Japonya'daki bir tanıdığım ile uzun bir görüşme yaptık dün. Daha doğrusu daha çok o anlattı, ben dinledim. Japoncam oldukça yavaş olmakla birlikte ilerliyor ve artık onu Japonca konuştuğunda çok daha iyi anlıyorum. İngilizce konuşmakta zorlanıyor. Yazılı İngilizcesi daha iyi ama konuşurken Japonlara özgü utangaçlığı da devreye giriyor ve takılıyor. Ama anlaşıyoruz. Bir çok konuda olduğu gibi iletişimde de niyetin önemini fark ediyorum. Ve karşımızdaki insanın niyetine olan güvenimizin önemini.
Japonya'ya ve Japonlara dair sevdiğim bir çok özellik var. Mesela Japonya'da hata yaptığımızda, istemeden bir zarar verdiğimizde özür dilemek gerçekten çok önemli ve kıymetli. Galiba Güney Kore'de de özür dilemek böyleymiş ama Güney Kore'ye sadece bir kere gittim ve bu konuda sonradan dizilerinde izlediklerim dışında bizzat bir deneyimim olmadı. Aslında her yerdeki insanın ruhu için özür dilemek ve gerektiğinde özür almak önemli çünkü deneyim insanın özüne dair. Son zamanlarda daha da hassas bakmaya çalıştığım 'helalleşme' , 'helalleşerek yaşamak' adına bunu daha çok önemsiyorum. Belki bu nedenle, çok sevdiğim ülkemde, kimi insanların özür dilememek için binbir şekle girdiğini, haksızken haklı görünmek için kendini yitirdiğini görmek beni oldukça utandırıyor. Bazen de kızdırıyor. Yine de bazı insanların reflekslerinde özür dilemek olduğunu ve en zor zamanlarda bile bu davranışı gösterdiklerini görmek de iyi geliyor.
Paylaşacağım olayı, Türkiye'de yaşıyor, televizyon seyrediyor veya sosyal medya kullanıyorsanız, 2025 yılının Kasım ve Aralık aylarında mutlaka görmüşsünüzdür. Tramvay istasyonunda bir genç kadın telefonuna bakarken farkına varmadan raylara doğru yürüyor. Gelen trenin altında kalmak üzereyken, bir güvenlik görevlisi tarafından kolundan geri çekilerek kurtuluyor. Genç kadının kayıtlardaki ilk sözü, "Özür dilerim Abi". (Abi'yi ağabey olarak değil de, sesi o an işitirmiş ya da tekrar işitmiş gibi hissetmeniz için 'abi' olarak yazıyorum.)
Bu olayın görüntüsü defalarca karşıma çıktı. Güvenlik görevlisinin hassasiyeti, dikkati, hızlı yaklaşımı gerçekten takdire şayan. Sonrasında yapılan bir röportajda güvenlik görevlisi, yaptığı önemli görevi, mütevazi bir şekilde ifade ederek "Anonsu duymamış, ufak bir tehlike atlattı," şeklinde aktararak, gösterdiği olumlu yaklaşımla da takdir toplamıştı. Genç kadının milyonlarca insan gibi telefonundaki görüntülere ve seslere kapılmış olması hepimizin zaman zaman yaşadığı bir durumun vahametini tekrar gösteriyordu. Bütün bunları fark ederken, benim dikkatim ısrarla başka bir yere çekiliyordu. Genç kadının söylediği o ilk sözlere. "Özür dilerim Abi"ye.
Kurtarılan genç kadının ilk sözleri "Özür dilerim Abi" oluyor. Refleks olarak. Muhtemelen hata yaptığını fark ettiği için, güvenlik görevlisi kendisini kurtarırken yere düştüğü için, görevliye zahmet verdiği için, sorumsuz davranışı için, refleks olarak özür diliyor. Genç kadını tanımıyorum ve özellikle de kendisi ile ilgili bir araştırmayı şimdilik bilerek yapmadım; yorumlarımın, izleminleriminle saf kalması için. Bunlarla birlikte, böyle ciddi bir hayati risk taşıyan olayı yaşayıp ilk sözlerinin özür sözcükleri olması benim kalbimde o insana dair çok sıcak şeyler hissettiriyor. Güçlünün zayıfı ezmesinin maharet sayılmaya başlandığı, gittikçe kabalaştığı ve gaddarlaştığı hissini veren bu dünyada, görevini hakkıyla yapan nazik ve mütevazı bir güvenlik görevlisi ve en zor anlarından birinde bile insan kalmayı başardığı hissini veren genç bir kadın, beni, karşılaştığımız tüm hayatlarda bıraktığımız izler ve o izlerin ruhumuzdaki değişik izdüşümleri hakkında biraz daha ve daha derinden düşündürüyor.
Bunları düşünürken aklıma 1990'lı yılları başlarında yaşadığım bir olay aklıma geldi. Yıl sanırım 1993 ya da 1994'dü. Şimdi resmi adı farklı olan ama bizim neslin Boğaziçi Köprüsü demekten vazgeçemediği köprüden araba kullanarak geçiyordum. O yıllarda henüz OGS, HGS gibi otomatik geçiş sistemleri yoktu ve Avrupa yakasından Anadolu yakasına giderken gişelerde geçiş ücretini nakit olarak ödemek gerekiyordu. Araba ile gişeye yaklaştım ve ödeme için paramı uzattım. Gişedeki görevli hanım bana baktı ve "Ücretinizi az önce geçen araç ödedi," dedi. Sanırım ne olduğu anlamak için biraz duraksadım ve hangi araç olabilir bu diye önümdeki araçlara bakmaya çalıştım ama gişelerin ardında hızla akan trafik içinde seçmek mümkün değildi. Yüzüme yansıyan o tatlı mutlulukla gişelerden geçip ilerlerken birden aklıma kısa bir süre öncesinde elime geçen İngilizce bir kitap gelmişti. Yazarını ve adını şu anda hatırlamadığım, muhtemelen yitirdiğim bir kitap. O kitapta, belki basit iyilikler diye çevirebileceğimiz, zaman zaman rastgele iyilikler diye adlandırılan, yaşamı herkes için güzelleştirilecek iyilikler yapılması için madde madde öneriler yer alıyordu. Aklımda kalan kadarı ile bunlardan bir tanesi "Pay the toll for the person behind you" idi, yani senden sonraki kişi için geçiş ücretini öde. Hala kim olduğunu bilmediğim o kişi bu kitabı okumuş muydu bilmiyorum ama bir köprü geçiş ücretimi ödeyerek, bana bugün bile beni tebessüm ettiren bir hoşluk yapmıştı.
Bu olay bir konuyu daha düşündürdü. Biliyorsunuz bir bağış, bir yardım yapıldığında, o kişinin adının bağışı yaptığı yere yazılması gibi bir sistem var. Örneğin tefriş ettiğiniz bir hastane odasına, yaptırdığınız bir kütüphaneye ya da bir okul laboratuvarının kapısına. Bu uygulama eskiden daha azdı ama şimdilerde artık bu standart ve beklenen bir uygulama haline geldi. Geldi ama yine Rahmet Babam Sinan Kocasinan'a dönmeden edemeyeceğim, Babam bu uygulamaya çok karşıydı. Yaptığı yardımlarda bağış yapılan yerlere isminin yazılmasına hiçbir zaman izin vermedi. Bu konuşmaların yapıldığına şahit olduğumda, Babamı, bunun başka hayırseverleri de teşvik edeceğine ya da iyiliğin kimden geldiğinin bilinmesi için yapılmasının doğru olduğuna ikna etmeye çalışıyorlardı. Rahmetli Babam ise ısrarla duruşundan vazgeçmedi ve hiçbir zaman yardımlarında, bağışlarında, kendisinden geldiğinin bilinmesine izin vermedi. Kurumların katı kuralları nedeni ile başaramadığı nadir zamanlar belki olmuştur ama o yardım yaptığı bilinmeyen bir yardımsever oldu. Bir elin verdiğini diğer elin bilmemesi. Bu gizliliğin kıymetini ve önemini anlamam da zaman aldı. Yaşama farklı bir boyuttan bakabilenlerin görebildikleri başka bir manzara var ve onların görebildiklerini anlamak kolay olmuyor.
