Yaşamımın farklı zamanlarında farklı konuların yoğunluğuna dalarak yazmadığım oldu. Ama sonrasında neredeyse her zaman, yazmadığımda ruhumun sesini duymanın zorlaştığını fark ettim.
Kendim için yazmaya en azından onbeş, onaltı yıldır ara vermiyorum. Hele Julia Cameron’u keşfettikten sonra, kendim için yazmanın nefes almak kadar önemli olduğunu biliyorum. Özellikle sabah uyandığımda, uyanır uyanmaz yazmanın önemini.
Ama yeterli olmadığını da görüyorum.
Bazen sadece kendim için yazmak yeterli değil. Bazen, kimin tarafından okunacağını önemsemeden, okunabilmesine izin verecek şekilde yazmaya da ihtiyaç var.
Okunmayı istemeden yazmanın mümkün olduğuna eskiden inanmazdım. Çünkü yazmak, biraz da içimize sığmayan düşüncelerin bilinmesini istemek. Bununla birlikte, dünyada var olmasına izin vermemiz gereken yazılar da var. O yazılar, sayısını hiç bilemesek de ulaşması gereken insanlar için var olmak istiyor. Tam ihtiyacım olduğunda bir kitabın, bir blogun, bir köşe yazısının içinde kafamın içindeki sorulara yanıt veren cümleleri bulmak buna daha çok inanmamı sağlıyor.
*
Yazmak için neye ihtiyacımız var?
Nedense yazılarımı bugüne kadar daha çok evlerimde yazdım. Belki yıllarca iş hayatımın koşturmacası düzgün öğle arası bile vermeme izin vermediği için, belki de yazmak bir anlamda hobim olarak kendimi boş zamanlarımda mutlu etme uğraşım olduğu için.
Şimdi, içimde tekrar büyüyen bir yazı yazma isteği ile Fethiye’deki evimin salonunda, batmakta olan günün ışıkları ile başımı kaldırıp Fethiye Körfezi'ne bakıyorum. Aradığımı gerçekten bulduğumu düşündüğüm bu şehirde, ruhumun bana söyleyeceklerini tekrar dinlemeye başlamak için, Fethiye’nin bana neleri göstermeyi beklediğini ben de heyecanla merak ediyorum.