İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2021 Pazar

Ahtapotun Hikayesi Bugün Ne Diyor?

İnşaat mühendisi olan ve müteahhitlik yapan rahmetli babamın ömrünün büyük bölümü, evlendikten, çocuk sahibi olduktan sonra da, şehir dışında, şantiyelerde, farklı şehirlerde geçmişti.


Çocukluğumda babamın İstanbul’da olduğu günler benim için belki de o nedenle her zaman çok değerliydi.  İşleri nedeni ile Pazar günlerini ofiste çalışarak geçirmek zorunda kaldığı da çok olurdu.  Babamla zaman geçirebilmek aile yaşamının doğal bir parçası olmaktan çok, bana her zaman hediye gibi geldi.  Ve doğrusu, ömrüm boyunca hiçbir zaman da babam tarafından ihmal edilmiş hissetmedim.  Babam bana, yaşamda sevgiyi hissetmek için, birilerinin yaşamlarına dokunmak ve fark yaratmak için verilen zamanın miktarından çok, o zamanı nasıl yaşadığınızın ve paylaştığınızın kat kat daha önemli olduğunu kendi yaşamı ile öğretti.  


Hiç bir zaman geç saatlere kadar uyuyan bir çocuk olmamıştım. Doğrusu tüm ailemiz öyleydi. Ne annem, ne babam, ne de ağabeyim sabahları geç uyanırlardı.  Ailecek erkenciydik.  Hatta Pazar günleri, iki kardeş olarak erken uyanmaya belki daha da çok dikkat ederdik, çünkü apartman görevlimiz Pazar sabahları gazeteler ile birlikte Milliyet Çocuk Dergisini de kapımıza bırakırdı. Erken uyanıp dergiyi kapıdan almayı başaran ilk okuyan olacak demekti.  


*


Ama, kimi şanslı Pazar günlerinde, sabahın henüz aydınlanmadığı saatlerde babam beni uyandırır ve hazırlanmamı söylerdi. Heyecanla yataktan fırlar ve hızla giyinirdim.


O günler babam ile balık haline giderek balık ihalelerini seyredeceğimiz anlamına gelirdi.  Ve, belki de sonrasında, oradaki balıkçılardan birinden biraz öncesinde ihaleden satın aldığı balıklardan bazılarını alacağımız anlamına. 


Babamın beni uyandırdığı anda beni sarmaya başlayan heyecan, babamın büyük Amerikan arabasının arka koltuğuna oturup kemerimi bağladığımda sanki daha da kuvvetlenir, araba hale doğru ilerlerken, karanlıkta, arabanın camından o yaştaki bir çocuğun görmesi pek mümkün olmayacak bir İstanbul manzarasını merakla seyrederdim.  Hale gidiş yolculuğu sırasında konuşur muyduk yoksa arabanın kartuş çalan teybinden müzik mi dinlerdik çok hatırlamıyorum ama dönüş yolculuklarımızda balık halinde gördüklerimi, merak ettiklerimi heyecanla babama anlattığımı hatırlıyorum.  



İlkokuldaki bir çocuk için, gün doğmadan balık halinde gördüklerim, çeşit çeşit balıklar, balıkçıların yüzleri, telaşla koşuşturanlar, sakince etrafı seyredenler, sesler, bağrışmalar, renkler ve belki de daha çok kokular okumaktan hoşlandığım hikaye kitaplarının birinin içinde olduğum hissini verirdi.  Meraklı bir çocuk için verilebilecek daha büyük bir hediye yoktu belki de.


*


Babam gerçekten çok iyi bir öğretmendi.  Ve onu iyi bir öğretmen yapan özelliklerinden biri gözlemlemenize ve deneyimlemenize izin vermesiydi.  Öğretir ama daha çok sorgulatırdı.  Kendisi izler ve izlerken izlemeyi, izlerken fark etmeyi öğretirdi.  


O günlerde bunları bir çocuk olarak gözlemliyordum. Sonradan o günlere geri dönüp bakınca, bir kız çocuğu olarak beni kalıpların ve olağan denilebilecek deneyimlerin dışında bir şeylerle tanıştırmak, farklı bir yerlere taşımak için çalıştığını da görüyorum.  Babamla aramızda 43 yaş fark vardı.  Yani muhtemelen o günlerde, ben yedi, sekiz yaşlarındayken, babam da benim bugünkü yaşlarımda olmalıydı. 


Babamın o günlerin normallerine göre yaşlı denilebilecek bir baba olmasının aslında hayatımda ne kadar olumlu etkileri olacağının muhtemelen o da o günlerde farklında değildi.  Doğrusu, her zaman çok enerjik, çok çalışkan, çok azimli olan babam, yaşamının deneyimlerini, beni kuvvetlendirmek, yüreklendirmek, yaşam için heveslendirmek ve en önemlisi beni kendi yolumu açmayı öğrenmem için teşvik ederek aktarmaya çalışacaktı. 


O nedenle, çoğu zaman kolaylaştıran değil zorlaştıran, kolay beğenen değil, tam tersine en iyisini yapmamı bekleyen ve isteyen, çıtayı hep yükselten ama bir o kadar da sonuçtan bağımsız olarak samimi gayreti takdir ederek bunu yapan bir baba olacaktı.  