Babamın bu yaklaşımı ara ara aklıma gelir. 2019 yılının başlarında da tekrar aklıma gelmişti. O zaman Lions Kulüpleri Birliği'nin Ege ve Akdeniz Bölgelerinde çalışmalar yapan 118-R Federasyonunun, Federasyon Başkanlığını, Lions görev tanımı olarak Genel Yönetmenliğini yapıyordum. Federasyon merkezimizde bir kütüphane olmamasını önemli bir eksik olarak görüp ikibin civarında, belki biraz daha aşkın sayıdaki Türkçe, İngilizce ve birkaç daha farklı dildeki kitaplarımı İzmir'in Bayraklı İlçesindeki merkezimize kitaplıklar yaptırarak hediye ettim. Kütüphaneyi yaptığımız bölüm rahmetli olmuş başka bir Lionun adına organize edilmiş bir oturma bölümüydü. O kişinin adına olan plaketin yanına kütüphanenin benim bağışım olduğunun yazılıp yazılmayacağını sordu bazı Lion arkadaşlar. Bunun çok gerekli olduğunu, kitapları benim bağışladığımın unutulacağını söylediler. Belki de haklıydılar ama kitaplara sahip çıkılmasını dileyerek ve umarak, yazılı bir iz bırakmadan kütüphaneyi Yönetim Çevremize, Federasyonumuza hediye ettim ve görev dönemin bitince de kitaplarımı İzmir'e teslim ederek ayrıldım. Çocukluğumdan beri kitapların benim için ne kadar önemli olduğunu beni tanıyanlar çok iyi bilir. Kendimce bu benim saygı duyduğum sivil toplum kuruluşuna ve bu kurumun kıymetli üyelerine kendimden verebileceğim en kıymetli veda hediyesiydi.
Zaman zaman kitaplarımı çok özlerim, bir tanesi aklıma gelir hemen koşup belirli bir sayfasını, bölümünü, satırını okumak isterim. Bir yazı yazarken ya da bir araştırma yaparken kaynak olabilecek bir kitabım aklıma gelir. Tabii ki yaşadığım Fethiye'den ve İstanbul'dan gidip hemen başvurmam mümkün olmaz. O zaman o kitapların olduklara yere iyilik getirmeleri diler ve onlara sevgilerimi yollarım. Bazen kimileriyle yirmi, otuz yıl geçirdiğim kitaplarımdan ayrılmış olmak içimi acıtır ve hata mı yaptım derim ama sonra şimdi daha çok insan okuyabilecek, o kitaplar daha çok insanda yaşayacak diyerek kendimi sakinleştiririm.
Babam beni övmek istediği zaman "Boynuz kulağı geçti," derdi. Özür dilerim Babacığım, anlıyorum ki o pek mümkün değil ve olamayacak. Edinilmiş sessiz olgunluğun, bütünü kendinden üstün tutmanın, muazzam bir bedeli var. Ne o bedelleri ödemek, ne de o bedellerin ödenebileceği durumlara atılma cesaretini göstermek kolay bir iş değil. Sadece bilin ki, siz bu dünyadan ayrılalı 21 yıl geçse de, benimle doğruları konuşmaya devam ediyorsunuz ve ben de duymaya ve anlamaya çalışıyorum hala.
Ve teşekkürler Kayseri'deki o iki nazik kurtaran ve kurtarılan insana. Teşekkürler sizler sayesinde içimde tazelenen iyiliğin peşinden gitmeye, 'iyi' olmaya olan inanca.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder