmekten, konuşabilmekten, uyuyabilmekten, dinlenebilmekten, yaşamı yaşam yapan en basitinden en karmaşığına birçok şeyi bir anda yapabilmekten alıkoyan bir dalga olarak hayatıma girdi.  

2011 yılının Mart ayında, o günlerde birkaç haftada bir yaptığım gibi Londra’ya eğitim için gitmeye hazırlanırken, bir anda bir alışveriş merkezindeyken nakavt oldum.  Sonrasında beni dört yıl rahat bıraktı ama sonraki yıllarda farklı zamanlarda farklı şekillerde yaşam bana vertigo kelimesinin işaretleri ile dur dedi.  

Olmazsa olmaz deyip durduğum şeyleri yapmama izin vermedi.  Hayatımdaki en önemli anlardan olduğunu düşündüğüm şeyleri yapmama, gitmemim şart olduğuna inandığım yerlere, gitmeyi çok ama çok istediğim yerlere gitmeme engel oldu.

Haftanın neredeyse her günü uçağa bindiğim aylar,  haftada en az dört beş defa uçtuğum yıllardan sonra, mesela 2015 yılında bu defa dört beş ay, o günlerde bulunduğum Fethiye dışına çıkamadım.  Ama aynı yıl, vertigoya rağmen cesaret edip Karateye devam ettim mesela.  Yapmam gerektiğine inandığım ya da yapmayı planladığım şeyleri yapamadığımda çok farklı ilgi alanlarında çok farklı şeyler keşfettim.  Fark yaratan işlerimi o tamamen durmak zorunda kaldığım döneminlerin sonunda yapabildim.  Aklıma hayalime gelmeyen yeni projeler, yeni fikirler, yaratıcı işler o endişeli, kaygılı, huzursuz, sağlıksız günlerin sonrasında beni şaşırtarak hayatıma geldi.  

Vertigonun beni etkilemeye başlayacağı zamanları önden fark etmeye başlamadım diyemem. O nedenle esasında beni etkilemesine zaman zaman engel olabildiğim de oluyor.  Ama bazen, fark etsem de, ne yaparsam yapayım, hangi desteği alırsam alayım, o dalgaya mani olamıyorum.

Sonrası için planladıklarımda değişiklik yapmamın şart olacağını hissettiren bu dalgayı endişe hissetmeden karşılayamasam da, bugüne kadar bana öğrettikleri ile, artık daha az kaygı ile, yaşamın benim planladıklarımdan farklı bir şeylere açık olmamı istemesi olarak yorumlamaya gayret ediyorum.

Tamamlayıcı tıp çalışmalarında, sağlık, huzur ve mutluluğun, yaşamın bizim için sunduğu en uygun, ya da diğer bir deyişle en iyi yolu fark edip o yolda ilerlemekte olduğu kabul ederiz genelde. Olmamız gereken yol ile olduğumuz yol arasındaki fark açıldığında yaşamın bizi farklı şekillerde uyararak olmamız gereken yolu fark ettirmeye çalıştığına da.   

İşte, vertigo ile geçen günlerim bana hep bunu düşündürür.  

Yaşam durdurmadan biz kendimiz durup bakabilsek belki daha iyi olacak ama, kendince usulü ile bizi durduran yaşam o işaretleri ile bize neler söylemek istiyor olabilir?

15 Ocak 2020 Çarşamba

Bir Sinan Vardı

Ne zaman yazı yazmanın belki de anlamsız olduğunu, ya da benim yazacaklarımın birileri için anlamı olmayacağını düşünmeye başlasam, aklıma yaşamım boyunca okuduğum sözlerin bende yarattığı etkiler gelir. Bu arada, artık elli yaşıma yaklaşmaya başladığım bugünlerde, yaşamım boyunca gibi kelimeleri kullanabilme hakkını kendimde görmeye de başladım sanırım.  Okuduğu kitaplardan, seyrettiği filmlerden, sanki tam da hissettiğimiz duygular için yazıldığını düşündüren şiirlerden ya da şarkılardan etkilenmeden büyümek imkansızdır belki de.
Rahmetli babam ömrünün son yıllarında, sabahları bir gece önce seyrettiği fimleri anlatmaya başlamıştı.  O ölünceye kadar onki yıl birlikte çalıştık.  Ben evleninceye kadar ve sonrasında da uzun bir süre, işe ben bazen daha erken gittiğim için beraber gidemesek de, işten çoğunlukla birlikte dönerdik, ya da onu eve bırakır kendi evime geçerdim.  

