İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

28 Ocak 2009 Çarşamba

Zamanın Donduğu Anlar


7 yaşındaydım sanırım, bir Cumartesi sabahı babam bana hazırlanmamı, dışarı çıkacağımızı, söyledi.

Giyindim, ikimiz yalnız gidecektik gideceğimiz yere. Nereye gideceğimizi sormadım, hazırladım. Babamın arabasına bindik ve yola çıktık. Bürosuna mı gidecektik? Belki biraz işi vardı bu haftasonu. Biz sormazdık, babam da söylemezdi. Babam ile geziler bir maceraydı, O böyle severdi.

Babamın bürosu o günlerde Taksim’deydi. Taksim Anıtı’na bakan bir binada. Şimdi bu binanın yerinde Taksim’den Tarlabaşı’na inen Tarlabaşı Bulvarı geçiyor. Binanın altında Kristal Büfe vardı, hatırlayan var mıdır acaba orayı? Kimi akşamlar babam bize eve oranın özel hamburger ve tostlarından getirirdi. Ağabeyim ve ben gerçekten gerçekten çok severdik. Yıl 1977. Taksim’de Türkiye’deki ilk McDonalds’ın açıldığı yıl ise sanırım benim lise son sınıfta olduğum 1987-1988 yıllarıydı.

O günlerde Akaretlerde oturduğumuz ev, şimdiki Swissotel’in biraz altında, o zamanki Taşlık gazinosunun altındaydı. Evimizin salonundan Taksim görünürdü o zamanlar, babamın ofisini tam olarak göremesem de bazen seyrederdim. Elektrikler kesilirdi mesela bazen Taksim’de. Hemen babamı arardım akşamsa ve geç olduysa, “Haydi elektrikler kesildi, eve gelin” diye.

Evimiz Dolmabahçe sarayı’nın arkasındaki sırttaydı. Boğaz’ı yukardan seyrederdik, ve Marmara’ya açılan gemileri. Ve akşamları yemek vaktini hatırlatmak için genelde babamı ben arardım. Ve eve geldiğini önce Buick Regal arabasının babam onu sokağa park ederken çıkardığı seslerden anlardım, kapıya koşar, ve tam O kapıyı açacakken anahtarlarının şıkırtısına göre aniden ben kapıyı açar, ‘hoş geldiniz’ derdim. O arabanın sesi, sanki bu gece duymuşum gibi kulağımda net. Yaşamda zihnimizde ne olmadık anlar ve sesler kalıyor.

Gelelim o Cumartesi sabahına. Babam ile birlikte Taksim’e doğru gidiyorduk, ama bir süre sonra babamın bürosunu geçtiğimizi fark etmiştim. Tanımadığım yerlere doğru ilerliyorduk. Derken babam arabayı bir büyük caddenin üzerinde park etti, inmemi işaret etti. Biraz yürüdükten sonra bir dükkânın önünde durduk. Şişhane’ye gelmişiz meğer.

Geniş camları olan bu dükkânın girişinde bir piyano duruyordu. İçeri girmemi işaret etti babam, girdim. Dükkânın sol tarafında sıra sıra piyanolar diziliydi. Burada ne yapıyoruz diye düşünüyor, bir yandan da sağa sola bakıyordum. Net hatırlamıyorum ama bir süre sonra babamın dükkânın içinde bir kişi ile konuşmakta olduğunu fark ettim, “Rus” kelimesini duyduğumu hatırlıyorum ve kahverengi bir piyanonun önünde duruyorlardı. Diğer detaylar ise aklımda net değil. Sadece babamın klasik bir Sinan Kocasinan hareketi yaparak elini ceketinin iç cebine attığını ve cebinden çek defterini çıkardığını gördüm. O an sanki gözlerimin önünde bir flaş patlamıştı, ve kendime gelmiştim. Biz buraya gezmeye gelmemiştik.

Babam çek defterini açtı, ve sonra kalemini; piyanonun yüksek kısmına dayandı, çeki yazdı, koçanından kopardı ve satıcıya uzattı. Elindeki çek yaprağı ağır ve dairesel bir hareket ile havada süzülerek satıcıya doğru uzandı…

Ve gerisini yine hatırlamıyorum. Ne zaman piyanoya ellerimi değdirdim, ne zaman Babam “haydi otur bakalım piyanonun başına” dedi, hatırlamıyorum. Eve ne zaman getirdiler, hatırlamıyorum. Ancak o piyanonun evimizde 19 yıl durduğu köşe aklımda. Hala zaman zaman kendimi piyanonun önünde oturduğum ahşap, üstü kumaş kaplı taburede görürüm; ayaklarım yere tam değmiyor, komşuları rahatsız etmemek için saatin 10 olmasını bekliyorum. Annemin talimatı var, “10’dan önce çalmak yok, ve akşamları da 6’dan sonra”.

Artık Rus Lirika marka bir piyanomuz olmuştu. Ağabeyim ve ben o yıl piyano dersleri almaya başladık. O dönemlerde evimize çok yakın oturan Sn. Faris Akarsu’dan. Ondan sonra Cumartesi sabahlarım piyano derslerim ile geçti, beş yıldan belki biraz fazla.

Hala annemin evinde durur o piyano. Benim ise şimdi İstanbul ve Fethiye’de farklı piyanolarım var, kendilerine ait hikâyeleri olan.

Ancak piyanonun başına oturduğumda sık sık yıllar öncesinde bir Cumartesi sabahında şaşkın şaşkın etrafa bakınan o küçük kız çocuğu gelir aklıma, ve babamın iç cebinden çıkışını ağır çekim ile seyrettiğim çek defteri.

Zamanın donduğu bazı an’lar var. Sihirli an’lar. Gelip geçen ve sonsuza kadar bitmeyen. 1977 yılında bir Cumartesi sabahında Taksim’i geçtiğimizi fark ettiğim an gibi, babamın elini ceketinin iç cebine attığı, ve çek yaprağının havada süzüldüğü an gibi.

Ta ki aklım yeni ve eski başka hikâyeler gidene kadar…



Benim çaldığım iki enstrüman oldu. Biri piyano, diğeri de bateri. Piyano çalmam babamın bana 7 yaşımda bir piyano alması ile başladı. Bir Cumartesi sabahı “Zeynep hazırlan” demesi ile.

Bateri’nin hayatıma girmesi ise bana ağabeyimin bir hediyesidir. O’nun hikâyesini de gelin başka bir güne saklayalım…