Bir kitap fanatiği olduğumu inkâr edemem.
Kitaplara garip bir bağımlılığım var ve bunun
Japonca’da tsundoku diye bilinen bir
adı olduğunu da keşfettikten sonra kitaplarla bu bağ mı, bağımlılık mı
dersiniz, bu durumun sadece bana özgü olmadığını keşfetmekle birlikte, bu
ilişkide her iki tarafı da özgürleştirmem gerekiyor galiba. Bunda kitaplarımı koyacak yer bulmak
konusunda gerçekten ama gerçekten zorluk yaşıyor olmamın da etkisi var. Evimde,
arabamda, ofislerimde, el çantamda, sırt çantamda, salonda, yatak odasında,
mutfakta, kitaplar üzerime üzerime geliyor adeta. Tamam, tamam, ofislerimdeki durum daha vahim
evime göre ama bir sorun ile karşı karşıyayım işte.
Bu sorunu yaşayan tek kişi değilim ve tabii kitap
almaktan ve biriktirmekten vazgeçememek olarak tarif edebileceğimiz bu duruma
Japonların bir kelime yaratmış olması beni iyi hissettiriyor. Japonya’yı seviyorum ve bazen gerçekten kimi
Japon dostlarımın beni kimi Türk tanıdıklarıma göre çok daha iyi anladıklarını
hissediyorum. Tsundoku, yani kitap almaktan ve biriktirmekten vazgeçmeme
kavramından dolayı değil tabii ki.
Tsundoku’yu Japon arkadaşlarıma hiç anlatmadım. Sadece onların yaşama ve insana, kimi zaman
çok katı da denilebilecek prensiplerle, değişik bir saygı kavramı ile
yaklaşmaları yerine göre enteresan bir huzur veriyor bana. Japonlara güveniyorum ve Japonya’da, bu
memleketin dilini hala tam olarak çözememiş olsam da, güvende hissediyorum.
En son kitaplarımı Japonya’da aldım. Osaka’da kaldığım Hilton Osaka Oteli’nin
hemen bitişiğinde altı yedi katlı, her katında sadece beş altı dükkanın olduğu
bir alışveriş merkezi vardı. Bir akşam orada dolaşırken çıkmadığım bir katında
bir kitabevi olduğunu gördüm.
O katta sadece o kitabevi vardı. Neredeyse tamamı Japonca kitaplardan oluşan
kitapçıda uzun süre oyalandım. Bildiğim
hiragana ve katakana Japon alfabesi ile başlıklarda kitapların adlarını çözmeye
çalışmak gibi anlamsız denemelere bile girdim. Kanji denilen Japonca’nın ana yazım
işaretlerini bilmeden kitapçıda satılan bir kitabın herhangi bir bölümünü
okuyabilmek gibi bir ihtimal yoktu ki.
Şimdi aklıma geliyor, çocuk kitapları bölümüne bakabilirdim belki.
Japonca kitapların arasında dolaşarak belki
biyolojideki osmoz benzeri bir süreçle Japoncamı ilerletmek gibi bir arzum var
mıydı bilmem ama yanımda bir Japon arkadaşım olmadan Japonya’da bir kitapçıdaki
bu ilk yalnız keşfim beni iyi hissettirmişti.
Yani ben Japonca’dan ürkmüyordum artık.
2016 yılının Haziran ayının 19’unda başlayan bu son Japonya yolcuğumda,
bu altıncı Japonya seyahatimde, artık Japonca’dan korkmadığımı fark ettim. Yani
başka bir deyişle daha önce, onca kuvvetli Japonca öğrenme isteğime ve
gayretime rağmen, korktuğumu ve belki de işte tam o nedenle, mehter marşı gibi
iki ileri bir geri, bir türlü kalıcı olarak yol alamadığımı.
O akşam kendime Japonca bir kitap alamamıştım ama
kitapçının küçükte olsa İngilizce kitaplar bölümünden iki tanesi Japonya’da
savaşçının yolu olarak bilinen ve samurayların yaşam felsefesini anlatan
bushido üzerine olmak üzere beş tane kitap almayı yine başarmıştım. Valizimde zaten yer olmadığını bilmeme rağmen
almadan geçememiştim. Tamam, yeni çıkan
ve çok satanlardan, Türkiye’de belki bulmam zor olabilir diye, yeni çıkan
bireysel gelişim kitaplarından iki tane almıştım. Yani muhtemelen Türkiye’de bulurdum veya
amazon.com’dan internetten sipariş edebilirdim ama. Ve bir tane de Karate üzerine bir kitap aldım
o akşam. Çocukluğumdan beri ilgi duyduğum ve özellikle son bir yıldır hayatımda
ayrı bir yeri olan Karate üzerine bir kitap almadan Japonya’dan dönülmezdi
değil mi?
Osaka’daki kitapçıdaki o akşam değil ama 4 Temmuz
sabahı Türkiye’ye dönüş yolculuğu için valizimi yaparken çocukluğumdan beri
garip bir tutku gibi bir şey olan kitaplar ile ilişkimi yeniden ele almaya
karar verdim. Yanımda zaten dört beş
tane kitap getirmiştim Türkiye’den.
Katıldığımız eğitimlerden ve toplantılardan birçok doküman çantalarıma
eklenmişti. Şimdi beş kitap daha. Hem de bazıları kalın ciltli kapaklı. Ah,
Zeynep, yine yaptın yapacağını, demiştim.
Tamam, Japonya’da alışveriş yapmamıştım.
Bu defa birkaç çok küçük hediyelik eşya, Kyoto’daki Kiyomizudera gibi
sevdiğim bazı tapınak ve mabedlerden muska gibi minik şeyler almak dışında pek alışveriş
yapmamıştım. Eşya fazlalığı istemiyordum.
Ama kitaplar? O konuda kendime hâkim
olamamıştım. Esasında beş kitap neydi ki aslında, dedim kendime ama Türkiye'den Japonya'ya iki haftalık bir seyahate giderken götürdüğüm ve orada aldığım
toplam 10 kitap valizimdeki en çok yeri kaplıyordu. Notları, dosyaları ve defterlerimi
saymıyorum.
Kitaplar ile ilişkimi değiştirmek için bir şey
yapmam gerekiyordu galiba. İnsan kırkaltı yaşında da olsa hayatta her zaman
yeniliklere yer var değil mi?
*
Son Japonya yolculuğumdan sonra kendime kitap satın
alma yasağı koyduğumu itiraf etmeliyim. Yani takriben üç küsur haftadır kitap
satın almadım ve bu benim için yeni bir şey.
Gazete satın almak dışında sadece bir dergi satın
aldım. Son birkaç yıldır her ay alıp
okumayı ve içindeki tariflerden bazılarını denemeyi sevdiğim Sofra dergisinin Temmuz sayısını.
Kitap satın almamanın değişik bir etkisi
vardır. Yani yine itiraf etmeliyim bu
ilk defa deneyimlediğim bir his değil. Ben kitap satın alma orucunu daha önce
de denedim. Denedim denemesine ama bu konuda bir haftadan daha uzun bir süre
başarılı olmadım. Bu defa niyetim ciddi.
Yani ciddi ciddi karar verdim bu defa.
Etrafımda benimle birlikte ve bana rağmen var olmaya çalışan bu kitap
kalabalığının bana ne söylemek istediğini anlamaya gerçekten gayret edeceğim bu
defa.
Son yıllarda yeni kitap alma hızımda bir yavaşlama
olmaya başlamıştı. Ve daha önce okuduğum
bazı kitapları tekrar okuma isteğimin çoğaldığını fark ediyordum. Mesela büyük bir iştahla Şibumi’yi tekrar okumak istemiştim.
Ayn Rand’ı da mesela. Mesela Hayatın
Kaynağı’nı, The Fountainhead’i. Oğuz Atay’ı mesela. Mesela Sait Faik’in tüm hikâyelerini
tekrar tekrar okumayı.
Bazen yirmi, yirmi beş yıl önce okuduğum kitapları,
bazen ortaokul lisede okuduğum romanları, bazen son on yılda okumaya ağırlık
verdiğim bireysel gelişim ve ruhsal konulardaki kitapları. Okuduğum kitapları tekrar
okuma isteğim beni mutlu ediyordu aslında. Çok sevdiğim bir filmi tekrar
seyredebilenlerdenim ben. Kitaplarda bu
ayrı bir tat alıyor.
Kendi yazdığım kitaplar dâhil, her kitabın yeniden
okunduğunda yeni bir kitaba dönüşebildiğini biliyorum. Tamam, belki her kitap böyle olmasa da her
okunuşta yeniden can bulan çok kitap var.
Bu da bu geri dönüşleri benim için gizemli kılıyor.
*
Türkiye’de son iki hafta içinde yaşadıklarımız ile
hayat çok farklı bir hal içinde. Üzüntü,
keder, korku, telaş, ümitsizlik, ve bir yandan insan ruhunun nefes almak gibi
doğasından gelen küçük şeylerden alınan mutluluk, dostluklardan akan sevgi,
arkadaşlıkların ruhumuza akıttığı neşe.
Farklı dalgalar bedenlerimizde, ruhlarımızda çarpışıp duruyor.
Böyle bir halde yaşam pek normal ve pek anormal şekilde
devam ederken ne yapmalı?
…
İşte bu ruh halinde hiçbir şey yapmak istemezken, bu
sırada verdiğim Reiki dersleri sırasında heyecanımı, isteğimi o saatler
içinde canlandırmayı nasılsa başarırken, en çok yapmayı sevdiğim şey olan yazı
yazmayı istemezken, yapmadığımda nefes alamadığımı hissettiğim yazı yazmayı
istemezken, yaşama sevincimi tekrar nasıl kazanacaktım ben?
…
Fethiye’de şehirdeki ve Ada’daki kitaplarımı
karıştırmayı deniyordum. Oradan bir umut
ışığı çıkar mıydı bana? Ayn Rand’ın
esasında bugünlerde, tam da bugünlerde bana göre dediğim “İhtiyacımız olan
Felsefe” kitabını en az beş defa okumaya başlamaya çalışmama rağmen okuyamadım.
Doğan Cüceloğlu’nun “Mış gibi Yaşamları”
ilerlemiyordu bir türlü.
Kişisel gelişim dünyasının annesi, her okuyuşta ruha
umut verdiğini düşündüğüm Louise Hay’ler bile ağır geliyordu. “İnsanın Anlam Arayışı”, Halide Edip, deniyordum, deniyordum da, bu halimde neyi
okumayı başarabileceğimi bulamıyordum.
Her kitaptan birkaç sayfa okurken kitaplar biriktikleri yerlerden
çıkıp yemek masalarımın üzerinde okunma zorluğu yaşatan kitaplar yığını
oluşturmaya başlıyorlardı.
Ta ki, ta ki, o kitabı buluncaya kadar.
Onbir günlük ruh halimde beni, kelimelerimi çözen
kitabı buluncaya kadar.
Benim travma şifacım, beklenmedik bir şekilde
Semahat Arsel’in Divan Oteli’nin kırkıncı yılı için hazırlattığı “Eskimeyen
Tatlar, Türk Mutfak Kültürü” kitabı oldu.
Bir yemek kitabı. Farklı bir
yemek kitabı.
Bu kitabı lütfen basit bir yemek kitabı olarak kabul
etmeyin. Satın aldığım günü çok iyi
hatırladığım kitaplardan biri olan "Eskimeyen Tatlar"ı aradan geçen onküsur yıl boyunca, hep elimin altında bir yerlerde kendini göstermesine rağmen, hiç
okumamıştım. Sayfalarını karıştırdığım
ve çok kısa paragraflarını okuduğum ve içindeki fotoğraflara bakmışlığım vardı
ama okumamıştım. Oysa Divan Oteli,
Taksim’deki Divan Pub çocukluğumda ailecek yediğimiz bir çok özel yemeğin
hatırasını taşıyordu.
Bu kitap benim için babam, annem, ağabeyim Yaman,
İstanbul ve özel aile akşamları ve günleri adına o kadar farklı anıları
uyandırıyordu ki. Sadece hazırlanış
nedeni ile. Mesela, Japonya’ya gitmeden
önce Ramazan’da ailecek iftara gittiğimiz Bebek’teki Divan Brasserie’nin bu yaz
tadilata gireceğini ve kapalı olacağını öğrendiğimde üzülmüştüm. Dışarıda yemek yemek veya ille de orada yemek
yemek meraklısı olduğumdan değil. Divan
kelimesi beni hep Taksim’deki Divan Oteli’ndeki çocukluk anılarıma götürdüğü
için belki.
Belki o otelin alt katındaki Divan Pastanesi’ne nice
bayram çikolatalarını almaya babamla ben gittiğim için. Pastane çalışanı hanımların aldığımız hediye
çikolataların paketlerinin kurdelelerini özenle bağlayışlarını dikkatle ve
zevkle seyrettiğimi hatırlarım. Yıllar sonra bu hissi, Japonya’ya ilk gidişimde, Kyoto’da bir
alışveriş merkezinde, sade lacivert döpiyes ve beyaz gömleği ile pek tertipli
duran Japon satış görevlisi hanımın, anneme anneler günü hediyesi olarak
aldığım yelpazenin paketinin kurdelesini özenle ve sanki şefkatli dokunuşlarla bağlayışını
seyrederken almıştım.
Annem de Divan’ın yemeklerini beğenir. Klasik Türk mutfağının tatlarını Divan Oteli’nin
lokantalarında bulmak mümkündür genelde.
Hani son Ramazan iftarında Divan’ın o klasik güllacının sade lezzetinin
Antep fıstığı çorbası, Antep fıstığı muhallebisine dönmesi ile bozulduğunu ve o
naif file badem tadını aradığımızı söylemem gerekse de.
Ne çok uzattım ben lafı. Gelelim sadede.
Canım hiçbir şey yapmak istemediğimde, bundan altı,
yedi yıl kadar önce İskoçya’da Findhorn Ekoköyü’nde kaldığımda keşfettiğim bir
şey yaparım. Ellerim ile bir
şeyler.
Orada öğrenmiştim ki Dünya’da yapılan araştırmalara
göre elleri ile bir şeyler yapanlar, çalışanlar Dünya’daki araştırmalarda mutlu
olduklarını daha çok ifade eden insanlarmış.
Mesela doktorlar arasında cerrahlar.
Yani ücretleri, imkânlarından öte cerrahların ellerini daha farklı
şekilde devamlı kullanıyor olmalarının işlerinden aldıkları mutluluğu ve doyumu
yükselttiği fark edilmiş.
Örgü örmek, dikiş dikmek, bahçe ile uğraşmak, tahta
oymak, seramik yapmak, ve belki de bir nebze yazı yazmak, adını koyamadığımız
bir şekilde doyuruyor olabilir bizi.
Şimdi itiraz edenleriniz olabilir, ve sanırım ben de
eskiden itiraz edebilirdim, ama yemek yapmak da esasında en büyük mutluluklardan
biri olabiliyor. Bir kurabiye hamurunu
yoğurmak, şekillendirmek, o tepsiye dizmek ve pişerken yaydığı kokunun evi
doldurduğunu görmek. Yeni tarifleri
denerken çıkacak sonucu bir yandan zaten başından beri hissetmek ve bir yandan
merakla beklemek.
İşte Ada’daki evimin deposundaki kitapların arasından çıkan, İstanbul’daki evimi kapattığımda oradaki evimin
kütüphanesinden bu depodaki kitaplar arasında karışan “Eskimeyen Tatlar”, bende
hem oradaki yemek tarihini okuma isteği ile kelimelerle aramdaki çekişmeyi
ortadan kaldırdı, hem de daha önce nasıl yapmayı düşünmediğime hayret ettirerek
bu kitaptaki tüm tarifleri teker teker deneme isteği uyandırdı. Mezeleri,
çorbaları, et yemeklerini, tatlıları.
Neden yapmamışım bugüne kadar, dedim.
Türk Mutfağının klasiklerini Divan vesilesi ile gelen tariflerle
denemek.
*
Osaka’da 30 Haziran 2016 akşamı o aklımda hep
kalacak olan kitapçıda aldığım son kitaplardan sonra, kitap satın alma orucuma
devam etmeye kararlıyım. En azından
elimdeki kitapların bana yaşattığı bu yoğun yer darlığının bana söylediklerini
anlamayı başarana kadar.
Bu sürede hangi kitapları okumaya yüreğim izin verecek
bunu henüz bilmiyorum. Aklım ve yüreğim fazlası ile karışık ve ben artık
duygularına rağmen yaşama hiçbir şey olmamışçasına devam edebilenlerden
değilim. Bununla birlikte “Eskimeyen
Tatlar”ın bana hatırlattığı izden ilerleyeceğim. Tatların, lezzetlerin
yaşamımızı nasıl zenginleştirebileceğini, keyiflendirebileceğini, geçmiş kadar
geleceği de keşfetmemizi sağlayabileceğini hissederek.
Eğer sizde yoksa “Eskimeyen Tatlar”ı almaya ve
içindeki tarifleri denemeye ne dersiniz?
Ya da, başka seçenekler olsa da, tarifleri ile az
yanıltan Sofra dergisinin eski veya yeni, herhangi bir sayısından denemediğiniz
bir tarifi keşfetmeye?
Yaşamda bazen hava, Fethiye’nin sıcak ve nemli
havasının ötesinde ağır ve dayanılmaz olabilirken, yine Güzel Fethiye gibi, bir
gün doğumu, bir gün batımı, Fethiye Körfezi’nden gelen beklenmedik serin bir
rüzgârın saçlarımızı karıştırırken bizi tebessüm ettirmesi gibi, bir şeyler
hayata taze bir can üfleyebiliyor.
Yemeklerin tatlarının rüzgârı da yüreklerimizi, ruhumuzu serinletebilir
belki.
Ve belki de, bu halde,
yapılabilecek en iyi şey sevdiklerimizle ve sevdiklerimiz için yemek yapmaktır.