Babamın kıymetini bilenler için bir sihirli gücü de, karışısındaki insanın potansiyelini fark edip o kişinin o potansiyelini fark ettirip kullanmasını sağlamak için çalışmasıydı.  Sadece evlatları ya da yakınları için değil, arkadaşları, iş arkadaşları ve çalışanları için de bunu yapardı.  Siz kendinizden vazgeçseniz bile o sizden, sizde gördüğü potansiyelden vazgeçmezdi.  Tabii, kendi sınırlarımızı zorlamak her zaman o kadar da kolay değildi.


*


İşte, sabahın karanlığında İstanbul balık haline yapılan o yolculukların geri dönüşlerinde artık gün ağarmaya başlamış olurdu. Yolcuğunun o anına kadar merak ve heyecan ile çok konuşamayan Zeynep, babasına gördüğünü onlarca şey ile ilgili sorular sorumaya başlar, sorduğu her soruya yanıt alabiliyor olmasının esasında çok özel bir şey olduğunu yıllar sonra fark edecek olmasının dışında, mutluluk ve yine farklı bir heyecanla arabanın bagajında onlarla birlikte eve dönmekte olan farklı balıkları ve çoğu zaman ayrıca karidesleri babası ile birlikte mutfakta nasıl temizleyeceklerini, babasının ona balıkların hazırlanmasında neleri yaptıracağını merak etmeye başlardı.


Babam balık yemeyi çok severdi.  Hatta yakınında bir dere, deniz olan şantiyelerde, babamın sabah kahvaltısında bile balık yediğini söylemişlerdi.  Sonralarda, ben Japonya’ya gitmeye başladıkça, ben de Japonya’da sabah kahvaltılarında buharda pirinç ve miso çorbası ile balık yemeye başlayacaktım ama aradan otuz yıla yakın zaman geçmesi gerekecekti.


Çocukluğumuzda ağabeyim ve ben, balık yemeyi sevsek de, diğer deniz ürünlerini, karides, midye ve kalamar yemeyi belki daha da çok severdik. Bu listeye daha özel vesilelerle yengeç, ıstakoz ya da kerevit de eklenebiliyordu. Sadece ailecek ahtapot yediğimizi hiç hatırlamıyorum.  Annemin ahtapot yemeyi hiç sevmediğini hatırlıyorum.  Bununla birlikte özellikle ahtapot ızgara yemek için plan yapan arkadaşlarım vardır ama açıkçası benim de pek sevmediğim ve zorda kalmadıkça yemeyi pek seçmediğim bir şey olmuştur ahtapot.  Seçerek hiç sipariş etmedim sanıyorum ve ikram edildiğinde de ikram edeni kırmamak için yemeye çalışmışımdır.


*


Bugün, tüm bunlar aklıma geldi.  İstanbul’da evde otururken.  


Bir arkadaşımın tavsiyesi ile, Netflix’te, dokümanter bir film olan “My Octopus Teacher- Benim Ahtapot Öğretmenim” ya da filmin adının Türkçe tercümelerinde kullanıldığını gördüğüm şekli ile “Ahtapottan Öğrendiklerim”i seyrederken.  



2020 yılının Eylül ayında gösterime giren filmi seyrederken zaman zaman gözlerimden yaşların süzüldüğünü de hissettim.  Kalbime, ruhuma, ruhumun farkında olmadığım ya da varlığını bilmediğim farklı köşelerine dokundu bu film.  Seyrederken babam aklıma geldi.  O seyretse neler düşünürdü, diye aklımdan geçti. 

Ve bugünden sonra, benim denize bakışım aynı kalacak mı?  


Arnavutköy sahilde, Bebek’e ya da Kuruçeşme’ye doğru yürürken ve denize bakarken o dünyaya bakışım ve merakımda neler değişiyor olacak?   Hiç dalmamış olsam da yüzmeyi ve mümkün olsa içinde saatlerce kalmayı sevdiğim denize bakışım nasıl farklılaşacak? Ve belki Türkiye’nin sahillerinde deniz ile buluşmayı Dünya’nın heryerinden daha çok sevdiğimi düşünürken, filmde seyrettiğim Güney Afrika sahillerinin görüntüsü ile farklı denizleri keşfetmek için içimde uyanan bu yeni merak ile neler yapıyor olacağım?



Ruhumuza dokunan kitaplar, şarkılar, resimler ya da filmler bazen bizi bir anda tahmin edilemez şekilde etkileyebiliyor.  Ve bu şekilde etkilenebilmek ve meraklanabilmek, içimde o 1970’li yıllarda İstanbul’da sabahın karanlığında babası ile balık haline giden kız çocuğunun heyecanı ve keşfetme arzusu ile buluşmamı sağlıyor.


Sizlere de, bu filmi fırsat yaratıp seyredin, derim.   2020 yılının ruhumuzdaki etkileri, 2021 yılının ilk on gününün bile getirdiği ağırlık karşısında, adeta ayrı bir dünyaya ışınlanmak size de iyi gelebilir. 


Keyifli keşifleriniz bol olsun.


Yürekten sevgilerimle.

12 Haziran 2020 Cuma

Dünyanın Neresinden Olsun ya da Belki Türkiye'den?


Dünyanın bir çok yerine seyahat ettim ama Hindistan’a hiç gitmedim.  Hindistan ile ilgili çok şey karşıma çıktı da diyemem.  Üniversitede, mühendislik bölümünde Hintli ve Bangladeşli asistanlarımız vardı aslında ama daha çok Çinli asistanlarımızı hatırlıyorum.

Bireysel gelişim ya da şifa çalışmalarında Hint ekolleri vardır ama beni daha çok Japon teknikleri ve uygulamaları çekti hep. Dünyanın farklı köşelerinden arkadaşlarım ya da tanıdıklarım çok oldu ama onların arasındaki Hintli olanları saysam iki elin parmağından azdı.  Yollarım Hindistan ile pek kesişmemişti.  

O nedenle, esasında sevmiyorum diyemeyeceğim ama Hint yemeklerini de Türkiye’den çok genelde Londra’ya gittiğimde yedim.  Amerika’daki yıllarımda Hint yemeği yediğimi de çok hatırlamıyorum.  Amerika’daki favorim Meksika mutfağıydı.  Bu arada Fethiye’de güzel bir Hint lokantası olduğunu da söylemeden geçmeyeyim, ama son birkaç yılda ne zaman Hint yemeği yedin diye sorarsanız, son iki defası da, her ikisi de farklı iki yılda, Kuzenlerimin Hint kökenli bir İngiliz misafilerinin arkadaşları için hazırladığı davet sofralarına ben de davetli olduğum için yiyebilmiştim.  Ve her iki sofradaki yemeklerin tadı hala damağımda.

Ama dedim ya Hindistan benim için hep varlığını uzaktan takip ettiğim bir dünya oldu.  Amerika, İngiltere, Japonya, Güney Kore ve belki de doğal olarak Avrupa çok tanıdık ve dünyamın  doğal bir uzantısı gibi gelmeye başlarken, Hindistan uzaktan baktığım kapalı bir kutu gibiydi.

Benim için Hindistan dünyasının kapısını açan şey fimler oldu.  Bugün, uzun zamandan sonra, tekrar bir Hint filmi seyretmenin hissettirdiği mutluluk ile bunu fark ediyorum.  Dedim ya, iki elin parmağını geçmeyecek kadar az insan ile çok sınırlı olarak algılayabildiğim bu dünyanın kapılarını Hint filmleri aralamaya başladı.

Farklı ülkelerin filmlerinde gerçekten o kültürleri yansıtan, ya da yaratanların ortak kültüründen etkilenmelerinden gelen bir özellik var.  Bu farkındalığı bana ilk yaşatan tabii ki İstanbul Film Festivalidir.  Lise yıllarında keşfettiğim bu farklı film dünyası, benim gibi birçok genç için dünyayı keşfetme fırsatıydı aslında.  

Nisan ayının İstanbul’daki en önemli renklerinden biri olan İstanbul Film Festivali, hayatlarımızda mahrum kaldığımızda tadını belki daha iyi fark ettiğimiz lezzetlerden biri.  

Şimdilerde dünya filmlerine erişmemizi farklı online platformlar ya da kaynaklar kolaylıkla mümkün kılsa da, bir filmin dünyasına bir sinema salonunda kapılmayı özlememek mümkün değil.  Bununla birlike, Türkiye’deki büyük çoğunluğun bir anda sanki yokmuş gibi davranmaya başladığı pandemi gerçeği, Temmuz ayında kapılarını açacakları duyurulmuş olsa da, beni bir süre daha o salonlardan uzak tutacak gibi görünüyor.  Kendim kadar ailemizdeki büyükleri koruyabilmek adına.

Çoğunluğunu evlerimizde geçirdiğimiz ve geçtiğimiz üç, dört ayda, bir mevsimin gözlerimizin önünden akışını daha çok pencerelerimizin arkasından seyrettiğimiz bu dönemde, sanırım hepimiz daha çok film seyrettik.  Ve sizi bilmem ama pandeminin ilk ayında en çok aldğım mesaj film öneri listeleriydi.

2020 yılının bahar ayı benim için Japon ve Kore müzikleri ile geçtiği kadar Japon ve Kore film ve dizileri ile geçti.  Uzun zamandır Japonca’ya ve son bir iki yıldır Korece’ye duyduğum merak bu iki dilin dünyasını keşfetme isteğimi artırıyor.   Fimler bize enteresan kapılar açıyor.  Hintçe öğrenmeye bir merakım başlar mı bilmiyorum ama izlenmek için sırada bekleyen iki Hint filmi beni şimdiden çağırıyor.

Bu filmlerin hangi tanıdık ya da hangi farkında bile olmadığım duygularımı uyandıracağını merak etmek beni heyecanlandırıyor.





Bunları yazarken, bu dönemde bir tek Türk film seyrettiğimi de fark ediyorum şimdi.  "Bizim İçin Şampiyon."  