Belki gece artık daha da az uyuduğu için geceleri seyrettiği gerçekten ilginç, çoğu yabancı filmleri, babamın tanımadığım bir yönü ile, karakter ve durum analizleri ile, bende o sohbette film seyrediyormuş tadı bırakarak anlatırdı.  Genellikle evlerimiz ile ofisimiz arasındaki çok da uzun olmayan araba yolculuklarında, beraber gidiyorsak sabahları, ya da akşam dönüş yolculuğunda o gün hangi insanların dünyası ile tanışacağımı düşünürdüm.  Babamın çok farklı bir zekası ve gözlem yeteneği olduğunu hep söylerlerdi ama insanların duygu dünyalarını o derinden irdeleyişini sesli olarak duymak ben de hala insanları daha yakından tanıma ve anlama isteğini uyandırır. 

İş saatlerimiz çok yoğun geçerdi, o nedenle babamla bu sohbetler evde ya da işteki zamanlarımıza değil yolculuklarımıza aitti.  Kimi zaman yanımızda bir şoför olmadan yaptığımız şehirler arası yolculuklar, şimdi fark ediyorum ki, beni tahminlerimin ötesinde zenginleştiren ve ölümünden sonra derinden özlediğim zamanlar.

Çok farklı olaylar, çok farklı zamanlar babamı düşünmeme neden olur.  Kaybedeli onaltı yıla yakın oluyor ve karşılaştığım birçok zorlukta babama teşekkür ederim.  Babam olmaktan öte çok farklı bir iş arkadaşı, enteresan bir öğretmen, anlaması zor bir rol model ve zayıflıkları ve kudretli olduğu kadar naif kuvvetiyle kendiyle tamamen barışık olmanın ve kendini devamlı sorgulamayı seçebilmenin yaşayan örneğiydi.  Sözleri ile değil yaptıkları ile örnek olmanın örneğiydi benim için.  Ben yerine biz kelimesini seven, doğru olanı keşfedebilmeyi ve yapabilmeyi yaşam hedefi seçen, sadece kendi ile yarışan, gördüğü yanlışlara tarafsız kalabilmeyi kendi yararına da olsa başaramayan bir adamdı Sinan Kocasinan.  

Onun için, “başka bir gezegenden” tabirini çok duydum doğrusu.  Hani aile içinde bile demişizdir sanırım.  Yaşamda yıl aldıkça bunun ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorum.

Rahmetli babam mükemmel bir adam mıydı bilmiyorum. Onu o kelimenin terazisi ile hiç değerlendirmedim.  Öyle bir hedefi olduğunu da zannetmiyorum.  Onun yaşamı, bir sorgulama, bir mücadele, bir keşfetme mücadelesiydi. Yaşam, hayatının farklı zamanlarında ağır sorumluluklar, zorlu imtihanlar, bir insanın altından kalkması pek mümkün görünmeyen mücadeleler ile karşı karşıya bıraksa da, kalbini katılaştırmadan, şefkat ve nezaketini yitirmeden yaşamayı başarabilen nadir bir insandı babam. 

Babamın bir özelliği daha vardı.  Sonu olmadığı hissini veren her konudaki geniş ve derin bilgisi.  Çocukken babamın bu bilebilme özelliğini bize yılların vereceğini düşünürdüm. Ama elli yaşıma yaklaştığım bugünlerde zamanın yeterli olmadığını keşfetmiş durumdayım.  Bu biraz da Sinan Kocasinan olmakmış.

Babamı çok özlediğim doğru.  Babasını sevmiş ve kaybetmiş her evlat babasını derin bir özlem ile anar ve arar. 

Ben babam kadar Sinan Kocasinan’ı da özlüyorum.  Hayatımdan böyle bir öğretmen geçtiği için çok şanslıyım ve bir o kadar da şanssız.  Böyle maceralar ile dolu bir hocanız var ise, yüreğinizde aynı keşfetme arzusunu yaratabilecek insanlara derin bir özlem duymamanız mümkün değil.