İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
baba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
baba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Eylül 2020 Perşembe

Teşekkürler Sinan Kocasinan...

Bugün babamın bu yaşam ile vedalaşma günü.

Ne çok şey borçluyum bu güzel insana.

Doğrularından vazgeçmemeyi seçebilme cesareti ile yaşayan Güzel Adam iyi ki doğmuşsunuz. 
İyi ki babam olmuşsunuz.

Üzüntü değil belki özlem var ama daha çok sonsuz bir teşekkür bugün kalbimdeki.

Bu yaşamda yürüdüğü yola büyük saygı ile...

17 Mayıs 2020 Pazar

Yol

İş hayatında, babam dışında gerçek anlamda bir patronum olmadı.  İşe başladığım günden vefat ettiği neredeyse günü gününe tam 12 yıldan sonra başka bir şirkette ya da bir amir ile de çalışmadım. O nedenle, patronlar ve amirler ile çalışmak konusunda çok tecrübeli olduğum söylenemez.

Diğer yandan, ilk işe başladığım günden özellikle kırk yaşıma gelene kadar geçen 18 yıllık sürede, çok insanın çok işini yaptım.  İşe başladığımda, babam, ne kadar dünyanın ünlü üniversitelerinden birinden mezun olmuş olsam da, işin sahada öğrenilmesi gerektiğine ve tecrübenin değerine inanan bir insan olarak benim her işi yapmamı istedi. Ve evet bu zaman zaman, bu iş için görevli başka bir çalışanımız olsa da, fotokopi çekmeyi, bazı metinleri daktilo etmeyi, ki Allah’tan bunu işe başlar başlamaz aldırmayı başardığım bilgisayarımızda yapabiliyordum, ya da onunla görüşmeye gelen misafirlere ne içeceklerini sormayı ve ikram etmeyi de içerebiliyordu.

Üniversiteden mezun olup, ve bir de dış dünyayı gördüğü için kendini pek bilgili ve pek de becerili sanan bir çok genç gibi ben de işe başladığımda farklı şeyler hayal ediyordum muhtemelen. Babam ise, Türkiye’ye döndüğüm günün ertesi sabahında başlayan şok iş terapisi ile bir yandan ayaklarımı yere bastırmaya ve bir şekilde beni kendime getirmeye çalışıyordu muhtemelen.

Bu basit, hani o zamanlarda bile ortaokulda okuyan bir çocuğun yerine göre yerine getirebileceği bu sıradan işleri yaparken, zaman zaman babam, benim için ayrılan ve onunkinden daha büyük çalışma odamdaki masama okumam için bir dosya bırakıyordu. Bazen mesela aynı gün, birkaç defa daha odama sessizce gelip büyükçe masamın sağ üst bölümüne bir iki dosya daha bırakıyordu. Bir şey söylemeden.  Bu bunlara bir bak, oku, demek olmalıydı.  İlk birkaç defa, bunlarla ne yapacağım, diye sormuştum sanıyorum ama cevap vermemişti.  Yıllar içinde çok daha iyi öğrenecektim. Kestirme yanıtlar, kısa özet cevaplar,  hazır olarak sunulmuş bilgi paketleri babamın öğretme tarzı edildi. O daha farklı bir öğrenme şekline inanıyordu ve ilk başlarda, tamam belki uzun bir süre, şikayet etsem de, o öğretme ve öğrenme şekli bana çok ama çok uyuyordu.

Aradan geçen zamanın detaylarını tam hatırlamıyorum ama ben işe başladıktan sonra sanırım üç ay kadar geçmişti.  Babam beni odasına çağırdı, masasının önündeki iskemleye oturmam için işaret etti, bir konuyu anlattı, konunun detaylarının üzerinden geçti, ilgili yazışmaları anlattı, sonra da benim az önce temize çekerek getirdiğim yazıyı bana tekrar uzattı.  Tekrar okumamı istedi. Yazıyı okudum. Herhalde bir yerde bir yazım hatası yaptım, babam düzelttirecek herhalde, dedim. Son haftalarda zamanımın büyük bir kısmı babamın yazmam için verdiği yazıları düzeltmekle geçiyordu. İşe başladığım ilk günlerde elle yazdığı yazıları daktilo etmemi isterken son haftalarda konuyu ve ilgili dokümanları vererek yazıyı benim yazmayı istiyordu ama aynı yazıyı defalarca tekrar tekrar yazmaktan bunalmaya başlamıştım.  

