İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
motivasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
motivasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ağustos 2020 Pazartesi

"Şimdi Sensiz Nasıl Yapacağım..." Ya Da Devam Etmemizi Ne Sağlıyor?

İlkokuldayken beni öğrenmeye iten, öğrenmeyi sevdiren neydi bilmiyorum ama 1990 yılında karma eğitime geçen ve adı Üsküdar Amerikan Lisesi olan okulum Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde, öğretmenlerimiz kadar sınıf arkadaşlarımın öğrenme isteğinin beni de kendimi geliştirmek için isteklendirdiğinin farkındayım.

Büyüdüğümüz ortamın ve bu ortamdaki bizi besleyen yapıcı rekabet ve yoldaşlığın gelişimimize etkilerini daha iyi anlamak istiyorum.

Esasında pandemiden bir süre önce sporcuların hayatları ile ilgili yapmaya başladığım bir çalışma ile, koçlarının da bakış açısı ve yaklaşımlarıyla şekillenen kendini geliştirme adanmışlığını inceliyorum.  Sakatlıklarla birlikte ve sakatlıklara rağmen devam etmelerini sağlayan etkenleri.  Ve, olumlu örneklerin buna etkisini. 

Yakınımızdaki örnekler,  tarihteki örnekler, bizim de yapabileceğimize inandıran örnekler.  Zorlukların aşılabileceğine inanmamızı sağlayan, zorlukları aşmak için gayret etmemizi sağlayan örnekler.

Neler ve kimler bize destek veriyor?  

Çok geniş bir konu.  Sonucu nereye varır bilmiyorum ama bunu araştırıyor olmanın beni geliştirdiği kesin. 

Çocukluğumda ya da gençlik yıllarımda sporun hiçbir dalı ile mesela amatör lisanslı olacak kadar ilgilenmedim.  İlk spor lisansımı kırklı yaşlarımda karate öğrenirken aldım.  

O nedenle, bedenimin sınırlarını ya da beynimin bedenime hükmetmesinin sınırlarını yeni yeni tanıyorum. Antremanda bir adım daha atacak halim kalmadığını düşündüğümde en az yirmi tekme daha atabildiğimi, gücüm sıfırlandı dediğimde elli şınav ve elli mekik çekebildiğimi, antreman sonrası şimdi arabamı kullanıp nasıl eve gideceğim dediğimde ve bir şekilde güç toplayıp eve vardığında nasıl iyi hissettiğime hayret ettiğim karate antremanlarım ile deneyimlemeye başladım.  Bu üç, beş yıllık yeni bir bilgi benim için ve bunu öğrenmek konusunda yolun başındayım.

Ya da dayanılmaz görünen kas ağrılarım bir sonraki karate antremanına kadar geçtiğinde antrenmana giderken duyduğum mutluluk belki sporcuların hissettiklerinin neler olabileceğini en azından hayal edebilmemi sağlıyor.  Araştırmaya çalıştığım konu ile biraz da olsa bağlantı kurmamı kolaylaştırıyor.

Bu anlamda Karate’ye, ve beni karate ile bir anlamda tanıştıran önce kuzenim Erdoğan Aydın’a ve tabii ki yönlendirdiği Değerli Hocam Sayın Ömer Habeş’e çok teşekkürler.  

İkisi de, kırk yaşına kadar spor salonunda spor yapmak dışında düzenli bir spor yapmamışsın, bu yaşta karate mi öğrenilir demediler.  İstiyorsan neden olmasın, dediler, teşvik ettiler, yüreklendirdiler.  Ve Sayın Ömer Habeş Hocam, yıllar içinde, hoşgörüsü ve biliyorum ki beni teşvik etmek arzusu ile kahverengi kuşağımı takdim ettiğinde sporun neden her insanın yaşamında mutlaka olması gerektiğini, belki biraz geç olsa da anlamaya başladığı hissettim.  



Bilmediğimiz bir tadı almak ve sonrasında onu canımızın çekmesi gibi, bir şeylerin yoksunluğunu ancak tadını biliyorsak hissedebiliyoruz.  Özleyebilmek için sevebilmek, isteyebilmek için tanımak, arayabilmek için varlığını bilebilmek gerekiyor.

