İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

26 Aralık 2010 Pazar

SABIR


Yaşamda en çok sevdiğim şey olduğunu düşündüğüm yazı yazmaktan soğuduğum zamanlar oldu, unuttuğum zamanlar oldu. Eskiden. 2006 yılında beri ise Türkçe ve bazen de İngilizce olmak üzere dergilerde, gazetelerde yazılar yazıyorum. Milliyet Blog sitesinde ve kendi blogspot sitemde düzenli olarak yaşadıklarımı, bana faydası olduğuna inandığım teknikleri ve bilgileri paylaşıyorum. Bunları bugüne kadar beş tane Türkçe ve iki tane İngilizce kitapta derledim. Yazmak benim için önemli. Okunmayı tabii ki istiyorum. Ama fark ettiğim o ki ben yazdıkça yaşamımın bir sonraki sayfasını görebilir hale geliyorum. Yazdıkça sayfalar çevriliyor. Yani öncelikle kendim için yazdığımın farkındayım. Aralık ayının onunda elimdeki birçok dokümanı yitirdim. İstanbul’daki bilgisayarım arızalandığı için yanıma aldığım yedeklemeleri yaptığım hard diskimi kaybettim. Saatlerce aradım, sonrasında Lions kulüplerinin bir toplantısı için İzmir’e ve birkaç gün sonra da Konya’ya bir kulüp gezisi için gittim.

Gittim gitmesine de, önce İzmir’de 11 Aralık Cumartesi sabahı havalimanından çıkarken kar yağışı, Pazar günü ofiste yoğun bir çalışma günü, ertesi sabah Konya’ya başlayan yolculuk aşağı yukarı dört gün içinde uzun yıllardır olmadığı kadar ağır hastalanmama neden oldu. 39 derecelere çıkan ateş ile Konya’dan gezimizin tamamlandığı son günde sabah ilk uçak ile İstanbul’a döndüm. Fethiye’ye gitmeyi isteyen bir yanım vardı ama uzun zamandır hissetmediğim halsizliğim ile kendime bakabileceğimden emin değildim. İstanbul’da gerekirse bana bakabilecek annem vardı. İstanbul’a vardıktan sonra bir iki gün kendimde değildim. Annemi çok üzmemek için çok kısa süreli olarak, ayağa kalkacak hali yakalayabildiğimde üst kata çıkıyor, benim için yaptığı çorbayı içiyor. Tekrar yatıyordum. Tamamlayıcı tıp çalışmaları ile uzun yıllardır önce hobi sonraki yıllarda profesyonel olarak ilgileniyor ve danışmanlık yapıyordum. İlaç kullanmak önerdiğim bir şey değildi. Ancak Konya’ya uçacağım sabah hiçte iyi olmadığımın çok net farkındaydım. Esasında son bir iki haftadır oldukça yorgun olduğumu hissediyor, programımı biraz yavaşlatmakla beraber beni bekleyen farklı işler ile uğraşıyordum. Sanırım iradem ile yapmaya çalıştığım yavaşlama ruhum için pek de yeterli olmamıştı.

Ateşim birkaç gün inmedi. Bir yandan ateşin etkisiyle hiçbir şeyi düşünemeden yatıyor, bir yandan bu hastalık halinin bana söyledikleri karşısında üzülüyordum. Bu kadar yüksek ateş bana içimdeki kızgınlıkları gösteriyordu. Oysa eskiye göre, eski Zeynep’e göre çok daha hoşgörülü ve sevgi dolu değil miydim?
Yaşamın bir soğan gibi katman katman olduğuna dair benzetmeleri birçok hoca yapar. Gerçekten de soğanın merkezine doğru yapılan yolculukta her katman çok farklı olmakla beraber benzerlikler de içerir. Her katmanda çok farklı ama bir önceki katman ile benzerlik taşıyan özellikler vardır. Kendi ruhumu keşfederken bazen aynı görünen ama bambaşka deneyimleri yaşamak maceranın özelliklerinden biri olsa gerek.
Enerji çalışmaları ile birçok kişinin ağrılarının, sıkıntılarının geçmesine yardım edebilirken, bazen bitmeyecek, hatta sonsuz gibi gelen bir enerji ile çalışır ve koşarken, zihnimin yeni sınırlarına tosladığını ve aşmam gereken bir duvar ile karşılaştığımı kalkamayacak halde bir yatakta yatarken çok daha net olarak fark ediyordum. Aralık ayı karşımdaki duvarı gösterdiğinde öncelikle şaşırmış olmakla beraber yaşam maceramın beni biraz çaresiz hissettirmesi bir yandan hoşuma gitmişti. Yapbozun yeni parçaları vardı. Oyun hiçte sıkıcı olmayacaktı.

