Bir
süredir yazı yazmıyordum. Birkaç aydır
yoğun bir çalışma dönemim var. Bununla
birlikte, itiraf etmek zorundayım belki de beni yazı yazmaktan asıl uzak tutan
şey özellikle son iki aydır Türkiye’de ardı ardına, artan bir sıklık ile
yaşanan olaylardı.
İçimde
büyüyen acı, kızgınlık, isyan, çaresizlik hislerini nefrete dönüştürmeden sabırda
kalmaya çalışmaya çalıştım. Son ayların duygu
dünyamdaki özeti bu.
Gündelik
yaşama gelince, elimden geleni yapmaya odaklandım. Yapabileceklerimi yapmaya. Dernek çalışmalarım ile ilgilendim. İstanbul’daki
ofisimin kentsel dönüşüm nedeni ile yıkılacağı haberi gelince onu toparlamak ve
taşımak için kendimi Fethiye’den tekrar İstanbul’un göbeğinde Beşiktaş’ta,
Balmumcu’da buldum.
Bu
süreçte, ne kadar yorulmuş olsam da kendimi işle meşgul etmek de iyi geldi
doğrusu. Yorgunluk, yapılacakları
planlamak, ofisi toplarken arşivimizde karşıma çıkan evraklar, fotoğraflar, anılar,
geçmişin benim için değerli insanlarını, anlarını bana hatırlattı. Sevmiş olmanın, sevilmiş olanın, insanın
yaşamına değer katan insanlar ile aynı zamanı paylaşmış olmanın verdiği bir
kuvvet ile sarıldım sanki. O yalnız
olmadığımızı, bize değer verildiğini hissettiren duygu ile farklı bir umudu
hatırladım.
*
Yeni
yıldan önceki iki akşam iki ayrı dost meclisinde bulundum. Birincisi yeni yılda Londra’ya taşınacak olan
kuzenlerimin arkadaşları ile buluştukları veda yemeği, ikincisi ise kimisi
ortaokul yıllarından can dostum olan, kimilerini 1990’lı yıllardan beri
tanıdığım çok sevdiğim arkadaşlarım ile bir araya geldiğimiz bir yeniyıl
yemeğiydi.
Her iki
akşam kalbime, aklıma, ruhuma iyi geldi. Kuzenlerim sayesinde yeni tanıştığım
insanlar kadar beni onbir yaşından beri, çocukluğumdan beri tanıyan
arkadaşlarım ile olmak yaşamda bize en büyük kuvveti veren şeyin, yüreği açık,
dostluğu seven, saygılı, hoşgörülü, açık fikirli, yaşamı kendini geliştirmek
için, hayata katkı koymak için yaşayan insanlar ile birlikte olmak olduğunu
tekrar hatırlattı.
İstanbul’daki
bu iki akşamda, özellikle kendi çok yakın arkadaşlarım ile buluştuğum akşamda,
şunları söylerken buldum kendimi. Ben artık İstanbullu olmaktan çok
Fethiyeliydim. Bir zamanlar İstanbul’daki
sosyal yaşamın, kültürel yaşamın bir anlamda tam ortasındayken, şimdilerde
gündemden kopmamış olmakla birlikte o aktif çemberin dışında olduğumu
hissediyordum. Fethiyeli olmayı seçerek
dışında kalmayı seçmiştim. Mesela,
İstanbul’da yeni açılan mekanları açıldığı o ilk günlerde görüp keşfeden ben
İstanbul’un en popüler on mekanı gibi şu meşhur onlu listelerdeki adreslerden
çoğunu bilmiyordum. Arada gittiğim bir
tanesi çıkarsa ben bile şaşırıyordum. 30
Aralık akşamı arkadaşlarım Nazım Hikmet Oratoryosun'nun ne kadar güzel olduğundan bahsetmişlerdi. “Evet,
gazetelerde okudum, ben şimdilerde haberleri böyle takip ediyorum,” demiştim
tebessüm ederek.
Onlara
Fethiye’deki, ve daha sık olarak gitmeye başladığım İzmir’deki, yaşamın beni ne
kadar mutlu ettiğinden bahsederken buldum kendimi. Tabii ki bunları ilk defa duymuyorlardı ama
ben belki de ilk defa kendimi bu kadar çok Fethiyeli, kasabalı hissediyordum. İstanbul’da hala bir ofisim, bir atölyemiz ve
aile evimiz olmasına rağmen İstanbullu hissetmeyi bırakıyordum ben galiba. Ben
kasabalı olmayı sevmiştim.
Şimdi
Fethiye’ye kasaba diyerek gerçekten çok ama çok sevdiğim ve beğendiğim Fethiye’yi
hafife aldığım anlaşılmasın. Fethiye
denilen o güzel ilçe Türkiye’deki birçok ilden daha çok imkanlara sahip. Bunun
farkındayım ve bu da beni cezp ediyor ama ruh olarak Fethiye bir ilçe, bir
kasaba ve güzelliğinin büyük kısmı da buradan geliyor. Benim demek istediğim, sadece, İstanbul’un
göbeğindeki bir yaşamdan gerçekten bambaşka bir hayat tarzına geçmek bizim
çevremizdeki çok alışılmamış bir tercihti. Benim yoğun bir istekle yaptığım bir tercih. Ve ben Fethiye’de yaşayan bir İstanbullu
olmaktan çok Fethiyeli olmaya mutlulukla başlamıştım.