Uzun zamandır olmadığı kadar severek izlediğim bu filmin konusu belki bilenleriniz vardır efsane at Bold Pilot.  Jokeyi Halis Karataş ile birlikte 1996 yılının Gazi Koşusu'nu hala kırılamamış olan 2.26.22'lik bir rekor ile kazanan bu güzel atın ve çevresindekilerin yaşamlarının hikayesinin, kalbe dokunan bir hikayenin içinde kısa bir süre için de olsa kaybolmak, biraz hüzünlü de olsa iyi geldi bana. Hatta tekrar Türk filmleri seyretmeye başlama isteği verdiğini bile söyleyebilirim. Tabii Bold Pilot'un, Halit Karataş'ın ve Begüm Atman'ın filmin bir bölümünü bizlerle paylaştığı gerçek sevgi ve gerçek aşk hikayesinin enerjisi de bu duyguları uyandırmış olabilir. Ama bir filmin en güzel yönü de içimizdeki duygulara hayat vermesi ve yaşama dair meraklarımızı uyandırması değil mi?

...

Sevgiyle kalın, renkli, heyecanlı ve güzel maceralarla dolu olsun yaşamlarınız.

11 Şubat 2009 Çarşamba

"Uygunsuz Gerçek"


Al Gore’un 2 dalda, En İyi Belgesel ve En İyi Özgün Müzik dallarında Oscar ödüllü filmi “Uygunsuz Gerçek” seyretmeye değer bir film.

Politik kariyeri için ne düşünürseniz düşünün bu filmi seyrettikten sonra Al Gore’u sevmemek bence mümkün değil.

İlk defa iki yıl önce seyrettiğim bu filmi bu günlerde tekrar seyrediyorum.

Çevremizi korumak konusunda yeterince şey yapmadığımı düşünüyorum. Ve kendimce bir yol, yeni ve daha kuvvetli bir başlangıç arıyorum.

Al Gore’un azmini ve cesaretini kendim için de diliyorum.



“… Bu konuya uzak duran birçok politikacı var. Çünkü bu konuyu anlar ve kabul ederlerse önemli değişiklikler yapmak kaçınılmaz ahlaki bir zorunluluk olur. …”

Böyle diyor filmde Al Gore.

Ve ben de üzerimde aynı baskıyı hissediyorum.

Gerçekten de dünya büyük bir çevre probleminde değilmiş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Ben konu hakkında daha çok şey öğrendiğim her gün daha büyük bir eksiklik ve eziklik hissediyorum. Sanırım böyle bir iç savaş ile devam etmekte zorlanıyorum.

Bu rahatsızlığı hissediyorsam, yaptıklarımın yeterli olmadığını düşünüyor olmalıyım.




Film’de Mark Twain’den bir alıntı var:

Başımızı derde sokan bilmediğimiz şeyler değildir.
Aslında yanlış bildiğimiz şeyleri şeylerin, kesin doğru olduğunu sanmamızdır
.”

Ve Al Gore devam ediyor: “Pek çok insan küresel ısınma konusunda da benzer bir varsayıma sahip. O varsayım ise şudur: Yerküre o kadar büyük ki Yerküre çevresinde kalıcı bir zararlı etki oluşması mümkün değil. Bu bir zamanlar doğru olmuş olabilir, ama artık değil. …”

Al Gore Roger Revelle isimli bir hocasının çalışmalarından etkilenerek üniversite yıllarında bu konu ile ilgilenmeye başlamış. Roger Revelle atmosferdeki karbondioksit seviyelerinin ölçülmesini öneren ilk kişi olmuş, ve bir şeyler yapılmazda dünyanın ileride neyle karşılaşacağını 1950’li yıllarında sonunda ortaya koymuş.

Bu konu gerçekten ilgisini çekmeye devam ediyor Al Gore’un, ve 1970’ler de meclise girdiğinde küresel ısınma üzerine ilk görüşmeleri organize ediyor, hocasını da görüşlerini paylaşması için davet ediyor. Ancak üzülerek istediği farkındalığı yaratamadığını görüyor. 1958’de ölçülmeye başlayan atmosferimizdeki karbondioksit seviyeleri halen artmaya devam ediyor. 1992’de Amerikan Başkan Yardımcısı olduğunda da ve sonrasında da çektiği filmle dünyada farkındalık yaratma adına elinden geleni yapmaya devam ediyor.

Al Gore dünyanın farklı bölgelerindeki buzullardan alınan buz örneklerinden ortaya çıkan verileri paylaşıyor; gelecek 50 yılda dünyanın karşılaşabileceği ısınma problemini çok etkili ve net olarak ortaya koyuyor. Konuları politikanın, bireysel düşüncelerin ve inançların ötesine taşıyor. Karşımızda yerküreye değer veren bir insan olarak Küresel Isınma konusuna bir dünya insanı olarak bakmamızı sağlıyor.

Buzullar eriyor, dünya denizlerinde ısı yükseliyor, Amerika’da kasırgalar, Japonya’da tayfunlar dünyayı büyük felaketler ile karşı karşıya bırakıyor. Güzel olan Al Gore yaşananların doğal olaylar ve doğal sınırlar içinde olabileceğini söyleyebilecek olanlara net bilimsel veriler ile ışık tutuyor. Ve gerçekten ne güzel anlatıyor.

2005 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde Katrina Kasırgası’nda yaşananları hatırlatarak dünyadaki bilim adamlarının uyarıları karşı nasıl bir tavır sergileyeceğimize karar vermemiz gerektiğini sorguluyor. Bilim dünyası yaşama şeklimizin bizi götüreceği yerleri net olarak gösteriyor; peki bu konuda ne yapacağız?

Küresel Isınma tehlikeli kuraklıklar kadar denizlerden yoğun buharlaşma nedeni ile yoğun yağışlara, fırtınalara ve sellere neden oluyor.

Dünya buzulları bir ayna gibi dünyaya gelen güneş ışınlarını geri yansıtarak dünyanın ısınmasını önlüyor, ama ya buzlar erimeye devam ettikçe neler olacak? Al Gore’un elindeki verilere göre önümüzdeki 50 ila 70 yıl arasında Kuzey Kutbundaki buzun yaz döneminde tamamen erişim duruma gelmesi mümkün. Dünya gerçekten tahmin edilmesi, kabul edilmesi zor şartlar ile karşı karşıya. Ve bir günden diğerine bu konuda ne yapıyoruz diye düşününce sonuçlar çok da iç açıcı değil.

Isınan dünya ile canlıların yaşam düzenleri de değişiyor. Doğanın dengesi içinde var olan canlıların bir kısmı nesillerinin tükenme riski ile karşı karşıya. Kimileri ise dengeyi bozacak şekilde fazla ürüyor. Hava yeterince soğumadığı için normalde kış dönemlerinde yaşamaması gereken bazı böcekler üremeye devam ediyor ve örneğin kimileri dünyanın farklı bölgelerinde ormanların yok olmasına neden oluyorlar.

Biz Türkiye’de neler yapıyoruz? Hayrettin Karaca uzun yıllardır erozyon ve Türkiye’nin verimli toprak kaybı hakkında bu ülkeyi bilgilendirmeye çalışıyor. Kurduğu TEMA Vakfı Türkiye’de bir uyanış başlattı. Bu çalışmalara yeterinde dâhil oluyor muyuz? İstanbul’da ne yapıyoruz, Malatya’da, Elazığ’da, Erzurum’da ne yapıyoruz? Antalya’da, Fethiye’de, Denizli’de neler yapıyoruz? Kırklareli’nde, Urfa’da, Gaziantep’te ne yapıyoruz?

Zor sorular ile karşı karşıyayız. Ve hem cevaplar hem de cevapların getirdikleri kolay şeyler değil. Belki benim dedem 1950’lerde öldüğünde doğmamış torunlarının bu dünyada karşılaşacağı farklı sorunları düşünüyordu. Ben ise altı yaşındaki yeğenimi düşündüğümde benim yaşıma gelince karşılaşacağı dünyanın doğa şartlarının nasıl olacağını, bu topraklarda hangi şartlar altında yaşayacağını düşünmeden edemiyorum.

Bir dünya vatandaşı olarak elimizden geleni yapmanın huzuru ile uyuyabileceğimiz gecelere; ve dünyayı korumayı denediğimizi, başardığımızı hissedeceğimiz günlere diyorum. Sevgi, sağlık ve huzur ile…



24 Ocak 2009 Cumartesi

Filmlerden Akşam Selamı


‘Günaydın Vietnam’ en sevdiğim filmlerden bir tanesi. Robin Williams’ın oyunculuğu kadar ülkeler, ülkelerin insanları ve insan olarak sınırların ötesindeki birliğimiz, birlikteliklerimize bakmaya cesaret eden filmlerden. Tekrar seyredebildiğim filmlerden.

‘Son Samuray’ da böyle bir film benim için. Ruhuma dokunan filmlerden. Doğa görüntüleri de muhteşem. 1992-93 yıllarında seyrettiğim ‘Mohikanların Sonuncusu’ filmini hatırladım. Film mekân olarak üniversite yıllarımın geçtiği New York eyaletinin kuzey bölgelerinde geçiyor. Gerçekten de müziği ve görüntüleri ile beni aradan yıllar geçmesine rağmen hala etkileyen bir film. ‘Günaydın Vietnam’ ise daha liseden mezun olmadığım yıllardan kalan bir film.

Kitaplar kadar filmlerinde yaşamımda etkisi var.

Üniversite ikinci veya üçüncü sınıftaydım sanırım. Okulun hangi dönemiydi hatırlamıyorum, ama okulun yeni başlamış olduğunu hatırlıyorum. Üniversite yıllarımda da Cuma akşamları yeni vizyona giren filmleri görmek için bir fırsattı, ve hafta sonu ders çalışmaya başlamadan önce eğlenmek için güzel bir akşam. Türkiye’den Cornell’e tesadüfen beraber kabul edildiğimiz bir kız arkadaşım bir filme bilet aldığını söyledi.

Sinema salonuna neyi seyredeceğimi bilmeden girdim. Bir yanımda arkadaşım diğer yanımda ayağı alçıda olan Amerikalı bir öğrenci oturuyordu, kıvıramadığı ayağını bana doğru uzatmıştı. Doğrusu rahatsız da etmiyordu beni, ama görüntü olarak çok net olarak hatırlıyorum, aradan geçen 18-19 yıldan sonra. Film Kevin Costner’ın “Dances with Wolves – Kurtlarla Dans” filmiydi. Çok uzun bir film olduğunu hatırlıyorum, ama sıkılmamıştım da.

