İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Aralık 2012 Cumartesi

Fethiye ve İstanbul'da REIKI Dersleri


İstanbul ve Fethiye'de Reiki Dersleri

REIKI'nın 1ci, 2ci, 3cü seviye uyumlamaları en az iki kişilik grup çalışmaları olarak yapılmaktadır. 

Reiki Hocası Zeynep Kocasinan klasik Usui Reiki ekolünü takip etmektedir.

Ders Ücretleri:
Reiki-1 Uyumlama Ücreti: 150 usd
Reiki-2 Uyumlama Ücreti: 300 usd
Reiki-3 Uyumlama Ücreti: 750 usd'dir.  
Hizmet bedeli +  %18 kdv'ye tabidir.


Usui Reiki ders ve uyumlamaları genelde 2 günde verilmekte olup toplam eğitim süresi grup kişi sayısına bağlı olarak takriben 5-6 saattir.

Her seviyenin 1. uyumlaması sonrası öğrenciler ilgili seviye Reiki uygulamalarını yapmaya başlayabilirler.

Reiki-3 Uyumlaması, kimi ekollerde 3A olarak bilinen Reiki'nin en üst seviye uygulayıcı uyumlamasını içermektedir. 

Reiki Hocalığı için Reiki-3 (3A) uyumlaması sonrası kişiye özel bir hazırlık süreci, uyumlama ve eğitimleri yapılmaktadır.


Reiki ve uygulamaları hakkında bilgi için Zeynep Kocasinan'ın "Reiki'yi Yaşıyorum" adlı kitabını okuyabilirsiniz.

İstanbul ve Fethiye'deki eğitimler için e-posta ile bilgi istenmesini rica ederiz.

26 Kasım 2012 Pazartesi

2012 Bitirken "Ruhun Dört Yolu"


2012 yılının sonuna geldiğimiz bu günlerde Fethiye ve İstanbul'daki farklı eğitimler devam ediyor.

Reiki Uyumlamaları, Dönüşüm Oyunları, Yaratıcılık Çalışmaları devam ederken,
"Ruhun Dört Yolu" Çalışmasının Aralık ayından itibaren tekrar başlayacağını şimdiden duyurmak isteriz.  Program ile ilgili detaylar hakkında bilgi almak isterseniz e-posta adresinizi iletebilirsiniz.

Yaşamın sağlık, sevgi, bereket ve mutluluk dolu günler getirmesi dileğiyle.

12 Mart 2012 Pazartesi

Sevgi Kalkanı

 Yaşamımın son yıllarının büyük bir bölümü seyahatlerle geçiyor.  Türkiye'de daha çok İstanbul, İzmir, Antalya, Ankara ve tabii ki Fethiye yolumun durakları oluyor.  Bu haftasonu da, Marmaris'te kıymetli dostum Ayşegül Özen ve eşi Toros Özen ile birlikteydim. Bu kısa ziyaret beni mutlu etmekten öte fark ediyorum ki kuvvetlendirdi.

Kendimizi kuvvetlendirmek için, kendimize ve başkalarına faydalı olmak, destek adına yapabileceğim çok şey var.  Yüzlerce farklı teknik var.  Birçoğunu ben de biliyorum, kullanıyorum ve öğretiyorum. Kitaplarım ve yazılarım ile paylaşıyorum.

Ancak bize destek veren dostlar ve onların sevgisi belki de tüm öğrenebildiklerimizden kuvvetli bir kalkan ile bizi koruyor.

Bize kalkan olan ve kalkan olacağımız dostlara...

Sağlık, sevgi ve bereket dolu günler sizinle olsun.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Reiki Dersleri


İstanbul'da 23-27 Ekim 2011 tarihlerinde Reiki dersleri düzenlenecektir.

Fethiye eğitimleri için 31 Ekim - 2 Kasım 2011
tarihlerine randevu alabilirsiniz.


Reiki 1ci, 2ci, 3cü seviye uyumlamaları en az iki kişilik grup çalışmaları olarak yapılmaktadır.

Reiki-1 Uyumlama Ücreti: 150 usd
Reiki-2 Uyumlama Ücreti: 300 usd
Reiki-3 Uyumlama Ücreti: 750 usd'dir.

Hizmet bedeli %18 kdv'ye tabidir.


Reiki ders ve uyumlamalari 2 günde verilmekte olup toplam eğitim süresi grup kişi sayısına bağlı olarak takriben 5-6 saattir.
Her seviyenin 1. uyumlaması sonrası öğrenciler ilgili seviye Reiki uygulamalarını yapmaya başlayabilirler.

Reiki ve uygulamaları için Zeynep Kocasinan'ın "Reiki'yi Yaşıyorum" adlı kitabını okuyabilirsiniz.

İstanbul'daki ve Fethiye'deki eğitimler için e-posta ile bilgi istenmesini rica ederiz.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Gökyüzünün Halleri

Fethiye’de gökyüzüne bakınca dünyanın yuvarlak olduğunu hisseder insan. Gök kubbe kelimesi gelir akla. Gök kubbeyi hissederim.

Antalya’da gökyüzü o kadar büyük görünür ki görkemli dağlar küçülür. Antalya’da göğün değişen halleri kadar büyüklüğü de etkiler insanı, sanki sonsuzluk hakimdir dünyaya. Yer gökten beslenmektedir.

İstanbul’da denizdir öne çıkan. Gökyüzü bir örtüdür günü ve geceyi saran. Güneşi ve ayın üzerinde parladıkları perdedir gökyüzü. Bazen gri, bazen mavi, bazen ışıl ışıl. Nadiren yeri göğü inleten şimşekler çakınca farklı şeyleri düşündürür İstanbul. Yaşama, insana, ruha dairdir İstanbul. Yaşanmışlara ve yaşanacaklara.

Gökyüzünün halleri ruhumun halleridir aslında.

Ruhumun sesi bir bakarım yansımış dev ekrana…

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Madonna Madonna

Bu yaz Madonna’nın yeni başlayan Avrupa turnesinin ilk konserini Londra’da O2 Sahnesinde seyretme şansım oldu. İlk konser olması nedeniyle tüm biletler uzun süre öncesinden tamamen satılmıştı. Bizde Temmuz ayındaki konserin biletlerini Şubat ayından almıştık.

Madonna’nın bu konseri bir nevi gövde gösterisi gibiydi. “Ben bu sektörde varım ve çok iyi durumdayım,” diyordu Madonna.

Londra’da kalabalık mekânlara, konserlere maçlara gitmek zor olmuyor. Gerçekten iyi işleyen ve kullanması kolay bir toplu taşıma sistemi var Londra’nın. Madonna’nın konserinin olduğu gün O2’ya giden metro hattı Jubilee kapalıydı, ama hemen buna alternatif olacak yolları hazırlamışlardı. Aklıma geçen sonbahar Londra’da gittiğim Arsenal-Porto Şampiyonlar Ligi karşılaşması geldi.

Tıklım tıklım dolu ve zaman zaman nefes almakta zorladığım metro vagonları ile gittiğim maçta Arsenal stadyumu tamamen doluydu ama o kalabalığa rağmen gidiş ve gelişler kalabalıklara rağmen yine de bir düzen içindeydi. Maçta en çok dikkatimi geçen izleyiciler arasında her yaş grubundan insan olmasıydı. 70’li yaşlarında oldukları belli olan tatlı çiftler, önümde oturan aile gibi ilk ve ortaokul çağlarındaki çocukları ile gelenler vardı. Tezahüratların terbiye ile yapıldığı, kimsenin kimseye zarar vermediği sakin maç ortamı beni düşündürdü. Holiganları ile meşhur İngilizlerin büyük bir kısmı için belli ki futbol bir aile eğlencesiydi. Benim Türkiye’de İstanbul statlarında izlediğim futbol karşılaşmaları ise bambaşka manzaralar göstermişti.

Madonna gerçekten yoğun, fiziksel aktivite seviyesi yüksek güzel bir şov hazırlamış. Belki onunda etkisini hissettiği rekabet ortamı nedeni ile dansları ve şovu Madonna imzasını taşımaktan çok günün esprisini yakalama gayretini hissettirdi bana. “Madonna zamana uyabiliyor,” dedirtmek istediğini hissettim. Madonna’ya özgü orijinalliği biraz eksik gelse de yüksek performanslı, izleyicisi her an canlı tutan ve eğlendirerek meşgul eden bol danslı bir şov vardı. O2 sahnesinde ilk defa bir konser seyrettim ama sahnenin imkânlarının da güzel kullanıldığını söyleyebilirim.

Konserde tek bir şey içimde kaldı. Benim kupa/mug koleksiyonum var. Konserde kupalar belki de emniyet gerekçesi ile konserin sonunda satılmak üzere duruyordu. Ancak konser çıkışı geri dönebilmek için binmemiz gereken tekneyi kaçırmamak için konserden çıkan binlerce insan gibi ben ve konsere beraber gittiğim kuzenlerim hemen teknelere koşmak zorunda kaldık. Londra metro hattında Jubilee hattının çalışmaması tekne kullanmayı zorunlu bıraktı. Madonna konserine bir saat kadar geç çıkınca da binlerce kişi konser bitiminde bizim gibi teknelere akın etti. Bu nedenle de konser sonu almayı planladığım kupaya kavuşmak da hayal oldu. Eh ben de hafızamdaki anılar ile idare edeyim bu defa.

Ah, bir de dün akşam televizyonda dinlediğim habere göre Madonna’nın sonbaharda bu turnenin son konserini İstanbul’da verme ihtimali varmış. Kim bilir belki de kupayı almak o zaman nasip olacak…

25 Haziran 2009 Perşembe

Lizbon Sokaklarından



Dünyada gezdiğim şehirler içerisinde Barselona bana İstanbul’un ruhunu hatırlatsa da Lizbon fiziki özellikleri ile bence İstanbul’a daha çok benzer. İnişler çıkışları, dar yolları, denizi, kıyıları. Yalnız tarifi zor bir hüzün vardır Lizbon’da, İstanbul’da olmayan.

İstanbul karışık, karmaşık, belirsizlikler ile dolu ve insanı yoran bir şehirdir. Yüzlerin çok gülmediği, özellikle kış aylarında kalabalığın ve trafiğin insan ruhunu zorladığı bir şehirdir İstanbul. Yazları ise biraz nefes alır; biraz daha sakin, biraz daha huzurlu ve daha yaşanabilir olur.

Bazen kızgınlık, telaş ve rekabet vardır İstanbul’da. Ama tarihi mekânlarında bile hüzün yoktur. Yaşanmışlığın izleri hissedilir ve insanın ruhunu derinden etkiler, ama buna hüzün denilemez.

Lizbon’un benim hayatıma kattığı en güzel şeylerden bir Fado’dur. Sadece Lizbon’un değil, Portekiz’in. Fado hüzünden hayat bulan bir müzik türü. Yüreğin seslenişi. Hüzünlüdür Fado. Melodileri de hüzünlüdür, sözleri de. Ayrılıklara dairdir en çok, kavuşamamaya dairdir. Yine de severim ben. Belki Portekizce sözlerini yeterince derinden anlamadığım için. Belki ruhum bazen hüzün ile buluşmak istediğinden.

Yıllar önce Cristina Branco’yu dinlemiştim İstanbul’da. Sonra uzun süre CD’lerini dinledim. Fado’nun unutulmaz ismi Amalia Rodrigues ’i de. Bir kere dinlemeye başlayınca ara veremiyor insan. Neden bilmem.

Fado nedir bundan bahsetmedik değil mi? Fado bir halk müziği türü Portekiz’de. Portekiz gitari ve klasik gitar eşliğinde genellikle kadınlar tarafından söylenen, özellikle denize yolu edilen denizciler ve balıkçılarında ardından, geri dönüşlerini beklerken bir yandan umutsuzluğa dönüşen ve hasretlerini döktükleri bir ağıttır adeta. Ama sanki gizli bir umut da vardır bir yerlerde saklı. Ayrılığın acısı ile yitmeye başlayan kavuşma umudunun ruha işleyen karışımıdır Fado.

Barco Negro benim belki de en çok sevdiğim Fado parçalarından bir tanesi. Dinlemenizi öneririm. Özellikle de Amalia Rodrigues’den…

4 Haziran 2009 Perşembe

Kitaplar Soru Sorar


Kitapların hayatımda her zaman önemli bir yeri oldu. Hiçbir zaman bir kitabımı atamadım. Yıllar önce ödünç verdiğim ve geri gelmeyen kitaplarımı bile aklıma geldikçe özlerim. Aynı kitabın başka bir nüshasını gidip alabilirim ve bunu yapıyorum da. Ama sanki kendim için satın alıyorsam o kitap ile aramda bir bağ oluyor.

Bu arada ben kitap alarak hediye etmeyi çok severim. Okullara kitap bağışlarım. Kitapların bizlere ayrı kapılar ve dünyalar açtığına inanırım. Ve kitapları yakınımda isterim.

Seyahatlerde, bir iki saatlik uçak yolculuklarında bile yanımda birkaç kitap olmazsa sanki rahat edemem. Uzun yolculuklarda bu daha zordur. Son Japonya yolculuğunda yok valizimde, sırt çantamda el çantamda erken sekiz tane kitap almışım yanıma. 30 kg bagaj hakkımın en aç birkaç kilosu kitaplara ve yanıma aldığım defterlere gitti anlayacağınız. Dönüşte, aldığım piyano notaları ile birlikte mevcutlara on kadar yeni kitap ilave oldu. Kitaplar beni mutlu ediyor.

Yalnız eskisi kadar kitap almıyorum artık. Kişisel gelişim ve tamamlayıcı tıp ile ilgilenmeye başladığım günlerde farklı bir kitap alma çılgınlığı içindeydim. İstanbul’da Akmerkez’in içinde Remzi Kitabevi vardır. Oraya İstanbul’da her gün olmasa bile en az bir iki günde bir uğrardım. Hala o kadar sık olmasa da giderim, özellikle Remzi Kitabevi’ne uğramak için. Kitapların yanında ve yakınında mutlu hissediyorum. Tarif etmesi zor bir şey.

O günlere geri dönersem özellikle Remzi’den ama neredeyse içine her girdiğim kitapçıdan Türkçe İngilizce beş altı kitap almadan çıktığım olmuyordu. Kimi günler üç dört poşet dolusu kitap ile eve gittiğim oluyordu. Okuma hızım kitap alma hızımı yakalayamıyordu. Bir yandan her bulduğum fırsatta kitap okuyor, neredeyse iki günde bir kitap bitiriyordum. Bazen birkaç kitabı bir arada okuyordum. Eskiden bana çok yabancı ve uzak gelen bir dünyanın kapıları aralanmıştı. Bilmediğim çok şey olduğunu hissediyor ve öğrenmek istiyordum.

Bir iki yıl aşağı yukarı bu şekilde geçti. Bir gün yine böyle bir alışveriş sonrasında Akmerkez’de bir hocam ile karşılaşmıştım Sonrasında o kitapevinin içindeki kafede oturmuş birer kahve içmiştik. Konuşmanın sonralarına doğru hocam “Zeynep istersen biraz kitap almaya ara ver,” dedi. Doğrusu bu hiç beklediğim bir yorum değildi.

“Kitaplar sadece soru sorar. Kitaplar yazarların sorularıdır aslında.”

Hadi canım olur mu öyle şey diye geçirmiştim içimden. “Cevaplar kitaplarda değil, içinde. Boşuna kitaplarda arama.”



Düzenli olarak yazı yazmaya başladıktan sonra, yani aradan beş altı yıl geçtikten sonra bu sözler bana bir anlam ifade edecekti. Yazarken yazdıkça duymam gerekenleri yazdığımı fark edecektim. Hemen olmasa da, kimi zaman bir şeyleri düşünürken birkaç ay ya da birkaç yıl önce yazdığın şeylere bakarken, sanki başka birinin yazılarını okuyor gibi hissederek aradığım cevapları bulacaktım. Yazmanın benim kendi cevaplarımı bulma yolum olduğunu anlamam için birkaç yılın daha geçmesi ve yüzlerce sayfa daha yazmam gerekecekti.

Cevapların yerine göre içimden ve kaynağı belli olmayan bir yerden gelebileceği bilgisini kabul etmen, olağan kabul etmem için de birkaç yıl geçmesi gerekti. Kitap okumayı hala çok seviyorum. Ancak eskisi gibi bir iki günde bir kitap bitirmiyorum artık. Kimi günler bir günde bir kitabı başlayıp bir İstanbul-Fethiye uçuşunda bitirdiğim oluyor. Kimi günlerde birkaç kitap aynı anda elimde yudum yudum okunuyor.

Kendi kitaplarıma gelince, ki ara ara kendi kitaplarımı da döner okurum, her seferinde istisnasız başka bir kişinin yazılarını okuduğumuz düşünürüm. Konular ve hikâyeler çok tanıdık ve bana ait, ama sanki yazan ben değilim. Sanki ilk defa okuyormuşum gibi hissederim neredeyse ezbere bildiğim bazı satırları. Başka yazarları okurken yaşadığım bu hissi kendi kitaplarımı okurken de yaşarım.

Sormaya devam ediyorum o zaman. Ve bunun için yazmaya, öncelikle kendim için. Ve bir de bu güne kadar başka kitaplarda bulduğum ipuçlarının bazılarını sizlerde benim yazdıklarımda bulursunuz diye.