Esasında babamın tenis ve güreş ile uzun süre ilgilendiğini ve her ikisini de omuzundan sakatlanınca bıraktığını, rahmetli Yusuf İzzettin dedemin ve Mahmure Babaannemin kayak yaptıklarını biliyorum. Ve tabii ki yaşadıkları dönem nedeni ile iki dedemin ve babamın da ata iyi bindiklerini de biliyorum.  Benim ise çocukluk ilgi alanlarım kitap, yazı, matematik, müzik oldu. Kimbilir belki sonraki yıllarda yaşamımı oldukça etkileyecek olan vertigonun kaynağı olan kulağımdaki hassasiyet nedeniyle spor konusunda daha çekimser kaldım. Genelde.  

Rollerblade’i çok sevmeme rağmen ne paten kayarken, ne kayak öğrenirken rahat edememiştim. Koşu takımındayken ayak bileklerim sakatlanmış ve sonra tenis oynarken bir lifimi koparınca ve iyileştikten sonra arka arkaya iki bileğimde de incinmeler devam edince, fizik tedaviler faydalı olmuş olsa da, bir daha tenis de oynamak içimden pek gelmemişti.   Herhalde yüzmenin hayatım boyunca bazen kışları da devam eden şekilde yaptığım tek kesintisiz spor ve hareket olduğunu söyleyebilirim.

Bunu söylerken Karate öğrenmeye başladığım günler aklıma geliyor.  Vertigo ilaçlarımı neredeyse alınabilecek en yüksek dozlarda alırken, yani başımın çok kötü döndüğü ve yaşamımı alt üst ettiği bir dönemin ilaçlarla normalleşmeye başladığı bir dönemde başlamıştım Karate’ye.  Yapma derler diye kimseye söylemek istememiştim.  O nedenle, doktor da olan kuzenim Erdoğan dışında Karete’ye başladığımı neredeyse kimse uzun süre bilmemişti.

Sporcuların hayatını araştırırken daha çok farkettiğim şeylerden biri, çevresinde benzer bir sporcu olmadığı halde başarılı olabilenler olsa da,  aynı koç ile aynı ortamda çalışan genç sporcuların gruplar halinde daha çok başarılı olabildiklerini görüyoruz.  Bir salondan, bir Kulüpten birçok yıldız sporcu çıkması gibi.

Bazen de, bir ülkede, daha önce çok ilgi görmeyen bir sporda başarılı bir kaç sporcu çıkmasından sonra o sporun o ülkenin gençleri arasında nasıl kalıcı olarak popüler olabildiğini ve hatta o ülkenin o spor dalında dünyada bir merkez haline gelebildiğini görebiliyoruz. Birkaç sporcunun yarattığı enerji muazzam bir yol açabiliyor.

Bunları koçların başarısına bağlamak mümkün. Ve tabii ki sporcuların yaptıkları spordan keyif almaları, yapmayı istemeleri gerekiyor.  Yetenek belki işin olmazsa olmazı ve o yeteneğini birilerinin de keşfetmiş olması gerekiyor ama yetenek yapılan şeye duyulan ilgi, istek ve sevgi ile yerini buluyor.  İyi yaptığımız şeyi sevme eğilimimiz var; bununla birlikte, yetenek başarıyı garantilemiyor.

İlgi alanımızı benzer hisseden insanlar ile paylaşmak bizi teşvik ediyor.  Ben de Karate dojomuzda bunun tadını biraz aldım diyebilirim.  Mesela resim yapanlar da resim atölyelerinde bunu hissedeler aslında.  Kalabalık bir resim atölyesinde kısıtlı bir çalışma alanında başkaları ile birlikte çalışmak kendi atölyemizde çok daha geniş bir mekanda tek başımıza rahat rahat çalışmaktan daha verimli ve başarılı olabiliyor.  Ben tek başıma resim yapmayı da çok severim ama sporda olduğu gibi resim yaparken de etkileşim, örnekleme, ilham alabilmek bizi teşvik ediyor, geliştiriyor, verimliliğimizi artırabiliyor.

Sporcuların yaşamlarını incelerken, yeteneklerini keşfedenlerin, koçların, onları doğru koçlar ile buluşturanların büyük katkıları var.  Bununla birlikte, Türkiye’de daha az örnek bulabilmekle birlikte, yabancı sporcular ile yapılan röportajlarda, basın toplantılarındaki konuşmalarında, sporcuların, beraber çalıştıkları arkadaşlarından nasıl ilham aldıklarını ve yapıcı bir rekabet ortamı sağlandıysa, kendilerini geliştirmeye ve çalışmaya nasıl motive olabildiklerini görebiliyoruz.