Tekrar tekrar aynı keyifle seyredebildiğim filmler var, yeni eski, bilinen bilinmeyen. Ortaokul yıllarında seyrettiğim “Karate Kid” bende ayrı bir yer bırakmıştır. Yıl 1984. Yıllar sonra filmdeki hoca Miyagi-San’ın Ralph Macchio tarafından oynana karate öğrencisi Daniel’in bacağını ellerini kullanarak iyileştirdiği sahneyi hatırlayacak, ve filmi Amerika’dan getirtip bir Reiki hocası gözü ile tekrar seyredecektim.

Tabi orijinal Karate Kid’den sonra II. Ve III. Bölümleri de çekildi. Hatta bunlardan sonra Hilary Swank tarafından oynanan bir kızın karate öğrencisi olduğu bir devam filmi de var “The Next Karate Kid”.

“Moonstruck – Ay Çarpması” Cher ve Nicolas Cage’in sevdiğim filmlerinden.



Ya Robin Williams’ın Matt Damon ile oynadığı “Good Will Hunting-Can Dostum” filmine ne demeli? Gerçekten bize inanan bir başkası olduğunda kendimize inanmaya başlıyor olabilir miyiz?

Hafızamda sahneleri canlanan ve adını unuttuğum o kadar çok film var ki. Çocukluk yıllarında TRT’nin hala tek kanal ile yayın yaptığı günlerde Pazar günleri öğlen filmleri olurdu. Ağırlıklı western türü olan bu filmleri bile seyretmek için beklerdim.

Birçok arkadaşımın film koleksiyonları var. Ben filmleri çok sevmeme rağmen sevdiğim filmlerin çok azının ben de kayıtları var. Belki duramayacağım için filmleri biriktirmeye hiç girişmedim.

Geçenlerde yeğenim ile “Bolt”u seyretmeye gittik. “Ratatuy”u da seviyorum, herhalde en azından 4-5 defa seyretmişimdir. Catherine Zeta-Jones’un “No Reservations-Aşk Tarifi” filmi de keyifli gelir bana.

Star Wars, Yüzüklerin Efendisi, Forest Gump, Piyanist, Hayat Güzeldir belki hep hatırlanacak olan filmler.

*
Kişisel Gelişim ile ilgili çalışma yapmak isteyenlere, eğer film seyretmeyi seviyorsa önerdiğim filmler var. Neale Donald Walsch’ın hayatını konu olan “Tanrı ile Sohbet” bunlardan bir tanesi. Yazılarımı takip edenler biliyor Dan Millman’ın kitabından uyarlanan “Dingin Savaşçı” diğer bir tanesi. “The Secret” ve “Ne Biliyoruz ki” filmleri bu konuda seyredebileceğiniz filmlerden. Çok fazla seçenek olmadığını da söylemek zorundayım. “Matrix”i farklı bir bakış açısı ile seyretmek de güzel olabilir.

Yurtdışında Spiritual Cinema-Ruhsal Sinema kulüpleri var ve özel olarak çekilmiş büyük sinemalarda vizyona giremeyecek filmleri isteme ve seyretme şansı oluyor. Bir film gerek görüntü gerekse ses efektleri ile bazen bir kitabın verebileceğinden çok daha çabuk ve etkili olarak mesajlar verebiliyor.

James Redfield’in “Dokuz Kehanet-Celestine Prophecy” adlı kitabının aynı isimli filmi de oldukça güzel. Ben seyretmesi için birine ödünç vermiştim, ve şimdi kime verdiğimi hatırlayamıyorum. Tekrar yurtdışından getirtmem gerekecek herhalde. “Dokuz Kehanet” önemli bir kitap, okumanızı öneriyorum.

Filmlerin dünyasının benim yaşamımda yeri çok farklı. Bu akşam aklımdan geçen yüzlerce sahne içinde ad bulup kâğıda dökülebilenler ne kadar az esasında.

Yüreğime dokunan filmlere, yazanlara, yaratanlara teşekkürler…

23 Ocak 2009 Cuma

Ertesi Sabah...



Uzun yıllar Rahmetli babamla birlikte çalışma şansına kavuştum. Babam muhteşem bir öğretmen ve oldukça da enteresan bir adamdı. Doğrusu bu dünyada geçirdiğimiz 34 yıl içerisinde yeterince tanıyabildim mi bilmiyorum.

Yıllarca şantiyelerde televizyon ve belki de radyo dinleme imkânı bile bulamadan Türkiye’nin her bölgesinde çalışmış inşaatlar yapmış bir mühendisti babam. Esasında inşaat müteahhitliği yapıyordu ama bu kelimeyi sevmezdi. Mühendis olmak O’nun için önemliydi. Mezun olduğu yıllarda bir süre Karayolları Genel Müdürlüğü’nde çalışmıştı, 1950’lerin başlarında. “Biz o günlerde validen yüksek maaş alırdık, mühendislere gerçekten Devlet kıymet verirdi o günlerde.” derdi.

1956 yılında kurmuş babam ilk firmasını ve o günden itibaren ölümüne kadar da çalışmış durmadan, 2004 yılına kadar. “Rahat öbür tarafta evladım” derdi bana Babam, çalışmanın, üretmenin, bir şeyler yapmanın bir yaşam tarzı olduğuna inanırdı. Sade yaşamayı seven bu adam teknik hesaplar yapmaktan keyif alan, ve belki de bundan öte sadece Galatasaray, futbol ve balıkları severdi. Balık tutmaya vakti hiç olmadı, ama ben küçükken Pazar sabahları daha gün doğmadan beni alır ve İstanbul balık haline götürürdü. İstanbul’daki balık lokantalarının ve balık satıcılarının arasında bir mühendis adam ve küçük kızı balık ihalelerini seyrederdik. Bazen de ihalelerden balık alanlardan balık alır eve getirirdik.

Balık temizlemeyi bana Babam öğretti. Karnını açmayı, içini ve pullarını temizlemeyi. İtiraz etmeden yapardım, gerçekten bir maceraydı benim için, ilkokul yıllarımın güzel maceralarından bir tanesi.

Babam son yıllarında bir de akşam seyrettiği filmleri anlatırdı bana. Sabahları işe giderken araba ile uğrar ve O’nu alırdım. Gece uykuları oldukça azalmıştı, ve gece kulakları da pek iyi duymadığı ve annemi rahatsız etmemek için kulaklık ile televizyon seyrederdi.

Ve sabahları evden ofise yaptığımız yolculuk sırasında bana bir önceki akşam seyrettiği bir filmi anlatırdı bazen. Genelde çok konuşmayan, az öz lafı seven bu adam, bazen tüm duygu yoğunlukları ile bir filmi, karakterleri, aralarındaki iletişimi, ilişkileri anlatırdı. Sanki kendisinin yaşam ile ilgili sorguladığı şeylerin cevaplarını arardı. Babamın son yıllarda ortaya çıkan bu yönü beni şaşırtırdı. Daha doğrusu benim yeni görebildiğim yönü.

Gözlem yeteneği çok kuvvetliydi babamın. Olaylara bakmak ve olduğu gibi görmekten korkusu yoktu. Kalıpların arkasına saklanmaz ve hiçbir şeyin yapılamaz olduğunu düşünmezdi. “En zoru kendini inandırmaktır” derdi, “kendini inandırdıktan sonra başkalarını ikna etmek kolaydır.” İstenirse her şeyin yapılabileceğine inanırdı, ve etrafındakileri de buna inandırmak için uğraşırdı. Çok çabuk vazgeçtiğimiz ve engelleri imkânlardan çok saymaya alıştığımız bu toplumda böyle bir adamın varlığını sürdürmesi hiç de kolay değil. Çok yıpranmış olmalı. Ama hiç yakınmadı. Yakınmayan bir adamdı babam. Yoruldum demezdi, şikâyet etmezdi. İş ile ilgili bin bir zorluk, bin bir haksızlık ile karşılaştığımızda ben isyan ettiğimde, “bu işin şartları belli kızım, kabul etmiyorsan yapma,” derdi.

Bir de şikâyet kabul etmezdi babam, en azından yerine getirecek bir önerin yoksa. Neden yakınacak olsam, “Peki senin önerin ne?” derdi. Yani boş eleştiri ve boş yakınmalara pabuç bırakmazdı. Eleştiriyorsan çözüm getir derdi özetle. Kolay bir adam değildi babam. “Sinan farklı bir gezegenden gelmiş” diyenler olurdu. Kim bilir belki de haklıdırlar.

Bugünlerde babamı çok hatırlıyorum. Annem kendisinde kalan birkaç fotoğrafı verdi bana, babamla benim son yıllarımızda çekilmiş birkaç fotoğrafımız. Ben fotoğraf çekmeyi çok severim ve etraftakiler, özellikle annem yakınır biraz bundan. Ama biliyor musunuz ne kadar çok çektiğimi düşünsemde geriye dönüp bakıyorum ve babam ile ilgili aklıma gelen anılarımın çoğuna dair fotoğraf yok. Sanki en önemli sahneler zihnimde bir yerlerde var olmaya çalışıyor.



Bu akşam niye babam geldi aklıma. Bir film seyrettim. Dan Millman’ın ‘Dingin Savaşçı’ kitabının aynı isimli filmini. Nick Nolte oynuyor, duygusal güzel bir film. Babam seyretse severdi muhtemelen. … Ve akşam geç bir saatte tek başına seyretmiş olsa, ertesi sabah evden ofise yolculuğumuzda acaba nasıl anlatırdı bu filmi bana…

17 Saniye'de Neler Oluyor?




Özellikle “Ne Biliyoruz ki?” filminden ve artık Türkçe’ye de çevrilen kitaplarından tanıyabileceğiniz Esther ve Jerry Hicks’in ısrarla üzerinde durdukları bir tezleri var. Dikkatinizi bir şeye odakladığınız zaman saniyeler içinde sizin içinde odaklandığınız şeyin titreşimi harekete geçiyor. Ve ne kadar çok odaklanırsanız, o şeyi ve o şeyin titreşim olarak benzerlerini kendinize çekmeye devam ediyorsunuz.

Sık duymaya başladığımız bir bilgi bu. Bir yandan Esther ve Jerry Hicks’in çalışmalarının gerek “The Secret” gerekse “Ne Biliyoruz ki?” filmlerinin belkemiğini oluşturduğunu söylemek gerek. Tabi Norman Vincent Peale ve Napoleon Hill gibi Üstatlar 1930’lu yıllardan itibaren çekim yasasından bahsetmeye başlamışlar. Kavramın dünyada bu kadar çok konuşuluyor olması için 2000’li yıllara gelmek gerekiyormuş.

*
Çok konuşulan ‘Çekim Yasası’ düşüncesine göre bizler düşüncelerimizin, hislerimizin titreşimine uyumlu şeyleri yaşamımıza çekiyoruz. “Yeterli İsteyin! – Ask and It Is Given” adlı kitaplarında bu çekimin zamanı ile ilgili enteresan bir bilgiyi aktarıyorlar. Çekimin saniyeler ile tarif edilebilen bir zamanda gerçekleşebildiğini.

17 saniye süresince bir şeye odaklandığımızda, odaklandığımız şeyle uyumlu bir titreşimin içimizde harekete geçtiğini söylüyorlar.

Ve 68 saniye bir şeye odaklı kalabilirsek, odaklanan şeyin titreşimi ile uyumumuzun, o şeyi hayata geçirmek için gereken etkiyi başlatabildiğini.

Ben çekim yasasının düşüncelerimizi hayata geçirmedeki etkisini deneyimledim. Bu bilgiyi aklımda taze tutmaya çalışıyorum. Nedense Hicks’lerin belirttiği 17 ve 68 saniye bilgisi bu kitabı birkaç defa okumuş olmama rağmen gözümden kaçmış. Deneyeceğim ve sizlerle de paylaşmak istedim.


Esther ve Jerry Hicks aynı kitapta şu bilgileri de paylaşıyorlar, çekim yasasını kısaca özetleyerek:
- Düşündüğünüz düşünceler hayatınıza çektiğiniz şeyleri tarif eder.

- İsteseniz de istemeseniz de hakkında düşündüğünüz şeyleri elde edersiniz.

- Düşünceleriniz bir titreşimdir, ve bu titreşimler ‘çekim yasası’na göre hareket ederler.

- Titreşimleriniz genişledikçe ve kuvvetlendikçe, istediklerinizi gerçekleşmesini sağlayacak kuvvete erişir.

- Düşündükleriniz ve hissettikleriniz ve hayatınızda gerçekleşen şeyler, yaşadıklarınız, her zaman titreşimsel olarak uyum içindedir.

*

Çekim Yasası üzerine okuyabileceğiniz çok kitap var. ‘The Secret’ filmi ve kitabı son yılların en bilineni. Türk yazarlardan Nil Gün’ün The Secret filminden etkilenerek yazdığı ve Türkiye’de orijinal kitaptan önce yayınladığı ‘Çekim Yasası’ adlı kitabı var. Belki içerik olarak orijinalin bir kopyası gibi ama yazı dili oldukça açık ve akıcı.

Kitabı okuduğumda orijinal The Secret kitabından bu kadar ‘etkilenerek’ yazılmış olması beni hayal kırıklığına uğratsa da, kolay okunduğu için benim de zaman zaman öğrencilerime, arkadaşlarıma hediye ettiğim bir kitap. Konu hakkında bilgi sahibi olmak için siz de okumak isteyebilirsiniz. Orijinal The Secret kitabı filmin metinlerinden oluştuğu için okunması daha zor. Ancak film güzel, net, berrak; öneririm. Ve izlemediyseniz “Ne Biliyoruz ki?” de bu konular ilginizi çekiyorsa görmeniz gereken filmlerden. Esasında iki filmlik bir seri bu. Birincisi “Ne Biliyoruz ki –Aydınlanmanın Vakti Geldi”. İkinci filmin adı da “Ne Biliyoruz ki – Tavşan Deliği”.



Esther ve Jerry Hicks kitapları biraz daha ruhsal bir yaklaşım ile konuya girse de ben yazarların samimiyetlerine inanıyorum ve kitaplarını seviyorum. Orijinal dilinde okuma şansınız varsa İngilizce olan kitapların biraz daha akıcı olduğunu söylemem gerek. Jack Canfield ve Joe Vitale ’nin kitaplarından Türkçe’ye çevrilenler var.

*



Louise Hay kişisel gelişim konularında yaşı 80’i geçmiş bir üstat. Tüm dünyaya düşüncelerimizin, söz ve kelimelerimizin ruh ve beden sağlımız üzerindeki etkilerini öğretmiş olan bir hoca. Söylediği önemli bir şey var. Diyor ki “Esasında biz hocalar, öğretmenler, yazarlar hepimiz aynı şeyi söylüyoruz. Ve kimileriniz benim sözlerimi daha berrak duyacaksınız. Kimileriniz diğer bir hocanın sözlerini duyup evet işte yıllardır beklediğim bilgi diyeceksiniz. Duymak istediğiniz sesin peşinden gidin, sizin cevaplarınız orada.

Çekim Yasası incelemeye değer bir kavram. Sizin için en doğru kaynağın karşınıza çıkması dileğiyle.