İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

7 Şubat 2009 Cumartesi

Yüreğimi Çağıran Topraklardan Nasıl Bir Merhaba Geldi?







Kitabı boşuna İstanbul’da aramışım Fethiye’de çıktı diyecektim. Ama doğru değil. Yani doğru evet bu akşam Fethiye’ye gelince evimin salonundaki yemek masasının üzerinde duruyordu. Hangi kitap mı? “Yaratma Cesareti”. Ne zaman koymuşum buraya? Ama kapağını açınca görüyorum bu yeni bir nüsha, gıcır gıcır. Benim satır altları çizili eski kitabım hala bulunmayı bekliyor.

Fethiye’yi özlemişim. Dalaman uçağı ile geldim bu akşam ve oldukça doluydu uçak. Bakmak istediğim bir iki kitap vardı uçakta yanıma aldığım, ancak kulağım zaman zaman arka koltuktaki yabancı bir bey ile küçük bir Türk çocuğunun konuşmalarına takıldı. Arka koltuktan “İngilizceyi nerede öğrendin?” diye İngilizce bir soruya küçük bir çocuğun cevap verdiğini duyduğum zaman dikkatimi çekti. Ve neredeyse tüm yolculuk boyunca bu ilkokul öğrencisi ile asıl memleketinin neresi olduğunu çıkaramadığım yabancı bey sohbet ettiler. Ama ne kadar tatlı bir sohbet anlatamam. Bir çocuk ile işte böyle konuşulur ve bir çocuk böyle bir yabancı dil öğrenmeye motive edilir dedirten bir konuşma, ve küçük delikanlı da bir büyük ile farklı konulardan bu kadar konuşmayı çok iyi becerdi. Uçak yere inip koltuklarımızdan kalktığımızda bey ile küçük delikanlının vedalaşmalarını görme şansım oldu. Delikanlının annesi belki de biraz gurur ile oğlunun saçlarını okşuyordu. Bu akşam beni mutlu eden bir diyalogdu bu, yaşama ve yürekten iletişime dair.

Dalaman’dan Havaş firmasının servisi ile Fethiye’ye geçtim. Eskiden şehrin içinde dolaşan bu servisin son durağı artık Fethiye Otobüs Garı. Akşam saat 10 civarında vardım Fethiye’ye, servisten indim. Aşağı yukarı bir aydır yokum, evde yiyecek bir şeyler yoktur diye köşede araba ile muz satan birini görünce alayım dedim. Araba muz dolu. Hemen yan tarafta Carrefour var ama şimdi akşam saatinde bu adam bir şeyler satmaya çalışıyor ondan alayım dedim.

Elimde çantalar bir kilo muz rica ettim. Önce bir parçayı aldı, tarttı ve tam poşete koyacakken, aklından ne geçtiyse parçayı geri koydu, “Abla hemen yiyeceksen sana biraz daha olmuşlarından vereyim” dedi. Bir an içimden bunda bir terslik var diye geçti ama “Aman Zeynep” dedim içimden “alacağın bir kilo muz, boş ver yok davranışta terslik hissetmişsin, huysuzluk etme”. Dışımdan satıcıyı “bakın dışları siyah gibi içi çürük çıkmasın” dedim yinede. “Yok abla içi bal gibidir bunun çürük çıkmaz.” “Peki” dedim, ellerimde valizim ve evrak çantam vs. derken poşeti parmakları uzatıp aldım, palto cebindeki bozuk paralardan da muzların parasını verdim.

Eve vardığımda haydi dedim bir tanesini yiyeyim. Muzları poşetten çıkarınca içlerini açmaya gerek kalmadığını fark ettim. Uzaktan gözle belli olmasa da, hafif bir temas ile muzların alt kısımlarının oldukça çürümüş olduğu belli oluyordu.

Ortaokul okuduğum bir İngilizce hikâye vardı. Hikâye bir çiçekçide çalışmakta olan genç bir delikanlıya dairdi. Dükkân sahibi soranlara tüm çiçeklerin taze olduğunun söylenmesini istiyor, genç delikanlı ise alanların sonradan fark edecekleri bir yalanı bile bile söylemekte çok zorlanıyordu. Yıllar sonrasında hala aklımda kalan bir hikâye.

Dün akşam bütün gün İstanbul’da toplantılarla geçip yola çıkmama ve oldukça yorgun olmama rağmen çok güzel ve keyifli bir yolculuk geçirmiştim. Uçakta uzun zamandır tekrar okumak istediğim bir iki kitabı incelemiştim. Uçuştaki hostesler çok güler yüzlüydü, Havaş’a bindiğimde şoförü tanıdık bir yüz, yıllardır Havaş’ta görev yapan Ramazan Kaptan’ı görünce Fethiye’ye varmış kadar olmuştum. Birkaç parça muz nedense keyfimi kaçırdı, ve bunun ötesinde de düşündürdü.