Bugün beni bu konuda bir şeyler yazmaya iten şey aslında Twitter’da karşıma çıkan kısacık bir video oldu.  Tüm bunları hatırlatan ve düşündüren.  Bir sporcu başka bir sporcuya sarılıp ağlıyordu.  



Aslında yıllardır takip ettiğim bu iki sporcu altı yıl gibi bir süre aynı koç ile çalışan, dünya şampiyonaları ve olimpiyatlarda birincilik mücadelesinde birbirlerine önemli rakip olan iki sporcuydu.  

Videoda, olimpiyat şampiyonu olan sporcu aynı olimpiyatlarda üçüncü olan sporcuya sarılıp ağlıyordu.   Nedeni ise beni de şaşırtmıştı.  

İkinci olimpiyat altın madalyasını biraz önce almış ve dalında 66 yıldır yakalanamamış olan büyük bir başarıyı elde etmiş olan sporcu, az önce yıllardır aynı koç ile birlikte antreman yaptığı arkadaşının sporu bırakma kararı aldığını öğrenmişti.  

Videoda göz yaşları içindeki iki olimpiyat altın madalyalı şampiyonun kısık sesle söylediği şu sözler duyuluyordu:  “Şimdi sensiz nasıl yapacağım…” 

Beni etkileyen bir şey de, yıllarca müsabakalarda, farklı ülkelerden oldukları için ülkelerini de en iyi şekilde temsile etmek için, güçlerini sonuna kadar kullanarak azimle mücadele eden, Türkçe’de ezeli rekabet dediğimiz bir kazanma ve başarma arzusu ile yarışan bu iki sporcunun, onca yıl müsabaka dışında dost olabilmeleri ve dostluklarını bu baskı altında bile koruyabilmiş olmalarıydı.  

Dünya şampiyonu ünvanını birkaç kez birbirlerinden alıp verdiklerine şahit olmuştum.  Her ikisinin yüzünde de şampiyonluğu kaybetmiş olmaktan duydukları büyük üzüntüyü ama mesela madalya seramonisinde arkadaşlarının şampiyon olmasından gerçekten mutlu olabildiklerini, kalpten gelen bir samimiyet ve sevinç ile kutlayabildiklerine şahit olmuştum.  Aynı yolu seçen insanların dayanışmasının ve yoldaşlığının güzelliğini görmemi de sağlamışlardı doğrusu. 

Düşünmeden edemiyorum. Gerçek bir şampiyon olmak kazanırken olduğu kadar kaybederken de yaptıklarımızla belli oluyordu galiba.

Ve, sağlıklı bir rekabet, bizi sevgi ve başarı ile ileri götürebilen çok yapıcı, adeta sihirli bir güç olabiliyordu.


Bu konuda yazılacak çok şey var.  Biraz daha araştırmam, biraz daha bilgi toplamam gerekiyor.

Sadece, 
bugün için söylemek istediğim, 
yürüdüğümüz yolda, 
her nereye gitmek istiyorsak,  
ilham alabileceğimiz,
sevgi dolu yoldaşlarımız çok olsun.

17 Mayıs 2020 Pazar

Yol

İş hayatında, babam dışında gerçek anlamda bir patronum olmadı.  İşe başladığım günden vefat ettiği neredeyse günü gününe tam 12 yıldan sonra başka bir şirkette ya da bir amir ile de çalışmadım. O nedenle, patronlar ve amirler ile çalışmak konusunda çok tecrübeli olduğum söylenemez.

Diğer yandan, ilk işe başladığım günden özellikle kırk yaşıma gelene kadar geçen 18 yıllık sürede, çok insanın çok işini yaptım.  İşe başladığımda, babam, ne kadar dünyanın ünlü üniversitelerinden birinden mezun olmuş olsam da, işin sahada öğrenilmesi gerektiğine ve tecrübenin değerine inanan bir insan olarak benim her işi yapmamı istedi. Ve evet bu zaman zaman, bu iş için görevli başka bir çalışanımız olsa da, fotokopi çekmeyi, bazı metinleri daktilo etmeyi, ki Allah’tan bunu işe başlar başlamaz aldırmayı başardığım bilgisayarımızda yapabiliyordum, ya da onunla görüşmeye gelen misafirlere ne içeceklerini sormayı ve ikram etmeyi de içerebiliyordu.