Elimdeki birkaç sayfalık yazıyı okudum. Bir şey göremedim. Sonra sayfaları ileri geri çevirerek birkaç defa daha baktım.  Doğrusu ne hata yaptığımı bulamıyordum.  Bu sürede babamın sessizce yerinde oturduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum.  Başımı kaldırdığımda açık mavi renkli gözleri ile bana bakmakta olduğunu fark etmiştim.  Bana bir şey söyleyecekti ama yüzünde farklı bir ifade vardı.  

“Kızım,” dedi, “şimdi senin şu şu bankanın genel müdür yardımcısına girerek, bu konuyu görüşmeni istiyorum.”  Babam konuşuyordu, ben duyduklarımı anladığımdan emin değildim.  İlk reaksiyon olarak, “Babacım, ben nasıl giderim?” dediğimi hatırlıyorum.  Bu arada iş hayatım boyunca, ofiste, babama Sinan Bey olarak hitap ettim, o da bana Zeynep Hanım, dedi. Yani kızım, baba gibi kelimeler bizim mesai saatlerindeki diyaloglarımızda çok yer almadı ama işe daha nispeten çok yeni başlamış, çok acemi bir mühendis ve iş insanı olarak, şirketin önemli bir konusunu bir bankanın genel müdür yardımcısı ile konuşabilecek olmak benim için o aşamada çok ama çok uzak bir kavramdı.  Ben yazı yazıyordum, evrak dosyalıyordum, ofiste bununla görevli birkaç kişi olsa da zaman zaman telefonlara yanıt veriyor, fotokopi çekiyordum.  Benim farkında olmadığım bir şey vardı.  Sonrasında gerçek anlamı ile belki de ancak babam vefat ettikten sonra fark edebildiğim bir şey vardı.  Babam gerçekten çok ama çok başarılı bir eğitmendi ve çok kısa denilebilecek bir sürede, hiçbir fikrim olmayan konular konusunda beni bilgilendirme şekli ile, çok hızlı şekilde öğrenmemi sağlamıştı. 


Zaman zaman düşünürüm, 12 yıl birlikte çalıştığım Sinan Kocasinan ile şimdiki aklım ile bir 12 yıl çalışma şansım olsa herhalde bambaşka bir insan olurdum.  

Babam için çalışmak hem çok çok zor, hem de enteresan şekilde keyifliydi.  Çok sevdiği kızı olmanız fark etmezdi, eğer Sinan Kocasinan bir işi beğenmez ise, onu kabul ettirmeniz imkansızdı.  Babamın bir işi beğenme kriterlerinden belki de en önemlisi, elinizden gelenin en iyisini yapmaya sonuna kadar gayret göstermiş olmanızdı.

O, bir işadamı olmasına rağmen, bir işin bitirilmesinden çok, işi yapan kişinin o işi tam ve hakkıyla yapmayı öğrenmiş olmasına daha çok önem verirdi.  Bu onu farklı kılan en önemli özelliklerinden biriydi belki de.

Başta söyledim ya, patronum tek olsa da, hem iş hayatında, hem sosyal çalışmalarda çok insan için çok iş yaptım.  Babamın prensiplerinden olan, boş durmak yerine boşa koşmayı tercih eden bir yaklaşımla, birilerine faydalı olabilmek, bir işlerini tamamlamak ya da çözebilmek bana büyük mutluluk veriyordu.  Bu kimi zaman gece yarılarına kadar, sabahın mesai öncesi erken saatlerinde ya da haftasonu tatillerinde, resmi tatillerde, bayram tatillerinde birileri için birşeyler yapmak, kendim için olmasa da çalışıyor olmak anlamına geliyordu.

İş yapmayı seven biri için işi yapmak genelde işin sonunda alacağınız teşekkür ya da takdirden daha önemlidir.  Ödül o işi başarmış olmak, yapabilmektedir genelde.  Yine de, işi veren kişinin işi yaparken ama belki de en önemlisi iş bittiğindeki yaklaşımı işi yapma arzunuzda çok ama çok büyük bir fark da yaratır.

Elli yaşımı tamamlamakta olduğum bu günlerde biliyorum ki, ne kadar angarya ya da zorlu olsa da, bazı kişilerin bizden yapmamız için bir şeyler rica etmesi bir hediye aldığımız hissini bile verebilir.  Çünkü o işin sonunda, işin bize yükünden çok daha büyük bir manevi ödül bizi eklemektedir.

