İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

3 Mayıs 2020 Pazar

Boğaz'ın Sürprizi

Korona günlerinden özlediğim şeyler olacak.

En başta, sessizlik.

Aşağı yukarı 25 yıldır Boğaz’da, Bebek ve Arnavutköy’de ve çoğunlukla da Arnavutköy’de yaşadım. 25-26 yıldır.  İstanbul’un ve belki de Dünya’nın en etkileyici yerlerinden biri olan Boğaz’ın en sevdiğim zamanları günün biraz alışılmadık gün ve saatlerinde oldu hep.

Uzun yıllardır, İstanbul’dan Fethiye’ye gitmek için sık sık uçuş yapmam gerekti.  Fethiye’ye taşındığım 2005 yılından beri, yani takriben 15 yıldır.  Havalimanına giderken benim gibi trafikte zaman geçirmek istemiyorsanız eğer, günün geç ya da erken saatlerini tercih edeceksiniz demektir.  Bu benim için uzun yıllar Pazar sabahları saat 6.00-7.00 civarındaki uçakları ile Fethiye’ye gitmek anlamına geldi.

Beni havalimanına götürecek aracın beni alacağı saat yaklaşmaya başladığında, son birkaç yıl farklı nedenlerle iki üç valiz ile seyahat etmem gerekmiş olsa da, genelde küçük ve kabin içine alınabilir bir valiz ve bir sırtçantası ile binanın içinde, giriş kapısında hazır olurdum.  Eğer kış aylarındaysa saat oldukça yaklaşana kadar içeride bekler, yine de son birkaç dakikayı dışarıda geçirmeyi severdim.  Yazın ise belki en az bir beş dakikayı binanın kapısının önünde geçirirdim.

Neden mi?

Çünkü o Pazar günleri, araçların beni almak için geldikleri sabah saat 4.00-5.00 arasında farklı bir manzara vardır.  Mevsimine göre zifiri karanlık ya da hafif aydınlık bir güne adım atarken insanın etkisine alan bir ses vardır.

Gıcırtı.

Evet,  esasında tiz denilebilecek değişik bir ritimdeki o gıcırtı.

Sahildeki tekleri denize bağlayan iplerin sahildeki betonlara çakılı halklara bağlandıkları o spiral demirlerin, tekneler denizin hareketi ile hareket ettikçe bağlı oldukları iplerin ileri geri gitmesi ile çıkardıkları gıcırtı.

İstanbul’un ve Boğaz’ın sahil yolunun olağan gürültüsünde o sesi ancak kuvvetli bir sessizlikte duymanın mümkün olduğunu ilk defa ne zaman keşfettim bilmiyorum.  Yolculuklarımın ilk yıllarında olmadığına eminim. 

Ama bir gün, aniden, gecenin, ya da sabahın demeliyim belki, çok erken bir saatinde, o ses ile kendime geldim.  Ve günün o saatlerine bakışım değişti.  Bazen belki haftada birkaç defa Fethiye’ye gidip gelmem gerekse de, İstanbul’dan ayrılışlarımın en azından birini Pazar sabahlarına denk getirmeye uzun yıllar devam ettim. Sırf sabahları belki o beş dakikalık farklı sessizliği yaşayabilmek adına.

İstanbul’da, Avrupa yakasında Boğaz’da oturuyorsanız eğer, sahil yolunun, kazıklı yolun gürültüsünü kabul etmeniz gerekir.  Özellikle Cuma akşamlarından Pazartesi günü öğle saatlerine kadar ayrı bir araç ve insan kalabalığı fazla gelmeye başlar. Balkona pek çıkamazsınız mesela. Ya da balkonda sohbet etmek, birbirinizi duyabilmek kolay olmaz.  

Son yıllarda buna İstanbul’daki binamızın altında, çoğumuzun muhalefetine rağmen açılan bir köpek cafesinin etkisi etkendi. Köpekleri seviyorsanız bile aynı anda 15-20 köpeğin sahipleri kahve içerken yükselen havlama sesleri arabaların ve insanların seslerinin üzerine eklenir.  Yaz aylarında, bir Cumartesi ya da Pazar gününde neredeyse camı ya da balkon kapısını açmak istemediğiniz olur.  

Boğaz’ın güzelliğini yaşamak gürültüsüne razı olmak anlamına gelir.

Di.

Korona günlerine kadar.