Üniversiteden mezun olup, ve bir de dış dünyayı gördüğü için kendini pek bilgili ve pek de becerili sanan bir çok genç gibi ben de işe başladığımda farklı şeyler hayal ediyordum muhtemelen. Babam ise, Türkiye’ye döndüğüm günün ertesi sabahında başlayan şok iş terapisi ile bir yandan ayaklarımı yere bastırmaya ve bir şekilde beni kendime getirmeye çalışıyordu muhtemelen.

Bu basit, hani o zamanlarda bile ortaokulda okuyan bir çocuğun yerine göre yerine getirebileceği bu sıradan işleri yaparken, zaman zaman babam, benim için ayrılan ve onunkinden daha büyük çalışma odamdaki masama okumam için bir dosya bırakıyordu. Bazen mesela aynı gün, birkaç defa daha odama sessizce gelip büyükçe masamın sağ üst bölümüne bir iki dosya daha bırakıyordu. Bir şey söylemeden.  Bu bunlara bir bak, oku, demek olmalıydı.  İlk birkaç defa, bunlarla ne yapacağım, diye sormuştum sanıyorum ama cevap vermemişti.  Yıllar içinde çok daha iyi öğrenecektim. Kestirme yanıtlar, kısa özet cevaplar,  hazır olarak sunulmuş bilgi paketleri babamın öğretme tarzı edildi. O daha farklı bir öğrenme şekline inanıyordu ve ilk başlarda, tamam belki uzun bir süre, şikayet etsem de, o öğretme ve öğrenme şekli bana çok ama çok uyuyordu.

Aradan geçen zamanın detaylarını tam hatırlamıyorum ama ben işe başladıktan sonra sanırım üç ay kadar geçmişti.  Babam beni odasına çağırdı, masasının önündeki iskemleye oturmam için işaret etti, bir konuyu anlattı, konunun detaylarının üzerinden geçti, ilgili yazışmaları anlattı, sonra da benim az önce temize çekerek getirdiğim yazıyı bana tekrar uzattı.  Tekrar okumamı istedi. Yazıyı okudum. Herhalde bir yerde bir yazım hatası yaptım, babam düzelttirecek herhalde, dedim. Son haftalarda zamanımın büyük bir kısmı babamın yazmam için verdiği yazıları düzeltmekle geçiyordu. İşe başladığım ilk günlerde elle yazdığı yazıları daktilo etmemi isterken son haftalarda konuyu ve ilgili dokümanları vererek yazıyı benim yazmayı istiyordu ama aynı yazıyı defalarca tekrar tekrar yazmaktan bunalmaya başlamıştım.  

Elimdeki birkaç sayfalık yazıyı okudum. Bir şey göremedim. Sonra sayfaları ileri geri çevirerek birkaç defa daha baktım.  Doğrusu ne hata yaptığımı bulamıyordum.  Bu sürede babamın sessizce yerinde oturduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum.  Başımı kaldırdığımda açık mavi renkli gözleri ile bana bakmakta olduğunu fark etmiştim.  Bana bir şey söyleyecekti ama yüzünde farklı bir ifade vardı.  

“Kızım,” dedi, “şimdi senin şu şu bankanın genel müdür yardımcısına girerek, bu konuyu görüşmeni istiyorum.”  Babam konuşuyordu, ben duyduklarımı anladığımdan emin değildim.  İlk reaksiyon olarak, “Babacım, ben nasıl giderim?” dediğimi hatırlıyorum.  Bu arada iş hayatım boyunca, ofiste, babama Sinan Bey olarak hitap ettim, o da bana Zeynep Hanım, dedi. Yani kızım, baba gibi kelimeler bizim mesai saatlerindeki diyaloglarımızda çok yer almadı ama işe daha nispeten çok yeni başlamış, çok acemi bir mühendis ve iş insanı olarak, şirketin önemli bir konusunu bir bankanın genel müdür yardımcısı ile konuşabilecek olmak benim için o aşamada çok ama çok uzak bir kavramdı.  Ben yazı yazıyordum, evrak dosyalıyordum, ofiste bununla görevli birkaç kişi olsa da zaman zaman telefonlara yanıt veriyor, fotokopi çekiyordum.  Benim farkında olmadığım bir şey vardı.  Sonrasında gerçek anlamı ile belki de ancak babam vefat ettikten sonra fark edebildiğim bir şey vardı.  Babam gerçekten çok ama çok başarılı bir eğitmendi ve çok kısa denilebilecek bir sürede, hiçbir fikrim olmayan konular konusunda beni bilgilendirme şekli ile, çok hızlı şekilde öğrenmemi sağlamıştı. 


Zaman zaman düşünürüm, 12 yıl birlikte çalıştığım Sinan Kocasinan ile şimdiki aklım ile bir 12 yıl çalışma şansım olsa herhalde bambaşka bir insan olurdum.  

Babam için çalışmak hem çok çok zor, hem de enteresan şekilde keyifliydi.  Çok sevdiği kızı olmanız fark etmezdi, eğer Sinan Kocasinan bir işi beğenmez ise, onu kabul ettirmeniz imkansızdı.  Babamın bir işi beğenme kriterlerinden belki de en önemlisi, elinizden gelenin en iyisini yapmaya sonuna kadar gayret göstermiş olmanızdı.

O, bir işadamı olmasına rağmen, bir işin bitirilmesinden çok, işi yapan kişinin o işi tam ve hakkıyla yapmayı öğrenmiş olmasına daha çok önem verirdi.  Bu onu farklı kılan en önemli özelliklerinden biriydi belki de.

Başta söyledim ya, patronum tek olsa da, hem iş hayatında, hem sosyal çalışmalarda çok insan için çok iş yaptım.  Babamın prensiplerinden olan, boş durmak yerine boşa koşmayı tercih eden bir yaklaşımla, birilerine faydalı olabilmek, bir işlerini tamamlamak ya da çözebilmek bana büyük mutluluk veriyordu.  Bu kimi zaman gece yarılarına kadar, sabahın mesai öncesi erken saatlerinde ya da haftasonu tatillerinde, resmi tatillerde, bayram tatillerinde birileri için birşeyler yapmak, kendim için olmasa da çalışıyor olmak anlamına geliyordu.

İş yapmayı seven biri için işi yapmak genelde işin sonunda alacağınız teşekkür ya da takdirden daha önemlidir.  Ödül o işi başarmış olmak, yapabilmektedir genelde.  Yine de, işi veren kişinin işi yaparken ama belki de en önemlisi iş bittiğindeki yaklaşımı işi yapma arzunuzda çok ama çok büyük bir fark da yaratır.

Elli yaşımı tamamlamakta olduğum bu günlerde biliyorum ki, ne kadar angarya ya da zorlu olsa da, bazı kişilerin bizden yapmamız için bir şeyler rica etmesi bir hediye aldığımız hissini bile verebilir.  Çünkü o işin sonunda, işin bize yükünden çok daha büyük bir manevi ödül bizi eklemektedir.

Bu kavramı kelimeler ile anlatmakta zorlanıyorum galiba.  Acaba nasıl anlatmalı?

Babam çok zorlu, kapasitenizi sonuna kadar kullanmanızı, aklınızın, idrak kapasitenizin ve düşüncenizin sınırlarını zorlamanızı isteyen, bundan azını kabul etmemek için savaşan, yerine göre yorucu, anlaması zor, kendini izah etmek için gayret göstermediği izlenimini veren ama sonrasında bunu sizin gelişiminize imkan vermek için yaptığını ve yanlış anlaşılıyor olmayı da göze alan, aslında çok düşünceli, hassas ve sevgi dolu bir öğretmendi.  Onun, çevresindekileri yetiştirebilmek için yanlış anlaşılmayı, buna kimi zaman içten içe üzülse de, göze alan, başkalarının yaşamına katkı adına bu bedeli göze alan bir adam olduğunu belki öldüğünde bile değil, vefatından 15 yılı aşkın bir süre sonra, bu günlerde anlıyorum.

