İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Kişisel Gelişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kişisel Gelişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2021 Pazar

Renklerin Günlüğü

Son bir yıldır belki de eksikliğini en çok hissettiğimiz şeylerden biri etkileşim ve yaşamın akışının bize sağladığı ilham.

Neredeyse yaşamımın tamamında iş, sosyal çalışmalar ve imkan oldukça sadece keyif almak için seyahat ettim.  Ve yaşamın neredeyse bu anlamda durma noktasına geldiği bu günlerde, hareket etmenin, etrafımızdan olanların biri etkilemesine, içimizdeki uyandırmak kadar yeni düşünce ve duygu yolları açmak gibi sihirli bir yönü var.   İstanbul'da Atatürk Havalimanındaki bekleme salonunda arkamdaki koltukta oturanların yaptığı sohbet, Japonya'da bir hızlı tren yolculuğunda ikram satışı yapan görevlinin yaklaşımı, Toronto'daki CN Kulesi'nden güneşli bir Temmuz gününde şehre bakarken gelip geçen diğer turistlerin görüntüleri ve konuştukları, Londra'da bir konser arenasına giderken binilen teknedeki yolcuların heyecanlı hali, kokular, renkler, şekiller, sesler.  Ve etrafımızdakilerin çeşitliliği ile renklenen ve harekete geçen hayat.

Ve tabii bunları yaşayarak ifade etmek, sözlerimizle, yaptıklarımıza, ve burada da kısıtlanmış durumdayız ve ifade edememenin belki farkında bile olmadığımız etkilerini yaşıyoruz.

Hem etkilenmek hem ifade etmek için kendimize kanallar açmamız gerekiyor.

Bu etkileşimlerin yoksunluğu ile zayıflamamak için, yaşamlarımızı canlı tutabilmek adına bu ilhamı ve enerjiyi hayatlarımıza bir yol bulup davet etmeye devam etmek gerekiyor. 

Yoğun olarak hissettiğim bu. 

Ve bu nedenle, bugünden sonra sizleri de yaptığım bir şeyi yapmaya davet etmek istiyorum.

Renkleri o gün için, o an için içinizde olanı dışarı çıkarabilmek için kullanmak.

Eğer yoksa kendinize bir boya seti alın. Boya kalemleri, pastel boya, sulu boya seti, ya da canınız neyi çekiyorsa.  Resime dair hiçbir bilginiz olmayabilir ve elinize boya kalemini en son ortaokulda ya da lisede almış olabilirsiniz.  Bahsettiğim şey resim yapmaya dair değil,  eğer sizde o konuda bir istek uyandırırsa internet dünyasının zenginliği ile o yolda da yürüyebilirsiniz ama şimdiki hedefimiz kelimeler yerine renkler ile içinizdekini dışa vurmanız.

İster sessizce, ister bir müzik açarak önünüze bir kağıt alın ve kalbinizden, evet size bu ne ifade ediyor ise kalbinizden geçen rengi, renkleri seçerek boyayın. Durmak isteyene kadar. Durmak istediğiniz süre ne kadarsa o kadar süre.  Bu süre muhtemelen başlarda kısa olacaktır ama eğer uzun süre oluyorsa, belki yarım saati başta geçmemenizi öneririm.  Bu şekilde ifade etmenin, bir nevi konuşmanın yorucu olabileceğini de fark edebilirsiniz.  Tüm bunlarla birlikte,  gün içinde ve düzenli şekilde bunu her gün yaptığınızda hafiflediğinizi, rahatladığınızı ve yaşamla çok daha rahat başa çıkabildiğinizi göreceksiniz.

Zaten resim yapıyorsanız belki önerebileceğim farklılık, eğer zaten o şekilde yapmıyorsanız,  sadece kalbinizden gelen renkleri ve şekilleri konuşurken kullandığımız gibi gelimeler gibi kullanmak ama onların biz kontrol etmeden, ana dilimizi konuşur gibi akmasına izin vermek.

Mesele Picasso, Monet, Cezanne olmak değil, kullanmadığımız bir dille ifade etmek.  Belki biraz Fahrelnissa Zeid cesaretini davet etmek güzel olabilir. Önerdiğim bu çalışma bir nevi renk ve şekillerle bir günlük tutmak.

O günlük, kendimizi anlamak ve tanımak için de bizlere çok değerli bir rehber olabilir.

Yaşamın renklerinin sizlere mutluluk getirmesi dileğiyle.

Yürekten sevgiler.

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Şampiyonların Yolu

Benim çok defa karşıma çıktı ve her defasında da beni etkilemeye devam ediyor.  Bir orkidenin hızla büyüyen dalınca tomurcuklar oluşmaya başladığını fark edersiniz bir gün. Ve öyle bir an gelir ki, o tomurcuk ya hızla büyümeye ve sonrasında da beyaz, pembe ya da morun farklı bir tonunda açmaya başlar. Ya da, o sırada her ne olmuşsa, o tomurcuk, açamadan, bir anda dalından kopar ve yere dökülür.

Bugünlerde Dünya’dan farklı sporcuların hayat hikayelerini okuyorum, inceliyorum ve neredeyse her birinin çocukluktan Dünya şampiyonluklarına, Olimpiyat şampiyonluklarına uzanan hayatlarını okurken, izlerken, bir yandan gözümün önüne hep orkide tomurcukları geliyor.  

Bu her biri farklı özellikleri ile güçlü ve başarılı gençlerin yaşamlarında neler doğru yapıldı ki, bu çocuklar hem spor hayatının onların yaptığı şekli ile zorlu yoluna çok uzun yıllar devam etmeyi seçtiler ve aynı zaman da başardılar.  Hangi yetenekler ise o açamadan dökülen tomurcuklar gibi özlerindeki cevheri tam olarak yaşamadılar.

Kimi sporcuların, mesela 19 yaşında Dünya şampiyonu olup öncesinde 15 yıl kadar o sporu yaptıklarını görüyoruz. 4, ya da 5 yaşlarında bir spora başlayıp devam ediyorlar. 

Ve, bir yandan şunu da düşünmeden edemiyor insan.  Kimi sporcular ile ilgili çocukluklarında farklı aşamalarda çekilen videoları, tesadüfen yapılan ve yıllar sonra çok anlamlı hale gelen röportajları dinlerken, o çocukların, hocalarının, onlarla röportaj yapanların söylediklerini duyunca, şunları düşünmeden edemiyorum.  

Öncelikle bu çocuklardaki cevheri keşfetmeyi nasıl başardılar?  Ve o uzun yıllar boyunca hem teşvik etmeyi, hem korumayı, hem yüreklendirmeyi, hem geliştirmeyi nasıl başardılar?  Yaşamın heyecanı ve merakları ile dolu çocukların ve gençlerin bu emek isteyen yola devam etmelerini nasıl sağladılar?

Başarılı bir sporcu yetiştirmenin ne kadar büyük emek olduğunu bazı Olimpiyat sporcularının hayatları ile ilgili bir araştırma çalışması yaptığım son sekiz aydır daha çok fark ediyorum.

Olimpiyatların temel prensipleri mükemmeliyet, arkadaşlık ve saygı, rekabet ve kazanma arzusunun da ötesinde bir güç yaratıyor sanki.  Rakiplerine üstünlük sağlamak için çalışırken efsane olmuş sporcuların kendilerini geliştirmek, kendilerini aşmak ve zihnin ve bedenin sınırlarını zorlamak için bir mücadeleye girdiklerini görüyoruz.

Tokyo 2020 Yaz Olimpiyatlarının 2021 yılına ertelenmesi büyük emekle hazırlanan sporcuları tabii ki benden daha çok hayal kırıklığına uğratmış olmalı.  2021 yılında yapılıp yapılmayacağı kesinleşmeyen Yaz Olimpiyatlarını 2022 yılında Pekin’de yapılması planlanan Kış Olimpiyatları takip edecek mi onu da tam bilemiyoruz.

Hepimiz bu beklenmedik zamanlarda yaşamdaki yolumuzu bulmaya çalışırken, şampiyonların yolunda onların fiziksel, zihinsel, duygusal dünyalarında neler oluyor, bunlar muhtemelen önümündeki yıllarda öğreneceğiz.

Pandemi ile yaşadığımız bu zorlu dönemin hepimizin içindeki cevherleri ve henüz keşfetmediğimiz kuvvetlerimizi keşfetmemize vesile olmasını diliyorum.

Sevgiyle.