15 Mayıs 2009 Cuma

Eve Döndüm




İki haftalık oldukça yoğun bir Japonya gezisinden sonra tekrar İstanbul'dayım. Aradaki saat farkında dolayı sabahları oldukça erken uyanıyorum; güneş sanki Japonya saatlerine göre doğuyor bedenimde.


Ve ruhum da henüz Türkiye topraklarına tam ulaşmadı sanırım.


İstanbul'da sabahın erken saatlerinde balıkçı teknelerinin seslerini, saatler ilerledikçe vapurların ve gemilerin düdüklerini duymak ne güzel geldi.


İstanbul gideli beri çok ısınmış. Tokyo'ya vardığımda havanın İstanbul'dan sıcak olduğunu görmek şaşırtmıştı beni.


Anlatacak çok şey var, ama şimdilik bu sadece bir merhaba.


Sevgilerimle,

Z.

7 Şubat 2009 Cumartesi

Ben Böyle Yaşamaya Devam Edebilir miyim?


Aşağı yukarı 15-16 aydır yaşamıma giren yeni kavramlar var: Küresel ısınma, ekolojik ayak izi, çevre koruma, sürdürülebilirlik.
Peki, yaşamımın diğer 36 yılında dünyaya zarar vererek mi yaşadım? Eh, istemeden de olsa tahmin ettiğimden daha fazla vermiş olabilirim. Neyi doğru yapmam gerektiğini bildiğimi sansam da, bilmediğimi biliyorum artık.



Türkiye’de ekmeğin karne ile verildiği dönemleri bilen bir anne ve babamın çocuğuyum ben. Babam 1927 doğumluydu, Annem ise 1940 doğumlu. Onların yaşadıkları savaş yıllarının tasarruf, tutumluluk, eldekini koruma ve iyi kullanma hakkında onlara öğrettiği çok şeyler var. Ben ilkokul yıllarımda Türkiye’de benzin kuyruklarını gördüm, yağ kuyruklarını daha az hatırlıyorum, ama hafif de olsa benim de yaşamımdan geçti o günler.

Ancak gerek bir Amerikan lisesinde okumuş olmam, gerekse üniversite yıllarını Amerika’da geçirmiş olmam, ya da sadece İstanbullu olmak insanı dünyanın kaynaklarını kullanmak ve tüketmek konusunda biraz daha sorumsuz yapıyor. Özellikle İstanbul’da beton denizi içinde yüzerken doğanın bir parçası olduğumuzu unutuyoruz adeta.

Büyük şehirlerde bilgi ve imkânların fazlalığı bizi beklenin tersine daha duyarsız hale getirebiliyor.

Amerika’ya gittiğim ilk yıllarda bozulan şeylerin tamir edilmek yerine atıldığını ve yerine yenisinin alındığını görmek beni şaşırtmıştı. Bir ayakkabı veya çanta tamircisi yoktu ortalıkta. Ütü bozulduğu zaman belki gidecek bir servis vardı garanti kapsamında, ama ya sonrasında. Neredeydi Türkiye’de her mahallede bulunan ve neredeyse her şeyi düzeltebilen tamirciler? Bir yirmi yıl içinde bizde neredeye aynı duruma geldik.

İstanbul ve yaşamımız dünyada hangi şehirlere benziyor diye düşünürüm arada. Şehir yapısı olarak İstanbul’u Barselona’ya benzetsem de İstanbul ve Türkiye’deki yaşamın ve yaşam tarzlarının Avrupa’ya benzediğini söylemek zor. Türkiye 1990’ların başında beri küçük Amerika, küçük A.B.D. olma yolunda ilerliyor. Tüketim alışkanlıklarımız bu yolu en hızlı takip eden özelliklerimizden.

Bir İstanbullunun tüketim alışkanlıkları ile dünyaya etkisi bir NewYorkluyu geçmeye başladı adeta.

Tüketiyoruz. Tüketmenin ve tüketiyor olabilmenin özenilir olduğu bir dönemleri yaşıyoruz. Ama bu kelime sadece bir kelime olarak baktığımızda çağrıştırdığı diğer anlamlar neler oluyor?

Ama alışkanlıkları değiştirmek o kadar kolay değil.



2007 yılının Ekim ayında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde katıldığım bir Uluslararası Çalıştay’dan beri ben kendime göre ciddi olarak tüketim alışkanlıklarımı değiştirmeye gayret ediyorum. Atıkların geri dönüşümü çevre koruma ve küresel ısınma için önemli. Ama esas çözüm atıkları geri dönüştürmek değil, geri dönüştürülmesi gereken atık miktarını azaltmak gibi görünüyor. Bu düşünce tarzı bizi bambaşka bir tüketim yaklaşımına götürüyor. Belki anne babalarımızın, dede ve ninelerimizin çok iyi bildiği, ama bizim unutmaya başladığımız yaklaşımları.



Bir giysi sizin için ne zaman eski sayılır? Babam okul yıllarında yamalı kıyafetler ile okula gelen çok arkadaşı olduğunu söylerdi. “İnsanların giysileri eski olabilir, asla bu yüzden kimseyi yargılama ve küçümseme” diye tembih ederdi. Çocukluk yıllarında iki en fazla iki belki üç çift ayakkabıları olduğundan ve bunlardan bir çiftinin mutlaka ‘bayramlık’ diye adlandırdığı ve özel günlere ait olduğunu hatırlatırdı.

Yurtdışına gittiğimde çevre konularına kendini adamış ve bu konularda bireysel olarak yaptıklarımızın önemine inanan birçok dostumun, hocamın giysileri hep dikkatimi çeker. Önemli bir konuşmacının konferansını dinlemeye gidiyorum. Türkiye’de ve Dünya’da da alışmışız, konuşmacı iki dirhem bir çekirdek giyinmiş olacak. Belki Türkiye’de dış görünüze biraz daha fazla mı önem veriyoruz acaba? Konferans sırasında bir bakıyorum konuşmacı belli ki uzun yıllardır giymekte olduğu temiz ama pek de yeni olmayan pantolon, gömlek ve hırkası ile konuşmakta. Temiz ama bariz şekilde pek de yeni olmayan.

Mesela ODTÜ’deki çalıştayda Brezilyalı bir hanım eğitmen vardı. Eğitim verdiği 4 gün boyunca oldukça şık 3 elbise giydi. Ancak hanımın kendisini uzun yıllardan beri tanıyanlardan şu cümleyi duyduk “May bu elbiseleri Birleşmiş Milletlerdeki toplantılarda da giyiyor.” Bir vakfın Birleşmiş Milletlerdeki temsilciliğine de yapan bu hanım beğendiği çok az miktarda giysiye sahipti ve bunları daimi olarak kullanıyordu. Ben sonradan internette bu eğitmen hanım ile ilgili araştırma yaparken, oradaki fotoğraflarda da tanıdık elbiselerine rastladım hep.

Bu eğitmenler alıp kullandıkları her giysinin, her eşyanın yapılmasında tüm aşamalarda kullanılan tüm kaynakların tüketimini, ortaya çıkan karbon salınımlarını ve ortaya çıkan birim zararı birey olarak nasıl giderebileceklerini ciddi olarak dikkate alıyorlardı.

Çok uçak yolculuğu yapıyorlarsa, dünyada ihtiyaç olan bölgelerde ağaç diktiriyorlardı. Ve eğer mümkün ise uçak yolculuğu yerine tren ile yolculuk etmeye gayret ediyorlardı. ODTÜ’de bu konuların öncülüğünü yapan iki hocamız var, Prof. Dr. İnci Gökmen ve Prof. Dr. Ali Gökmen. Onlar Ankara’dan İstanbul’a gelecekleri zaman uçak, otobüs veya araba kullanmıyor. Tren hatta yataklı tren ile seyahat ediyorlar. Türkiye’de uçak bilet fiyatlarının oldukça düştüğü ve uçak ile seyahatin teşvik edildiği günlerde, bir uçak yolculuğumuzun çevreye etkilerinin farkında mıyız?

Ben gerçekten çok sık uçuyorum, gerek yurtiçinde ve gerekse yurtdışına gittiğim zamanlarda. Bir yıl içinde yurtiçinde en az 25-30 uçuyorum, 50-60’ı bulduğu yıllar oldu. 2008’de biri Japonya’ya olmak üzere 5 yurtdışı seyahatim oldu. Çoğu eğitimler ve dernek çalışmaları için ve bir iki tanesi de çevre konuları ile ilgili çalışmalar için gittiğim seyahatler oldu. Belki ben 2008 yılında ne kadar kaynak tükettim?

İş dönüp yaşam tarzımıza geliyor. Ben böyle yaşamaya devam edebilir miyim? Böyle yaşama hakkım var mı? Ve yaşıyorsam, bu tercihlerimin etkilerini ortadan kaldırmak, bertaraf etmek için neler yapabilirim?

Ekim 2007’den beri ve özellikle geçen ayında Haziran ayında İskoçya’daki Findhorn’a yaptığım geziden beri gerçekten, uçak yolculuklarım dışında, daha az “tüketmeye” özen gösteriyorum. Kaynakları özenli kullanmaya. Ve geri dönüştürmek değil daha az atık üretmek gerektiğini fark ediyorum.

Ben her hafta birkaç kitap almadan duramazdım, son altı ayda gerçekten mutlaka sahip olmam gerekmiyorsa almıyorum. Yurtdışında inanın çok kitap okunmasına rağmen buna bile dikkat ediyorlar. Kütüphanelerden yararlanıyorlar, kitap grupları kuruyorlar ve kitaplarını paylaşıyorlar. Bizde de bu vardır, kitapları paylaşırız. Bence buradaki fark tasarrufu ve paylaşımı sadece gereksiz para harcamamak için değil, bu tüketimin çevreye etkisini azaltmak düşüncesi ile de yapıyorlar.

Gardırobumdaki giysileri inceliyorum. Nelere eski, nelere yeni diyorum – buna bakıyorum. Üç dört yıl önce artık eskidi diyerek ayırdığım giysi ve eşyalarımı tekrar kullanmaya başlıyorum. Seviyorsam ve kullanılabilir haldeyse varsın biraz eski yüzlü olsun hırkam. Alışkanlıklarımı değiştirmeye çalışıyorum.

Anne babalarımızın zaten yaptığı, belki birçoğunuzun yaptığı şeyler. Savurgan sorumsuz bir insandım diyemem, ama hayata fazla batılı yaklaşan bir ekol ile yaşar olmuşum bir süredir. Şimdiler de kendime gelmeye çalışıyorum.

Bu nedenle Fethiye’ye geldiğim günlerde eskiden hissetmediğim bir sıkıntı yaşıyorum. Buradaki evim klima ve elektrikli ısıtıcılar ile ısınıyor. Yılın çok uzun bir dönemi güneşli olan bu bölgede gerçekten evin sıcak su ısıtıcısı dışında güneşi kullanmıyor olmamız çok büyük bir eksiklik. Dünyanın uzun kışları olan bölgelerinde bile kısıtlı güneşli günlerden yararlanmaya çalışırken biz yüz binlerce insanın yaşadığı il ve ilçelerimizi elektrikli ile ısıtmaya çalışıyoruz. Burada bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Fethiye geri dönüşüm anlamında çok iyi çalışan bir şehir, ancak kışın ısıtma konusu bence ele alınması gereken büyük bir yara. Sadece bu İlçenin değil tüm Türkiye’nin ele alması gereken bir konu.

Alışkanlıklar kolay değişmiyor ama benim düşünce yapımda ve alışkanlıklarımda büyük değişiklikler olmaya başlıyor.

Bu beni nereye götürecek zaman gösterecek, ama en azından yaşadığım dünya sanki varlığını korumaya gayret ettiğim için bana biraz daha gülümseyerek bakıyor. Ya da ben öyle olduğunu düşünüp huzur buluyorum.

23 Ocak 2009 Cuma

Lodos'u Sonsuza Kadar Tutabilir miyim?



Boğaz’da kuvvetli bir Lodos var. Beyaz kuzucukları Boğaz’da sık görmüyorum.
Sahildeki tekneler sağa sola sallanıyor.

Dün birçok kaptan teknelerinin iplerini kontrol etmeye ve ayarlama geldi. Denizcilerin hava durumunu yakından takip etmesi gerekiyor. Taze bir denizci olarak yeni yeni öğrendiğim gibi.

Ben Amatör Kaptanlık belgemi alalı sanırım 2 yıl oldu. Ama Boğaz’da hiç tekne kullanmadım. Fenerbahçe’den Karaköy’e kadar ağabeyim Yaman’ın ‘Pegasus’ isimli teknesini kullandım bir defa. Ama Boğaz’a girmeye vaktim olmadı.

Arnavutköy’e bir de kendi kullandığım tekneden bakmak istiyorum bir kere. Boğaz sahillerinin manzarası denizden gerçekten çok daha farklı. Denizin üzerinde olmak farklı.

Zaman zaman Ortaköy’den kalkan gezi teknelerine bineriz arkadaşlar ile. Boğaziçi Köprüsü’den Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne kadar giderler genelde. Ve Avrupa kıyısından gider ve Anadolu yakası kıyılarının kenarlarından geri dönerler. İsterseniz çayınızı, neskafenizi de içersiniz. Yan iskemlelerde oturanların sohbetlerine kayar bazen kulağım, bazen güneş kemiklerimi ısıtır dalar giderim. Boğaz’ı severim, daimi akışı ile sanki bana hayatı tarif eder. Yüzlerce, binlerce gemi, tekne, kayık önümüzden geçer gider.

Tabi bizlerde olduğumuz yerde kilitli değiliz, yaşam yol almamız için açık. Sahi nerede duymuştum ben bu “kilitli değiliz” sözünü? Tamam, hatırladım.

*

Kilitli değiliz, her zaman her şeyi değiştirebiliriz.

Çocukluk rüyalarımız önemli. Bunları hatırlıyor muyuz?

Hedef yolculuğun nedenidir. Yolculuk ise yaşamın kendisidir.

İnançlarımız süre giden düşüncelerin bir oluşumu.

İstediğiniz şeyin titreşimi ile uyumlu olmak gerekiyor. Yoksa hazır bile olsa yaşamımıza giremiyor.

Olumsuzlu olumluya çevirdiğimizde çekim noktamızı değiştirmiş oluyoruz.

Ne kadar mutlu iseniz gerçek varlığınız ile o kadar bağlantıdasınız demektir. Benliğinize gerçek anlamda dürüst olmak belki de bu demek.

“Bugünü dünden daha da iyi hale getireceğim.”

Bir olumlamayı söylerken, ilk defalarda inanmayabilirsiniz, ancak söyledikçe bu kavrama açılmaya başlamış olursunuz. Kelimeler yaratmıyor, bizim titreşimimiz yaratıyor. Kelimeler kendimiz daha iyi hissetmemiz ve titreşime ulaşmak için bir köprü oluşturuyor…

Düşündüğümüz her an’da bir titreşim yayıyoruz ve bunu çekiyoruz.

Genelde de gördüklerimize dair reaksiyon veriyor ve bir titreşim yayıyoruz.

Olana uyumlu isek olan olmaya devam eder.

Ancak farklı bir düşünce ve beklentiye girebildiğimizde, hayatımızda yeni ihtimallere yer açmış oluyoruz.

İstediğimiz ile titreşimsel uyumda olmak.”


Denemeye değmez mi?

Şimdiye şükrederek, şimdiden sonra istediklerinize karar vermek gerekiyor. Ama bu bir süreç, her an yeni bir gelecek yaratım an’ı.

Örnekle öğretmek. Biz başarabilirsek öğretebiliriz, yaşamımız örneği ile.

Yaşamak gerek. Yaşamaya açık olmak.

Rahatsız eden engeller güzeldir. Bize engellerimizi gösterir, engeller ile karşılaşınca rahatlayın. İtin ve aşın demiyoruz. Rahatlayın ve dirençlerinizi bırakın.

Kendinizi suçlamayan, küçültmeyin; direnç yaratıyorsunuz, iyiliğinizin, mutluluğunuzun önünde direnç yaratıyorsunuz.

Kendinizi sevmekten başka anahtar yok; yoksa her şey yaşamınıza direnç göstermek oluyor.”


Louise Hay’in hazırladığı bir film var “You Can Heal You Life”. “Yaşamınızı İyileştirebilirsiniz” diye tercüme edeyim bu başlığı, henüz Türkçe’si yok. Bu dokümanter tarzı filmde Esther ve Jerry Hicks ile bir röportaj bölümü de var. Alıntılar onlardan… Louise Hay'in, içeriği filmden farklı olmakla birlikte, aynı adlı bir kitabı var; bu kitabın Türkçe'sini "Düşünce Gücüyle Tedavi" adıyla bulabilirsiniz.


*

‘Dingin Savaşçı’ filminden aklımda kalan bir cümle var: Socrates isimli bilge bir kişiyi oynatan Nick Nolte genç jimnastikçi Dan Millman ile konuşuyor:

- “İstediğin şeyi elde edemediğin zaman acı çekiyorsun. Elde ettiğin zaman da acı çekiyorsun, çünkü onu sonsuza kadar elinde tutamazsın.”



Ve filme tekrar eden cümleler var zaman zaman aklımda dolaşan:

Bir Savaşçı sevdiği şeyi yapar. Bir savaşçı sevdiği şeyden vazgeçmez. Yaptığı şeyde sevgiyi bulur.” Ve “Ölüm üzücü değildir; üzücü olan insanların çoğunun hiç yaşamamış olmasıdır.”

16 Ocak 2009 Cuma

Aradığımız Yer Aynı




Bir Ocak ayı akşamında Arnavutköy’deki evimde merkezi ısıtma ile ısınan dairemde salonu biraz soğutmak için balkon kapısını açtım. Kalorifer radyatörlerinin bir kısmının vanası bozulmuş, onları ne kapatabiliyorum, ne de kısabiliyorum. Kısa kollu gömleğim ile otururken geçtiğimiz Haziran ayında İskoçya’da Findhorn’da geçirdiğim günler aklıma geliyor. Haziran ortasında havanın 6-7 derece olduğu ve kat kat giyinmeme rağmen üşüdüğüm o yaz günlerini.

İskoçya’ya hazırlıklı gitmiştim, palto, eldiven, atkı, bere ne isterseniz vardı yanımda. Ancak doğrusu kullanacağıma pek de inanmamıştım. Amerika’daki üniversite yıllarımda dört yılımı New York eyaletinin kuzeyindeki Ithaca kasabasında geçirdim, Cornell Üniversitesi’nde. Ithaca’da Ekim ayında yağmaya başlayan kar bazen Nisan ayı sonlarına kadar yerden kalkmazdı. Ancak yazları o kadar güzel olurdu ki. Cayuga Gölü, ormanlar, şelaler. Kış aylarının sanki bitmeyecek gibi görünen griliği yüreğimi karartı bazen.

Cornell’de sabahları duşumu aldıktan sonra derse yetişme telaşında saçlarımı doğru düzgün kurutmaya vaktim olmazdı. Kampus içinde derse varana kadar saçlarım ince bir buz tabakası ile kaplanır ve kıtır kıtır olurdu. Şapka veya bir bere giymek aklıma geldiyse saçlarımın dışarı da kalan bölümler donardı. Ancak hala şaşırırım o yıllarda ne kadar az grip ve soğuk algınlığı geçirdim.

Ithaca’nın soğuk havasından sonra bir kış tatilinde İstanbul’a gelmiştim. Tam evden çıkıyordum, annem “Kızım ne yapıyorsun, aman çorap giy,” diye seslendi. Durdum ve ayaklarıma baktım, hava o kadar sıcak gelmişti ki bana çorap giymeni unutmuştum. Türkiye’de döndükten sonra da bu İstanbul’un bana fazla sıcak gelmesi hali bir süre devam etti. Ancak sonra tekrar eski İstanbul’lu halime döndüm; artık görerek şartlanmak mıdır, bedenin alışması mıdır ama daha sıkı giyinir oldum.

Bu hissi zaman zaman Fethiye’de de yaşarım. Ben hem İstanbul’da hem de Fethiye’de yaşıyorum. Fethiye’de ilk gitmeye başladığım yıllarda İstanbul’a göre o kadar sıcak gelirdi ki gerçekten orada daimi yaşayan arkadaşlarıma göre çok daha ince giyindiğimi fark ederdim. Yani Nisan ya da Ekim ayında Fethiye sokaklarında dolaşan yabancı turistler kadar ince giyinmesem de kendimi yaz ayları için ayırdığım kıyafetlerimin içinde bulurdum. Aradan 3-4 yıl geçti ve bakıyorum kış aylarında Fethiye’ye giderken küçük valizime bir çift eldiven falan koyar olmuşum. Beden mi istiyor, göre göre beyin mi istiyor orasını bilmek zor doğrusu. Ancak özellikle Nisan, Mayıs aylarında Fethiye sokaklarında çok renkli görüntüler olur. Kazakları ve montları içinde gezen Fethiye’liler, ki ben de yerine göre artık bu gruba giriyorum, ve kısacık şort ve askılı t-shirtleri ile gezinen turistler. Eskiden 23 Nisan ve 19 Mayıs tatillerinde güneye indiğim zamanlarda ben de tatile neler götürüyordum acaba?

*
Benim, Findhorn Ekoköyü’ne gittiğimde, ayrıca dört gün Findhorn körfezinin hemen yakınında bulunan başka bir Budist inziva merkezinde kalma şansım oldu, adı Shambala’ydı. Eskiden Findhorn Ekoköyü’ne ait olan oldukça ihtişamlı eski bir binayı devralan Budist bir Alman tarafından işletiliyordu. Findhorn’da daha önce iki yıl yaşamış olan bir arkadaşım birkaç ay önceki son Findhorn ziyaretinde burayı görmüş, ve ben gittiğimde kalmaktan keyif alabileceğimi düşünerek bana önermişti. Gerçekten de sade, sakin, sessiz, huzurlu bir yerdi.

Findhorn Ekoköyü’nde ve hemen yakınındaki bu inziva merkezinde sabahları meditasyon çalışmaları yapılmakta. Her gün farklı hocalar ve tarzlarda yapılan bu çalışmalara isteyenler katılabiliyorlar. Ben bu Budist merkezde kaldığım ilk sabah erken kalkıp çalışmaya katılmıştım. Ancak ikinci sabah belki de hava değişiminden uyanamamıştım. Kalktığımda çalışma çoktan başlamıştı. Hazırlandım, ve iki katlı binan geniş ahşap merdivenlerinden aşağı indim, odalar ile binanın yemek ve meditasyon salonlarını ayıran camlı, geniş ahşap kapıyı açtım, ve bir iki adım atmıştım ki, kulağım gelen seslere takıldı. Meditasyon salonundan “Bismillahirrahmanirrahim” sesleri geliyordu. Bir an durdum, evet sesler meditasyon odasından geliyordu, ve içeride en az 15-20 farklı ağızdan Besmele çekiliyordu, yabancı aksanların tonlamaları ile ve devam ediyordu. Odanın karşısına denk gelen bir berjer koltuk gördüm ve hemen oturdum. Odadan dışarıya sızan Besmeleler devam ediyordu. Ne kadar güzel bir makam ve melodi ile söylüyorlardı. Durmadan tekrar ve tekrar ve tekrar. Sanırım en az 5-10 dakika o koltukta oturarak çekilen Besmeleleri dinledim. Yüreğimi farklı bir huzur ve mutluluk kaplamıştı. Sanki o odadan dışarıya yayılan bir ışık vardı. Derken ses kesildi. Ben koltukta kalakalmıştım. Bitmesini istemiyordum. Bitmesini istemiyordum.

Oturmaya devam ettim. Tahminen beş dakika sonra meditasyon odasının kapısı açıldı, içeriden çoğunluğu İskoçya ve İngiltere’nin farklı yerlerinden gelen, aralarında Alman ve Japonlarında bulunduğu gerçekten de 15-20 kadar kadınlı erkekli bir grup çıktı. İskoçya’da Findhorn Körfezinin her gün büyük bir gelgit ile dolup boşalan Findhorn Körfezi’nin sularına bakan bir Budist inziva merkezinde o sabah çoğunluğu birbirini tanımayan bir grup insan, sevgi adına, İlahi olan adına, dostluk kardeşlik adına beraberce dakikalarca Besmele çektiler. Ben kulağıma çalınan Besmele sesleri vesilesi ile ‘Taizé’ çalışmaları ve şarkıları ile ilk defa o sabah tanıştım. Grup kahvaltı salonuna geçer geçmez ilk yaptığım şey o sabah ki çalışmadan neler yapıldığını sormak oldu.

*
Arnavutköy’de Pazar sabahları kulağıma derinden gelen bir kilise çanı çalınır. Sakin olur Pazar sabahları ve haftanın telaşında duyulmayan sesler hayat bulur.

Evimde piyanomun üzerinde bir seramik heykel var. Annem teyzemi ziyarete gittiğimizde Ankara’dan almıştı benim için. Şems-i Tebrizi imiş çalışmanın adı. Mevlana’yı sevdiğim ve eserlerini ve hayatını çalıştığım için görünce almak istemiş annem benim için.

Aradığımız yer aynı.

Ve ne çok farklı yol aynı yönü gösteren.

Yüreğimizin geçtiği ve ait olduğu yerlere selam olsun.
Ve yolumuz aydın ve açık, sevgiyle.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Gecenin Sessizliğinde Tesadüflerin İzi



Bugün bir avukata bir konuyu danışmak için gitmem gerekti. İlk defa tanışacağım bu hanıma haksız yere uğraşmak zorunda kaldığım bir konu ile ilgili yardım almak için gidiyordum.

Kapıyı çaldım, kapıyı tesadüfen avukat hanım bizzat kendi açtı ve odasına buyur etti. Masasının karşısındaki koltuğa oturmadan önce yerdeki halı gözüme takıldı. Olabilir miydi? Yerdeki halı, benim Fethiye’deki evimin salonundaki halının tıpatıp aynısı idi. Şimdi bu o kadar enteresan gelmeyebilir, ama halının özel bir desen ve renkte el dokuması bir halı olduğunu söylesem?