Bu kavramı kelimeler ile anlatmakta zorlanıyorum galiba.  Acaba nasıl anlatmalı?

Babam çok zorlu, kapasitenizi sonuna kadar kullanmanızı, aklınızın, idrak kapasitenizin ve düşüncenizin sınırlarını zorlamanızı isteyen, bundan azını kabul etmemek için savaşan, yerine göre yorucu, anlaması zor, kendini izah etmek için gayret göstermediği izlenimini veren ama sonrasında bunu sizin gelişiminize imkan vermek için yaptığını ve yanlış anlaşılıyor olmayı da göze alan, aslında çok düşünceli, hassas ve sevgi dolu bir öğretmendi.  Onun, çevresindekileri yetiştirebilmek için yanlış anlaşılmayı, buna kimi zaman içten içe üzülse de, göze alan, başkalarının yaşamına katkı adına bu bedeli göze alan bir adam olduğunu belki öldüğünde bile değil, vefatından 15 yılı aşkın bir süre sonra, bu günlerde anlıyorum.

Babam ile çalışmak çok ödüllendiriciydi. Yaşadığınız zorlu gelen işlerin sonrasında işi öğrendiğinizi fark ettiğiniz sihirli bir an gelirdi. Mesela ilk bir iki yıl boyunca ihale dosyaları hazırlamanız için verilen onlarca sıkıcı işi, işyeri alanlarına, ya da farklı şehirlerdeki işveren resmi dairelerinin ofislerine sıcakta, soğukta, hastayken ya da o haftasonu Türkiye’nin uzak bir yerine seyahat etmek yerine denize girmeyi hayal ederken yaptığınız yorucu, sıkıcı işlerden sonra, bir gün, bir ihalede, ihale zarfları açılırken, o odada müteahhitler arasındaki konuşmaları dinlerken,  genç yaşınıza rağmen, bahsedilen konuları anlamakla kalmayıp, o kişilerin yaptıklarını fark ettiğiniz hataların hiçbirini yapmamış olmaktan öte, öyle bir hatayı yapabilmenin nasıl mümkün olabileceğini düşünürken bulabilirdiniz kendinizi.   Öğrendiğinizin farkında bile olmadan o işi öğrenmişsinizdir ve o anda kendinizi, o ihale salonunda havalara zıplamaktan zor tutarsınız.  Bu o ihaleyi kazandığınız anlamına falan gelmez. Konu o değildir zaten.  İşi öğrenmişsinizdir, ve o noktaya nasıl geldiğiniz hakkında en ufak bir fikriniz yoktur.  Biri sizi ilmek ilmek dokuyarak o hale getirmiştir ve bu çok sihirli bir histir.

Babam ile çalışmanın, babam için bir iş yapmanın belki en önemlisi bahsettiğim öğreticiliği sayılabilir belki ama babamın ve belki de kendisi için iş yapmayı sevdiğim diğer insanların en önemli özelliklerinden biri takdir güçleridir.

Takdir etmek, esasında bizim kültürümüzde de yer alan bir insan yaklaşımı. Bununla birlikte, kalbe işleyen, ruhu ele geçiren, ve gerçekten büyük bir istekle elimizden gelenin en iyisini yapmaya bizi iten takdir bambaşka bir şey.

Bu özel takdir, çok takdir edilmek anlamına gelmiyor.  Çok defa ya da çok özel sözlerle takdir edilmek anlamına gelmiyor. İllaki başka kişilerinin önünde, özel törenlerle ya da özel ödüllerle ödüllendirilmek anlamına da gelmiyor.  Çok defa, çok özel sözlerle, çok özel törenlerle ve çok özel ödüller ile ödüllendirildiğim anlar oldu çocukluğumdan bugüne.  O özel günlerin yaşamımdaki değerini azımsayamam. Çok değerliler ve beni ben yapan anların bazıları o günlerde, o ödüllerde saklı. Bununla birlikte, ruha dokunan ve içimizdeki en iyiyi ortaya çıkaran takdirin çok belirgin özellikleri var.  Sade şekilde ya da bahsettiğimiz ek süsler ile sunulmuş olsun, takdiri farklı kılan temel bazı özellikler var.  Ve hayatımızı anlamlı kılan insanların bu takdiri kullanmakta çok özel yaklaşımları.

Sanırım işe başladıktan sonra dördüncü yılımdı.  Babamla Ankara’da bir ihaleye girecektik.  İstanbul’dan yola çıkmadan önce ihale ile ilgili evraklarımızın çoğunu hazırlamıştık ama babam teklifini sonuçlandırmak için işin yapılacağı araziyi görmek istiyordu.  Araziyi gördükten sonra kaldığımız otele dönecek ve teklifin detaylarını tamamlayacaktık. Bu çok da makul ve normal bir plandı aslında.  Teklifin emin olmadığımız detaylarını boş bırakarak hazırlayabileceğimiz herşeyi hazırlamıştık. Belki birkaç saatlik işimiz olacaktı ama rahatlıkla tamamlayabilecektik. Tabii ki, herşey yolunda gitseydi.

Sabah ilgili resmi daireye gidip bilgileri almış, akabinde araziyi incelemiş, sonra tekrar tekrar daireye giderek bazı konuları netleştirmiş ve akabinde saat 6 civarında otele dönmüştük.  Biraz dinlenip, akşam yemeğimizi yiyecek ve sonrasında da dosyamızı tamamlayacaktık.

Akşam yemeğine inmek için üzerimi değiştirmek için odaya girdiğimde üzerime bir ağırlık çökmeye başladığını hissettim. Sabah İstanbul’dan gelmiştik. Yol ve günün temposu derken biraz yorıulmuş olmam normaldi.  Yemeğe kadar biraz uzanayım dedim.  Otelin yemek salonuna çağırmak için babamla konuştuğumda gözlerimi zor açmıştım.  Pek de iyi hissetmiyordum, hatta kıpırdayacak halim olmadığını fark etmeye başlamıştım.  Bedenimde garip bir sıcaklık ve aynı zamanda derin bir üşüme hali hissediyordum.  Aklıma gelmeyen başıma gelmişti.  Ateşim çıkmıştı ve duruma bakılırsa pek de az değildi.

O akşam ve gece, otelden temin ettiğimiz ateş ölçer ve ateş düşürücü ile 39 derecelerde seyreden bir ateş ile, biraz kendimden geçip biraz çalışarak, araziyi gördükten sonra yapılması gereken düzeltmeleri görünce belki bir iki değil ama üç dört saatte bitirebilecek bir işi tamamlamak sabaha kadar zamanımızı aldı.  Biraz çalışıyor, çalışamayacak hale gelince, biraz kendim biraz babam anlıma, boynuma, kollarıma, eklem yerlerime soğuk kompress yapıyordu. Esasında şimdiki aklım olsa hastaneye giderdim herhalde ama bir şekilde sanırım ikimiz için de elimizdeki işi yarım bırakmak, ihale dosyasını tamamlamamak bir seçenek olarak görünmedi sanırım.  Daha doğrusu, bir aşamada babamın bana sorduğunu hatırlıyorum.  Sonuçta Ankara’da yaşayan eczacı bir teyzem ve eniştem vardı ve ihale bittikten sonra da onları görmeyi planlıyorduk zaten ama, o geceyi nedense o şekilde yaşamıştık.  Şunu da itiraf etmeliyim, ben de durumumu babama olandan daha iyiymiş gibi göstermek için özel bir gayret içinde olmuş olabilirim.  Çok uzun yıllar bunu yaptığımı söylemek zorundayım.

İşte o gecenin sabahında, ihale evraklarımızı tamamladığımızda ve ihale teklif zarfımızı erittiğimiz mum ile mühürleyerek kapattıktan sonra, otel odamızda kısa bir süre sessizlik oldu.  İçimden çok şükür, diye geçirdiğimi hatırlıyorum.  Bana güvenip sadece benimle bu ihaleye gelen babamı yarı yolda bırakmamıştım.  Ama benim, bugün bile aynı sıcaklık ile hatırladığım, ödülüm babamın o tatlı, açık mavi gözleri ile bana bir süre sessizce baktıktan sonra söylediği iki kelimeydi.  “Aferin kızım.”  

Bize takdir edildiğimizi hissettiren belki de en önemli şey samimiyettir.  Yaptığımızın bizim için değerini ve önemini, bizim samimiyetimizi kalpten kavrayan bir insanın, bu gayretimizi kalpten kabulü ve onun için anlamını ve değerini ifade etmesidir.  Kimi zaman bir bakış, kimi zaman küçük içten bir tebessüm, kimi zaman sırtımıza sıcak bir dokunuş, belki kimi zaman bizi de mutlu eden şatafatlı törenler ve ödüller, kimi zaman da kısacık iki kelimedir gerçek takdir.

Ve her zaman en güzel yol, kalpten kalbe gidendir. 

15 Ekim 2014 Çarşamba

Anne, Baba, Çocuk

Anne, babalar için, çocuklar için bugün bu karşıma çıktı...




Doğruluk payı var.
Sözlerimizin gücünün farkında olalım.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Kırmızı Kalemin Söyledikleri


- “Zeynep sana şu verdiğim konu maddeleri ile ilgili olarak Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’ne hitaben bir yazı yaz bakalım,” demişti babam.
- “Nasıl yazayım? Detaylarını nasıl ele alayım? Kaç sayfa olsun? …”


Bunun gibi on soru sormuştum herhalde. Babam sessizliği ile cevap vermişti. Bu ‘şimdi soru sormayı bırak, haydi yapmaya başla’ demekti. Nasıl olacağını babam benim keşfetmemi istiyordu.


Babam bir işi yapabileceğinize inanıyorsa, artık kendi kapasitenizi keşfetmemiş olup olmamanız mühim değildi. Babam, o işi yapabileceğinize sizi inandırana ve yaptırana kadar peşini bırakmazdı.


Babamın verdiği yazıyı büyük bir heves ile yazmış ve bitirir bitirmez adeta koşarak odasına gitmiştim. Büyük bir işi başarmış bir insan edasıyla yazıyı babamın önüne koydum. İki cins kalem kullanırdı babam - 0,7 2B uçlu kurşun kalem ve bir de kurşun kırmızı kalem.

Babam yazıyı okudu. Kırmızı kalemini aldı ve yazının üzerine kocaman bir çarpı işareti yaptı. Sonra yazıyı bana sakince geri uzattı. Hemen atıldım: “Babacım neresini beğenmediniz? Yazı şekli mi? Hangi bölümde sıkıntı var?” Vs. vs.


Ben sormaya babam da sessizce ve tatlı bir sakinlik ile yazıyı bana uzatmaya devam ediyordu. Kâğıdı elinden aldım ve odama bilgisayarın başına döndüm. Doğrusu pek de memnun olmamıştım. Yazı iyiydi bence. Ve yazdıklarımı bilgisayarında başında tekrar okumaya başladım.


Yazıyı ikinci defa yazdım getirdim. … Yine kocaman kırmızı bir çarpı işareti.


Sanrınım dördüncü ya da beşincide, babam bu defa yazının oldukça büyük bölümlerini daireler içine alarak bu dairelerin üzerlerine kırmızı çarpı işaretleri yaptı. Dairelerin içinde olmayan az sayıda da olsa satırlar ve bölümler vardı.


Bu bir süre böyle sürüp gitti. Babam, olmadığını düşündüğü yerlerin üzerlerini işaretliyor ve bana geri veriyordu. Sanırım buna benzer şekilde yirmiye yakın düzeltme yapmıştım. Ve tekrar yazıyı babama götürmüştüm. Her seferinde yaptığı gibi yazıyı aldı ve dikkatlice okudu babam. Bitirince başını kaldırıp bana “Kaşeyi bas bana getir, ellerine sağlık,” dedi.


İlk resmi yazım tamamlanmıştı. Adeta uçarak kaşeyi almaya gittim.




O günün hayatımda ne kadar önemli bir gün olduğunu ancak yıllar sonra tam olarak anlayabilecektim...

23 Ocak 2009 Cuma

Ertesi Sabah...



Uzun yıllar Rahmetli babamla birlikte çalışma şansına kavuştum. Babam muhteşem bir öğretmen ve oldukça da enteresan bir adamdı. Doğrusu bu dünyada geçirdiğimiz 34 yıl içerisinde yeterince tanıyabildim mi bilmiyorum.

Yıllarca şantiyelerde televizyon ve belki de radyo dinleme imkânı bile bulamadan Türkiye’nin her bölgesinde çalışmış inşaatlar yapmış bir mühendisti babam. Esasında inşaat müteahhitliği yapıyordu ama bu kelimeyi sevmezdi. Mühendis olmak O’nun için önemliydi. Mezun olduğu yıllarda bir süre Karayolları Genel Müdürlüğü’nde çalışmıştı, 1950’lerin başlarında. “Biz o günlerde validen yüksek maaş alırdık, mühendislere gerçekten Devlet kıymet verirdi o günlerde.” derdi.