17 Mayıs 2020 Pazar

Yol

İş hayatında, babam dışında gerçek anlamda bir patronum olmadı.  İşe başladığım günden vefat ettiği neredeyse günü gününe tam 12 yıldan sonra başka bir şirkette ya da bir amir ile de çalışmadım. O nedenle, patronlar ve amirler ile çalışmak konusunda çok tecrübeli olduğum söylenemez.

Diğer yandan, ilk işe başladığım günden özellikle kırk yaşıma gelene kadar geçen 18 yıllık sürede, çok insanın çok işini yaptım.  İşe başladığımda, babam, ne kadar dünyanın ünlü üniversitelerinden birinden mezun olmuş olsam da, işin sahada öğrenilmesi gerektiğine ve tecrübenin değerine inanan bir insan olarak benim her işi yapmamı istedi. Ve evet bu zaman zaman, bu iş için görevli başka bir çalışanımız olsa da, fotokopi çekmeyi, bazı metinleri daktilo etmeyi, ki Allah’tan bunu işe başlar başlamaz aldırmayı başardığım bilgisayarımızda yapabiliyordum, ya da onunla görüşmeye gelen misafirlere ne içeceklerini sormayı ve ikram etmeyi de içerebiliyordu.

Üniversiteden mezun olup, ve bir de dış dünyayı gördüğü için kendini pek bilgili ve pek de becerili sanan bir çok genç gibi ben de işe başladığımda farklı şeyler hayal ediyordum muhtemelen. Babam ise, Türkiye’ye döndüğüm günün ertesi sabahında başlayan şok iş terapisi ile bir yandan ayaklarımı yere bastırmaya ve bir şekilde beni kendime getirmeye çalışıyordu muhtemelen.

Bu basit, hani o zamanlarda bile ortaokulda okuyan bir çocuğun yerine göre yerine getirebileceği bu sıradan işleri yaparken, zaman zaman babam, benim için ayrılan ve onunkinden daha büyük çalışma odamdaki masama okumam için bir dosya bırakıyordu. Bazen mesela aynı gün, birkaç defa daha odama sessizce gelip büyükçe masamın sağ üst bölümüne bir iki dosya daha bırakıyordu. Bir şey söylemeden.  Bu bunlara bir bak, oku, demek olmalıydı.  İlk birkaç defa, bunlarla ne yapacağım, diye sormuştum sanıyorum ama cevap vermemişti.  Yıllar içinde çok daha iyi öğrenecektim. Kestirme yanıtlar, kısa özet cevaplar,  hazır olarak sunulmuş bilgi paketleri babamın öğretme tarzı edildi. O daha farklı bir öğrenme şekline inanıyordu ve ilk başlarda, tamam belki uzun bir süre, şikayet etsem de, o öğretme ve öğrenme şekli bana çok ama çok uyuyordu.

Aradan geçen zamanın detaylarını tam hatırlamıyorum ama ben işe başladıktan sonra sanırım üç ay kadar geçmişti.  Babam beni odasına çağırdı, masasının önündeki iskemleye oturmam için işaret etti, bir konuyu anlattı, konunun detaylarının üzerinden geçti, ilgili yazışmaları anlattı, sonra da benim az önce temize çekerek getirdiğim yazıyı bana tekrar uzattı.  Tekrar okumamı istedi. Yazıyı okudum. Herhalde bir yerde bir yazım hatası yaptım, babam düzelttirecek herhalde, dedim. Son haftalarda zamanımın büyük bir kısmı babamın yazmam için verdiği yazıları düzeltmekle geçiyordu. İşe başladığım ilk günlerde elle yazdığı yazıları daktilo etmemi isterken son haftalarda konuyu ve ilgili dokümanları vererek yazıyı benim yazmayı istiyordu ama aynı yazıyı defalarca tekrar tekrar yazmaktan bunalmaya başlamıştım.  

Elimdeki birkaç sayfalık yazıyı okudum. Bir şey göremedim. Sonra sayfaları ileri geri çevirerek birkaç defa daha baktım.  Doğrusu ne hata yaptığımı bulamıyordum.  Bu sürede babamın sessizce yerinde oturduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum.  Başımı kaldırdığımda açık mavi renkli gözleri ile bana bakmakta olduğunu fark etmiştim.  Bana bir şey söyleyecekti ama yüzünde farklı bir ifade vardı.  

“Kızım,” dedi, “şimdi senin şu şu bankanın genel müdür yardımcısına girerek, bu konuyu görüşmeni istiyorum.”  Babam konuşuyordu, ben duyduklarımı anladığımdan emin değildim.  İlk reaksiyon olarak, “Babacım, ben nasıl giderim?” dediğimi hatırlıyorum.  Bu arada iş hayatım boyunca, ofiste, babama Sinan Bey olarak hitap ettim, o da bana Zeynep Hanım, dedi. Yani kızım, baba gibi kelimeler bizim mesai saatlerindeki diyaloglarımızda çok yer almadı ama işe daha nispeten çok yeni başlamış, çok acemi bir mühendis ve iş insanı olarak, şirketin önemli bir konusunu bir bankanın genel müdür yardımcısı ile konuşabilecek olmak benim için o aşamada çok ama çok uzak bir kavramdı.  Ben yazı yazıyordum, evrak dosyalıyordum, ofiste bununla görevli birkaç kişi olsa da zaman zaman telefonlara yanıt veriyor, fotokopi çekiyordum.  Benim farkında olmadığım bir şey vardı.  Sonrasında gerçek anlamı ile belki de ancak babam vefat ettikten sonra fark edebildiğim bir şey vardı.  Babam gerçekten çok ama çok başarılı bir eğitmendi ve çok kısa denilebilecek bir sürede, hiçbir fikrim olmayan konular konusunda beni bilgilendirme şekli ile, çok hızlı şekilde öğrenmemi sağlamıştı. 


Zaman zaman düşünürüm, 12 yıl birlikte çalıştığım Sinan Kocasinan ile şimdiki aklım ile bir 12 yıl çalışma şansım olsa herhalde bambaşka bir insan olurdum.  

Babam için çalışmak hem çok çok zor, hem de enteresan şekilde keyifliydi.  Çok sevdiği kızı olmanız fark etmezdi, eğer Sinan Kocasinan bir işi beğenmez ise, onu kabul ettirmeniz imkansızdı.  Babamın bir işi beğenme kriterlerinden belki de en önemlisi, elinizden gelenin en iyisini yapmaya sonuna kadar gayret göstermiş olmanızdı.

O, bir işadamı olmasına rağmen, bir işin bitirilmesinden çok, işi yapan kişinin o işi tam ve hakkıyla yapmayı öğrenmiş olmasına daha çok önem verirdi.  Bu onu farklı kılan en önemli özelliklerinden biriydi belki de.

Başta söyledim ya, patronum tek olsa da, hem iş hayatında, hem sosyal çalışmalarda çok insan için çok iş yaptım.  Babamın prensiplerinden olan, boş durmak yerine boşa koşmayı tercih eden bir yaklaşımla, birilerine faydalı olabilmek, bir işlerini tamamlamak ya da çözebilmek bana büyük mutluluk veriyordu.  Bu kimi zaman gece yarılarına kadar, sabahın mesai öncesi erken saatlerinde ya da haftasonu tatillerinde, resmi tatillerde, bayram tatillerinde birileri için birşeyler yapmak, kendim için olmasa da çalışıyor olmak anlamına geliyordu.

İş yapmayı seven biri için işi yapmak genelde işin sonunda alacağınız teşekkür ya da takdirden daha önemlidir.  Ödül o işi başarmış olmak, yapabilmektedir genelde.  Yine de, işi veren kişinin işi yaparken ama belki de en önemlisi iş bittiğindeki yaklaşımı işi yapma arzunuzda çok ama çok büyük bir fark da yaratır.

Elli yaşımı tamamlamakta olduğum bu günlerde biliyorum ki, ne kadar angarya ya da zorlu olsa da, bazı kişilerin bizden yapmamız için bir şeyler rica etmesi bir hediye aldığımız hissini bile verebilir.  Çünkü o işin sonunda, işin bize yükünden çok daha büyük bir manevi ödül bizi eklemektedir.

Bu kavramı kelimeler ile anlatmakta zorlanıyorum galiba.  Acaba nasıl anlatmalı?