Ben bu günlere İstanbul’da yakalandım.  Bir türlü beni rahat bırakmayan Vertigo atakları nedeni ile Fethiye’ye gitmek için biraz iyileşmeyi beklerken önce Çin’den, Japonya’dan, Güney Kore’den koronavirüsü haberleri gelmeye başladı.  Derken bir anda Mart ayında, Avrupa ile birlikte Türkiye’de kendimizi ev korumasında bulduk.  Esasında Dünya korona sürecini yaşamıyor olsaydı, bugünden bir hafta sonra Japonya’ya uçuyor olacaktım.  Ocak ayında aldığım bir davet beni havalara uçurmuştu.  Haberi aldığımda o günlerde uzak doğuda kendini hissettiren virüsün Mayıs ayına kadar kontrol altına alınabileceğini düşünmüştüm. Dünyayı saran bir salgın olabileceğini aklıma getirdiğimi hatırlamıyorum.  

Neyse, Japonya’ya gitme özlemimi ben de ertelenen Tokyo Olimpiyatları ile birlikte 2021 yılına bırakayım ve konumuza döneyim.

Evet, Boğaz’ın güzelliklerini yaşamak Boğaz’ın gürültüsüne razı olmak, hatta katlanmak demekti bu günlere kadar.

Esasında vertigom deneni ile korona günlerinden çok önce başlayan ve ağırlıklı olarak evde kaldığım günler benim için farklı bir gözlem, farklı bir içe dönüş ve farklı bir öğrenme dönemini de başlattı. Bunlardan belki daha sonra bahsederim.  Benim başlangıcımdan birkaç ay sonra tüm Dünya benzer bir süreci yaşamaya başladı.

İşte,  evde geçen, 1980 ihtilali ve nüfus sayımı günlerini hatırlatan, bir korona evden çıkma kısıtlama gününde, yıllar önce bir Pazar sabahında o günlerden birinde keşfettiğim tekne iplerinin demirlerinin çıkardığı gıcırtı sesleri gibi bir ses daha keşfettim. Aniden, beklemeden ve şaşkınlıkla.

1995 yılından beri Boğaz’da yaşıyorum. Boğaz’da deniz manzaralı bir evde yaşıyorsanız eğer belki de hiç bıkmayacağınız bir görüntü vardır.  Boğazdan geçen kimileri küçük, kimileri kocaman gemilerin süzülerek geçişi.  

Çoğuna klavuz teknelerin eşlik etmediği gemiler sessizce Boğaz’da süzülür.  Tankerler, yük gemiler, bazen askeri gemiler, nadiren de olsa denizaltılar, yolcu gemileri.

Yılda bir ya da iki defa, Boğaz trafiği durdurulur ve izin verilen günlerde çoğunluğu beyaz yelkenlerini açıp rüzgarla doldurmuş yelkenliler Boğaz’ın hakimi olur.  25 yılda buna herhalde 10 defa kadar şahit olabildim.

İrili ufaklı balıkçı tekneleri, müzikleri sonuna kadar açık ve bazen rehberlerin hoparlörlerden Türkçe ya da farklı dillerde yüksek sesle, sahilden boğuk bir konuşma olarak duyulmak dışında anlaşılmayan ve Boğaz’da geçmekte oldukları ve yeri anlattığını gezi tekneleri, ve vapurlar.  Onlar da Boğaz’ın olmazsa olmazlarıdır.  Ama vapurları ayrı bir kategoriye koyarsak, hiçbir tekne, Boğaz’da süzülerek yol aldığı hissini veren gemilerin geçişinin güzelliğini hissettiremez.

Yüklerine göre denizden yükseklikleri değişen, gri, beyaz, siyah, kırmızı, renk renk ve neredeyse yüzlerce farklı şekildeki gemiler pencerinizin önünde geçiş yapar.  Dedim ya, vapurları saymazsak, benim için Boğaz’daki en etkileyici manzara her zaman gemilerin geçişidir.

İşte, sokağa çıkmak kısıtlamasınının uygulanmaya başladığı Nisan aylarından bir günde, camın önünde ayakta denize bakarken, birden irkildim. Aniden ve neden olduğunu anlamadan.

Bir ses dikkatimi çekti. 

Derinden gelen bir uğultu.  