Ve bu
tercih benim her gün “İyi ki de yapmışım,” dediğim bir tercih. Sadece farklı bir yaşamı tercih ettiğimin de
bilincindeyim. Daha sakin, gündemden
daha uzak, yerine göre hareketten, güncelden, moda olandan da uzak. Hayattan haberdar olmaktan uzak değil belki ama
hareketin ortasında olmaktan uzak. Arkadaşlığın,
insani temasın, doğallığın daha yoğun yaşandığı, biraz kenarda kalmışlık
hissini taşıyan ama doğanın içinde olmanın ve kendine zaman ayırabilmenin verdiği
güzellikle renklenen ve yüreği doyuran bir uzaklıkta olmak.
*
Sen iki
gün gündemden, güncelden uzak olmaktan bahset dur, Türkiye’nin acı gündemi yeni yılda beni
İstanbul’da buldu. Haberlerde gördüğümüz
olayların bir anlamda şahidi olmak ne demek hatırlattı.
Bu yıl
yeni yıla İstanbul’da annemin yanında, ailemiz ile girmeye karar
vermiştim. İşlerim nedeni ile zaten
İstanbul’daydım, burada kalmak doğru geldi.
Annem rahatsızlıkları nedeni ile sokağa rahat çıkamadığı için evde olmayı
tercih ettik.
Doğrusu Arnavutköy’de yeni
yıl günü ve akşamı muazzam bir sakinlik vardı.
Genelde böyle zamanlarda çok işlek olan sahil yolundan neredeyse sayılı
araba geçiyordu. Son on gündür bir canlı
bomba tehdidi olduğu söylentisi ile polis özellikle akşamları kimi yolları
kapatıyordu. Hep cıvıl cıvıl görmeye
alıştığımız Arnavutköy’deki lokantalar bomboştu. Esasında İstanbul’da hareketli
görmeye alıştığımız tüm mekanlar, sokaklar, bölgeler genelde boştu. Belediyelerin ağaçları ve sokakları ışıklarla
donatarak getirmeye çalıştıkları yeniyıl neşesinin herkese uzak olduğunu pek
aşikardı. Yeni yıl günü de İstanbul bence tam da bu ürkek ruh halindeydi.
Gece
yarısı yeni yıla girdikten göre ailecek kucaklaşmalar, kutlama telefon
görüşmelerimizi yaptıktan sonra yavaş yavaş günü bitirmeye hazırlanırken, beni
ilk uyandıran şey, “Arabayı sağa çek, sağa çek,” sesi ile adeta sahil yolunu
inleten anons oldu. Bir panzer hızla
ilerlemeye çalışıyor ve neredeyse bomboş olduğu için yolda sakince ilerleyen
arabadan acil yol istiyordu. Bunu kısa süre sonra siren sesleri ile hızla geçen
polis arabaları izledi. Sonra siren
sesleri devam etti. Sahil yönünde her iki yönde hızla ilerleyen ambülansların
siren sesleri. Arnavutköy’den Ortaköy
yönüne gidenler. Arnavuköy’den Bebek yönüne devam edenler.
Aşikardı. Bir şeyler oluyordu.
Televizyonu
kapatmıştık. Açmadık. Ben de açmadım.
Alınacak
acı haber kotamızı dolduralı çok olmuştu.
Devam eden ambulans sesleri ile uykuya daldım.
*
1992
yılında Türkiye’de işe başladığım yıllarda terör olayları ülkemizin en önemli
gündem maddelerinden biriydi. Özellikle
o yıllarda Adıyaman’da bir baraj inşaatı yapmakta olduğumuz için, şantiyelerimizdeki
çalışanlarımızın, şantiyelerimizin güvenliği açısından her saniye tetikte
olmak, gece gelebilecek her telefona hazırlıklı olmaya çalışmak bana yabancı
bir his değildi. Şantiyemizdeki
patlayıcı madde deposu ile artan güvenlik riski, şantiyedeki köy korucularının
varlığı, bekçilerimizin, ki o zamanlar özel güvenlik tabiri çok
kullanılmıyordu, görüntüsü aklımda hep canlı.
Son
yıllar daha da karmaşık bir Türkiye ve Dünya’da yine acılı rüzgarlar estiriyor.
Bugün, 1
Ocak 2017 sabahında, İstanbul’da, Arnavutköy’de, evimizin salonunda oturmuş, incelemeler nedeni ile trafiğe kapatıldığı için araç geçmeyen sahil yoluna bakarak düşünüyorum. Hiç adetim olmadığı üzere televizyon açık. Ana haber kanallarında yeni yılın Ortaköy’deki
o acı ilk saatlerine dair aynı kısa görüntüler aynı kısa haberler ile dönüp
duruyor.
Yaşam
çemberinin merkezinde, kenarında, dışında neredeyim bilmiyorum. Çok da önemli bulmuyorum. Hepimiz merkezi
kendimiz olan bir yaşam çemberinde yaşıyoruz.
Genişleyen halkalar ile Dünya’ya ve birbirimize bağlanıyoruz.
Etrafımda
ne olursa olsun, kararlıyım, iyiliğe, dostluğa, kardeşliğe, sevgiye, hoşgörüye
ve barışa olan inancımı sağlam tutacağım.
Bununla birlikte, Türkiye’nin ve Dünya’nın gündemini ve ülkemizin
mücadelesini çok daha objektif, çok daha detaylı ve çok daha aktif olarak takip
etmek ve anlamak her zamankinden daha önemli geliyor. Karamsarlık ve çaresizlik girdabına
kapılmadan. Çözümün, yaşatılmak
istenilen bu hislerden ötede, birlik olmaktan, bilgiden gelen sağlam cesaretten
ve aydınlık günlere inançla birlikte çalışmaktan geçtiğini bilerek.