1956 yılında kurmuş babam ilk firmasını ve o günden itibaren ölümüne kadar da çalışmış durmadan, 2004 yılına kadar. “Rahat öbür tarafta evladım” derdi bana Babam, çalışmanın, üretmenin, bir şeyler yapmanın bir yaşam tarzı olduğuna inanırdı. Sade yaşamayı seven bu adam teknik hesaplar yapmaktan keyif alan, ve belki de bundan öte sadece Galatasaray, futbol ve balıkları severdi. Balık tutmaya vakti hiç olmadı, ama ben küçükken Pazar sabahları daha gün doğmadan beni alır ve İstanbul balık haline götürürdü. İstanbul’daki balık lokantalarının ve balık satıcılarının arasında bir mühendis adam ve küçük kızı balık ihalelerini seyrederdik. Bazen de ihalelerden balık alanlardan balık alır eve getirirdik.

Balık temizlemeyi bana Babam öğretti. Karnını açmayı, içini ve pullarını temizlemeyi. İtiraz etmeden yapardım, gerçekten bir maceraydı benim için, ilkokul yıllarımın güzel maceralarından bir tanesi.

Babam son yıllarında bir de akşam seyrettiği filmleri anlatırdı bana. Sabahları işe giderken araba ile uğrar ve O’nu alırdım. Gece uykuları oldukça azalmıştı, ve gece kulakları da pek iyi duymadığı ve annemi rahatsız etmemek için kulaklık ile televizyon seyrederdi.

Ve sabahları evden ofise yaptığımız yolculuk sırasında bana bir önceki akşam seyrettiği bir filmi anlatırdı bazen. Genelde çok konuşmayan, az öz lafı seven bu adam, bazen tüm duygu yoğunlukları ile bir filmi, karakterleri, aralarındaki iletişimi, ilişkileri anlatırdı. Sanki kendisinin yaşam ile ilgili sorguladığı şeylerin cevaplarını arardı. Babamın son yıllarda ortaya çıkan bu yönü beni şaşırtırdı. Daha doğrusu benim yeni görebildiğim yönü.

Gözlem yeteneği çok kuvvetliydi babamın. Olaylara bakmak ve olduğu gibi görmekten korkusu yoktu. Kalıpların arkasına saklanmaz ve hiçbir şeyin yapılamaz olduğunu düşünmezdi. “En zoru kendini inandırmaktır” derdi, “kendini inandırdıktan sonra başkalarını ikna etmek kolaydır.” İstenirse her şeyin yapılabileceğine inanırdı, ve etrafındakileri de buna inandırmak için uğraşırdı. Çok çabuk vazgeçtiğimiz ve engelleri imkânlardan çok saymaya alıştığımız bu toplumda böyle bir adamın varlığını sürdürmesi hiç de kolay değil. Çok yıpranmış olmalı. Ama hiç yakınmadı. Yakınmayan bir adamdı babam. Yoruldum demezdi, şikâyet etmezdi. İş ile ilgili bin bir zorluk, bin bir haksızlık ile karşılaştığımızda ben isyan ettiğimde, “bu işin şartları belli kızım, kabul etmiyorsan yapma,” derdi.

Bir de şikâyet kabul etmezdi babam, en azından yerine getirecek bir önerin yoksa. Neden yakınacak olsam, “Peki senin önerin ne?” derdi. Yani boş eleştiri ve boş yakınmalara pabuç bırakmazdı. Eleştiriyorsan çözüm getir derdi özetle. Kolay bir adam değildi babam. “Sinan farklı bir gezegenden gelmiş” diyenler olurdu. Kim bilir belki de haklıdırlar.

Bugünlerde babamı çok hatırlıyorum. Annem kendisinde kalan birkaç fotoğrafı verdi bana, babamla benim son yıllarımızda çekilmiş birkaç fotoğrafımız. Ben fotoğraf çekmeyi çok severim ve etraftakiler, özellikle annem yakınır biraz bundan. Ama biliyor musunuz ne kadar çok çektiğimi düşünsemde geriye dönüp bakıyorum ve babam ile ilgili aklıma gelen anılarımın çoğuna dair fotoğraf yok. Sanki en önemli sahneler zihnimde bir yerlerde var olmaya çalışıyor.



Bu akşam niye babam geldi aklıma. Bir film seyrettim. Dan Millman’ın ‘Dingin Savaşçı’ kitabının aynı isimli filmini. Nick Nolte oynuyor, duygusal güzel bir film. Babam seyretse severdi muhtemelen. … Ve akşam geç bir saatte tek başına seyretmiş olsa, ertesi sabah evden ofise yolculuğumuzda acaba nasıl anlatırdı bu filmi bana…