Salonun balkon kapısı ve camlardan biri üstten hava alacak şekilde açıktı.  Yola baktım.  Herhalde bir çöp kamyonu ya da kamyon geliyor olmalıydı. Sahil yolunda bir araç bile yoktu.  Fondan teknelerin gıcırtısına, yine korona günlerinden ilk defa duymaya başladığım dalga sesleri eklenmeye başlamıştı.  Bunca yıldır, sahilin dalga seslerini evden duymadığımı fark etmiştim.  Camın kenarından sahil yolunun iki yönüne baktım.  

Gelen ya da giden yoktu.  Elektrikler mi kesik diye düşündüm. Bir binanın jeneratörü çalışıyordu belki.  Sesin nereden geldiğini anlamak için camı açtım ve kafamı birazcık dışarı uzattım. Ki, işte o zaman sesin nereden geldiğini şaşkınlıkla anladım.

O derinden gelen uğultu, yıllarda Boğaz’da sessizce süzülürken seyrettiğim gemilerden birinden geliyordu.

25 yıldır bu sahilde, Boğaz’dan geçen bir geminin sesini duymamış olduğumu tarifi zor bir şaşkınlıkla fark ettim.

Bunca yıl nasıl duymamış olabilirdim?

Aklıma birkaç şey geldi hemen.  Fethiye’de, Şövalye Adası’nda akşamları bir uğultu duyuyorsanız eğer bu Körfez’e bir geminin demirlediği anlamına gelir. Çünkü Körfez’e bir gemi geldiğinde, geminin motor sesini mutlaka duyarsınız. Belki rahatsız edici bir ses değildir ama doğanın genel sessizliğinde ne olduğunu bilmemeniz ve fark etmemeniz mümkün değildir. Gündüzleri o kadar net olmasa da geceleri gecenin seslerinden biri haline gelir.

Aklıma gelen şeylerden biri de çocukluk günlerime aitti.  Yaz tatillerinde bazen Silivri’de bir iki ay zaman geçirdiğimiz olurdu.  İstanbul’a döndüğümüzde, o zaman yaşadığımız Dolmabahçe Sarayı’nın arkasında, Vişnezade Mahallesi’ndeki evimizin geniş balkonuna çıkar, Boğaz’ı uzaktan seyreder ve şehri dinlerdim.  1970’li yıllarından sonlarından 1980’lerin ortalarına kadar. Ağustos aylarının sonlarında ya da Eylül ayında. Balkona çıkar ve şehrin uğultusunu dinlerdim. Çünkü bilirdim ki, bir süre sonra şehrin seslerini duymaya alışacağım ve artık o uğultuyu duyamaz, ayırt edemez hale geleceğim.

İşte, bugünlerde İstanbul’da yaşadığımız farklı sessizlikte buna benzer duygular yaşıyorum.  İstanbul’dan çok Fethiye’de hissediyorum kendimi.   Sessizlik beni şaşırtıyor.  Boğaz’ı keşfediyorum.  Pencere ve balkonlardan. Evin içinde.  Bakmakla görmek arasındaki o hep bahsettiğimiz farkı çocukca bir merak ile yaşayım duruyor.  Bir motorsikletin ne kadar çok ses çıkardığını sessizliğin içinde daha çok anlıyorum. Sessizliğe ne kadar büyük ihtiyaç duyduğumu daha da derinden hissediyorum.

Yine tatlı bir uğultu ile dışarı bakıyorum.

Boğaz’da, Ghena isimli kocaman gri bir gemi bugün belki en çok uğultu çıkaran olarak ve oldukça hızlı bir şekilde Boğaz’dan geçiyor.  Az önce nispeten sessizce geçen siyah gemiye göre daha yüksek bir ses ve çok daha büyük bir hızla.

*

Bu günlere İstanbul’da yakalanmışsanız eğer belki beni daha çok anlayacaksınız. Korona günlerinden özlediğim şeyler olacak.  2020 yılının Nisan ve Mayıs aylarında İstanbul’da bir sihir yaşandı diyeceğim belki, tüm acıları, tüm olumsuzları, kayıpları, maddi çalkantıları, politikacıların amansız mücadelesiniz, haksızlıkları, nadiren umutlandıran anları, özlemi unutup, sadece sessizliği o sihrini hatırlamak istiyorum.  

Karşı sahilde, farklı tonlardaki yeşillerin arasında oldukça belirginleşen erguvanların, açmaya başladıklarını, fondaki gıcırtı ve dalga sesi ile seyrettiğim anlarda saklı kalmak istiyorum.

*

Sevgiyle kalın.


3 Mayıs 2020

Arnavutköy, İstanbul

Hiç yorum yok: