Bazen beklenmedik bir anda duyduğumuz bir kelime birçok
anıyı, olayı hafızamızda bir anda saklı oldukları o bilinmez yerlerden çıkarıp
önümüzde capcanlı görüntüler olarak getirebiliyor. Capcanlı. Bir kelime ile.
Sözlerin, kelimelerin hayatlarımızdaki yapıcı ve yıkıcı
güçlerine inanıyorum. Kelimeleri olumluya yormanın önemine de.
Tabi bazı kelimeler anlamları ve enerjileri nedeni ile ne
yaparsak yapalım olumlu kuvvete o kadar çabuk dönüşemiyor. Genelde.
Yani, “kötü” kelimesi ile barışmak belki mümkün ama “kötüsün”
cümleciğine dönüştüğünde, o enerjinin dalgasının bedenimizi ve ruhumuzu
dövmesini engellemek o kadar kolay değil.
Kelimeler gerçekten güçlü. Bazen sihirli.
Kelimelerin duyduğumuzdaki etkileri farklı. Okuduğumuzda
yarattıkları dalgalar da bambaşka. Orada
da gizemli bir dünya var. Kelimeler
kimilerimiz için yazıda ayrı bir hayat buluyor.
Yazı yazmak esasında mide bulantısı gibi bir duygu ile
başlar. Ben de öyle başlıyor. Oturup
yazı yazayım diyerek yazı yazamıyorum ben.
Bir mide bulantısı başlıyor adeta.
Bazen çok güzel, bazen çok üzüntü veren bir “şey”le başlıyor. Bir olay,
bir görüntü, bir kelime.
Ve getirdikleri düşünce ve duygular sadece beynimde değil
bedenimde dolaşmaya başlıyor. Önce kendimi, gerçekten neredeysem, evde, ofiste,
genelde volta atarken buluyorum. Dolaşırken. Dolaştığımı bir süre sonra fark etmiş oluyorum. Bakıyorum o duygu ile oturamaz,
duramaz olmuşum.
Bazen o olayın hemen anında olmaz bu hal. Mesela bir toplantının ortasındayımdır o
sırada, veya havalimanında uçağa binmek üzereyimdir veya olay bir alışveriş
merkezinde gözümün önünde cereyan etmiştir veya bir otelde, takside,
minibüste. Bazen fark etmem bu mide
bulantısının daha önce yaşanmış o anlar nedeni ile olduğunu.
Semptomlarda genelde, genelde evime geldiğimde, o zaman
kendini belli etmeye başlar. Yazıp içimden atmak istediğim bir şey vardır.
Yazıp içimden atmam gereken bir şey vardır.
Ve ortam müsait olduğunda içimdeki Zeynep sinyal verir. Şimdi içinden
atma zamanın olabilir, diye.
İşte bir bakarım evin içinde volta atıyorum. Sonraki adım bellidir. Muhtemelen zaten açık olan bilgisayarımın
başına geçerim ve yazarım. Bitene kadar.
*
İşte dün duyduğum bir kelime bu sabah, dünden beri ben fark
etmeden kafamın içinde saklı yerlerinden tekrar gün yüzüne çıkardıklarını
boşaltmamı ister gibi. Bu akıma çok
fazla direnemeyeceğim.
Bugünlerde Orhan Pamuk’un 2006 yılında Nobel Ödülü’nü
alırken yaptığı “Babamın Bavulu” konuşmasının birkaç yazısıyla birlikte yer
aldığı “Babamın Bavulu” kitabını tekrar okuyorum. İlk defasında gözü yaşlarla
okuduğum bu kitabı sanırım beşinci defa okuyorum. Ve bugünlerde yine tesadüfen Annemin evinde
karşıma çıkan George Orwell’in, Penguin Kitapları’nın 20 kitaplık Great Ideas-Harika Fikirler serisinde
yer alan kitabı “Why I Write – Neden
Yazıyorum”unu da okuyorum. Onları okuyor olmamın bu sabah duyduğum bu mide
bulantısı ile ne kadar ilgisi var bilmiyorum ama bu iki yazarın kelimelerinin bu
üzerimdeki hal ve karışıklık duygusu ile kalmak yerine yazmayı seçme isteğimi kuvvetlendirdiklerini
söylemek zorundayım.