Kendimi tutamadım ve avukat hanıma söyledim. O’da “Evet biz bu el boyaması halılara meraklıyız” dedi. Eşinin Kayseri’li olduğundan bahsettiği ve Kayseri’de Yahyalı halılarının da meşhur olduğundan. Nasıl bilmem, Rahmetli Babam Devlet Su İşleri Müteahhit’i olarak Yahyalı’da ‘Ağcaşar Barajı’nın inşaatını yapmıştı. Ben de Kayseri ve Yahyalı’ya uzun yıllar bu iş vesilesi ile gittim. Tesadüf.

Derken “Siz Fethiye’den bahsediyorsunuz, orada mı yaşıyorsunuz?” dedi hanım. “Biz de ileride orada mı yaşasak diye düşünüyoruz” demez mi? Yıllardır Fethiye’ye tatil için gelirlermiş. Nereden nereye.

*

Ben tesadüflere inanırım. Hatta kuvvetli işaretler olduğuna inanırım. Beklenmedik anlarda ortaya çıkan bu sinirli an’ların yaşamımızda belki olmamız gereken yer olduğumuzu bir işareti olduğunu dahi kabul ederim.

Avukata danışmak üzere gittiğim konu tamamen haksız olarak uğraşmak olduğum bir konu. Ve “bu neden oluyor, neden bu haksızlığa uğruyorum” diye haftalardır düşünüyorum. Birkaç gecem de uykusuz geçti doğrusu.

Yaşamda düşüncelerimiz ve davranışlarımız ile bazı şeyleri hayatımıza davet ettiğimizi kabul ediyorum. Bazen başarıdan korkarak kendimize çelme taktığımız olur. Bazen sevgiden korkar ve bizi sevenleri biz hayatımızdan uzaklaştırırız. Bunlar mümkün, oluyor ve kabul ediyorum.

Ancak, kimi an’larda, sanki tüm detayları önceden belirlenmiş oldukları hissi beni ürpertir. Bunu hissetmem için özel bir olay yaşıyor olmam gerekmez; sadece o an özeldir.

Bir eğitim projesi vardı üzerinde uzun yıllar çalıştığım. Çok inandığım bir projeydi ve yüreğimin derinlerinde yapılması gereken bir şey olduğunu biliyordum. Maddi manevi çok imkânımı ayırmam gerekti, çok zaman ayırmam gerekti. Aradaki sürede farklı kesimlerden gerçekten faydalanabilecek insanlara çok güzel hizmetler de verdik, ancak yine de bir türlü olması gereken yoğunluğa ulaşmıyordu. Hayır duaları edenler oluyor, çok insan teşekkür ediyordu. Projeyi sonlandırmak gerektiğine karar verene kadar bu birkaç yıl böyle devam etti. Çalışmanın yapıldığı mekânı boşaltmamızdan birkaç hafta önce bir danışanı beklerken camdan İstanbul’un akşam manzarasını seyrederken içimi garip bir huzur sardı.

Zaman sanki donmuştu, muazzam bir netlik vardı sanki. O an için sanki başka bir yerde olmam hiçbir şekilde mümkün değildi. Sanki varlığımın evrende tek bulunabileceği mekân o salonda pencerenin yanında o noktada durdum; ve uzaktan ve yukardan İstanbul Boğaz’ını, Taksim’den Kadıköy’e manzarayı, Kız Kulesi’nin bu kadar uzaktan çok da parlak görünmeyen ışıklarını seyrettim. Ve o an’da o proje için yaptığım hiçbir şeyin başka türlü olamayacağını, her şeyin gerçekten olması gerektiği gibi olduğunu sanki bedenimin her hücresinde hissettim. Ne kadar mükemmel bir tamlık hissi bu.

*

Ben bugün o avukat hanımın ofisine girdiğim de ve yerdeki halıyı gördüğüm an’da da bir şey oldu.

Düşüncelerimin gücünün farkındayım. Ve yüreğimin arzularını dinlediğimde ve o sesi takip etmeye kendimi adayabildiğimde yaşamın benim için daha da yaşama değer olduğunun da.

Ancak hayatın beklenmedik an’larında karşıma çıkan kimi zaman o ‘tesadüfler’de kimi zaman o mükemmel ‘tam olma halleri’nde bir sihir olduğuna da kabul ediyorum. Olmam gereken zaman da, olmam gereken yerde ve yaşamam gerekenleri yaşamakta olduğuma dair.


Yine bir İstanbul akşamı’nda bu defa İstanbul Boğazı’nda, boğazın karşı yakasında aydınlatılmış olan Kuleli Askeri Lisesi’ni seyrediyorum. Boğaz gece süzülen karanlık gemiler dışında sakin. Ve yüreğim bir sonraki sahneyi heyecan ile bekliyor.

Z.

29 Aralık 2008 Pazartesi

Ait Olduğumuz Topraklar


Yaşamın bizi farklılıklar ile kucakladığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Bir yandan oldukça homojen, aynılığı destekler görünen bir toplumda yaşıyor olmamızı hissetmeme rağmen, yine de benim topraklarım burası. İstanbul, Malatya, Fethiye, Konya, Harput ve Çelikhan. Başka ait olduğum bir yer yok, burası benim memleketim.

Okul yıllarımdan başlayan maceram yaşamımın farklı noktalarında farklı dinlerden, dillerden, ırklardan insanlar ile bir araya gelmemi sağladı. 12 yaşımda Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ne başlamam ile başlayan bu süreç sanırım benim yaşama bakış açımı da derinden etkileyecekti. Bu konu benim sık sık bahsettiğim bir konu, ama bu gece tekrar yazmak istiyorum. Tekrar ve tekrar.

Basında haberler yayılıyor. Irak’taki savaş artık Amerika’daki dizilerin bile parçası oldu. Benim Amerika’da okuduğum yıllarda Türkiye’nin coğrafyadaki yeri arkadaşlarım için oldukça büyük bir muamma idi başlarda. Arkadaşlarımın kimileri dünya vatandaşı olmaya açıldı, kimileri ise kapalı Amerika’lı dünyalarında kalmayı seçtiler. Ta ki 11 Eylül olaylarına kadar. Bu tarih bir nevi milattır - dünya coğrafyasında bulunduğumuz bölgenin tanınması ve bilinmesi için. Ne kadar üzücü bir ders. Öğrenildiyse tabi ki.

Amerika’da bir Türk olmak benim için zor değildi o günlerde. Hatta havalı bir şey olduğunu bile söylemem mümkün. Aynı sınavlardan geçerek, aynı şartlar altında mücadele vererek okumayı başardığımız okullarda, aynı anfileri paylaşarak yola çıkmıştık. Doğrusu birçok Amerikalı arkadaşımın yurtdışından gelip orada okuyor olmanın esasında o kadar da kolay bir şey olmadığını anladıklarını pek sanmıyorum. Ailelerimize mektup yazdığımız o günler geride kaldı, ve Amerika’da bir Türk olarak var olmanın şartları ise artık değişiyor.

Türkiye’den Amerika hakkında haberdar olmak artık çok kolay. Televizyon ve internet aradaki mesafeleri oldukça azalttı. Ancak Amerika’da bir yabancı olmak, özellikle Orta Doğu’ya yakın bir bölgeden gelerek Amerika’da yabancı olmak artık farklı anlamlar taşıyor.

Başka bir memleketim yok, Türkiye benim ait olduğum topraklar. Ancak Türk olmak, Türkçe konuşuyor olmak, Kurtuluş Savaşı’nda bu ülke için savaşmış dedelerimin olması, benden farklı bir dine ait, benden farklı dilleri konuşan, farklı topraklarda yaşayan insanlara karşı insafsız ve nefret dolu olmaya itebilir mi?

Zorlanıyorum. Neredeyse dünyanın her yerinden yüzlerce insan ile tanışmışken, dostluklar kurmuşken, onları nasıl yargılayabilirim?

Zor alanlar bunlar, ve ben gerçekten zorlanıyorum.

*

Evimde orkidelerim var. Onlara elimden geldiği kadar iyi bakmaya çalışıyorum. Ve bazen hızla bir dalın büyüdüğünü görürüm, tomurcuklar oluşur. İçimi bir sevinç kaplar. Ve bazen o içinde çiçeği taşıyan tomurcuğunun kurumaya başladığını görürüm. Açmak yerine vazgeçmeyi seçmiştir. Neyi farklı yaptım diye sorarım, neyi yanlış yaptım. Bir çiçek olacaktı, ve şimdi yere düşmüş cansız bir tomurcuk.

İnsan ilişkileri de aynen böyle değil mi?



*

Tamamlayıcı tıp metotlarında bilinen metotlardan bir tanesi de çiçek özleridir. Çiçeklerin kimyasal özelliklerinden çok enerjilerinin iyileştirici yönlerinden faydalanmayı içeren bu teknikte, dünyanın farklı bölgelerinden toplanmış çiçekleri ile duygusal ve ruhsal sıkıntılarımızın geçirilerek en doğru potansiyelimize ulaşmamız hedeflenir. Bach ve Bush çiçek özleri dünyada en çok tanınmış olanlarından.

Bu çiçekler kolumuzun ağrısını geçirmiyor, ya da onları midemizi rahatlatmak için kullanmıyoruz. Ruh hallerimize göre bize uygun olan çiçeği buluyoruz. Bir sevdiğimizi kaybettik ve büyük acı içinde miyiz? Bir çiçek bize yardımcı olabilir. Karanlık korkumuzu yenmek veya her akşam eve gelip gelmeyeceğini korku ile beklemekten vazgeçemediğimiz çocuğumuz ve eşimiz için duyduğumuz endişeyi gidermek için bir çiçeğe ne dersiniz? Mimulus’a veya Red Chestnut-Kırmızı Kestane çiçeğine ne dersiniz?

Ve bu çiçekler dünyanın neresinde yetişmiş olursa olsun ve biz dünyanın neresinde olursak olalım, bizlere, hepimize aynı güzelliği ve faydayı veriyor. Müslüman, Budist veya Hıristiyan olup olmadığımıza bakmadan. Ten rengimiz ile de ilgilenmiyorlar. Sadece duygularımızı soruyorlar. ‘Derdin ne? Ne hissediyorsun? Seni üzen ne? Ve yardım ediyorlar. Tam anlamı ile kendimiz olabilmemiz için.

*

Sadece çiçekler ile değil, enerji çalışmaları ile de yüzlerce farklı dinden, farklı ırklardan, farklı diller konuşan insan ile çalıştım. Örneğin gözlerinizi kapatıp Reiki vermek üzere ellerinizi bir kişinin omuzlarına koyduğunuzda hissedeceğiniz şey, tüm farklılık olarak adlandırdığımız renklerden ve seslerden arınmış bir enerjidir. O kişiye ait birçok özel bilgiyi taşır ama tüm farklılıkları içinde o kadar da aynıdır ki. Tekrar, tekrar ve tekrar deneyimlediğim bir şey.

Şimdi bana öz’de farklı olduğumuzu mu söylemek istiyorsunuz? Nasıl kabul edebilirim, aksini, ne kadar benzer olduğumuzu o kadar çok defa hissetmişken.

*

Sevgi gönderiyorum Tayland’a, Endonezya’ya, Avustralya’ya ve Fas’a. Sevgi gönderiyorum New Jersey’e, San Diego ve San Francisco’ya. İngiltere’ye sevgi gönderiyorum ve İskoçya’ya. Rio’ya ve Ekvator’a sevgi gönderiyorum. Bolivya üzerinden olabilir. Ya da Japonya. Tüm sevdiklerime, ve yaşam yollarımın kesiştiklerine… Yollarımız da yüreklerimiz gibi açık olsun.

*

Ait olduğumuz bir toprak ve bize ait çiçeklerimiz olabilir. Ama lütfen farklı olduğumuzu söylemeyin bana. Nasıl birlikte olabiliriz, bunun için ne dersiniz, lütfen bana bunu anlatın.

Sevgiyle,
Z.

______________________________________________________________
Günün Onaylaması: “Yaşam tüm ihtiyaçlarımı fazlası ile bana sunuyor. Yaşama güveniyorum.” Louise L. Hay

Üstatlardan: “Şans her zaman kuvvetli bir şeydir. Oltanın her zaman atılı olmasına müsaade et; hiç beklemediğin sularda balık bulabilirsin.” Ovid

Zeynep’in Okuma Tavsiyesi
: “Şiddetsiz İletişim” Yazar: Michael Rosenberg
______________________________________________________________
www.serbestyazarlar.com sitesindeki yazılarından.

22 Ekim 2007 Pazartesi

Seagulls in the Blink of an Eye

It is always interesting to watch the seagulls in Istanbul. When I take the ferry to cross the Bosphorous, I always watch the seagulls that seem to follow the boats. In Istanbul, seagulls are the birds of the Bosphorous and pigeons are of the mosques. When you go to the old part of the city, near the mosques, you will always find an elderly lady or a man selling bread crumbs to throw to the pigeons. Yet, seagulls give me a different sense of freedom. They are strong and predacious even, but they also seem freer than the other birds for some reason. A few days ago I was sitting at the office of my bio-energy teacher Moshe in Şişli in Istanbul in a new high-rise building of 30 something floors and seagulls were flying as high as the building. I could not help but wonder, were they flying this high when this part of the city had only buildings that were only five or six floors high at the maximum?

Many Turkish poets write about seagulls since they are an inseparable part of Istanbul. The American writer Richard Bach wrote about a seagull also in his world famous book “Jonathan Livingston Seagull”. There Bach tells the story of a young seagull who seeks to find a higher purpose and has the courage to go against the norms of his flock in order to become the best at doing what he loves to do the most. Richard Bach dedicates the book: To the real Jonathan Seagull, who lives within us all.

The story is a wonderful fable about following our dreams. If we want something truly and if we believe that we can achieve anything. I remember loving this book when I read it the first time in high school. Like “The Little Prince” by Antoine de Saint-Exupéry, this book is also a must it read and re-read at different facets of our lives.

There are so many parts that I like that if I write them all I will have the quote the whole book. So I will share with you one of my favourite short sections. The old seagull and the young seagull known as Jonathan Livingston talk about heaven, flying and flying fast, which is not something seagulls normally try to excel as it is told:

Jonathan asks: “Is there no such place as heaven?” The elderly seagull replies: “No, Jonathan there is no such place. Heaven is not a place, and it is not a time. Heaven is being perfect. … You will begin to touch heaven in the moment you touch perfect speed. And that isn’t flying a thousand miles an hour, or a million, or flying at the speed of light. Because any number is a limit, and perfection doesn’t have limits. Perfect speed, my son, is being there. … You can go to any place and to any time that you wish to go. I’ve gone everywhere and everywhen I can think of. It’s strange. The gulls who scorn perfection for the sake of travel go nowhere, slowly. Those who put aside travel for the sake of perfection go anywhere, instantly...To fly as fast as thought, to anywhere that is, you must begin by knowing you have already arrived…”

***

Blink to Relax and to Energize

I have been wearing glasses since I was five years old. I have learned to live with glasses and contact lenses, yet also I try to look into what complementary therapies say about eye care and health. One name that comes up often is William H. Bates. He is an American medical doctor who lived in 1860-1931. He was a graduate of Cornell University, the university that I went to in the US to study engineering. He is the author of the still famous book “Better Eyesight Without Glasses.” I was re-reading his book last week when a Reiki student of mine raised a question about his work. You may find it interesting to read what he had to say about restoring sight at that time.

I will not discuss his theories here. Rather, this week I would like to share with you some info sent from The Cambridge Institute for Better Vision on how we can use our eyes, blinking for relaxation and also to increase our energy. If you would like, give it a try and see if it works for you.

THE PAUSE THAT REFRESHES: You have the power to change how you feel - in the blink of an eye!Here's how:1. Any time you need to re-group or re-center yourself, blink. Let the blink last longer than normal, but not too long - only about 1 second. It can be like a mini-meditation.2. Alternatively, if you want to become more alert, blink faster. Try taking 20-40 light, quick blinks. You might have to do it two or three times, but it can raise your energy level.Here's why:We blink our eyes 10 - 30 times per minute, on average. The rate of blinking changes, depending on the task we're involved in, and also on our emotional and mental state.For example, we blink much more often when we're under stress, when speaking in public, when lying and even in courtship!On the other hand, blink rate decreases when we are sedate. Blinking also decreases by as much as 66% when concentrating at the computer or when reading. Blinking also decreases dramatically when we squint to see.In short, blinking reflects our state of mind and how we are feeling.Every time we blink, we close our eyes for a brief moment. But those brief moments add up:Each blink lasts about one quarter of a second. During the course of a day that adds up to our eyes being closed over 2 1/2 hours!Most of our blinking occurs involuntarily and unconsciously. But, when you bring it to your conscious awareness you can use it to change your internal state to your advantage.

***


Wish love, health and happiness.
Z
_____________________________________________________________________
Affirmation of the Week:
“I am love. I now choose to love and approve of myself. I see others with love.”
By Louise L. Hay
_______________________________________________________________________
Quote of the Week:
“Make your own recovery the first priority in your life.”
Robin Norwood
________________________________________________________________________
Book of the Week:
“Creative Visualization” By Shakti Gawain.
The Turkish translation of this book is available under the name “Yaratıcı İmgeleme”.
______________________________________________________________________

Is the Genie at The Grand Bazaar?

I was at The Grand Bazaar in Istanbul yesterday. I had gone to buy a table cloth as a present to a friend and a lamp if I could find a good one. What kind of a lamp? Not an ordinary lamp. I wanted to buy one to remind me of the messages of the famous book “The Secret”. Actually I had three such lamps already. My mother had bought me two – one from Dubai and one from Morocco. The third lamp I had was in Fethiye. A very close friend of mine had bought just a few weeks ago for my birthday.

Yet, yesterday I thought I wanted another one. As I entered the Bazaar I started seeing many of these gas lamps, in all shapes and sizes, dark metal colours and in shining brass. I almost bought one. The owner of the shop said 70 Turkish Liras. I said 30. After a little bargaining, he made the final offer of 35 Liras. Yet, something did not fit. So I moved on. Those of you, who are acquainted with how I feel about listening to my heart, know that if it does not totally feel right, I go on to look for the one that feels right. Anyway, as kept on walking around the Bazaar, I kept on looking at lamps. I wanted something that had that magical quality. A lamp with that genie that would tell me “your wish is my command” every time.

In about one hour, I had bought the table cloth I was looking for, had some tea and a club sandwich at a nice café right in the Bazaar, and also had the realization that I would not be able to find that lamp. As I was planning to leave the Bazaar, I asked myself, why is small and beautiful lamp from Dubai not enough? Or the big brass one from Morocco? I bought my apartment in Fethiye in one day. When something is right, I do not delay; I do it. Yet, for buying a small lamp, I could not decide. I could not find the right one because such a lamp did not exist for me. Actually because I did not need a lamp or an object or anything, even as a symbol to show me anything.

I knew that universe wants us to win and succeed every time. The genie is indeed with us each moment just as “The Secret” says. And even that was not necessary. God and our angels and so many human angels that we call friends are always with us. I knew it so well, yet still wanted that thing, a lamp, a symbol to remind me. I was reminded to just know and be aware that I know without the need for a compass. How could I forget one of the first lessons that I had learned from my teacher Moshe. Although I was aware not to buy something that I did not truly want, I was not that clear in not wanting something I did not need. We have only one true compass - and that is our heart. And unlike magnetic compasses, it never fails to show the true north.

***

The wisdom of Kabbalah also tells us that Light, Divine Energy, is always with us, if we call it in the correct fashion. The author of the famous book “The Power of Kabbalah” Yehuda Berg reminds us: “When you live as a loving and sharing person, the Light comes into your life - not because you're `good' or `righteous,' but simply because it is the nature of the Light. Conversely, the Light withdraws when you show anger, spite, or envy because the Light naturally disconnects from energies that are so different from its own. Stay connected to the Light today by following the instincts of your higher, elevated self.”

Kabbalah also teaches that every time we go out of our way to help a person out, a new channel of energy opens up to us. They call it creating positive angels. Positive words and actions create positive energies that support us. Negative words and actions put layers of curtains in front of our connection to the Light. Kabbalists say that if things seem darker, it is not because the source provides less; it is because we chose to receive less with our actions, words or intentions. Change what you put out and what you receive will automatically improve.

***

I have an exercise for you this week:
This week give away five pieces of old and worn out pieces of clothing or items from your house.

Maybe an old toothbrush that needs to be left behind. Or a pair of jeans that is waiting for you to lose that weight for the last five or even ten years. (It happens. I did have some jeans from college that I gave away only a couple of years agoJ. ) If you are on a holiday and only have the things that are new and that you love with you, then please do this when you get back home. It will be well worth it.

Clear up your clutter and make space for the good things that are waiting at your doorsteps. I wish you love and lots of luck.
Z
_____________________________________________________________________
Affirmation of the Week:
“I forgive myself. I love and approve of myself. I communicate with love.”
By Louise L. Hay
_______________________________________________________________________
Quote of the Week:
“It is within my power either to serve God or not to serve him. Serving him, I add to my own good and the good of the whole world. Not serving him, I forfeit my own good and deprive the world of that good, which as in my power to create.”
Leo Tolstoy
________________________________________________________________________
Book of the Week:
“Little Gold Book of Yes! Attitude” By Jeffrey Gitomer.
The Turkish translation of this book is available under the name “Jeffrey Gitomer’in Küçük Altın Kitabı Evet! Tarzı.”
______________________________________________________________________

In the Arms of the Angel, in Istanbul

“In the Arms of the Angel” by Sarah McLachlan was playing in the background. The whole scene was itself quite heavenly. In a hotel conference room, people were swinging their arms and dancing with the music. There definitely was a different energy in the room. A new course I was attending was about to start. The song that was playing took me to another place for a while.

My friends know that I love giving angels’ messages. I love using Doreen Virtue’s angel cards series for that. What a gentle way of bringing us together with the energy of these wonderful beings.

Especially kids ask me if they have guardian angels. I tell them that they indeed do. What happens in time that we lose our belief in them? It is not because they go away because they don’t. We are just not that interested in listening anymore. We start to believe that they cannot exist, or maybe that we cannot be loved totally and unconditionally.

***

About 2 years ago, I was coming back to Istanbul on an early morning flight from Barcelona. As we were landing, I realized that it had just started to rain in Istanbul. My mother was with me and for some reason she was not happy about the rain. I could not understand her uneasiness for the rain. When it became clear that we would need to take the bus to go to the terminal from the plane, she was even more uneasy. She kept saying “we will need to get off the plane under the rain”.

We have been on and off planes many many times and we had got on and off planes in rain and even snow many times. I told her there was no problem and that Istanbul was great in rain as well. I remember the moment I stepped on the steel stairs to get off. I realized that I was sliding down and then all became a blur. I was rolling down the metal stairs like a ball. I had no control, no sense of direction and was just rolling down. At some point I felt some pain in my face, but apart from that all was lost. I did not faint. Yet, when I came to my senses, I was sitting on the floor on the cement run right below the stairs of the plane. I heard my mother’s voice behind me.

I got up; the crew asked me how I was. I felt ok, someone brought me my glasses. They were broken. I felt some pain on my face. Apart from that I did not feel anything. We got on the bus to go to the terminal. Then I started to hear my mother’s voice. “I was sure you had broken your back or neck the way you were falling and hitting. And there was no one in front of you, so you kept falling and falling. And if it was not for that gentleman who suddenly appeared to catch you at the end of the stairs, you would have hit the cement with that speed and God knows what would happen. He appeared out of no where like an angel and he held you in his arm and gently put you on the floor. Then he disappeared. I do not remember what he was wearing I would like to thank him for helping you. I am so sad that I could not thank him, God praise him, he was like an angel to save you like that.” She kept on talking on the bus, in the terminal, in the emergency room at the airport. I had no injuries expect for a scratch on my face from my broken glasses. For days she talked to friends and relatives about this man who was so nice like an angel to realize my fall and catch me.

***

I do not need proof to believe or not to believe in anything anymore. I have given up that need a while ago. I know it in my heart, long before my mind is able to understand. Sooner or later they both agree. I wish and pray for the best for me, and trust the Universe to take care of the rest.

***

If you would like to listen to “In the Arms of the Angel”, why don’t you try listening to it with the animated video at the address:
http://www.youtube.com/watch?v=0ar1K_R9Uvc .

In the Arms of the Angel

Spend all your time waiting for that second chance For a break that will make it okThere's always some reason to feel not good enough? And it's hard at the end of the day I need some distraction, oh beautiful release Memories seep from my veins They may be empty and weightless, and maybe I'll find some peace tonight In the arms of the Angel, fly away from here From this dark, cold hotel room, and the endlessness that you fear You are pulled from the wreckage of your silent reverie You're in the arms of the Angel; may you find some comfort here So tired of the straight line, and everywhere you turn There's vultures and thieves at your back The storm keeps on twisting, you keep on building the lies That you make up for all that you lack It don't make no difference, escaping one last time It's easier to believe In this sweet madness, oh this glorious sadness That brings me to my knees In the arms of the Angel, far away from here From this dark, cold hotel room, and the endlessness that you fear You are pulled from the wreckage of your silent reverie In the arms of an Angel; may you find some comfort here.

***

And please give your guardian angles a smile tonight and thank them for the many miracles in your life that you are and you are not aware of. With love and light to you all.
Z.

________________________________________________________________________
Affirmation of the Week:
“My openness and self-confidence opens the hearts of those I love.”
By Gerd Ziegler
________________________________________________________________________
Quote of the Week:
“You already have the precious mixture that will make you well. Use it. ” Mevlana Celaleddin-I RUMI
________________________________________________________________________
Suggested Reading:
“Conversations with God: An Uncommon Dialogue I, II and III” By Neale Donald Walsh
The Turkish translation of this book may be found under the name “Tanrı ile Sohbet: Alışılmadık Bir Diyalog 1,2 ve 3”.