Babam ile çalışmak çok ödüllendiriciydi. Yaşadığınız zorlu gelen işlerin sonrasında işi öğrendiğinizi fark ettiğiniz sihirli bir an gelirdi. Mesela ilk bir iki yıl boyunca ihale dosyaları hazırlamanız için verilen onlarca sıkıcı işi, işyeri alanlarına, ya da farklı şehirlerdeki işveren resmi dairelerinin ofislerine sıcakta, soğukta, hastayken ya da o haftasonu Türkiye’nin uzak bir yerine seyahat etmek yerine denize girmeyi hayal ederken yaptığınız yorucu, sıkıcı işlerden sonra, bir gün, bir ihalede, ihale zarfları açılırken, o odada müteahhitler arasındaki konuşmaları dinlerken,  genç yaşınıza rağmen, bahsedilen konuları anlamakla kalmayıp, o kişilerin yaptıklarını fark ettiğiniz hataların hiçbirini yapmamış olmaktan öte, öyle bir hatayı yapabilmenin nasıl mümkün olabileceğini düşünürken bulabilirdiniz kendinizi.   Öğrendiğinizin farkında bile olmadan o işi öğrenmişsinizdir ve o anda kendinizi, o ihale salonunda havalara zıplamaktan zor tutarsınız.  Bu o ihaleyi kazandığınız anlamına falan gelmez. Konu o değildir zaten.  İşi öğrenmişsinizdir, ve o noktaya nasıl geldiğiniz hakkında en ufak bir fikriniz yoktur.  Biri sizi ilmek ilmek dokuyarak o hale getirmiştir ve bu çok sihirli bir histir.

Babam ile çalışmanın, babam için bir iş yapmanın belki en önemlisi bahsettiğim öğreticiliği sayılabilir belki ama babamın ve belki de kendisi için iş yapmayı sevdiğim diğer insanların en önemli özelliklerinden biri takdir güçleridir.

Takdir etmek, esasında bizim kültürümüzde de yer alan bir insan yaklaşımı. Bununla birlikte, kalbe işleyen, ruhu ele geçiren, ve gerçekten büyük bir istekle elimizden gelenin en iyisini yapmaya bizi iten takdir bambaşka bir şey.

Bu özel takdir, çok takdir edilmek anlamına gelmiyor.  Çok defa ya da çok özel sözlerle takdir edilmek anlamına gelmiyor. İllaki başka kişilerinin önünde, özel törenlerle ya da özel ödüllerle ödüllendirilmek anlamına da gelmiyor.  Çok defa, çok özel sözlerle, çok özel törenlerle ve çok özel ödüller ile ödüllendirildiğim anlar oldu çocukluğumdan bugüne.  O özel günlerin yaşamımdaki değerini azımsayamam. Çok değerliler ve beni ben yapan anların bazıları o günlerde, o ödüllerde saklı. Bununla birlikte, ruha dokunan ve içimizdeki en iyiyi ortaya çıkaran takdirin çok belirgin özellikleri var.  Sade şekilde ya da bahsettiğimiz ek süsler ile sunulmuş olsun, takdiri farklı kılan temel bazı özellikler var.  Ve hayatımızı anlamlı kılan insanların bu takdiri kullanmakta çok özel yaklaşımları.

Sanırım işe başladıktan sonra dördüncü yılımdı.  Babamla Ankara’da bir ihaleye girecektik.  İstanbul’dan yola çıkmadan önce ihale ile ilgili evraklarımızın çoğunu hazırlamıştık ama babam teklifini sonuçlandırmak için işin yapılacağı araziyi görmek istiyordu.  Araziyi gördükten sonra kaldığımız otele dönecek ve teklifin detaylarını tamamlayacaktık. Bu çok da makul ve normal bir plandı aslında.  Teklifin emin olmadığımız detaylarını boş bırakarak hazırlayabileceğimiz herşeyi hazırlamıştık. Belki birkaç saatlik işimiz olacaktı ama rahatlıkla tamamlayabilecektik. Tabii ki, herşey yolunda gitseydi.

Sabah ilgili resmi daireye gidip bilgileri almış, akabinde araziyi incelemiş, sonra tekrar tekrar daireye giderek bazı konuları netleştirmiş ve akabinde saat 6 civarında otele dönmüştük.  Biraz dinlenip, akşam yemeğimizi yiyecek ve sonrasında da dosyamızı tamamlayacaktık.

Akşam yemeğine inmek için üzerimi değiştirmek için odaya girdiğimde üzerime bir ağırlık çökmeye başladığını hissettim. Sabah İstanbul’dan gelmiştik. Yol ve günün temposu derken biraz yorıulmuş olmam normaldi.  Yemeğe kadar biraz uzanayım dedim.  Otelin yemek salonuna çağırmak için babamla konuştuğumda gözlerimi zor açmıştım.  Pek de iyi hissetmiyordum, hatta kıpırdayacak halim olmadığını fark etmeye başlamıştım.  Bedenimde garip bir sıcaklık ve aynı zamanda derin bir üşüme hali hissediyordum.  Aklıma gelmeyen başıma gelmişti.  Ateşim çıkmıştı ve duruma bakılırsa pek de az değildi.

O akşam ve gece, otelden temin ettiğimiz ateş ölçer ve ateş düşürücü ile 39 derecelerde seyreden bir ateş ile, biraz kendimden geçip biraz çalışarak, araziyi gördükten sonra yapılması gereken düzeltmeleri görünce belki bir iki değil ama üç dört saatte bitirebilecek bir işi tamamlamak sabaha kadar zamanımızı aldı.  Biraz çalışıyor, çalışamayacak hale gelince, biraz kendim biraz babam anlıma, boynuma, kollarıma, eklem yerlerime soğuk kompress yapıyordu. Esasında şimdiki aklım olsa hastaneye giderdim herhalde ama bir şekilde sanırım ikimiz için de elimizdeki işi yarım bırakmak, ihale dosyasını tamamlamamak bir seçenek olarak görünmedi sanırım.  Daha doğrusu, bir aşamada babamın bana sorduğunu hatırlıyorum.  Sonuçta Ankara’da yaşayan eczacı bir teyzem ve eniştem vardı ve ihale bittikten sonra da onları görmeyi planlıyorduk zaten ama, o geceyi nedense o şekilde yaşamıştık.  Şunu da itiraf etmeliyim, ben de durumumu babama olandan daha iyiymiş gibi göstermek için özel bir gayret içinde olmuş olabilirim.  Çok uzun yıllar bunu yaptığımı söylemek zorundayım.

İşte o gecenin sabahında, ihale evraklarımızı tamamladığımızda ve ihale teklif zarfımızı erittiğimiz mum ile mühürleyerek kapattıktan sonra, otel odamızda kısa bir süre sessizlik oldu.  İçimden çok şükür, diye geçirdiğimi hatırlıyorum.  Bana güvenip sadece benimle bu ihaleye gelen babamı yarı yolda bırakmamıştım.  Ama benim, bugün bile aynı sıcaklık ile hatırladığım, ödülüm babamın o tatlı, açık mavi gözleri ile bana bir süre sessizce baktıktan sonra söylediği iki kelimeydi.  “Aferin kızım.”  

Bize takdir edildiğimizi hissettiren belki de en önemli şey samimiyettir.  Yaptığımızın bizim için değerini ve önemini, bizim samimiyetimizi kalpten kavrayan bir insanın, bu gayretimizi kalpten kabulü ve onun için anlamını ve değerini ifade etmesidir.  Kimi zaman bir bakış, kimi zaman küçük içten bir tebessüm, kimi zaman sırtımıza sıcak bir dokunuş, belki kimi zaman bizi de mutlu eden şatafatlı törenler ve ödüller, kimi zaman da kısacık iki kelimedir gerçek takdir.

Ve her zaman en güzel yol, kalpten kalbe gidendir. 

7 Haziran 2009 Pazar

Sözcüklerimiz Nereden Geliyor?

- “Zeynep, bir dakika gelir misin yavrum?”
- “Buyurun öğretmenim.”
- “Yavrucum, daha 14 yaşındasın. Dikkat ediyorum eski Türkçe kelimeleri biraz fazla kullanıyorsun. İfaden genelde çok güzel ancak, yavrucuğum bu kelimeleri nereden biliyorsun?”
- “Bilmiyorum öğretmenim, tam farkında değilim. Dikkat edeceğim öğretmenim.”


Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde, ortaokul ikinci sınıftayken Türkçe dersi öğretmenim beni çağırmış ve kullandığım bazı kelimelerin, yani sözcüklerin eski Türkçe olduğunu hatırlatmıştı. Söylediği anda fark etmiştim ki ben babamın sözcüklerini kullanıyordum. 1927 doğumlu babam sınıf arkadaşlarımın anne babalarından yaş olarak daha büyüktü. Babam zamanla bazı kelimeleri kullanmayı bırakacaktı ama bazıları da ona özel olarak hep dilinde kalacaktı.


Mesela, “Ben mektepteyken deden tayyare ile … ” diye bir cümle kullanmayı bırakacak ve “Ben okuldayken deden uçak ile …” demeye başlayacaktı. Ancak atölye kelimesini ısrarla atelye olarak yazacak, ben ise onu yanlış yazıyor diye eleştirirken, eski kitaplarını bulacak ve burada o kelimenin ‘atelye' diye yazıldığı görecektim. 1945 yılında İstanbul Teknik Üniversite’si İnşaat Fakültesi’ne giren babam, doğal olarak farklı bir dil kullanıyordu. Ben ise farkında olmadan babamdan öğreniyordum.