Babam çok zorlu, kapasitenizi sonuna kadar kullanmanızı, aklınızın, idrak kapasitenizin ve düşüncenizin sınırlarını zorlamanızı isteyen, bundan azını kabul etmemek için savaşan, yerine göre yorucu, anlaması zor, kendini izah etmek için gayret göstermediği izlenimini veren ama sonrasında bunu sizin gelişiminize imkan vermek için yaptığını ve yanlış anlaşılıyor olmayı da göze alan, aslında çok düşünceli, hassas ve sevgi dolu bir öğretmendi.  Onun, çevresindekileri yetiştirebilmek için yanlış anlaşılmayı, buna kimi zaman içten içe üzülse de, göze alan, başkalarının yaşamına katkı adına bu bedeli göze alan bir adam olduğunu belki öldüğünde bile değil, vefatından 15 yılı aşkın bir süre sonra, bu günlerde anlıyorum.

Babam ile çalışmak çok ödüllendiriciydi. Yaşadığınız zorlu gelen işlerin sonrasında işi öğrendiğinizi fark ettiğiniz sihirli bir an gelirdi. Mesela ilk bir iki yıl boyunca ihale dosyaları hazırlamanız için verilen onlarca sıkıcı işi, işyeri alanlarına, ya da farklı şehirlerdeki işveren resmi dairelerinin ofislerine sıcakta, soğukta, hastayken ya da o haftasonu Türkiye’nin uzak bir yerine seyahat etmek yerine denize girmeyi hayal ederken yaptığınız yorucu, sıkıcı işlerden sonra, bir gün, bir ihalede, ihale zarfları açılırken, o odada müteahhitler arasındaki konuşmaları dinlerken,  genç yaşınıza rağmen, bahsedilen konuları anlamakla kalmayıp, o kişilerin yaptıklarını fark ettiğiniz hataların hiçbirini yapmamış olmaktan öte, öyle bir hatayı yapabilmenin nasıl mümkün olabileceğini düşünürken bulabilirdiniz kendinizi.   Öğrendiğinizin farkında bile olmadan o işi öğrenmişsinizdir ve o anda kendinizi, o ihale salonunda havalara zıplamaktan zor tutarsınız.  Bu o ihaleyi kazandığınız anlamına falan gelmez. Konu o değildir zaten.  İşi öğrenmişsinizdir, ve o noktaya nasıl geldiğiniz hakkında en ufak bir fikriniz yoktur.  Biri sizi ilmek ilmek dokuyarak o hale getirmiştir ve bu çok sihirli bir histir.

Babam ile çalışmanın, babam için bir iş yapmanın belki en önemlisi bahsettiğim öğreticiliği sayılabilir belki ama babamın ve belki de kendisi için iş yapmayı sevdiğim diğer insanların en önemli özelliklerinden biri takdir güçleridir.

Takdir etmek, esasında bizim kültürümüzde de yer alan bir insan yaklaşımı. Bununla birlikte, kalbe işleyen, ruhu ele geçiren, ve gerçekten büyük bir istekle elimizden gelenin en iyisini yapmaya bizi iten takdir bambaşka bir şey.

Bu özel takdir, çok takdir edilmek anlamına gelmiyor.  Çok defa ya da çok özel sözlerle takdir edilmek anlamına gelmiyor. İllaki başka kişilerinin önünde, özel törenlerle ya da özel ödüllerle ödüllendirilmek anlamına da gelmiyor.  Çok defa, çok özel sözlerle, çok özel törenlerle ve çok özel ödüller ile ödüllendirildiğim anlar oldu çocukluğumdan bugüne.  O özel günlerin yaşamımdaki değerini azımsayamam. Çok değerliler ve beni ben yapan anların bazıları o günlerde, o ödüllerde saklı. Bununla birlikte, ruha dokunan ve içimizdeki en iyiyi ortaya çıkaran takdirin çok belirgin özellikleri var.  Sade şekilde ya da bahsettiğimiz ek süsler ile sunulmuş olsun, takdiri farklı kılan temel bazı özellikler var.  Ve hayatımızı anlamlı kılan insanların bu takdiri kullanmakta çok özel yaklaşımları.

Sanırım işe başladıktan sonra dördüncü yılımdı.  Babamla Ankara’da bir ihaleye girecektik.  İstanbul’dan yola çıkmadan önce ihale ile ilgili evraklarımızın çoğunu hazırlamıştık ama babam teklifini sonuçlandırmak için işin yapılacağı araziyi görmek istiyordu.  Araziyi gördükten sonra kaldığımız otele dönecek ve teklifin detaylarını tamamlayacaktık. Bu çok da makul ve normal bir plandı aslında.  Teklifin emin olmadığımız detaylarını boş bırakarak hazırlayabileceğimiz herşeyi hazırlamıştık. Belki birkaç saatlik işimiz olacaktı ama rahatlıkla tamamlayabilecektik. Tabii ki, herşey yolunda gitseydi.

Sabah ilgili resmi daireye gidip bilgileri almış, akabinde araziyi incelemiş, sonra tekrar tekrar daireye giderek bazı konuları netleştirmiş ve akabinde saat 6 civarında otele dönmüştük.  Biraz dinlenip, akşam yemeğimizi yiyecek ve sonrasında da dosyamızı tamamlayacaktık.

Akşam yemeğine inmek için üzerimi değiştirmek için odaya girdiğimde üzerime bir ağırlık çökmeye başladığını hissettim. Sabah İstanbul’dan gelmiştik. Yol ve günün temposu derken biraz yorıulmuş olmam normaldi.  Yemeğe kadar biraz uzanayım dedim.  Otelin yemek salonuna çağırmak için babamla konuştuğumda gözlerimi zor açmıştım.  Pek de iyi hissetmiyordum, hatta kıpırdayacak halim olmadığını fark etmeye başlamıştım.  Bedenimde garip bir sıcaklık ve aynı zamanda derin bir üşüme hali hissediyordum.  Aklıma gelmeyen başıma gelmişti.  Ateşim çıkmıştı ve duruma bakılırsa pek de az değildi.

O akşam ve gece, otelden temin ettiğimiz ateş ölçer ve ateş düşürücü ile 39 derecelerde seyreden bir ateş ile, biraz kendimden geçip biraz çalışarak, araziyi gördükten sonra yapılması gereken düzeltmeleri görünce belki bir iki değil ama üç dört saatte bitirebilecek bir işi tamamlamak sabaha kadar zamanımızı aldı.  Biraz çalışıyor, çalışamayacak hale gelince, biraz kendim biraz babam anlıma, boynuma, kollarıma, eklem yerlerime soğuk kompress yapıyordu. Esasında şimdiki aklım olsa hastaneye giderdim herhalde ama bir şekilde sanırım ikimiz için de elimizdeki işi yarım bırakmak, ihale dosyasını tamamlamamak bir seçenek olarak görünmedi sanırım.  Daha doğrusu, bir aşamada babamın bana sorduğunu hatırlıyorum.  Sonuçta Ankara’da yaşayan eczacı bir teyzem ve eniştem vardı ve ihale bittikten sonra da onları görmeyi planlıyorduk zaten ama, o geceyi nedense o şekilde yaşamıştık.  Şunu da itiraf etmeliyim, ben de durumumu babama olandan daha iyiymiş gibi göstermek için özel bir gayret içinde olmuş olabilirim.  Çok uzun yıllar bunu yaptığımı söylemek zorundayım.

İşte o gecenin sabahında, ihale evraklarımızı tamamladığımızda ve ihale teklif zarfımızı erittiğimiz mum ile mühürleyerek kapattıktan sonra, otel odamızda kısa bir süre sessizlik oldu.  İçimden çok şükür, diye geçirdiğimi hatırlıyorum.  Bana güvenip sadece benimle bu ihaleye gelen babamı yarı yolda bırakmamıştım.  Ama benim, bugün bile aynı sıcaklık ile hatırladığım, ödülüm babamın o tatlı, açık mavi gözleri ile bana bir süre sessizce baktıktan sonra söylediği iki kelimeydi.  “Aferin kızım.”  

Bize takdir edildiğimizi hissettiren belki de en önemli şey samimiyettir.  Yaptığımızın bizim için değerini ve önemini, bizim samimiyetimizi kalpten kavrayan bir insanın, bu gayretimizi kalpten kabulü ve onun için anlamını ve değerini ifade etmesidir.  Kimi zaman bir bakış, kimi zaman küçük içten bir tebessüm, kimi zaman sırtımıza sıcak bir dokunuş, belki kimi zaman bizi de mutlu eden şatafatlı törenler ve ödüller, kimi zaman da kısacık iki kelimedir gerçek takdir.

Ve her zaman en güzel yol, kalpten kalbe gidendir. 

