İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com

26 Temmuz 2016 Salı

Bu Halde Ne Yapmalı?


Bir kitap fanatiği olduğumu inkâr edemem.

Kitaplara garip bir bağımlılığım var ve bunun Japonca’da tsundoku diye bilinen bir adı olduğunu da keşfettikten sonra kitaplarla bu bağ mı, bağımlılık mı dersiniz, bu durumun sadece bana özgü olmadığını keşfetmekle birlikte, bu ilişkide her iki tarafı da özgürleştirmem gerekiyor galiba.  Bunda kitaplarımı koyacak yer bulmak konusunda gerçekten ama gerçekten zorluk yaşıyor olmamın da etkisi var. Evimde, arabamda, ofislerimde, el çantamda, sırt çantamda, salonda, yatak odasında, mutfakta, kitaplar üzerime üzerime geliyor adeta.  Tamam, tamam, ofislerimdeki durum daha vahim evime göre ama bir sorun ile karşı karşıyayım işte.

Bu sorunu yaşayan tek kişi değilim ve tabii kitap almaktan ve biriktirmekten vazgeçememek olarak tarif edebileceğimiz bu duruma Japonların bir kelime yaratmış olması beni iyi hissettiriyor.  Japonya’yı seviyorum ve bazen gerçekten kimi Japon dostlarımın beni kimi Türk tanıdıklarıma göre çok daha iyi anladıklarını hissediyorum. Tsundoku, yani kitap almaktan ve biriktirmekten vazgeçmeme kavramından dolayı değil tabii ki.  Tsundoku’yu Japon arkadaşlarıma hiç anlatmadım.  Sadece onların yaşama ve insana, kimi zaman çok katı da denilebilecek prensiplerle, değişik bir saygı kavramı ile yaklaşmaları yerine göre enteresan bir huzur veriyor bana.  Japonlara güveniyorum ve Japonya’da, bu memleketin dilini hala tam olarak çözememiş olsam da, güvende hissediyorum.

En son kitaplarımı Japonya’da aldım.  Osaka’da kaldığım Hilton Osaka Oteli’nin hemen bitişiğinde altı yedi katlı, her katında sadece beş altı dükkanın olduğu bir alışveriş merkezi vardı. Bir akşam orada dolaşırken çıkmadığım bir katında bir kitabevi olduğunu gördüm.

O katta sadece o kitabevi vardı.  Neredeyse tamamı Japonca kitaplardan oluşan kitapçıda uzun süre oyalandım.  Bildiğim hiragana ve katakana Japon alfabesi ile başlıklarda kitapların adlarını çözmeye çalışmak gibi anlamsız denemelere bile girdim. Kanji denilen Japonca’nın ana yazım işaretlerini bilmeden kitapçıda satılan bir kitabın herhangi bir bölümünü okuyabilmek gibi bir ihtimal yoktu ki.  Şimdi aklıma geliyor, çocuk kitapları bölümüne bakabilirdim belki.

Japonca kitapların arasında dolaşarak belki biyolojideki osmoz benzeri bir süreçle Japoncamı ilerletmek gibi bir arzum var mıydı bilmem ama yanımda bir Japon arkadaşım olmadan Japonya’da bir kitapçıdaki bu ilk yalnız keşfim beni iyi hissettirmişti.  Yani ben Japonca’dan ürkmüyordum artık.  2016 yılının Haziran ayının 19’unda başlayan bu son Japonya yolcuğumda, bu altıncı Japonya seyahatimde, artık Japonca’dan korkmadığımı fark ettim. Yani başka bir deyişle daha önce, onca kuvvetli Japonca öğrenme isteğime ve gayretime rağmen, korktuğumu ve belki de işte tam o nedenle, mehter marşı gibi iki ileri bir geri, bir türlü kalıcı olarak yol alamadığımı.

O akşam kendime Japonca bir kitap alamamıştım ama kitapçının küçükte olsa İngilizce kitaplar bölümünden iki tanesi Japonya’da savaşçının yolu olarak bilinen ve samurayların yaşam felsefesini anlatan bushido üzerine olmak üzere beş tane kitap almayı yine başarmıştım.  Valizimde zaten yer olmadığını bilmeme rağmen almadan geçememiştim.  Tamam, yeni çıkan ve çok satanlardan, Türkiye’de belki bulmam zor olabilir diye, yeni çıkan bireysel gelişim kitaplarından iki tane almıştım.  Yani muhtemelen Türkiye’de bulurdum veya amazon.com’dan internetten sipariş edebilirdim ama.  Ve bir tane de Karate üzerine bir kitap aldım o akşam. Çocukluğumdan beri ilgi duyduğum ve özellikle son bir yıldır hayatımda ayrı bir yeri olan Karate üzerine bir kitap almadan Japonya’dan dönülmezdi değil mi?

Osaka’daki kitapçıdaki o akşam değil ama 4 Temmuz sabahı Türkiye’ye dönüş yolculuğu için valizimi yaparken çocukluğumdan beri garip bir tutku gibi bir şey olan kitaplar ile ilişkimi yeniden ele almaya karar verdim.  Yanımda zaten dört beş tane kitap getirmiştim Türkiye’den.  Katıldığımız eğitimlerden ve toplantılardan birçok doküman çantalarıma eklenmişti. Şimdi beş kitap daha. Hem de bazıları kalın ciltli kapaklı. Ah, Zeynep, yine yaptın yapacağını, demiştim.  Tamam, Japonya’da alışveriş yapmamıştım.  Bu defa birkaç çok küçük hediyelik eşya, Kyoto’daki Kiyomizudera gibi sevdiğim bazı tapınak ve mabedlerden muska gibi minik şeyler almak dışında pek alışveriş yapmamıştım. Eşya fazlalığı istemiyordum.  Ama kitaplar?  O konuda kendime hâkim olamamıştım. Esasında beş kitap neydi ki aslında, dedim kendime ama Türkiye'den Japonya'ya iki haftalık bir seyahate giderken götürdüğüm ve orada aldığım toplam 10 kitap valizimdeki en çok yeri kaplıyordu.  Notları, dosyaları ve defterlerimi saymıyorum. 

Kitaplar ile ilişkimi değiştirmek için bir şey yapmam gerekiyordu galiba. İnsan kırkaltı yaşında da olsa hayatta her zaman yeniliklere yer var değil mi?

*

Son Japonya yolculuğumdan sonra kendime kitap satın alma yasağı koyduğumu itiraf etmeliyim. Yani takriben üç küsur haftadır kitap satın almadım ve bu benim için yeni bir şey.

Gazete satın almak dışında sadece bir dergi satın aldım.  Son birkaç yıldır her ay alıp okumayı ve içindeki tariflerden bazılarını denemeyi sevdiğim Sofra dergisinin Temmuz sayısını.

Kitap satın almamanın değişik bir etkisi vardır.  Yani yine itiraf etmeliyim bu ilk defa deneyimlediğim bir his değil. Ben kitap satın alma orucunu daha önce de denedim. Denedim denemesine ama bu konuda bir haftadan daha uzun bir süre başarılı olmadım.  Bu defa niyetim ciddi. Yani ciddi ciddi karar verdim bu defa.  Etrafımda benimle birlikte ve bana rağmen var olmaya çalışan bu kitap kalabalığının bana ne söylemek istediğini anlamaya gerçekten gayret edeceğim bu defa.

Son yıllarda yeni kitap alma hızımda bir yavaşlama olmaya başlamıştı.  Ve daha önce okuduğum bazı kitapları tekrar okuma isteğimin çoğaldığını fark ediyordum.  Mesela büyük bir iştahla Şibumi’yi tekrar okumak istemiştim.  Ayn Rand’ı da mesela. Mesela Hayatın Kaynağı’nı, The Fountainhead’i.  Oğuz Atay’ı mesela. Mesela Sait Faik’in tüm hikâyelerini tekrar tekrar okumayı. 

Bazen yirmi, yirmi beş yıl önce okuduğum kitapları, bazen ortaokul lisede okuduğum romanları, bazen son on yılda okumaya ağırlık verdiğim bireysel gelişim ve ruhsal konulardaki kitapları. Okuduğum kitapları tekrar okuma isteğim beni mutlu ediyordu aslında. Çok sevdiğim bir filmi tekrar seyredebilenlerdenim ben.  Kitaplarda bu ayrı bir tat alıyor.

Kendi yazdığım kitaplar dâhil, her kitabın yeniden okunduğunda yeni bir kitaba dönüşebildiğini biliyorum.  Tamam, belki her kitap böyle olmasa da her okunuşta yeniden can bulan çok kitap var.  Bu da bu geri dönüşleri benim için gizemli kılıyor.

*

Türkiye’de son iki hafta içinde yaşadıklarımız ile hayat çok farklı bir hal içinde.  Üzüntü, keder, korku, telaş, ümitsizlik, ve bir yandan insan ruhunun nefes almak gibi doğasından gelen küçük şeylerden alınan mutluluk, dostluklardan akan sevgi, arkadaşlıkların ruhumuza akıttığı neşe.  Farklı dalgalar bedenlerimizde, ruhlarımızda çarpışıp duruyor.

Böyle bir halde yaşam pek normal ve pek anormal şekilde devam ederken ne yapmalı?


İşte bu ruh halinde hiçbir şey yapmak istemezken, bu sırada verdiğim Reiki dersleri sırasında heyecanımı, isteğimi o saatler içinde canlandırmayı nasılsa başarırken, en çok yapmayı sevdiğim şey olan yazı yazmayı istemezken, yapmadığımda nefes alamadığımı hissettiğim yazı yazmayı istemezken, yaşama sevincimi tekrar nasıl kazanacaktım ben?


Fethiye’de şehirdeki ve Ada’daki kitaplarımı karıştırmayı deniyordum.  Oradan bir umut ışığı çıkar mıydı bana?  Ayn Rand’ın esasında bugünlerde, tam da bugünlerde bana göre dediğim “İhtiyacımız olan Felsefe” kitabını en az beş defa okumaya başlamaya çalışmama rağmen okuyamadım. 

Doğan Cüceloğlu’nun “Mış gibi Yaşamları” ilerlemiyordu bir türlü. 

Kişisel gelişim dünyasının annesi, her okuyuşta ruha umut verdiğini düşündüğüm Louise Hay’ler bile ağır geliyordu.  “İnsanın Anlam Arayışı”, Halide Edip,  deniyordum, deniyordum da, bu halimde neyi okumayı başarabileceğimi bulamıyordum.  Her kitaptan birkaç sayfa okurken kitaplar biriktikleri yerlerden çıkıp yemek masalarımın üzerinde okunma zorluğu yaşatan kitaplar yığını oluşturmaya başlıyorlardı.

Ta ki, ta ki, o kitabı buluncaya kadar. 

Onbir günlük ruh halimde beni, kelimelerimi çözen kitabı buluncaya kadar. 

Benim travma şifacım, beklenmedik bir şekilde Semahat Arsel’in Divan Oteli’nin kırkıncı yılı için hazırlattığı “Eskimeyen Tatlar, Türk Mutfak Kültürü” kitabı oldu.  Bir yemek kitabı.  Farklı bir yemek kitabı.



Bu kitabı lütfen basit bir yemek kitabı olarak kabul etmeyin.  Satın aldığım günü çok iyi hatırladığım kitaplardan biri olan "Eskimeyen Tatlar"ı aradan geçen onküsur yıl boyunca, hep elimin altında bir yerlerde kendini göstermesine rağmen, hiç okumamıştım.  Sayfalarını karıştırdığım ve çok kısa paragraflarını okuduğum ve içindeki fotoğraflara bakmışlığım vardı ama okumamıştım.  Oysa Divan Oteli, Taksim’deki Divan Pub çocukluğumda ailecek yediğimiz bir çok özel yemeğin hatırasını taşıyordu.

Bu kitap benim için babam, annem, ağabeyim Yaman, İstanbul ve özel aile akşamları ve günleri adına o kadar farklı anıları uyandırıyordu ki.  Sadece hazırlanış nedeni ile.  Mesela, Japonya’ya gitmeden önce Ramazan’da ailecek iftara gittiğimiz Bebek’teki Divan Brasserie’nin bu yaz tadilata gireceğini ve kapalı olacağını öğrendiğimde üzülmüştüm.  Dışarıda yemek yemek veya ille de orada yemek yemek meraklısı olduğumdan değil.  Divan kelimesi beni hep Taksim’deki Divan Oteli’ndeki çocukluk anılarıma götürdüğü için belki. 

Belki o otelin alt katındaki Divan Pastanesi’ne nice bayram çikolatalarını almaya babamla ben gittiğim için.  Pastane çalışanı hanımların aldığımız hediye çikolataların paketlerinin kurdelelerini özenle bağlayışlarını dikkatle ve zevkle seyrettiğimi hatırlarım. Yıllar sonra bu hissi,  Japonya’ya ilk gidişimde, Kyoto’da bir alışveriş merkezinde, sade lacivert döpiyes ve beyaz gömleği ile pek tertipli duran Japon satış görevlisi hanımın, anneme anneler günü hediyesi olarak aldığım yelpazenin paketinin kurdelesini özenle ve sanki şefkatli dokunuşlarla bağlayışını seyrederken almıştım. 