Annemin çok düzgün bir telaffuz ve konuşma tarzı vardı. Annemi tiyatro sanatçısı sananlar çok olurdu. Bu açıdan da şanslıydım belki. İstanbul’un göbeğinde Türkçeyi İstanbul lehçesi ile konuşmayı öğrenmiştim. Farklı lehçe telaffuz ve ifadeler ile karşılaşmam, kitapların dışında sık karşılaşmam, üniversiteyi bitirip iş hayatına başladıktan sonra olacaktı.


*


İlkokul, ortaokul ve lisede çok iyi öğretmenlerim oldu. Gerek dilbilgisi gerekse edebiyat derslerimiz dolu dolu geçerdi. Üniversite yıllarda yurtdışına gidince itiraf etmeliyim ki Türkçe dilbilgisi bilgim zayıfladı. Bugün imla kılavuzuna bakma ihtiyacını çok hissediyorum. Yine de sağlam bir temelim olduğu için şanslıyım.

Özellikle çocuklar çevrelerinde konuşulanları bilinçli ve bilinçsiz olarak çok yakından dinliyorlar. Konuşma tarzları, konuştukları konular ve kelime seçimleri buna göre şekilleniyor. Okul hayatı ile birlikte sadece ailedeki değil, okulda arkadaşlarının ve öğretmenlerinin konuştuğu dilde öğrenimlerinin önemli bir parçası oluyor. Televizyon, radyo, diziler ve internet sözlü ve yazılı dilin öğrenildiği farklı mecralar oluyor. Benim çocukluğumda televizyonda sadece TRT’nin tek kanalı yayın yapardı. Evimize her sabah gazete gelirdi, ama ben ve ağabeyim gazeteyi akşamüstü okuldan geldikten sonra okurduk. Kitap okurduk ve eve zaman zaman gelen dergileri. Çok daha az yayın vardı takip edebileceğimiz.

Pazar sabahları gazeteler ile birlikte Milliyet Çocuk isimli bir dergi gelirdi eve. Ağabeyim ile ben dergiyi ilk okuyabilen olmak için o sabahlar erken kalkma konusunda yarışırdık. Hikayeler, karikatürler, bilmece bulmacalar olurdu. Pazar gününü iple çekerdik. Şimdi onlarca televizyon ve radyo kanalı, çeşit çeşit dergiler ve kitaplar var. Ve sayısız bilgisayar oyunu. DVD’iler, CD’ler, filmler… Devir ve dünya değişiyor, ve bu gözlerimizin önünde oluveriyor.

Çocukların dili öğrendikleri çok farklı mecralar var. Ancak ailenin yeri bence hala önemli konumunu koruyor. Çocuklar en çok aile büyüklerini modelliyor, özellikle küçük yaşlarda. Kelime seçimlerini, konuşma tarzlarını aileye, yaşadığımız şehir ve çevreye göre değişiyor. Bunun güzellikleri var. Benim bu vesile ile hatırlatmak istediğim şey kelimelerin seçimi ile ilgili farklı bir nokta: Konuşmalarınızda çocuklarınıza sevginizi ifade ediyor musunuz? Onları başarıları ve olumlu davranışları için kutluyor ve yüreklendiriyor musunuz? Yaşamın olumlu yanlarını görmelerini sağlayan, kuvvet veren ve güven de hissettiren kelimeler kullanıyor musunuz?




Aferin, sen başarırsın, yapabilirsin, yap, sana güveniyorum, akıllısın” gibi ifadeleri çocuklarınız ile konuşmalarınızda kullanıyor musunuz? Bu ve benzeri kelimeleri daha çok nasıl kullanabilir siniz? “Aptal, salak, beceremiyorsun, tembel” gibi kelimeleri kullanıyor musunuz? Bu ve benzeri eleştiren, değersizleştiren kelimelerin şaka yolu ile söylense bile çocuğun psikolojisinde yarattığı etkilerin farkında mısınız?

Çocukları yaşamı öğrenmek için aile büyüklerini modelliyor. En çok da söylenilen sözler bilinçlerine ve bilinçaltlarına yazılıyor. Bizler farkına varmadan sözcüklerimiz ile küçüklerin yaşamlarını şekillendiriyoruz. Bizim sesimiz bir bakmışız minnacık dudaklardan dökülüyor.