Akşam uçağa binmeden önce günün uzunca bir bölümünü Japon dostlarımda ve onlar vesilesi ile tanıştığım Türk arkadaşlarım ile geçirmiştik. İçtenlik, hakikat, dürüstlük, ahlak ve davranışlarımızın bize görebildiğimiz ve göremediğimiz anlamdaki etkileri ara ara irdeleriz kendileri ile. Japonya’da benim gözlemlediğim saygı ve dürüstlük konusundan da bahsetmiştik uzun uzun dün.

Japonya’nın güneyinde bir vakfın merkezine bir ziyaretim olmuştu. Vakfın ormanın içinde büyük bir kampus formatındaki merkezine akşam varmıştık. Valizlerimizi bıraktıktan sonra binalarının birinin içinde gezinirken, o tarihten 2-3 ay önce Türkiye’yi ziyaret etmiş bir hocam ile karşılaştık, Yuriko Sensei. Yuriko hoca kısa bir merhabalaşmadan sonra Vakfın başkanının bir toplantıdan çıkmak üzere olduğunu ve görüşmek istiyorsak yetişebileceğimizi söyledi. Ancak elimizde paltolarımız el çantalarımız, evrak çantalarımız vardı. Toplantının yapıldığını bina ise uzaktaydı ve koşmamız gerekecekti. Gerçekten koşmamız gerekecekti. Yanımdaki Japon arkadaşlarım her şeyimi o binanın girişinde olan koltukların üzerine bırakmamı söylediler. “Ama” dedim “benim her şeyim içinde paralarım, kredi kartların, pasaportum. Bir şey olursa ne yaparım?” “Merak etme Zeynep” dediler “hiçbir şey olmaz.” Biz Türkiye’de ‘bir şey olmaz’ lafını çok duyarız ve birçoğumuz için acı sürprizler hazırlamıştır bu söz. “Ama” dedim tekrar “nakdim, pasaportum…”. Kısa bir karar anı … ve sonunda onlar gibi ben de her şeyimi o girişi çıkışı serbest, hiçbir güvenlik ve kontrol olmayan binanın içindeki koltuklara bıraktım ve koşmaya başladık.

5-10 dakika koştuktan sonra vardığımızda, toplantıda bir uzama olduğu haberini aldık ve bir 20-25 dakika da toplantı salonunun çıkışında bekledik. Sonra vakfın başkanı ile o akşam kısa da olsa görüşme şansım oldu. Koşmaya değdi. Ve sonra keyifli keyifli geri yürürken çantalarım geldi tekrar aklıma. Yaşayıp görecektik. Gerçekten de belki bir saat kadar yalnız bıraktığımız eşyalarımız gelip geçen insanların yanında bizi bekliyorlardı, yerlerinden milim oynamadan.

Ben Japonya’yı seviyorum. Trenlerde biletleri kontrol eden görevliler her vagona girişlerinde ve her vagondan çıkışta yolcuları selamlıyorlar. Bir alışveriş yaptığınızda satıcı eleman ödemeyi almak için bir tepsi uzatıyor ve siz ödemeyi bıraktığınızda selam veriyor, ve para üstünü getirdiğinde selam vererek sunuyor. Bir eşyayı sararken paketi sanki en kıymetli mücevheri sarıyormuş gibi ince ince ve zarafet ile paketliyor. Geçiştirmiyorlar, yapmış olmak için yapmıyorlar, sanki hayatının en önemli işini yapıyormuş gibi bir özen gösteriyorlar adeta. Ne yapıyorlarsa saygı ve sevgi ile yapıyorlar. Bir kişi değil, bana bunu Japonya’da hissettiren o kadar çok kişi oldu ki.

Ve dün akşam Fethiye’ye geliyorum. Dünya’da belki de en çok bulunmak istediğim yer. Tarif edemediğim sevgim var bu topraklara. Dedelerim bu topraklarda bulunmamışlar ama ben bir insanın ait hissedebileceği kadar tamamıyla ait hissediyorum buraya.

Ve Fethiye’deki sosyal çalışmalarımda, arkadaşlarım, dostlarım, hemşerilerim ile temaslarımda, irtibatlarımda, günlük yaşamda buraya duyduğum sevgiyi buraya dair yaptığım şeylerde, burada yaptığım şeylere göstermeye çalışıyorum. Burası kıymetli benim için.

Ve belki de bu yüzden, otogarın kenarından evime gelen bir iki çürük muz saygı, sevgi, dürüstlük üzerine gereğinden fazla düşündürüyor beni, ve sevdiğim topraklar ince bir üzüntü ile merhaba diyor.

Annem uzun yıllar Ebru Sanatı ile uğraştı. Hattını ünlü üstat Yusuf Benefşe’nin yazdığı bir çalışması var. Eser ilk eve geldiğinde sormuştum Anneme “Anneciğim üzerinde ne yazıyor?”. Yıllardan 1986 veya 1987 olmalıydı. Annemin cevabı ise kısaydı: ‘Hoş Gör Yahu’.