*
Bir kelime demiştik. Bazen bir kelime yetiyor.
Benim için bugün bu kelime çıtkırıldım.
Anlamını bilmediğimden tabii ki değil ama mide bulantımın
nedenini anlayınca, çıtkırıldım kelimesi ile yüzleşebilmek için, bu kelimenin
bende dokunduğu yerleri anlayabilmek için, genelde yapmayı sevdiğim gibi Türk
Dil Kurumu’nun internet sitesine girdim ve anlamına tekrar baktım.
Çıtkırıldım kelimesi sanırım benim ağzımdan hiç
çıkmamıştı. Hiç söylememiştim. Bu kelimeyi bugüne kadar yazdığımdan da emin
değildim. Bugünlerde popüler olan “Lugat365 Bazı Kelimeler Çok Güzel” kitabında
yer alan ve daha çok dedelerimizin (rahmetli babamın), ninelerimizin dillerinde
yeri olan 365 kelimenin çoğunu kullanmışken çıtkırıldım nedense benin lugatımda yer
almamıştı.
Türk Dil Kurumu çıtkırıldım
sıfatı için “Aşırı incelik, dayanıksızlık ve çekingenlik gösteren (kimse),”
diyor.
Çıtkırıldım benim lügatımda yer almamıştı ama, bu sabah
kafamın ve kalbimin içinde dolaşanlar, bu kelime veya bu kelimenin bende asıl çağrıştırdığı
zayıflık, fiziksel veya ruhsal olarak zayıf olma hali ile ilgili bir isyan
başlatıyordu.
Çıtkırıldım kelimesinin daha önce ağzımdan çıkmadığını
söylemiştim. O kelimeyi söylemiş olarak
bu yazıyı yazabilmek için mutfakta çayını koymakta olan anneme seslendim. Birkaç gün sonra Japonya’ya gidecek olduğum
için evimde yani Fethiye’de değil İstanbul’da annemin misafiri olma şansını
yaşadığım günlerden birindeydim. Belki
de bu yazıyı yazabilmek için olabileceğim en doğru yerde.
Kelimelerin
dudaklarımdan dökülmesine izin verdim.
-
“Anne ben
çıtkırıldım mıyım?”
-
“Nereden geldi şimdi bu aklına?” dedi
Annem.
Önce yanıt
vermedim, sonra “Yo, öylemesine,” falan gibi en anlamsız cevaplarımdan birini
verdim. Bir kelimenin, o kelimenin beni
saatlerdir rahat bırakmadığını söylemedim. O kendine göre çıtkırıldımın ne olduğunu tarif
etmeye geçmişti ve sorumu fazlası ile anlamsız bulduğunu ve arkasındaki
düşünceyi de tam çözemediğini fark etmemek mümkün değildi ama sanki konuyu
kurcalamaması gerektiğini de annelik önsezileri ile hissetmişti sanki. Oraya
girmedi.
Annelik duygularından bahsedince, annelik şefkatli ile çocukluğumdan
beri beni canımı düşünmemekle adeta suçlayan, yapılması gerekenler için kendimi
fazla zorladığımı ve yorduğumu, canımı gereksiz üzdüğümü söyleyip duran Anneme çıtkırıldım
kelimesi ile bugün yaşadığım mücadeleyi anlatmam zor olabilirdi. Ona ‘canını üzmek’ ifadesinin ne anlama geldiğini
anlamaya başladığımı söyleyebilirdim aslında.
Yaşamımda canımı düşünmediğim konusunda annemi haklı
çıkaracak fazla örnek vardı. Yerine göre
fazlası ile gereksiz cesaretle kendi bedenimi ve ruhunu lüzumsuzca yorduğum
zamanlar çok fazla olmuştu. Toz alerjisi için ilaçlar ile şantiyelere gitmeler,
burkuk bilekler ile araba kullanmalar, iş seyahatlerine kaçmalar, ateşli ateşli
evden ofise kaçmalar. Sorumluluk
hissimin dozunun kaçtığını söyleyip durmuş, sonra bana söz geçiremeyince bu
konuda kötü örnek olmakla babamı tatlılıkla suçlar olmuştu. Bu konuda haksız da
değildi belki. Ama beni etkileyen babamı örnek almam mı yoksa genlerden gelen
bir davranış bozukluğu muydu bundan tam emin değilim doğrusu.
Yıllarca yerine göre bedenime rağmen, ağrılara rağmen,
yorgunluklara rağmen, bireysel isteklerime rağmen hep çalışmaya, mücadele
etmeye devam etmeyi seçmiştim. Doğru olanı yapmak, yapılması gerekeni yapmak,
aileme, çevreme, işime, topluma sorumluluklarımı hani tabir yerindeyse kanımın
son damlasına kadar yerine getirmek gibi değişik bir görev bilinci ile yaşadığımı
itiraf etmek zorundayım. Böyle bir inanç ile.
Yaşamımın belki ilk otuz yılını böyle tarif etmem mümkün.
Son onbeş yıl içindeyse, adım adım, bu ‘rağmen’lerle
yaşamanın doğru bir yol olmadığını keşfetmeye başladım. Adım adım. Bu on beş yılda, bedenimin, kalbimin ve
ruhumun bana adeta boyun eğişi ile ilerlemenin yaşamak için doğru olmadığına
karar verdim. Kendimi düşünmeyi bir seçenek olarak dikkate almadan yaşamayı
bırakmaya karar verdim.
Beni yakından tanıyanlar bilirler, maddiyat benim için
hayatta hiçbir zaman öncelik olmadı. Yani çok çalıştıysam bu öncelikle
sorumluluklar nedeni ile oldu. Kendimden çok başkalarına karşı hissettiğim
sorumluluklar. Sonra kendimi düşünmenin
sorumsuzluk olmadığı kavramı ile barıştım.
Bana iyi gelen davranışlarında başkaları için de iyi olabileceğine. Şu
meşhur “kazan-kazan” tabirinin doğru olabileceğini keşfetmeye başladım.
İstediğim şeyi yapmanın başkalarına da iyi gelebileceğine. Mesela en basiti, çocukluktan beri en çok
yapmayı sevdiğim şeyi yaptığımda, yazı yazdığımda, bana yazılarımın onlara ne
kadar iyi geldiğini, şifa olduğunu, moral verdiğini, umut verdiğini söyleyen
insanlar ile karşılaşabildiğimi keşfettim.
Bu sabah kendimi İstanbul’da, Arnavutköy’de, annemin evinde
volta atarken yakaladığım an aklımdan geçen anıyı fark ettim. Rahmetli babamla
Ankara’da bir oteldeyiz. Kayseri’den,
bir karayolları inşaat işinin ihalesine girmeden önce iş yerini görüp Ankara’ya
gelmişiz. Ertesi gün ihale var Karayolları Genel Müdürlüğü’nde. Gündüz ateşlenmeye başlamışım ve ihale
dosyasını tamamlamamız gerekiyor. Ateşim düşmek yerine çıkmaya devam ediyor,
aldığım ateş düşürücüler sadece o prospektüsteki süreleri kadar etki gösteriyor
ve ateşim 39, 39,5 dereceler gibi riskli bölgelerde gezinmeye devam ediyor. Oteldeki havluları ıslatıp vücudumu soğutmaya
çalışıyorum.
Bir yandan otel odasında
babamla ihale dosyasını hazırlamaya çalışıyoruz. Gözlerim kararmaya başladığında havlular ile
kendimi soğutarak ateşimi düşürmeye çalışıyorum. Benden 43 yaş büyük babamdan pek bir destek
talep istemem mümkün değil ama o da bana “Zeynep, kızım, ne yapalım, iyi
misin?” diye soruyor. Ben bir yandan ne olacak halim diyorum ama ertesi gün
ihale var ve her zaman yapmayı seçtiğim şeyi yapmayı seçiyorum ve “İyiyim
Babacığım,” diyorum. “İdare ederim,” diyorum. İdare ediyorum da. Yani en azından
havale geçirmeden ertesi sabahı ediyorum. Arada bazen on dakika, bazen yarım
saat uzanıyorum ve kalkıp ihale dosyası üzerinde babamla çalışmaya devam
ediyoruz. Ertesi gün ihaleye de
giriyoruz. İş bizim üzerimizde kalmıyor o ayrı.
Şimdi geriye dönüp bakıyorum ve “Bu hata” diyorum. Böyle
davranmak hatalı. Canıma yazık, ruhuma
yazık. Onlarca, böyle onlarca olay var
hayatımda. Kendimi bildim bileli zayıflığı,
zayıf olma halini kabul etmemek adına, hastayım demedim, yorgunum demenim,
üzgünüm demedim. Yıllarca demedim.
Gerçekten yıllarca. Şimdi düşününce, rahmetli babam 77 yaşında vefat etti ve
belki o neredeyse hayatı boyunca demedi ama ben de son on beş yılda azalan
dozlarda olmak üzere, halim ne olursa olsun söylemedim. Söylememeyi seçtim.
O yıllarda annemin iyi olup olmadığını anlamak için
davranışlarımı kontrol ettiğini, halimi gözlerimden anlamaya çalıştığını bilirim. Hasta olduğumu söylemezdim, üzgün olduğumu
söylemezdim, takatim kalmadığını söylemezdim. Bunu saklamak için uğraşırdım
adeta. Mesele benim meselemdi, başkasını
yormaya ve üzmeye gerek yoktu ki. Rahmetli babamın ve annemin rahatsızlıkları
nedeni ile onları üzebilecek veya onlara ek bir yük getirebilecek bir durum
yaratmamak önceliğimdi.
Sonra yıllar, yaşananlar, kitaplarımı yazmaya iten hikâyeler,
bana kendimi düşünmeyi öğretmeye başladı. Kendimi düşünmemin şart olduğunu.
İsteklerimi dikkate almam gerektiğini. Kendimi korumanın, kendimi düşünmenin
bencillik değil sağlıklı bir şart olduğunu.
Kendimi düşünmemin ve korumanın başkalarını düşünmeme, başkalarını
korumama mani olmadığını.
Yavaş yavaş, ki bu konuda hala biraz yol almam gerektiğini
söylüyor annem, hastaysam hasta olduğumu söyleme başladım. İyi hissetmiyorsam
bunu söylemeyi, canım acıyorsa bunu paylaşmayı, üzgünsem beni üzen duyguları
ifade etmeyi seçmeye başladım. Kendim
olmayı ifadelerimde daha şeffaf ve açık olarak yaşamayı seçmeye başladım.
Özellikle de son bir yıldır bu konuda daha net bir niyetim var. Kendime rağmen bir şeyleri yapmak artık benim
için bir seçenek değil. Sorumluluk bilincimin azaldığını söyleyemem. Sadece
kendime eziyet etmemek konusunda kararlıyım.
Kuvvetin ve zayıflığın ne anlama geldiğini daha sağlıklı olarak
kavrıyorum. Çok şükür.
İşte bu nedenle, belki yaşamım boyunca kendimle verdiğim bu
zorlu iç mücadele nedeni ile geçirdiğim bir rahatsızlıktan sonra dinlenmeye
karar verdiğimde, bunu seçtiğimde, beni çok sevdiğini çok iyi bildiğim bir
tanıdığımın bir espri olarak, belki aslında haydi kendini bırakma, haydi
toparlan, sen güçlüsün, demek isteyerek “Ben sana bundan sonra çıtkırıldım
diyeceğim,” demesi enteresan bir çınlama yaptı ruhumda ve bedenimde.
Ben, neredeyse küveze girme sınırında, iki kilo beşyüz gram
doğmuşum. Çocukluğum kilo olarak hep zayıf
bir çocuk olarak geçmişti ama ufak tefek olmam, zayıf olmam hiç dikkate
almadığım bir özelliğim olmuştu. Kız çocuğu olmam beni etkilememişti. Korkusuz değildim ama korkularımı yok sayarak
çıtkırıldım olmamak, kız olmama rağmen, ufak tefek olmama rağmen güçlü olmak ve
kalmak hep birinci önceliğim olmuştu.
Kendi başımın çaresine bakmak hedefim olmuştu.
İşte çıtkırıldım kelimesi kırkaltı yaşımı dolduralı
neredeyse bir ay olurken yaşamda kendimi yıllarca ne kadar zora koştuğumu
hatırlattı. Çok şükür yaşamda daha
dengeli olmayı seçtiğimi. Bir insanı
tanımanın, kendimizi tanımakta zorlanırken, o kadar kolay olmadığını. Ve en çok
da kelimelerin o dev gücünü.
Eyvallah demek lazım belki çıtkırıldım denilen Zeynep’e,
güçlü olmaya çalışana olduğu kadar.