Yakala

İstanbul’da, Arnavutköy’de, yine sokağa çıkma kısıtlaması olan bir Pazar sabahında, erkenciyim. Saat şimdi 8.30 olduğuna göre, oldukça erken uyanmıştım.  Mayıs ayının ortasını geçtik ve günler oldukça uzadı. Sanırım Mayıs ayı benim en sevdiğim ay.  Sadece doğduğum ay olduğu için değil. Günlerin oldukça uzamaya başladığı, havaların ısındığı ama tatlı serinliklerin de olduğu, doğanın renklendiği bu ayı gerçekten çok seviyorum.  Daimi olarak bir Mayıs ayı halinde yaşasam bu kadar sever miydim bilmiyorum ama ruhuma iyi geldiği kesin.

Bu sabah, yine bol rüyalı bir geceden sonra, birden uyandım.  Sevindim de. Çünkü sabahlar benim için her zaman günün en güzel zamanı.  Mesela hep bir Mayıs ayı sabahında yaşasam, ama tabii güzellikler zıddı ya da yoksunluğu ile de anlamını buluyor.  Haydi, vazgeçtim o hayalden.

Sabahlar gerçekten benim en verimli, en istekli, en berrak olduğum zamanlar. Şimdilerde aynı hızda olmasa da, çocukluğumda da, ve sonrasında da, sabah uyandığımda, neredeyse beş dakika içinde tüm hazırlıklarımı yapıp işe gitmek için kapıdan çıkabilecek hale gelebiliyordum.  Genel olarak hızlı olduğumu da söylerler. Bir şeyleri ağır ağır yapabilmek için emek sarfetmem gerekiyor.  Bu sabırsız olduğum anlamına pek de gelmiyor galiba. Zihnimin ve kalbimin beklentileri olarak çok sabırlı olduğumu söyleyemem belki ama sabırsızlıkla hareket etmeyi de seçmem genelde.  “Sabrın sonu selamet,” sözü gelir zaman zaman aklıma.

Covid-19 ile yaşadığımız bugünlerde, ben de birçok insan gibi eskisine nazaran çok daha fazla online ders takip ediyorum.  Korona günlerinden önce kayıt olduklarıma ek olarak bazı yeni derslere yazıldım ve çok ilginç konular ve insanlar karşıma çıkıyor.  Bunlardan bazıları da şefler.  Doğru, korona günleri, biraz ihtiyaçtan, biraz sıkıntıdan, biraz meraktan içimizdeki aşçıları uyandırdı.  Mutfağa girmeyenlerimiz bile,  ben de bir deneyeyim, dedi.  Bu doğru ve açıkçası görevlerim ve yaşam tarzım nedeni ile uzun zamandır yemek yapma fırsatı bulamazken ben de çocukluğumda keyifle yediğim annemin yemeklerinin tadını bu defa kendim yaparak alma şansını buldum. Bu ruhuma iyi geldi. Korona günlerinin bana en büyük hediyesi kesintisiz bir süre annemin yemeklerinin tadını damağımda hissederek çocukluğuma ve ortaokul ve lise yıllarıma gitmek oldu.

Üniversiteyi Amerika’da okuduğum yıllarda ve sonrasında Türkiye’ye dönüp iş hayatına başladıktan sonra çok uzun süre yemek yapma şansım olmadı.  Ailemle yaşarken annemin ya da yardımcılarının yemeklerini yediğim günleri, ofis yemekleri, şantiye yemekleri, otel yemekleri takip etti.  Evde oldukça az yemek yiyebildiğimi söyleyebilirim.  Sonrasında evli olduğum dönemde yine çok az yemek yaptım sanırım. Doğrusu Amerika’dan gelen bir alışkanlık olsa gerek dışarıda yemeyi sevdim.  Esasında annem ve babam da gezmeyi çok severlerdi.  Pazar günleri bir balık lokantasına gitmek babamın İstanbul’da olduğu günlerde önemli ritüellerimizden biriydi. Her ne kadar ağabeyim ve ben bundan zaman zaman şikayet etmiş olsak da, geriye dönüp baktığımda gözümde o sofralarda canlanan görüntüler olduğu için mutluyum.  Balık lokantalarında buluşmak bizim aile ritüellerimizden biridir aslında.  Özellikle ailenin, büyüklerimizin çoğunun yaşadığı İstanbul’da bayram buluşmalarında.  Buluşma noktamız genelde Kireçburnu’ndaki bir lokanta olurdu.  Çok yakın zamana kadar.  Korona nedeni ile kısıtlı kalmaya devam edeceğimiz bu Ramazan Bayramı’nda bu buluşma olmayacak ama gözümde hatırlayabildiğim bir çok bayram olduğu için mutlu hissediyorum.

Elden ele geçirilen meze tabakları, büyüklerin gençlere ikramları, haydi şunu da ye, haydi şunu da tat hatırlatmaları, büyüklerin uzun masanın bir ucundaki sohbetleri, gençlerin masarın diğer ucundaki paylaşımları.

Ve bu bir balık lokantasındaki bayram sofralarında, gözümün önüne gelen bir resim de, yavaş yavaş çocuk olmaktan, ailemizin küçük çocukları ile ilgilenen yetişkin abla ve sonra da büyüklerin oturduğu bölüme geçen yetişkin olmak.

Şunu da söylemeliyim, bizim ailemizde çocuklar her zaman çok değerliydi ve hala da öyle. O nedenle genelde uzun olarak hazırlanan bu masa yerleşimi çocukların ve gençlerin rahat sohbet edebilmesi için bu şekilde olurdu. Bazen de ailenin en küçüklerinden biri büyüklerin yanına alınır ve onunla sohbet edilir, onun da sohbete dahil olması sağlanırdı.  O sofralar her zaman kalbimizi ısıtan, bizi kuvvetli hissettiren, sevgi ile sarmalandığımız ve adeta uçarak eve gittiğimiz buluşmalar olurdu.

Bu bayram yemeği buluşmaları genelde annemin evindeki çay saati ile devam ederdi ve açıkçası evde de birlikte olmak çok güzel olurdu ama o bayram lokanta sohbetleri ve buluşmaları hep özel kalacak.

*

Son yıllarda pek yemek yapamıyordum demiştim.  Üniversiteye gidene kadar ise, ilkokul değil ama ortaokul ve lise yıllarımda çok yemek yaptım.  Börekler, çörekler, kekler, kurabiyeler, pizzalar, tartlar en başarılı olduklarımdı. Çeşit çeşit yapardım ama evde akşam yemeklerimizi tam menü ile hazırladığım da olurdu.  Okulu çok seven bir öğrenciydim ve günlerimin büyük bölümü ders çalışmakla geçerdi ama sanırım yemek yapmanınn ruha iyi gelebilen bir terapi  olduğunu o günlerde kimse bana söylemeden ve hatta yap bile demeden, kendim bir şekilde isteyerek seçmiştim.  O kadar güzel yemek yaptıktan sonra çok uzun süre yemek yapmamış olmam beni de şaşartıyor ama sanırım bunun nedeni liseden sonra 4,5 yıl kadar Amerika’da yaşamış olmam.  O yaşa göre uzun bir süre.  

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, Amerika’da yemekler belki pek güzel değil diye biliriz ama okuduğum Cornell Üniversitesi’nin yemekhane yemekleri gerçekten müthişti. Beni hayrete düşürmüştü.  Cornell’de bir deyim vardı, “Freshmen fifteeen, 1. Sınıf Öğrencisinin 15’i”.  Bu deyimin çıkma nedeni, Cornell’e gelen birinci sınıf öğrencilerinin bu güzel yemekler nedeni ile genelde 15 pound, yani 7-8 kilo alıyor olmasıydı. Bu arada, ben kilo almadım.  Tam tersi o günlerde kendimi şişman saydığım 58 kg’dan 47 kg’a düştüm.  Ama yemekler nedeni ile değil. Kampüsün farklı bölümlerindeki yemekhanelerde sınırsız olarak yemek yeme hakkımız olduğu için, neredeyse durmadan yememe rağmen, kampüs çok büyük olduğu ve derslerimin sınıfları kampüsün sanki bilinçli olarak en zıt köşelerine yerleştirildiği için, yürümekten ve hareketten.   Benim bedenimin yemeği kısıtlayarak değil hareket ederek kilo verdiğini Cornell’deki ilk iki yılım bana öğretti.

İşte, Korona günlerinde, çok uzun bir aradan sonra, ben de çok yemek yaptım.  Açıkçası Korona günleri öncesinde, Lions Federasyonumuzdaki görevim nedeni ile birkaç yıl, neredeyse yılın 10-11 ayı, İzmir’de bir otelde yaşamıştım. Ve o dönemde, neredeyse her akşam başka bir otelde ya da lokantada yapılan toplantılar nedeni ile otel ve lokanta menüleri benim klasiğim olmuştu.  

Türkiye’de ve yurtdışında olduğumda da farklı ülkelerin yemeklerini denemeyi ve yemeyi çok severim.  Favorim ise Japon yemekleri.  Mesela sushi kadar miso çorbasını canım çeker benim.  Sade pilav ile Japon turşusu yemek mutlu eder beni.  Ve hele Japonya’da yediklerime benzer bir Japon tatlısı bulabilmişsem eğer tatlı bir keyif adeta bedenimde dolaşır.

O nedenle, dışarıda belki yenilebilecek her türlü farklı yemeği yıllarca denemiş olduğum için, benim Korona günlerindeki yemek tercihim, lise yıllarımdan beri pek yeme fırsatı bulamadığım annemin yemeklerini yapmak oldu.  Korona dönemine annemi ziyaret ettiğim günlerde İstanbul’da yakalandığım için bu tariflerin üzerinden annemle geçme şansım da oldu.  Bugünlere özel yeni bir yemek defteri açtık.  Annemin Türk Klasikleri. :) 

Bu yemekleri yaparken, zaman zaman internetten farklı şeflerin, mesela Refika Şefin ya da Arda Şefin bu yemekleri nasıl yaptığına da baktım. Refika Şef'in bizim yemek yapma tarzımıza daha yakın bir yaklaşımı olduğu fark ederek farklı tarifleri de inceledim. Ama denemekten ziyade annemin tarifleri ile karşılaştırmak ve farklarına bakmak için.  Mesela, annemin ailesinin büyükleri Kesriye’den, Kastoriya’dan geldikleri için onların yemek yapma tarzı, mesela bir Adana’dan, Çankırı’dan, Taşköprü’den ya da Muğla’dan farklı. Yine mesela, yemekler daha beyazdır bizde.  Salçası azdır. Bazen hiç kullanmayız.

İşte, bir yandan yemek yapar, bir yandan kayıt olduğum edebiyat ve dil üzerine online derslerimi takip ederken, biraz da açıkçası yeğenimin katkısı ile, birkaç yabancı hocanın online yemek kurslarını takip eder oldum.  Youtube’da seyredebileceğimi belki binlerce tarif ve binlerce şef videosu var ama bir şefin kayıtlı öğrencilerine verdiği bir dersi izlemek de enterasan oluyormuş.  Bir iki derse katılırım derken, kendimi bu dersler çok güzelmiş derken buldum.

Ama daha enteresanı, bu şeflerin bazılarından hiç de hoşlanmadığımı ve tarzlarını sevmediğimi düşünürken, bazılarının derslerinde kendimi notlar alırken buldum. Ama yemek yapmaya dair değil, bireysel yaşama, kişisel gelişime dair notlar.  Hani çalıişma masanızın bir köşesinde önemli bir hatırlatma olarak her zaman görmek isteyeceğiniz ya da yatağınızın başucunda her sabah görmek isteyeceğiniz notlar.

Ben yemek üzerine yeni birşeyler göreyim derken, bir alanda ustalaşmış, bir alanda Dünya’da en iyilerden biri olmuş bir kişinin başarısının tesadüf olmadığına bir kere daha şahit oluyordum.  Gerçek başarı, bir konudaki beceri birikiminin ötesinde bir şeydi. Ustalık, sadece ustanın kendi alanındaki gelişmişliğinden öte, deneyimleri ile süzdüğü yaşam bakış açısı ile o işi yapmasından gelen bir zerafet, çok zoru çok kolay görünen bir şekilde yapabilme yetisi olarak yansımasıydı.  Aşçılara, Ustam deriz genelde ama bu kelime belki daha iyi yaşamak, daha iyi öğrenmek, daha iyi insan olmak adına  daha öğreneceğimiz çok şey olduğunu söylüyor.

Kendimce iyi yaptığım bazı işler ve uzunca bir süre emek verdiğim için bana Hocam, Ustam diyenler zaman zaman oluyor. Henüz oralarda olduğumu sanmıyorum ama bu sözleri her duyduğumda, benim ustam ve hocam olarak kabul ettiğim insanlar aklıma geliyor.  Öğretmenlerim. Anaokulundan bu güne. Şanslılardandım ki genelde ehil ve becerikli, güzel kalpli, özverili, kendini bilen öğretmenler ve eğitmenler karşıma çıktı. Bazen ustalar ile öğrenebilmeyi herkesin yaşadığı bir durum bile sandım. Oysa, ne özel bir hediyeymiş.

Bugünlerde uzun yazıyorum.  Eskiden belki bu anlattıklarımı üç, dört parçaya bölerdim ama bugünlerde böyle geliyor ve olanı olduğu gibi kabul ediyorum.

Tüm bunlara nereden geldim.  İşte bu sabah erken uyandığımda, birkaç hocanın dersini dinledim. Bir tanesinin sözü çok hoşuma gitti. “If you think it touches you, capture it.”  Mealen şöyle tercüme edeyim, “Eğer seni etkiliyorsa, sana dokunuyorsa, onu yakala, kaydet, sakla.”  

Bu cümleyi duyunca nedense kaydı durdurdum, bu cümleyi defterime yazdım ve yatak odamın açık penceresinden gelen kuş seslerini dinleyerek düşüncelere daldım.  Ve o cümle sayesinde, şimdi bu sıcak, serin Mayıs sabahının duygu ve düşünceleri, bugünlerden bir anı olarak bu satırlarda benim için korunuyor olacak.

Mutlu günler dileğiyle. Sevgiyle kalın.

17 Mayıs 2020
Arnavutköy, Beşiktaş, İstanbul

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Kader Nerede? 50'ye 6 Gün Kala İle O 11 Yaş

İngilizce öğrenmeye başladığım günleri çok net hatırlıyorum.  İngilzcenin bugünlerde olduğu gibi rahatlıkla duyulabildiği, erişilebildiği günlerde çok öncelerde, 1981 yılında, Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nin hazırlık sınıfına başladığım İngilizce ile tanıştım. Öncesinde ise sanırım, gerçekten, bildiğim iki kelime vardı.  Evet ve hayır.  Başka bir kelime bildiğimi hatırlamıyorum.

Bugünlerin eğitim sistemleri ve yaklaşımları ile kıyaslayınca ne kadar farklı geliyor. Ne kadar geç.  Oysa, benden iki yaş büyük olan ağabeyim, benden iki yıl önce Robert Kolej’e başlamıştı.  Ona çok imrendiğimi hatırlıyorum.

İlkokulda başarılı bir öğrenciydim. Matematiği çok severdim ve o zamanlarda adlandırdığımız şekilde kolej sınavlarında başarılı olmam bekleniyordu.  Ağabeyim girilmesi en zor okul olan Robert Kolej’e girmeyi başarmıştı.  Benden de böyle bir başarı bekleniyordu sanırım, hiç söylenmese de.  Ben de çok istiyordum.  

En çok hoşuma giden şey ağabeyimin İngilizce öğrenmeye başlamasıydı. Doğrusu okulu konusunda, ya da dersleri konusunda onunla çok konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Muhtemelen ilkokul çocuğu olan Zeynep ile koleje yeni başlamış Yaman’ın, oyun için biraraya geldiğimiz saatler dışında farklı işleri ve dertleri vardı.  Sadece gözlemlediğimi, ağabeyimi seyrettiğimi hatırlıyorum.  Onun ders kitaplarına arada bakmış da olabilirim, çok net hatırlamıyorum doğrusu.

Ama şunu hatırlıyorum.  Hani bazı sahneleri ömür boyu ilk günkü gibi hatırlarsınız ya, şunu hatırlıyorum.

O zaman oturduğumuz Akaretler’deki evimizin misafir tuvaletinde, aynanın önünde, İngilize konuşur gibi yaptığımı hatırlıyorum.  Annemin evdeki İngilizce öğrenme kasetleri dışında İngilizce neredeyse hiç duymadığım düşünülürse, ağabeyimden duyabildiklerim kadarı ile kendmce İngilizce konuşmaya çalıştığımı, benzer sesler çıkarmaya çalıştığımı hatırlıyorum.

Kısacası, benim için kolej sınavlarına çalışmak için en büyük motivasyon İngilizce öğrenme isteğimdi.

O zaman iki aşamalı yapılan sınavların birincisinde 600 küsuruncu, ikincisinde ise biraz daha kötü bir sıralama ile binli sıralamalarda yer almıştım.  Esasında başarılı bir öğrenciydim ve doğrusu Robert Koleji kazanmam doğal olarak bekleniyordu.  Geneldeki sonuçlarıma göre, ama ilk sınavdan önce de ama ikinci sınavdan önce kaygılanmaya başladığımı hatırlıyorum.  Bir şeyi çok istemek üzerimizde değişik bir baskı yaratıyor. Bu arada, açıkça söylemeliyim, ailem, ima ederek bile hiçbir zaman üzerimde bir baskı oluşturmadı, benden bir beklentileri olduğuna dair hiçbir şey söylemediler, hiç bir şey hissettirmediler. Bu konuda anneme ve babama ömür boyu çok müteşekkirim. Beni o küçük yaşımda sonuna kadar desteklediklerini hissettim ama üzerimde bir baskı hissetmedim. İlerleyen yaşlarda, belki iş hayatında, belki onlar da yaşlandıkları için birşeyi yapmam ya da yapmamam konusunda daha belirgin tavırlar ortaya koyduklarını gördüm ama 10,11 yaşındaki Zeynep için ideal bir anne babaydılar doğrusu.  Bir stres yaratan varsa, o benden başkası değildi.

Sınav sonuçlarını öğrendikten sonra uzunca bir süre ağladım.  Kaç gün bilmiyorum.  Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ni kazanmıştım.  İkinci tercihimi.  Türkiye’nin en iyi okullarından biri olduğunu söylüyorlardı.  Söylüyorlardı ama ben sanırım ağabeyimin okuluna gitmek istiyorumdum.

Yaşama, kadere, yaşamımıza anlam katacak insanlar ile buluşmalarımıza dair bir şeyleri bilmem tabii ki o günlerde mümkün değildi.  Oysa bugün, geriye baktığımda, beni ben yapan bir çok şeyin o yol ayrımı ile belirlendiğini düşünmeden edemiyorum.

Elli yaşımı tamamlamama altı gün kalan bugünden geride dönüp, o günlerden bugüne geçen otuzdokuz, kırk yıla bakınca, beni mutlu eden, beni yerine göre çok başarılı kılan ve hayalini kurmamın bile mümkün olmadığı farklılıkları yaşamamı sağlayan şeylerin, o dönemde saklı olduğunu görüyorum.

Günahları ve sevapları ile olduğum Zeynep tam da olmak için doğduğum Zeynep gibi geliyor şu anda.  Pişmanlıklarım, keşkelerim, kendimce zaferlerim, gerçekten havalara uçuran mutluluklarım, kuşkularım, endişelerim, korkularım ve peşinden koşmayı muhtemelen bırakamayacağım meraklarım ile.

Yaşamda geriye dönüp baktığım, o çocukluk günlerde farklı bir şey yapabilir miydim bilmiyorum.  Her zaman elimden gelenin en iyisini yaptım.

Geriye dönüp 39, 40 yılıma baktığım da ise, daha farklı yapmak istediğim bir şey var.  Ve öyle düşündüğü neredeyse bir yıldır çok yoğun olarak fark ettiğimi için yaklaşık olarak sekiz aydır farklı yaptığım bir şey var.

Nereden başlamıştık söze.  Ağabeyim, İngilizce ve misafir tuvaletini aynasının karşısında İngilizce konuşmaya çalışan Zeynep diyorduk.

Amerika’da Cornell Üniversitesi’nde mühendislik okuduktan sonra babamın 1950’lerde kurduğu inşaat işimizde çalışmaya başladım.  Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’ne baraj inşaatları yapıyorduk ve şantiyelerimiz hep Türkiye’deydi. O nedenle, belki seyrettiğim filmler, çok çok yoğun çalıştığım için uykuya zor zaman bulabildiğim ve Türkçe okumayı da sevdiğim için nadiren okuyabildiğim İngilizce kitaplar ve gittiğim yurtdışı tatilleri dışında çok uzun süre İngilizce konuşmadım ve yazmadım.  Üniversite arkadaşlarım ile gittikçe seyretleşen yazışmalarımız dışında, ki o günlerde bu belki birkaçı ile yaptığım faks ile karşılıklı yazışma dışında kart ya da mektup yazmak anlamına geliyordu.

Derken, farklı boyutları var ama, Türkiye’de yaşayan farklı yabancılar, hocalar, eğitmenler karşıma çıkmaya başladı.  Birden, sanki aniden, içimde bir şey uyanmaya başladı.

Lise de, İngilizce ek olarak Almanca öğrenmeye başlamıştım.  Lisemizdeki tek ikinci yabancı dil seçeneği Almanca’ydı.  Üniversite’de Almanca derslerine devam etmiştim ama mühendislik dersleri yanında zaman ayırmakta gerçekten zorlansam da, bir nokta da Bertold Brecht’i hiç ama hiç zorlanmadan ve herşeyi de anlayarak okuyabildiğimi hatırlıyorum.  Tabii dil oldukça nankör ve şu anda Almanca haberlere denk geldiğimde duyduklarımı tam olarak anlayamadığımda televizyon kanalını değiştirme refleksimi tam olarak yenemiyorum.  Zürih’te ya da Münih’te üç, dört gün kaldıktan sonra kulaklarımın alışmaya ve beynimin saklı sayfalarını açmaya başladığını deneyimlemiş olsam da Almanca rahat olduğum bir dil değil. Benim için rahat olduğun bir dil demek konuştuğumu fark etmediğim bir dil demek.

Bu ne mi demek?  Mesela, bir Fransız flimi seyrettim diyelim. Alt yazılı bir film. Ve bana sordunuz, alt yazılar hangi dildeydi, Türkçe mi İngilizce mi, diye. Buna yanıt veremem çünkü farkına varmam. Nereden mi bilmiyorum çünkü bu soru ile birkaç defa karşılaştım.   Bir söz Türkçe mi söylendi, İngilizce mi, bunu ayırt etmem çünkü her ikisi de ana dilim gibi gelir.  İngilizcemin mükemmel olduğunu söyleyemem. Bilmediğim çok kelime var muhtemelen, ve eminim Türkiye’de bu dili benden çok çok daha iyi konuşan onbinlerce kişi var ama İngilizce ile aramda, tarif edilmesi zor bi yakınlık var.

Mesela, İngilizce-Türkçe simültane, yani eş zamanlı anında çeviri yapabiliyorum.  Bunu ortaokul yıllarımdan beri yapıyorum ama simültane tercüme kabininde de yapmışlığım var.  Bir buçuk gün, bir uluslararası mimarlık toplantısında.  Doğrusu bunun İngilizce bilen biri için çok da özel bir durum olduğunu düşünmemiştim, sadece simültane tercüme yapabilmenin, bu konuda hiçbir bilgi ve eğitim almamış olsam da, çok hoşuma gittiğini, beni mutlu ettiğini biliyordum. Kabinde tercüme işi için ücret almış olsam da, en çok yapmış olmak beni mutlu etmişti.  Neyse, toplantı bittiğinde kabin malzemelerinin kiralandığı firmanın temsilcisi genç bir bey yanıma geldi. Toplantı sırasında arkaplanda kendisini görmüştüm ama hiç konuşmamıştık. Şimdi malzemeleri topluyorlardı ve ben de üzerimde hissettiğim yorgunluğu atmak için dinleniyordum.  Toplantının son yarım saatinde bir noktada çok yorulmuştum ve konuşmacılar benim için bir on dakika dinlenme arası vermişlerdi ve sonrasında toplantıyı kapatmıştık.  

İşte, ben eve gitmek için yola çıkmadan önce biraz oturup kendime gelmeye çalışırken bu genç bey yanıma geldi.  “Zeynep Hanım, sizi çok tebrik ederim,” dedi. “Teşekkür ederim,” dedim ama sesinden algıladığım kadarı ile, bu, iş bitimlerinde söylenen tebrik, teşekkür cümlelerinden biraz farklı gibiydi. Biraz merakla yüzüne baktığımı hatırlıyorum.  Ve genç adam devam etti.  “Zeynep Hanım, ben on yılı aşkın süredir bu işi yapıyorum, Türkiye’nin çok farklı yerlerinde kabin kurduk, toplantılara hizmet verdik, ben bugüne kadar birbuçuk gün kabinde tek başına tercüme yapan ve bunu bu kadar iyi yapan birini hiç görmedim. Genelde iki kişi, yarım saat, bazen yirmi dakikalık sürelerde değişerek tercüme yaparlar. Siz tek başınıza bunu yaptınız. Çok başarılısınız. Sizin bu konuda yeteneğiniz var. Bana düşmez ama bu işi yapabilirsiniz,” dedi ve beni tekrar tebrik ederek, elimi sıkarak uzaklaştı.  Ben, genç adamın söylediklerini idrak etmeye çalışırken iskemleme tekrar oturdum ve sanırım bir on, onbeş dakika öyleye kaldım.  Sonrasında yüzüme derince bir gülümsemenin yayıldığını hatırlıyorum.  Ve adeta uçarak arabama bindiğimi ve eve gittiğimi.