Annem de Divan’ın yemeklerini beğenir.  Klasik Türk mutfağının tatlarını Divan Oteli’nin lokantalarında bulmak mümkündür genelde.  Hani son Ramazan iftarında Divan’ın o klasik güllacının sade lezzetinin Antep fıstığı çorbası, Antep fıstığı muhallebisine dönmesi ile bozulduğunu ve o naif file badem tadını aradığımızı söylemem gerekse de.

Ne çok uzattım ben lafı.  Gelelim sadede.

Canım hiçbir şey yapmak istemediğimde, bundan altı, yedi yıl kadar önce İskoçya’da Findhorn Ekoköyü’nde kaldığımda keşfettiğim bir şey yaparım.  Ellerim ile bir şeyler. 

Orada öğrenmiştim ki Dünya’da yapılan araştırmalara göre elleri ile bir şeyler yapanlar, çalışanlar Dünya’daki araştırmalarda mutlu olduklarını daha çok ifade eden insanlarmış.  Mesela doktorlar arasında cerrahlar.  Yani ücretleri, imkânlarından öte cerrahların ellerini daha farklı şekilde devamlı kullanıyor olmalarının işlerinden aldıkları mutluluğu ve doyumu yükselttiği fark edilmiş.  

Örgü örmek, dikiş dikmek, bahçe ile uğraşmak, tahta oymak, seramik yapmak, ve belki de bir nebze yazı yazmak, adını koyamadığımız bir şekilde doyuruyor olabilir bizi.

Şimdi itiraz edenleriniz olabilir, ve sanırım ben de eskiden itiraz edebilirdim, ama yemek yapmak da esasında en büyük mutluluklardan biri olabiliyor.  Bir kurabiye hamurunu yoğurmak, şekillendirmek, o tepsiye dizmek ve pişerken yaydığı kokunun evi doldurduğunu görmek.  Yeni tarifleri denerken çıkacak sonucu bir yandan zaten başından beri hissetmek ve bir yandan merakla beklemek.

İşte Ada’daki evimin deposundaki kitapların arasından çıkan, İstanbul’daki evimi kapattığımda oradaki evimin kütüphanesinden bu depodaki kitaplar arasında karışan “Eskimeyen Tatlar”, bende hem oradaki yemek tarihini okuma isteği ile kelimelerle aramdaki çekişmeyi ortadan kaldırdı, hem de daha önce nasıl yapmayı düşünmediğime hayret ettirerek bu kitaptaki tüm tarifleri teker teker deneme isteği uyandırdı. Mezeleri, çorbaları, et yemeklerini, tatlıları.  Neden yapmamışım bugüne kadar, dedim.  Türk Mutfağının klasiklerini Divan vesilesi ile gelen tariflerle denemek.

*

Osaka’da 30 Haziran 2016 akşamı o aklımda hep kalacak olan kitapçıda aldığım son kitaplardan sonra, kitap satın alma orucuma devam etmeye kararlıyım.  En azından elimdeki kitapların bana yaşattığı bu yoğun yer darlığının bana söylediklerini anlamayı başarana kadar.

Bu sürede hangi kitapları okumaya yüreğim izin verecek bunu henüz bilmiyorum. Aklım ve yüreğim fazlası ile karışık ve ben artık duygularına rağmen yaşama hiçbir şey olmamışçasına devam edebilenlerden değilim.  Bununla birlikte “Eskimeyen Tatlar”ın bana hatırlattığı izden ilerleyeceğim. Tatların, lezzetlerin yaşamımızı nasıl zenginleştirebileceğini, keyiflendirebileceğini, geçmiş kadar geleceği de keşfetmemizi sağlayabileceğini hissederek.

Eğer sizde yoksa “Eskimeyen Tatlar”ı almaya ve içindeki tarifleri denemeye ne dersiniz?

Ya da, başka seçenekler olsa da, tarifleri ile az yanıltan Sofra dergisinin eski veya yeni, herhangi bir sayısından denemediğiniz bir tarifi keşfetmeye? 

Yaşamda bazen hava, Fethiye’nin sıcak ve nemli havasının ötesinde ağır ve dayanılmaz olabilirken, yine Güzel Fethiye gibi, bir gün doğumu, bir gün batımı, Fethiye Körfezi’nden gelen beklenmedik serin bir rüzgârın saçlarımızı karıştırırken bizi tebessüm ettirmesi gibi, bir şeyler hayata taze bir can üfleyebiliyor.  Yemeklerin tatlarının rüzgârı da yüreklerimizi, ruhumuzu serinletebilir belki.

Ve belki de, bu halde, yapılabilecek en iyi şey sevdiklerimizle ve sevdiklerimiz için yemek yapmaktır.

Hiç yorum yok: