Geçen yıl, hatta tarihini net olarak söylemem gerekirse, 31
Ağustos 2015 Pazartesi günü, bana, takriben bir yıl sonra, Fethiye’de biri Türk
diğeri İskoç iki Karate Dünya Şampiyonunun yanında oturacağımı, turuncu kuşakla
Karate yapan biri olarak onlara tercüme yapacağımı ve en önemlisi
konuştuklarının benim için anlamlı gelmeye başlayacağını söyleseler tabii ki
inanmazdım.
Oysa 2016 yılında, Fethiye’de nispeten daha az sıcak bir 3 Ağustos akşamında, Ömer Habeş Hocamın Karate antrenmanından çıkmış,
hocalarımızın yanındaki taburede otururken halime şaşıyordum. Dojo’daki misafir
hoca İskoçyalı Alistair Mitchell’e antrenmanda tercüme yaparak antrenman
yapmıştım. Ben, Zeynep. Çocukluğumdan beri sevdiğim Karate’yi, hocalarımızın
hemfikir olduğum tarifine göre henüz anlamaya başlamaktan bile uzak olmama
rağmen, yapmaya başlamıştım işte.
Yumruk atıyordum. Farklı tekmeleri atmaya başlamıştım.
Mesela mawashi geri tekmelerinde bacaklarımı daha önce hiç yapamadığım kadar yukarıya
kaldırmayı başarıyordum. Bildiğim
tekniklerin isimlerinin listesi uzamaya başlamıştı. Karate’nin ‘Do’ denilen
yolunun varlığını algılamaya başlıyordum.
Karate’nin Karate olarak Dünya’da duyulmasını sağlayan Üstat
Funakoshi’nin kitaplarını okuyor, Hocam Ömer Habeş’in paylaşımlarını dikkatle
dinliyordum. Karate’nin beni
güçlendirdiğini, bunu yaparken sakinleştirdiğini görüyordum.
Benim hayatımda, geçen yılın 31 Ağustos günü Karate denilen
yepyeni bir sayfa açıldı. O günden beri neredeyse her gün yaşamımda Karate
olduğu için şükrediyorum.
*
3 Ağustos akşamı Shihan Ömer Habeş ve Shihan Alistair
Mitchell’e tercüme yaparken yine kendimi bir film sahnesinin içinde
hissettim. Bu kendilerine yaptığım ilk
tercüme değildi. Shihan Alistair
Mitchell bu yıl Mayıs ayında Fethiye’ye geldiğinde birkaç defa antrenmanda ve
antrenman dışında tercüme yapma şansım olmuştu.
Ağustos ayındaki bu yeni ziyaretlerinde ise son iki antrenmanımızdan
sonra iki hoca uzun uzun sohbet ediyor ve bu bana tercüme ederken Karate dünyasının
gizemli kapılarından içeri bakma şansı veriyordu.
Karate dünyasının kapılarından içeri
girebilmek için zamana ihtiyacım vardı belki ama ömürlerini Karate’ye vermiş
iki Karateciyi dinlemek, onların birbirleri ile yaptıkları derin sohbetin bir
anlamda parçası olmak muazzam bir şanstı.
Bir yandan tercüme yaparken, diğer yandan kendimi belki hiç olmadığı
kadar şanslı hissediyordum. Bir film
seyrediyor gibiydim ve o filme sanki
filmin sahnelerinin içinden seyrediyor gibi yakındım.
*
Hocalar neler konuştular?
Öncelikle birbirini çok iyi anlayan iki insandılar. İki ayrı dili konuşmalarına, dinleri,
milletleri farklı olmasına rağmen birbirini çok iyi anladıkları anlaşılan iki
insandılar. Ülkelerini en üst seviyede
temsil etmiş, madalyalar, Dünya Şampiyonluğu kazanmış iki sporcuydular ama her
ikisinin de neredeyse her tercüme ettiğim konuşmalarında söyledikleri bir şey
vardı. Onlar Karate sporcusu değillerdi. Onlar Karateciydiler. Karate yapan
insandılar. Bu ayrımı anlamak onları
anlayabilmek için çok ama çok önemli bir detaydı.
Hoca olarak, eğitmen olarak en büyük üzüntüsünün
öğrencilerinin onlarla çalıştıktan sonra ayrılması, Karateyi bırakması veya
başka biri ile çalışmaya devam etmesi olduğunu söyledi Ömer Hoca. "Üzülüyor insan," dedi. Öz babasını bırakıp üvey babası ile olmaya
gitmek gibidir bu hoca değişiklikleri diye anlattı. Bu yolun ilerlemeyi
yavaşlatabildiğini. Ve sonra baba evlat
kavuşulsa da bir kırgınlığın, kalp kırıklığının yaşanabildiğini. Shihan Mitchell de benzer şeyler
hissediyordu. Her öğrenciyi kazanmanın
mümkün olmadığını ve bunun umudu ile çalıştıklarını.
İyi hoca olmanın tarifini yaparken iyi insan olmanın önemli
olduğunu söyledi Ömer Hoca. Alistair
Hoca, iyi insan olmaya çalışıyorum, deniyoruz, diye vurguladı defalarca. İyi
hoca kendi hocasını geçmeli ve kendisini geçecek öğrenciler yetiştirmeli,
dediler. Bunu arzuladıklarını,
hedeflediklerini söylediler. İyi hoca
olmak zordu. İyi öğrenci bulmak belki
ondan daha zordu.
Ömer Hocamız 3 Ağustos akşamı antrenmanın sonunda daha önce
birkaç defa söylediği bir şeyi tekrarlamıştı. "Aranızdan belki çok azı Karate’ye devam edecek. Bin kişiden bir kişi belki devam edecek. Ve o kişi belki söylediklerimi bir gün
başkalarına anlatacak," demişti. Öğretmen
olarak verilen onca emeği alanların çoğu Karate yolunu bırakacaktı.
O zaman emekler boşa mı gidiyordu?
“Emekler hiçbir zaman boşa gitmez,” dedi Ömer Hoca. Alistair Hoca kendi yaşamından bir hikayeyi
paylaşmıştı. 15-20 yıl kadar önce bir
arkadaşının öğrencileri olan iki genç onun Dojo’suna gelmişlerdi. 14, 15 yaşında iki delikanlı. Biri Karate’yi benimsemiş, asker olarak kendine iyi bir kariyer yapmış
ve güzel bir aile kurmuştu. Diğer genç
ise, o dönemlerde alkol, uyuşturucu ve çetelere karışarak yaşamını
bozmuştu. Alistair Hoca, “Onu kaybettik,
demiştim” diye anlattı. “Bu çocuğu kaybettik, dedim.”
Aradan yıllar geçiyor bir gün Facebook’ta Alistair Hoca’ya
bir mesaj geliyor. O kaybedilen
çocuktan. Hocam ben şu kişiyim diye kendini tanıtıyor. Bu genç adam üç, dört yıl gerçekten hayatında
çok karanlık ve ters şeyler yaptığı bir dönem yaşıyor. Sonra onsekiz yaşına geldiğinde bir anda
Karate’yi hatırlıyor. Karate ile
yaptıklarını, Karate’nin hocalarından öğrendiği yaşam prensiplerini. Ve ben böyle devam etmeyeceğim, hayatımı
düzelteceğim, diyor. Japonya’ya
taşınıyor, Japon bir hanım ile evleniyor, Karate ile yakından ilgileniyor, Hoca
oluyor, kendi Dojosunu açıyor ve çocukları şampiyon olarak yetiştiriyor.
Alistair Hoca’yı en çok etkileyen nokta,
şimdi otuzlu yaşlarındaki bu genç adamın, “Hayatımı Karate kurtardı,
dediklerinizi, öğrettiklerinizi hatırladım, hayatımı düzelttim, teşekkür ederim,”
demesi. Yıllar sonra onu bulup bunu
söylemesi. “Onu kaybettiğimizi düşünmüştüm,”
diye anlattı Alistair Hoca. “Ama
kaybetmemişiz. Başarmışız.” Ömer Hoca da yaşamında buna benzer çok örnek
olduğunu ekliyordu.
Gençleri, çocukları iyi insan yapmak, gelişmelerini
sağlamak, onlara iyi örnek olmak belli ki onların ortak hedefi. Bu şefkatli ve
sakin savaşçıların yaşamlarında o kadar çok deneyim var ki. Alistair Hoca o
sakin tebessümü ile, “Biz öğrenmek için çok mücadele verdik. Bilgimizi, otuz
yılda öğrendiklerimizi yeni nesillere aktarma şansımız olsa da onlar bizim
kaybettiğimiz zamanı kaybetmeseler,” diyordu.
“Biz deneme yanılma yoluyla öğrendik,” diyordu Ömer Hoca. “Tüm teknikleri, bilgileri bir anda
alabileceğim bir kişi yoktu ki”, diye anlatıyordu. “Dünyada birkaç iyi hoca
vardı ve bizim onlarla bir araya gelme şansımız yoktu.”
Bir telefondan dünyadaki Karate bilgisine ulaşmanın artık
mümkün olduğunu paylaşıyorlardı. “Kötü
Karate için artık mazeret yok,” diyordu Alistair Hoca. Gerçekten onların yaşadıkları şartlarda bu
kadar başarılı olmak, Karate’yi onların başardığı şekilde doğru yaşamak ve
doğru yapmak için gerçekten çok emek vermiş olmalıydılar.
*
Ömer Hocamın hayatıyla ilgili önemli bir anıyı da bu akşam
ilk defa dinleme şansım oldu. Alistair Hoca’ya anlatırken. Esasında iyi insan olmaktan, iyilik
yapmaktan, başkalarını, özellikle öğrencilerini kötü örneklerden uzak
tutmaktan, iyiye doğru yöneltmeye çalışmaktan bahsediyorlardı. Yol göstermekten
ve öğrencinin o yolu kendinin yürümesi gerektiğinden. İşte sohbet öyle bir
noktaya geldi ki Ömer Hocamızın Almanya’da kaldığı on yıl boyunca haftasonları
yaptığı Karate seminerlerinin ücretlerini Almanya içinde ve Afrika’da farklı
ihtiyaç sahiplerine yardım için kullandığını, alkol ve uyuşturucu bağımlılarının rehabilitasyonu için çalıştığını, çok farklı millet ve ihtiyaçtaki insanlara
yıllarca yardım ettiğini öğreniyorduk.
“Ben ırkçılığı bilmiyordum ama Almanya’da
bunu gördüm. O yüzden seminerlerimde hep, Dünya’da hiçbir Karateci ırkçı
değildir, diye bir başlık kullanırdım," diye anlatıyor.
Ömer Hoca Almanya’da bir Türk olarak ırkçılığı çok farklı
şekillerde görüyor ve yaşıyor. Bu
tecrübe ile kendi yardımlarında, kendi çalışmalarında bunu ortadan kaldırmak
için özel bir gayret gösteriyor. Çok farklı kesimlere yardım ediyor.
Öyle ki, bir gün çalıştırdığı takımın olduğu eyaletin polis
müdürü kendisini arıyor ve Alman Cumhurbaşkanından bir mektubu olduğunu haber
veriyor. Zaten arkadaşı ve öğrencisi olan polis müdürü kendisine resmi bir
ziyaret yapıyor ve üç ay sonra kendisinin Alman Cumhurbaşkanı tarafından Bonn’a,
Alman Parlamentosuna davet edildiğini ileten mektubu ulaştırıyor. İlgili eyaletin milletvekilleri ile belirtilen
tarihte Bonn’a gidiyor Ömer Hoca. Meclis
Başkanı kendisini karşılıyor. Orada
mecliste konuşuyor. Irkçı bir
gazetecinin üzücü sorularına da maruz kalıyor. Salondaki kimi kişilerin
alkışladığı üzücü bir soruya. Ama “Biz
Karateciler hızlı düşmek zorundayız,” diye hatırlatarak o gazeteciye verdiği
cevapla Meclis salonundakilerin kendisini ayakta alkışladıklarını paylaşıyor.
Soru gerçekten üzücü bir soru. Gazeteci şöyle soruyor, “Bir Müslüman olarak
Usame Bin Ladin’in yaşattığı vahşete üzülmüyor musunuz?” İnsanlara farklı sosyal hizmetleri nedeni ile
Alman Meclisine davet edilmiş bir kişiye dini nedeni ile bu soruyu sormak nasıl
bir düşüncedir. Ama bu soru soruluyor. Ömer Hoca bahsettiği hızlı düşünme ile şu
yanıtı veriyor, “Hitler'in milyonlarca kişiye yaşattığı vahşete sizin bir
Hristiyan olarak çok üzüldüğünüz gibi ben de aynı şekilde üzülüyorum. Evet, çok üzülüyorum,” diyor. Meclis
salonunda beş saniyelik kısa bir sessizlikten sonra tüm salon kendisini ayakta
alkışlıyor.
*
Fethiye’de, geçtiğimiz günlere göre nispeten daha az sıcak
bir 3 Ağustos akşamında, Ömer Habeş Hocamızın Dojo’sundaki Karate antrenmanımız
sonrasında, iki Dünya Şampiyonuna tercümanlık yaptım ben.
Birbirini çok iyi anlayan, birbirine gerçekten saygı duyan, bunu
söyledikleri kadar gözlerinden yansıyan söylenmeyen sözleriyle de anlatan, çok
benzer yaşam maceralarını kendi özgün hikayeleri ile yaşayan, örnek alma
şansına kavuştuğum bu iki iyi ve değerli insanı tanıdığım için kendimi
gerçekten ama gerçekten şanslı hissediyorum.