Bu sabah uyandığımda aklımdan geçen birkaç cümleyi yazmak için oturmuştum bilgisayarın başıma ve yine neler geldi aklıma.  

Oysa bu sabah 11 yaşında İngilizce konuşmaya çalışan Zeynep’i hatırlamıştım.  Sabah, son sekiz aydır ciddiyetle çalışmaya başladığım Japonca kelimeleri, cümleleri kendime tekrar etmeye çalışırken. Dinlediğim ve büyük kısımlarını halen anlayamadığım Japonca röportajlardaki ifadeleri tekrar etmeye çalıştığımı hatırlayarak tekrar 11 yaşındaki Zeynep gibi hissettiğimi ve davrandığımı fark ederek.  Almanca’dan sonra İspanyolca ve Fransızca’da öğrendiğim halde Japonca’nın beni İngilizce gibi heyecanlandırdığını fark ederek.

Merak ile heyecanlanan bir çocuk gibi hissetmek ne güzel.

Ve daha da güzeli bizi heyecanlandıran şeylerin izinden gitmeyi seçebilmek.

Yabancı dilleri bilmek ve konuşmak beni inanılmaz şekilde mutlu ediyor ve heyecanlandırıyor.  Genlerimde bir yerlerde gizli kalmış atalarıma kavuşmanın mutluluğu mudur yoksa yabancı bir dil ile açılan dünyaları keşfetmenin sihrinden midir bilmiyorum ama hayatıma anlam katıyor. Nerede, ne zaman, ne için kullanacağımın hiçbir önemi ve anlamı olmadan, sanki arkadan biri beni kovalıyormuşcasına bir hız ve istekle yabancı dilleri çalışıyorum. İşe başladığım ilk on yıl nasıl uzak kalabildiğimi ve nasıl ruhumu ihmal ettiğimi de fark ediyorum.

Bir dersim ya da mesajım yok.  

Sadece bundan sonra, daha kuvvetli bir inanç ve teslimiyetle, beni mutlu eden şeylerin peşinden gitmeyi seçiyorum.

Sevgiyle kalın.

16 Mayıs 2020
Arnavutköy, Beşiktaş, İstanbul

27 Şubat 2020 Perşembe

Usta Usta Söyle Bana

Geçenlerde İspanyol spor yorumucularını dinliyordum. Yıllar içinde bu iki kadın yorumcuyu farklı zamanlarda dinleme şansım olmuştu. Gözlem yeteneklerini ve değerlendirme tarzlarını beğeniyordum.  Bu defa, dallarında Dünya’da en üst seviyede olan iki sporcuyu karşılaştırıyorlardı.  

İkisini tarif ederken iki kelime kullandılar. Biri için kuvvet dediler.  Kuvvetli değil, kuvvet. Gerçekten de bu sporcu gösterdiği kuvvet ile başka sporcuların önüne geçmesine bundan sonra pek imkan tanımayacak gibi görünüyor.  Ama diğer sporcu için kullandıkları kelime benim için çok daha fazla şey söylüyordu.  “O,” dediler, “muhtemelen bu dalda, her zaman, gelmiş geçmiş en iyi sporcu olacak, çünkü o şiir.”

Yakından takip ettiğim bu iki sporcu için yapılan bu yorumlar beni düşündürdü. 

Bir işi şiir gibi yapmak, yaptığımız işin “şiir” olması ne demekti?

*

Biliyorsunuz, belki 2000 yılından beri mühendislik bir yana, sosyal bilimler ve insanın sınırsız ve sonsuz dünyasını keşfetmek beni heyecanlandırıyor.  İlk defa Cornell Üniversitesi’nde mühendislik okurken farklı konuşmacılar ve kitaplar ile bu konular dikkatimi çekmeye başlasa da, seçerek daha çok öğrenmeye zaman ayırmam milenyumdan sonra oldu. Ustalık, mükemmeliyet, kendini keşfetmek, kendini gerçekleştirme, liderlik, yaratıcılık, ve mutluluk izini sürdüğüm kavramların bazılarıydı.

Herhangi bir işte tam yetkinliği genelde “ustalık”, “usta olma” ifadeleri ile tarif ediyoruz.  Modern yaşamda uzmanlık olarak tarif ettiğimiz kavram belki ustalık kavramını anlatmak ile birlikte ustalık kelimesi algımızda başka kavramları da çağrıştırıyor. 

Bu arada Türk Dil Kurumu’muza göre, ustalık “becerliklilik, el uzluğu, maharet, usta olma hali yani bir zanaati gereği gibi öğrenmiş ve yapabilen kimse olmak”.  Kurum, uzmanlığı ise “uzman olma hali yani belli bir işte, belli bir konuda bilgi, görüş ve becerisi çok olan (kimse) olma, mütehassıslık, kompetanlık” olarak tarif ediyor.

Ustalığın başka dillerdeki karşılıkları bu kelimeye biraz daha farklı anlamları da ekliyor.  Bilgi, yetki, anlayış ve kavrayış ile bir şeyleri yapmak ya da bir konuya hakim olmak.  Hatta ötesinde, bir konuyu ve işi kendi benliğimiz, bir parçamız yaparak içselleştirmek ve en doğal halimizin o işteki en yetkin uygulamayı yansıtır olması.

Ustalık üzerine bazı klasik tarifler de var.  Kimi ekoller bir konuda en az 10.000 saat çalıştıktan sonra usta olunabileceğini ifade ediyor. Kimilerine göre bunun için en az 10 yıl gerekiyor.  Bir yandan bir işe, her gün ama her gün hakkı ile iki üç saat zaman ayırsak eh bu da 10-12 yıl ediyor.

Ustalık, yapılan işe uzun zamanlar ayırmayı gerektirdiği için bir yandan da yapmayı sevdiğimiz ve yapmayı becerebildiğimiz konular üzerinde çalışıyor olmayı da içeriyor.  Mesela, yabancı dil konuşmayı sevmeyen bir kişinin yabancı dillerde uzmanlaşması belki zorla da olsa mümkün olabilir ama ustalaşması mümkün olabilir mi bilmiyorum.  Ustalık, yaptığınız şeyi seviyor olmayı ve o işe saygıyı da içeriyor.

Nereden gelmiştik bu konuya, şiir gibi spor yaptığı söylenen bir sporcudan.  

İspanyol yorumcuları dinledikten sonra, araştırdım ve  o şiir gibi spor yapan sporcunun eski müsabakalarını, hatta çocukluğundan başlayarak kendisi ile yapılan röportajları, antrenmanlarından yarışmalarına onlarca video kaydını seyrettim.  Kaydı olan takriben yirmi yıllık dönemde, nasıl geliştiğini, nasıl mükemmelleştiğini, nasıl kendini adım adım yaptığı işe kattığını gözlemledim. Tabii, bu gözlemi yirmi yıl boyunca, zaman içinde yapsam ne düşünürdüm bilmiyorum. Neredeyse bir yaşamı birkaç haftada derinden takip etmek ve izlemek enteresandı, bunu da itiraf edeyim. Bir kaç şeyden etkilendim. 

Öncelikle kişiliği. Her zaman saygılı, her zaman nazik, her zaman ince düşünceli, her zaman terbiyeli.  Her zaman diyorum, çünkü istisna yok ve tanıyan herkes bunu söylüyor. Ya da olmadık bir zamanda olmadık bir davranışındaki incelik ile hayrete düşüyorsunuz. Tekrar ve tekrar. Dünya rekoru kırarken de, en zorlu anlarında da. Ustalık sağlam bir kişilik gerektiriyor. 

İkincisi, mütevazılığı.  Hani öyle yapmacık, suni bir mütevazılık değil.  Gerçekten yaptığını daha da ileriye taşımak için duyduğu kendini geliştirme arzusunun yansıması olarak bir yaşam duruşu. Yirmi yıllık dönemde, kendi performansı ile dolu dolu tatmin olduğunu gördüğümüz belki toplam dört, beş müsabaka var.  Ustalara özgü, devamlı öğrenme, devamlı kendini geliştirme hali çok baskın şekilde görülüyor.

Kendi ustalarına ve yaptığı işe saygı.  Sıcak kanlı, samimi ve egodan arınmış yaklaşım ile hocalarına saygısını her zaman ifade ediyor.  Her başarısında önce o başarısını öğretmenlerine ithaf ediyor, sonra onu destekleyenlere.  Yaptığı işe, sporda kullandığı malzemelere, yardım edenlere, müsabakalardaki görevlilere, etrafında kim ve ne varsa teşekkür ediyor, saygı gösteriyor, özenli davranıyor.  Saygı gerçekten yapılana anlam katan ve yine samimiyetle yaşandığında ve yansıtıldığında yaşamı değiştiren bir yaklaşım ve duygu.  

Evet, işte İspanyollar bu sporcuyu şiir olarak tanımlamış.  Spor ile ruhumuza dokunabilmek olarak yorumluyorum ben bunu.  Sporda ve yaşamda bu şekilde bir duruş ile bizlere ilham veren insanlar var.  Sadece, bu vesile ile, ben neleri anlamlı ve değerli bulduğumu bir kere daha fark etmiş oldum.  Geçmişte de ve şimdi de, bir sporcuda, bir iş arkadaşımda, bir liderde, bir komşuda, bir esnafta ya da bir doktorda, yaptığı işte yetkinlik ararken yanında aradığım olmazsa olmaz özellikleri bir kere daha hatırlıyorum.  

Ve tabii, bu, iğneyi kendime batırmayı da gerektiriyor.  Mayıs ayında 50. yaşımı tamamlamaya yaklaşırken, bu tariflere göre ben yaptıklarımla ve yaşamımla neredeyim ve ömrümün bundan sonrasında kim ve nasıl olmak istiyorum?

...

Sevgiyle kalın, yaşam size keyifli keşifler, merak uyandıran sorular ve keşif heyecanınızı çoğaltan yanıtlar getirsin.

19 Şubat 2020 Çarşamba

Yazı

Son yıllarda güzel bir kitap okuma şansını bulduğumda, ve eğer o kitap bir de Türkçe ise, yazarını kıskandığımı itiraf etmeliyim. 

Son birkaç yıldır, özellikle görev yaptığım bir sivil toplum çalışmalarındaki görevim, yaptığım federasyon başkanlığı görevi nedeni ile yazıya zaman ayıramadım.  Seçimler, başkan yardımcılıkları, ana görev yılı derken, dört beş yıl arzu ettiğim süreklilikte ve düzende yazı yazamadım ve bunun beni olumsuz etkilediğini biliyorum.

Şikayet etmek ya da yakınmak ruhumun ifade etme arzusunu gidermeyeceğine göre yapmam gerekiyor. Yani yazmam.

Geçen birkaç yıla geriye dönüş baktım.  Blogumda 2017 yılında yayınlanmış sadece 5 yazı var. 2018 yılında hiç yokken, görevimin önemli bir bölümünün bittiği Nisan 2019 ayından bugüne 36 yazı yayınlamışım.  Yazıp yayınlamadıklarım da var.

Yazı yazmak benim için nefes almak gibi bir ihtiyaç. Kendim için yazdığım günlüklerimi bu kategoride saymıyorum.  Okunması arzusu ile, okunması niyeti ile yazmak ayrı bir şey ve buna da derinden ihtiyaç duyuyorum.  Bununla birlikte blogumda yazı paylaşmadığım dönemde kendim için de çok az defa yazdığımı fark ediyorum.

Yazı yazmak kimilerimiz için kendimizi, iç dünyamızı tanımanın, fark etmenin benzeri olmayan bir yolu.  İlk defa günlük yazmaya orta bir ya da orta ikinci sınıfta, yani hazırlık yılını saymazsak bugünün sınıf tanımları ile altıncı ya da yedinci sınıfta başlamıştım.  O günden beri günlük yazmaya, her gün olmasa da, devam ediyorum. 

Tek bir yerde ya da düzenli bir şekilde olmasa da bu deftelerimin neredeyse tamamı duruyor.  Arada geçmiş yıllardaki Zeynep’i okumak hoşuma gidiyor, değişimimi fark etmemi sağlıyor.  Bunu çok sık yapmıyorum. Belki daha sık yapmalıyım.  

Bazen anlattıklarımı, olayları hiç hatırlamadığım oluyor. Yabancı bir yaşamı izlediğim hissini kapıldığım oluyor. Bazen bir defter kapağı, kağıdın üzerindeki yazının rengi beni ışınlar gibi o satırları yazdığım masanın başına götürebiliyor.  Önümde defter açık. Elimde kalem.

Şimdi de zaman zaman olur, bazen o kadar uzun süre yazarım ki elim ağrır, bileğim ağrır, parmaklarım uyuşur ama yine de durmak istemem.  Tabii son yıllarda yazılarımı genelde bilgisayarda yazıyorum. Günlüklerimi ise kalem ile deftere yazmayı seviyorum ve neredeyse her zaman da öyle yapıyorum.  Sonradan yaratıcılık ile ilgili aldığım eğitim ve çalışmalarda keşfedeceğim gibi kalemim kağıt üzerinde akışı ile yazmanın ayrı bir gücü var.  Benim gibi bilgisayarı ve bilgisayar klavyelerini rahat ve hızlı kullanan biriyseniz elle yazı yazmak oldukça yorucu aslında. Ama bambaşka bir boyutu var. Sanki daha gerçek, sanki daha kalıcı ve sanki kendimiz ile olan konuşma için daha yüz yüze.

İki gün önce yine bir kitabevine uğradım.  Şimdi okumamı bekleyen altı kitabım var. Bir tanesi okumaya başladığım ama bir seyahat sırasında az tanımama rağmen çok sevdiğim bir insana hediye ettiğim aldıktan sonra harika olduğu keşfettiğim İngilizce bir kitap. Uzun süredir bulamıyordum; görünce hemen aldım.  Okumak yazı yazma arzumu kesinlikle tetikliyor.  Kimi hocalar okuyarak yazma arzunuzu geriye atmayın der ama bu benim için gerçek değil.  Okumak beni heveslendiriyor, hatırlatıyor. Herşeyden önce okumak beni mutlu ediyor ve o mutluluğun verdiği enerji yapmak istediklerimin yolunu açıyor.

Bugünden sonra daha düzenli olarak yazı yazmayı hedefliyorum. Köşe yazısı yazdığım günlerde, dergi yazıları hazırladığım zamanlarda, kimilerine haftada bir, kimilerine ayda bir, kimilerine onbeş günde bir yazı hazırlamam gerekirdi. O yazıları yazmaya başladığımda belirli bir bitirme süresinin yazı yazma gücümü arttırdığını fark etmiştim. Bir de yazı yazmanın yazı yazabilmeyi kolaylaştırdığını. Yazdıkça açılıyoruz.

Eğer içinizde yazma arzunuz var ise, lütfen ertelemeyin.  

Bugüne kadar yazabildiğim yüzlerce yazı, yayınlanan sekiz kitabım, günahı sevabı ile yazı yazmaya zaman ayırdığım, öncesinde ya da sonrasında bazen endişeler, kaygılar, iç sorgulamalar ile kıvransam da, sonuçta yazmayı seçtiğim için ortaya çıktı.  Ve en başta benim yaşamımı açtılar. Yazmamış olsam belki farklı noktalarda takılıp kalacaktım. Kendim olma, kendimi bulma yolculuğum belki uzun ama beni bana bir adım daha yaklaştırdılar.  Sayılarını ya da etkilerini tam olarak bilemesem de kalbimden geldikleri şekilde açıklıkla paylaştıklarımın başkalarının da yaşamına iyi geldiğine şahit oldum.

O nedenle yazıyla keşif güzeldir diyorum.  Ne yazacağımızı bildiğimizi düşündüğümüzde ya da yazmaya başladığımızda hiçbir fikrimizin olmadığını sandığımızda bizi her zaman şaşırtır. İçimizdeki yaratıcı cevher ancak satırların akmaya başlamasının ardından gerçek benliğini göstermeye başlar.

Yaşamınız yeni kitaplar, yeni fikirler, yeni duygular ile renklensin, aydınlansın.

Sevgiyle.