Akmerkez özellikle İstanbul’da Arnavutköy’e ailecek taşındığımız son 15-16 yıldır çok zaman geçirdiğim bir yer. İstanbul’un yeni modern ve dev çarşılarına göre çok az şeyin bulunduğu ufak bir çarşı. İçi yeni AVM’lere göre, artık AVM kelimesi o kadar çok kullanıyor ki alışveriş merkezleri için ben de kullanmaya başlasam diyorum, eski kalınca yenilediler ama neredeyse bir yılı aşkın süre şantiye gibiydi Akmerkezin içi. Gelen giden oldukça azaldı. 2010 yılının bu son günlerinde bembeyaz yenilenmiş hali ile, dış cephesi hale örtüler ile kaplı garip bir halde olsa da, insanları daha çok çekiyor. Akmerkez enteresan bir yerdir, bir mahalle gibi. Her gittiğinizde gördüğünüz insanlar vardır. Düşünmeden edemem, ben her gittiğimde oradaysa benden çok zaman geçiriyor olmaları gerekir. Gitmek için hep aynı gün ve saatleri seçtiğimizi düşünmek benim tesadüf yaklaşımı bile aşar sanırım. Akmerkez’de sıkça gittiğim iki yer S Cafe ve Starbucks’tır. Eskiden HomeStore’un kafesine de çok giderdim ama sonra siyah bir dekorasyon ile yenilendi ve şimdi tekrar başkalaşsa da ruhum mekândan soğudu sanki.

Başlığı “Sabır” diye koyarken esasında okurken bana sabretmenizi ima etmek istememiştim. Hastalanmaya başladığım günden bu yana geçen iki hafta benim için çok az yaptığım, kitap okumakta bile zorlandığım günler oldu. Son birkaç yıldır pek televizyon seyretmiyorum. Bir yıl kadar önce Digiturk sistemimde bir arıza olmuştu, üç dört ay kadar yaptırmamış ve evde hiç televizyon seyretmemiştim. Televizyonu anneme, akrabalarımıza veya arkadaşlarıma gittiğim zaman onlar seyrediyorsa o zaman seyrediyordum. O dört ay boyunca sonradan çıkan kitaplarım üzerinde çalışmak için zaman bulduğumu şimdi daha net fark ediyorum. Ancak zorlanmıştım. Gerçekten birkaç günde bir televizyon seyretmek isteği bir tiryakinin arayışı gibi kanımda yükseliyordu, sonra dayanabilsem geçiyordu. Elimdeki işe, yazıya, kitaba odaklanıyor ve çok da mutlu oluyordum. Bu yıl birkaç ay önce Digiturk’üm yine arızalandı. Kutuda bir arıza olduğu anlaşılıyordu. Bir süre televizyonu yine açmadım. Sonra sistemi kontrol etmek için açtığımda bir fark ettim ki televizyonun kendi anteni aTV, KanalD ve tabii ki TRT gibi kanalları gösteriyor. Arada bu kanalları seyretmeye başladım. Görüntü süper net değildi, ama zaten televizyonla daimi bir bağım yoktu zaten. Bu son hastalığım sırasında annem sağolsun biraz gözlerimi açmaya başladığımda evde sıkılmamam için Digiturk servisi aramış, birkaç saat içinde geldiler ve tahmin ettiğim gibi Digiturk kutumu değiştirerek beni televizyon dünyası ile buluşturdular.

Sonraki bir hafta hard diskimin ve içindeki binlerce doküman ile birlikte yeni bitirdiğim bir kitabımı da benden koparınca kitap ve yazıdan sanki kaçar bir halde buldum kendimi. Kimi günler geceden sabaha kadar film ve dizi izlerken buldum kendimi. Eskiden severek seyrettiğim NCIS gibi dizileri izlerken, yerli dizileri izlerken. Haber programlarımı, magazin programlarını izlerken. Televizyonun karşısında oturacak halim olmadığı için kanepede uzanarak seyrettiğim programlar yaşamımda pek başka bir şeye yer bırakmıyordu. Unutmuştum, televizyonun insanı hipnotize eden, paralize eden bir yönü vardı. Televizyon açık ise başka bir şey yapma isteği ile harekete geçmek pek de kolay olmuyordu. Beş altı yıldır yayında olduğunu öğrendiğim televizyon evlilik programları ile ise Aralık ayının başında gündüzleri annemi görmek ve dinlenmek için uğradığımda tanışmıştır. Beş altı yıldır yayınlanıyorlarmış, ben ise yeni tanışıyordum. Ancak özellikle Konya’dan döndükten sonra o kadar halsizdim ki zihnimin her türlü gerçeklikten kopmak ve derinlemesine dinlenmek istediğinin farkındaydım.

Beş yıldır neredeyse haftada birkaç yazı hazırlıyorum. Neredeyse her gün birşeyler yazıyorum. Kimileri gündelik yazılar, kimileri bir kitap için, kimileri bir sosyal sorumluluk projesi için. Özellikle son beş yıldır yazmayı ne kadar çok sevdiğimi net olarak keşfettikçe kendimi yazıdan ayırmadım, ayıramadım. Beş yıldan beri beni şaşırtan şekilde son on günde sanki bir daha hiç yazı yazmak istemeyecekmişim gibi bir ruh hali sarmıştı içimi. Beni üzen ve korkutan bir his. İçinden çıkamadığım bir his. Topu topu on gün diyeceksiniz belki ama yazı yazmak nefes almak gibi bir şey oldu benim için son beş yıldır. Nefes almadan yaşanır mı?

Ve ne olduysa dün kötü büyü bozuldu. Öncelikle kalktım Akmerkez’e gittim – şu anda Akmerkez’de olduğuma göre geldim mi demeliyim? – Teknosa’ya uğradım ve bir bilgisayar aldım. Bilgisayarım kurulumunda çıkan garip aksaklıklar ile akşam saat dokuz civarında eve getirebildim bilgisayarı. Masaya koydum, açtım. Kullanmadım ama açtım. Gece saat gece yarısını geçmişti ki televizyonda Konya Sille’yi gösteren bir gezi programına katıldı gözüm ve her ne olduysa yerimden kalktım ve yazmaya başladım. Gece yattığımda saat sabah üçe yaklaşıyordu. Sabah dokuz civarında uyandım, yine bilgisayarımı açtım, gece yazdığım yazıyı düzelttim ve blog sitelerimde yayınladım. Yeni bilgisayarıma tam hakim olmadığım için çektiğim fotoğraflardan yüksek çözünürlükte olanları sitenin bir tanesine ekleyebildim, diğer ebadını küçültmemi gerektiriyordu, yapamadım ve sadece yazıyı yükledim. Zeynep geri döndü, demek geldi içimden ve dudaklarımdan döküldü. “Zeynep geri geldi.”
Zaman zaman oturduğum yerde etrafımdaki görüntülerin netleştiği, sanki ışıkların yandığı, renklerin parlaklaştığı olur. Zaman zaman özellikle enerji çalışmaları ile uğraşmaya başladığımdan beri ruhumun, enerjimin bedenimi yalnız bırakarak başka dünyalara hareket ettiğini hissettiğim olur. Zihnim istediği halde bedenim isteklerime oldukça az cevap verir bu zamanlarda. Nereye gittiğimi ve nereden döndüğümü bilmediğim yolculuklardır bunlar. Bazen ipuçları olsa da çoğunlukla bilinmezleri ile beni şaşırtan yolculuklar.

Bu 26 Aralık günü, parmaklarımın altında yeni Toshiba bilgisayarım, Akmerkez Starbucks’ta otururken geri geldiğimi hissediyorum. Neredeydim bilmiyorum, ama Akmerkez’in iç mekânlarının beyaz yer kaplamalarının, beyaz yuvarlak sütunlarının, beyaz duvar kaplamalarının parmaklığını fark ediyorum, hissediyorum. Bugün dün bilgisayarımı almak için geldiğim iki defadan çok. Kendimi iyi hissetmeye başladığımda dışarı çıkmak için geldiğim altı gün önceden çok. Renkleri tekrar görmeye başlıyorum.

“Bu da geçer, sen mutlu olmaya bak,” diyen hocamın sözleri zihnimde dolanırken yüzümdeki gülümseme Mirzakarim Norbekov önerdiği için değil. Ben gülmeyi zaten seviyorum. Geri dönmeye başladığım için seviniyorum. Söylemek istediğim sözcükleri bulabilmek için zihnimden boşalmak isteyenleri yazmaya sabretmem gerekiyor. Sabır öğrenmekte zorlandığım ama bir o kadar ihtiyacım olan önemli bir ders olarak yanımda gezinmeye devam ediyor.

Bir bakarsınız sabreden derviş muradına ermiş…

Hiç yorum yok: