İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ocak 2021 Pazartesi

Yaşamın Tesadüfleri Hikayelerle Bizi Tamamladığında



1950’lerin İstanbul’una dair bildiklerim daha çok babamın fırsat oldukça anlattılarına dairdi.
  Esasında İstanbul’un 1945 ile 1951 yılları arasındaki dönemi hakkında anlattıklarına.


İstanbul’daki yaşama dair öğrendiklerim, özellikle 1945 yılında babamın İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, Gümüşsuyu’ndaki binasında inşaat mühendisliği okumaya başlamasıyla başlıyordu.  


Aslında babam, annesi tarafından kısmen Afyon’lu olan kendi ailesinin Kurtuluş Savaşı başlarken İstanbul’dan fark edilmeden ayrılma hikayelerinden bahsederken de İstanbul’u biraz anlatmıştı.  


O yıllarda Beşiktaş Akaretler’de bir evde oturan ailesinin, asker olan babası, yani Dedem Yusuf İzzettin ile birlikte, İstanbul’dan Kurtuluş Savaşı’na katılmak için nasıl hazırlandılarını, annesinin evdeki eşyaları farkettirmeden yavaş yavaş satması ile Anadolu’ya kaçışlarını.


*


Babam öldüğünde 34 yaşındaydım.  Genç denilemeyecek bir yaş belki. Bununla birlikte, benim ortaokul, lise yıllarımda babamın şantiyelerde olduğu dönemler, benim üniversite için Amerika’da olduğum yıllar, sonrasında birlikte çalıştığımız 12 yıl boyunca o zamanlar çok şey öğrendiğimi hissettiren ama babamın kişisel tarihine dair aslında ne kadar az soru sorduğumu farkettiren dönemler.  Çocukken, belki tüm çocuklara özgü bir merakla, sonu gelmeyen sorular yaşamımın parçasıyken, sorularımı sesli olarak sormaya nedense oldukça ara vermiştim.  


Belki babamla yaşarken babama benzeyerek gözleyerek keşfetmeyi seçmiştim. Şimdiki aklım olsaydı, babama çok daha fazla şey sorardım.  Esasında babamın vefatından birkaç ay önce, bugünlerde tekrar bir atölyesine katılmakta olduğum yazar Mario Levi ile bir kursu yeni tamamlamış ve sonunda babamın hayat hikayesini yazmaya karar vermiştim.  Beni muazzam heyecanlandıran ve yeniden yaşamaya başlamışım kadar mutlu eden haberi, yazı ile ilgili sürecimi paylaştığım bir arkadaşıma Ortaköy Camii’nin hemen yanıbaşındaki bir kafenin dışarıdaki bir masasında öğle yemeğimizi yerken müjdelediğimi hatırlıyorum.  


Belki o nedenle, babamın 2004 yılının Eylül ayındaki vefatından sonra bir süre yazı ile ne yapmak istediğime karar veremedim.   Birkaç yıl da yazmadığımı söyleyebilirim.  O günlerde bireysel yaşamında da birçok değişim oluyordu.  Fethiyeli olma sürecim başlıyordu.  2004 ile 2007 arasındaki yıllar birçok yeni başlangıca vesile olacaktı.


*


2004 yılında Mario Levi ile yaptığımız grup çalışmasının sonunda, babamdan yola çıkarak uzun bir hikayeyi kaleme almaya cesaretlenmişken, o günlerden bugüne roman ya da hikaye değil ama sayıları 700, 800’ü bulan Türkçe ve İngilizce yazılar yazdım. Yazdıklarımın bir kısmını altı Türkçe, iki İngilizce kitapla paylaşmam da mümkün oldu.  Ama 2004 yılının Haziran ayında Ortaköy’de kendine göre hayatındaki en önemli kararlardan birini paylaşan ve bunun heyecanı ile adeta hoplayıp zıplayarak yürüyen Zeynep ile babası ile aynı yılın Eylül ayında vedalaşmak zorunda kalacak olan Zeynep’in düşünüş ve his dünyasında çok büyük farklar olacaktı.


Kitap okumayı, edebiyatı hikayelerle sevdim.  İlkokul’dan başlayarak, ortaokul ve lisede alevlenerek büyüyen tutkunluğum beni bitmeyen bir iştahla hikaye ve özellikle roman okumaya itti.  Çalışkan bir öğrenciydim ve dersler dışında özellikle ortaokulda en büyük tutkum okumaktı.  Bazen haftasonu bitiremediğim bir kitabı teneffüslerde okuyup bitirmek isterdim.  Hikayelerin içinde kaybolmak, yeni dünyaları keşfetmek muazzam bir duyguydu.


*


Roman okumayı bu kadar severken, babamın hikayesi ile olan iç mücadelem nedeni ile romanla arama bir mesafe koyduğumu yıllar sonra fark ettim.  Aradan geçen 16, 17 yılda onlarca farklı konuda yüzlerce kitap okudum ama okuduğum roman sayısı bunların çok küçük bir kısmıydı.  O süreçte belki çocukluğumdaki heyecan ile okuduğum bir roman, Louise de Bernier’in bir mübadele hikayesi olan “Kanatsız Kuşları”ydı.  Bu romanı ve kendisinin diğer kitaplarını okumaya iten şey Fethiye’de düzenlenen kültür sanat günlerinde kendisinin tercümanlığını yapacak olmamdı.  


Esasında oldukça ünlü olan bu yazarın “Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini” kitabından uyarlanan, başrollerini Nicholas Cage ve Penelope Cruz’un oynadığı “Corelli’nin Mandolini” filmini seyretmiştim ama kitabı okumamıştım.  Louise de Bernier’in tercümanı olacak isem, ne yazdığını bilmem, onu tanımam gerekiyordu. Yani, en azından ben böyle düşünmüştüm. 


O nedenle, hızla Fethiye’deki bir kitapçıdan satın aldığım Türkçe kitaplarını ortaokul, lise yıllarındaki gibi bir iştahla okurken, İngilizce kitaplarını da Amazon’dan sipariş etmiştim.  Kendi dilindeki ifade şeklini de anlamak istiyordum. 2011 Mayıs ayının ilk günlerde, farklı toplantı ve oturumlarda kendisinin tercümanlığını yapmış olmak hayatındaki en güzel, en ilham verici günlerden oldu.   


Bu nedenle, Fethiye Kültür Sanat Günleri organizasyon komitesine, Fethiye’ye çok uzun zaman teşekkür ettiğimi hatırlıyorum.  Esasında, geriye dönüp bakınca, 2005 yılı ile başlayan Fethiye maceram beni belki İstanbul’un göbeğinde nedense ulaşamadığım insanlar, imkanlar ve fırsatlarla bir araya getirdi.  Gökyüzünden, muhtemelen yamaç paraşütü ile Babadağ’dan sahile uçuş yaparken çekilmiş Ölüdeniz fotoğrafları ile Türkiye’nin turizmdeki yüzü olan Fethiye, beni de, yıllar içinde, öngörülemez şekilde dünya ile buluşturacaktı.


*


Roman konusuna geri dönersek, belki o rüzgar ile okuduğum Louise de Bernier romanları dışında, babamın ölümünden sonraki 16, 17 yıllık dönemde, okuduğum Ayn Rand romanları bana tekrar o tadı vermişti.   Sayabileceğim, beni gerçekten heyecanlandıran belki beş, on roman daha var ama diğer okuduğum romanlarla aramdaki, varlığının nedenini sonradan anlamaya başladığım, görülmez bir duvarı, o günlerde tam aşamadığımı söyleyebilirim.   Babamın vefatından sonraki yıllar, hayatımdaki ilk defa bir romanı yarım bırakmanın ne olduğunu da öğrendiğim yıllar oldu.  İstanbul ve Fethiye’deki kütüphanelerimde alınmış ve okunmamış kitapların ağırlığının romanlar olduğunu görmek enteresandı.  Ve sorun romanlarda değil muhtemelen bendeydi.


*


1950’lerin İstanbul’undan bahsediyorduk. 


Rahmetli Babamın, gençliğinin İstanbul’una dair anlattığı anılarının büyük bir çoğunluğunun geçtiği yerler, inşaat mühendisliği okuduğu üniversitesinin çevresi olan Taksim, Beyoğlu, Dolmabahçe’ydi.   Arada buna Moda ve Boğaziçi eklenirdi.  Yıllar sonra babam, evlenip bu defa İstanbul’da, bugünlerde Swissotel’in olduğu, Dolmabahçe Sarayı’nın arkasındaki tepede, Akaretler ile Maçka arasındaki bölgede annemle birlikte yaşamaya başlamıştı. Ben ve ağabeyim, o mahalledeki ilk evlerinde değil, bir yıl kadar sonra taşındıkları bir kaç sokak alttaki, Vişnezade Camii’nin karşısındaki Tan Apartmanı’ndaki, otuz yıla yakın zaman geçirdiğimiz ikinci evimizde otururken doğacaktık.


Babam üniversiteye başlarken İstanbul’a geldiğinde, önce İstiklal Caddesi’nde Rum bir hanımın işlettiği misafirhanede kaldığını, sonra üniversitenin yatakhanesine geçtiğini anlatmıştı.  Babasının asker olması nedeni ile çocukluğu ve gençliği farklı şehirlerde geçen babam, Eskişehir Lisesi’nden mezun olmuş ve 1945 yılının sonbaharında İstanbul Teknik Üniversitesi’nin sınavlarını kazanarak mühendislik okumaya başlamıştı. 


Yazılarımda babamdan sık bahsettiğimi birçoğunuz biliyorsunuz. Bunda yaşamımda çok büyük katkısı olmasının etkisi var.  Bununla birlikte, bugün geriye dönüp baktığımda, 2004 yılının Haziran ayında kendimce karar verdiğim, hatta babama “Babacığım ben Mario Levi ile kursumu bitirdim, sizin hayat hikayenizi yazmak istiyorum,” dediğim günlerin ve onun tanıyanların bildiği kendine özel, gözlerinde bir ışıltı ile paylaştığı mutluluk ve onaylama gülümsemesi ile yanıt verdiği günün de etkisi var.  Kendime ya da ona verdiğim bir sözü, o güne kadar onun yaşamını yeterince öğrenmeyi ertelediğim ya da başaramamış olduğum için gerçekleştirememiş olmanın etkisi.


*


İşte, yıllar sonra, yaşamda bazen olduğu gibi, yaşam, olaylar, bazı kördüğümleri beklemediğimiz anlarda kendiliğinden açabiliyor.  Bunu sadece yaşamın bir hediyesi olarak görmek mümkün olmakla birlikte, yaşamın işaretlerini, içimizdeki uyandırdığı hislerin izini takip etmenin hediyesi olarak da görebiliriz.


2021 yılının bana böyle bir hediyesi de, 5 Ocak günü Twitter’da gördüğüm bir haber ile başladı. İstanbul Modern’in ev sahipliğinde Mario Levi ile bir hikaye ve roman atölyesi başlayacaktı.  Zihnim bir anda Mario Levi ile Nişantaşı’da katıldığım yazıda yaratıcılık atölyesine gitti. O günden bugüne yaşamımda çok hızlı bir yolculuk yapmış, zihnimde bunlar olurken hemen bu atölyeye kayıt olmuştum.  Esasında bunları yaparken az önce bahsettiğim bir çok şeyin farkında değildim ya da Twitter’da okuduğum o kısa duyuru ile inanılmaz bir hızla farkına varıyordum.


Tüm bunlar olurken, esasında eş zamanlı olarak, sonradan benim için farklı bir başlangıca vesile olacak başka bir şey oluyordu.  Mario Levi ile hikaye ve roman atölyesine kayıt olmadan takriben bir buçuk saat kadar önce. 


Pandemi nedeni ile annemin evinde geçirdiğim günlerin her günkü parçası olduğu gibi binamızın apartman görevlisi sabah alışverişlerini getirmeden az önce, bir eposta göndermiştim.  Çanakkale’de yaşayan ve sivil toplum çalışmaları sayesinde tanıdığım Öznur Doğangün’e.  


Özetle, bir iki yıldır birlikte ortak çalışmalarda görev yaptığımız Öznur Hanım’ın üyesi olduğu Çanakkale Lions Kulübü’nün bağlı olduğu Lions Federasyonu’nda bir kitap kulübü vardı.  Pandemi nedeni ile sanal toplantılarla buluşuyorlar ve paylaşımlarını internette görüyordum. Esasında Öznur Hanım sanırım bu kitap kulübünden sohbetlerimizden birinde de bahsetmişti ama gerçekten farkına varmam sosyal medyada gördüğüm kitap kulübü paylaşımlarıyla olmuştu.  


İşte o 5 Ocak sabahı, annemin evindeki kütüphane bana ait olan kitaplara bakarken iki kitap gözüme çarpmış ve bu kitapları Öznur Hanım’ın Lions Kitap Kulübü’ne tasviye etmek aklıma gelmişti. 


Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” ve Rollo May’in “Yaratma Cesareti”.  Esasında Öznur Hanım’a eposta yazarken niyetim, sadece ilgilerini çekebileceği düşüncesi ile bu iki kitabı onlara önermekti.  Bununla birlikte, epostayı yazarken, epostanın sonuna geldiğimde, kendimi “Acaba ben de kitap kulübünüze katılabilir miyim,” diye sorarken buldum.  Epostanın sonunda,  kişisel paylaşımların yapıldı bu gibi gruplarda grubun oluşan bağları ile bazen dışarıya açılmasının uygun olmayabileceğini hissederek,  uygun olmazsa bana hayır demekten çekinmemesini belirtmek ihtiyacı da hissetmiştim.


Öznur Hanım’dan, epostayı geç farketmesi ile iki gün sonra gelen yanıt, ilk epostayı yazdıktan hemen sonra hikaye ve romanların dünyasına tekrar yakınlaşmak kararı ile attığım adımla daha da mutluluk verici olmuştu.  Kulübün grubuna beni dahil etmeleri ile birlikte konuşacağımız ilk kitabın bilgisi de bana ulaşıyordu.  Osman Balcıgil’in “En Hüzünlü Eylül”ü. 


Kitabın kargo ile elime ulaşması birkaç gün alacak ve kitabın kapağındaki yazıları okumam ile birlikte benim için Türkiye’nin, İstanbul’un ve babamın yaşamına dair bir yolculuk başlayacaktı.  Kitabı okumayı bitirdiğim 23 Ocak akşamına kadar, bu hüzünlü ve ağır hikayenin, yaşamımda sadece bir dönemi daha iyi keşfettirmekten ve buna bağlı birçok şeyi daha derinden sorgulatmaya başlamaktan çok öte, edebiyat ve roman ile bağlantımda sanki geçmişle geleceği birleştiren enteresan bir köprü görevi görecek olmasıydı.



Romanda geçen tarihlerde takriben babamla akran olan karakterler Suzan ve Yorgo’nun yaşamlarını okurken seyretmek, babam ile daha önce kurduklarımdan farklı bir bağ kurmamı, adeta onunla benzerini daha önce hissetmediğim şekilde, yokluğunda birlikte zaman geçirmemi ve sanki bu sayede, biraz küstüğümü fark ettiğim hikayeler ile barışmamı sağlıyordu.


5 Ocak gününden sonra iki kitap okudum.  Biri Osman Balcıgil’in “En Hüzünlü Eylül”ü.  Diğeri de, Mario Levi’nin verdiği bir ödev nedeni ile Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ı.  Osman Balcıgil ile 1950’lerin İstanbul’unda babam ile gezinirken, Marquez ile de esasında çocukluğum ve edebiyata olan tutkumla buluşuyordum.  Çünkü Nobel Ödüllü ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in bu çok bilinen kitabı, 1984 yılında bir ortaokul öğrencisi olarak karşıma çıkmış ve edebiyata aşık olmamı sağlayan ve bitmesine katlanamadığım için son iki sayfasını 37 yıl boyunca okumadığım tek kitap olmuştu.


10 Ocak 2021 Pazar

Ahtapotun Hikayesi Bugün Ne Diyor?

İnşaat mühendisi olan ve müteahhitlik yapan rahmetli babamın ömrünün büyük bölümü, evlendikten, çocuk sahibi olduktan sonra da, şehir dışında, şantiyelerde, farklı şehirlerde geçmişti.


Çocukluğumda babamın İstanbul’da olduğu günler benim için belki de o nedenle her zaman çok değerliydi.  İşleri nedeni ile Pazar günlerini ofiste çalışarak geçirmek zorunda kaldığı da çok olurdu.  Babamla zaman geçirebilmek aile yaşamının doğal bir parçası olmaktan çok, bana her zaman hediye gibi geldi.  Ve doğrusu, ömrüm boyunca hiçbir zaman da babam tarafından ihmal edilmiş hissetmedim.  Babam bana, yaşamda sevgiyi hissetmek için, birilerinin yaşamlarına dokunmak ve fark yaratmak için verilen zamanın miktarından çok, o zamanı nasıl yaşadığınızın ve paylaştığınızın kat kat daha önemli olduğunu kendi yaşamı ile öğretti.  


Hiç bir zaman geç saatlere kadar uyuyan bir çocuk olmamıştım. Doğrusu tüm ailemiz öyleydi. Ne annem, ne babam, ne de ağabeyim sabahları geç uyanırlardı.  Ailecek erkenciydik.  Hatta Pazar günleri, iki kardeş olarak erken uyanmaya belki daha da çok dikkat ederdik, çünkü apartman görevlimiz Pazar sabahları gazeteler ile birlikte Milliyet Çocuk Dergisini de kapımıza bırakırdı. Erken uyanıp dergiyi kapıdan almayı başaran ilk okuyan olacak demekti.  


*


Ama, kimi şanslı Pazar günlerinde, sabahın henüz aydınlanmadığı saatlerde babam beni uyandırır ve hazırlanmamı söylerdi. Heyecanla yataktan fırlar ve hızla giyinirdim.


O günler babam ile balık haline giderek balık ihalelerini seyredeceğimiz anlamına gelirdi.  Ve, belki de sonrasında, oradaki balıkçılardan birinden biraz öncesinde ihaleden satın aldığı balıklardan bazılarını alacağımız anlamına. 


Babamın beni uyandırdığı anda beni sarmaya başlayan heyecan, babamın büyük Amerikan arabasının arka koltuğuna oturup kemerimi bağladığımda sanki daha da kuvvetlenir, araba hale doğru ilerlerken, karanlıkta, arabanın camından o yaştaki bir çocuğun görmesi pek mümkün olmayacak bir İstanbul manzarasını merakla seyrederdim.  Hale gidiş yolculuğu sırasında konuşur muyduk yoksa arabanın kartuş çalan teybinden müzik mi dinlerdik çok hatırlamıyorum ama dönüş yolculuklarımızda balık halinde gördüklerimi, merak ettiklerimi heyecanla babama anlattığımı hatırlıyorum.  



İlkokuldaki bir çocuk için, gün doğmadan balık halinde gördüklerim, çeşit çeşit balıklar, balıkçıların yüzleri, telaşla koşuşturanlar, sakince etrafı seyredenler, sesler, bağrışmalar, renkler ve belki de daha çok kokular okumaktan hoşlandığım hikaye kitaplarının birinin içinde olduğum hissini verirdi.  Meraklı bir çocuk için verilebilecek daha büyük bir hediye yoktu belki de.


*


Babam gerçekten çok iyi bir öğretmendi.  Ve onu iyi bir öğretmen yapan özelliklerinden biri gözlemlemenize ve deneyimlemenize izin vermesiydi.  Öğretir ama daha çok sorgulatırdı.  Kendisi izler ve izlerken izlemeyi, izlerken fark etmeyi öğretirdi.  


O günlerde bunları bir çocuk olarak gözlemliyordum. Sonradan o günlere geri dönüp bakınca, bir kız çocuğu olarak beni kalıpların ve olağan denilebilecek deneyimlerin dışında bir şeylerle tanıştırmak, farklı bir yerlere taşımak için çalıştığını da görüyorum.  Babamla aramızda 43 yaş fark vardı.  Yani muhtemelen o günlerde, ben yedi, sekiz yaşlarındayken, babam da benim bugünkü yaşlarımda olmalıydı. 


Babamın o günlerin normallerine göre yaşlı denilebilecek bir baba olmasının aslında hayatımda ne kadar olumlu etkileri olacağının muhtemelen o da o günlerde farklında değildi.  Doğrusu, her zaman çok enerjik, çok çalışkan, çok azimli olan babam, yaşamının deneyimlerini, beni kuvvetlendirmek, yüreklendirmek, yaşam için heveslendirmek ve en önemlisi beni kendi yolumu açmayı öğrenmem için teşvik ederek aktarmaya çalışacaktı. 


O nedenle, çoğu zaman kolaylaştıran değil zorlaştıran, kolay beğenen değil, tam tersine en iyisini yapmamı bekleyen ve isteyen, çıtayı hep yükselten ama bir o kadar da sonuçtan bağımsız olarak samimi gayreti takdir ederek bunu yapan bir baba olacaktı.  


Babamın kıymetini bilenler için bir sihirli gücü de, karışısındaki insanın potansiyelini fark edip o kişinin o potansiyelini fark ettirip kullanmasını sağlamak için çalışmasıydı.  Sadece evlatları ya da yakınları için değil, arkadaşları, iş arkadaşları ve çalışanları için de bunu yapardı.  Siz kendinizden vazgeçseniz bile o sizden, sizde gördüğü potansiyelden vazgeçmezdi.  Tabii, kendi sınırlarımızı zorlamak her zaman o kadar da kolay değildi.


*


İşte, sabahın karanlığında İstanbul balık haline yapılan o yolculukların geri dönüşlerinde artık gün ağarmaya başlamış olurdu. Yolcuğunun o anına kadar merak ve heyecan ile çok konuşamayan Zeynep, babasına gördüğünü onlarca şey ile ilgili sorular sorumaya başlar, sorduğu her soruya yanıt alabiliyor olmasının esasında çok özel bir şey olduğunu yıllar sonra fark edecek olmasının dışında, mutluluk ve yine farklı bir heyecanla arabanın bagajında onlarla birlikte eve dönmekte olan farklı balıkları ve çoğu zaman ayrıca karidesleri babası ile birlikte mutfakta nasıl temizleyeceklerini, babasının ona balıkların hazırlanmasında neleri yaptıracağını merak etmeye başlardı.


Babam balık yemeyi çok severdi.  Hatta yakınında bir dere, deniz olan şantiyelerde, babamın sabah kahvaltısında bile balık yediğini söylemişlerdi.  Sonralarda, ben Japonya’ya gitmeye başladıkça, ben de Japonya’da sabah kahvaltılarında buharda pirinç ve miso çorbası ile balık yemeye başlayacaktım ama aradan otuz yıla yakın zaman geçmesi gerekecekti.


Çocukluğumuzda ağabeyim ve ben, balık yemeyi sevsek de, diğer deniz ürünlerini, karides, midye ve kalamar yemeyi belki daha da çok severdik. Bu listeye daha özel vesilelerle yengeç, ıstakoz ya da kerevit de eklenebiliyordu. Sadece ailecek ahtapot yediğimizi hiç hatırlamıyorum.  Annemin ahtapot yemeyi hiç sevmediğini hatırlıyorum.  Bununla birlikte özellikle ahtapot ızgara yemek için plan yapan arkadaşlarım vardır ama açıkçası benim de pek sevmediğim ve zorda kalmadıkça yemeyi pek seçmediğim bir şey olmuştur ahtapot.  Seçerek hiç sipariş etmedim sanıyorum ve ikram edildiğinde de ikram edeni kırmamak için yemeye çalışmışımdır.


*


Bugün, tüm bunlar aklıma geldi.  İstanbul’da evde otururken.  


Bir arkadaşımın tavsiyesi ile, Netflix’te, dokümanter bir film olan “My Octopus Teacher- Benim Ahtapot Öğretmenim” ya da filmin adının Türkçe tercümelerinde kullanıldığını gördüğüm şekli ile “Ahtapottan Öğrendiklerim”i seyrederken.  



2020 yılının Eylül ayında gösterime giren filmi seyrederken zaman zaman gözlerimden yaşların süzüldüğünü de hissettim.  Kalbime, ruhuma, ruhumun farkında olmadığım ya da varlığını bilmediğim farklı köşelerine dokundu bu film.  Seyrederken babam aklıma geldi.  O seyretse neler düşünürdü, diye aklımdan geçti. 

Ve bugünden sonra, benim denize bakışım aynı kalacak mı?  


Arnavutköy sahilde, Bebek’e ya da Kuruçeşme’ye doğru yürürken ve denize bakarken o dünyaya bakışım ve merakımda neler değişiyor olacak?   Hiç dalmamış olsam da yüzmeyi ve mümkün olsa içinde saatlerce kalmayı sevdiğim denize bakışım nasıl farklılaşacak? Ve belki Türkiye’nin sahillerinde deniz ile buluşmayı Dünya’nın heryerinden daha çok sevdiğimi düşünürken, filmde seyrettiğim Güney Afrika sahillerinin görüntüsü ile farklı denizleri keşfetmek için içimde uyanan bu yeni merak ile neler yapıyor olacağım?



Ruhumuza dokunan kitaplar, şarkılar, resimler ya da filmler bazen bizi bir anda tahmin edilemez şekilde etkileyebiliyor.  Ve bu şekilde etkilenebilmek ve meraklanabilmek, içimde o 1970’li yıllarda İstanbul’da sabahın karanlığında babası ile balık haline giden kız çocuğunun heyecanı ve keşfetme arzusu ile buluşmamı sağlıyor.


Sizlere de, bu filmi fırsat yaratıp seyredin, derim.   2020 yılının ruhumuzdaki etkileri, 2021 yılının ilk on gününün bile getirdiği ağırlık karşısında, adeta ayrı bir dünyaya ışınlanmak size de iyi gelebilir. 


Keyifli keşifleriniz bol olsun.


Yürekten sevgilerimle.

1 Ağustos 2020 Cumartesi

Güzelsin İstanbul

Güzelsin İstanbul,

Yine de,  

Fethiye’yi hatırlattığın anların ile daha çok mu seviyorum seni,

Denizdeki özel bir ışıltı, 

Geçen balıkçı motorunun sesi,

Gün batımının Fethiye’de bizi başka bir dünyaya götüren renkleri,


Boğazın diğer yakasında, gün biterken alev alev bir kızıllıkla yanıp sönen camlar belki sana özgü ama,


Nadir gelen sessizlikte hissedilen hafif tuzlu serinlik, sakin sabahlarda senden çok Fethiye diyor bana,


Deniz seninle yanıbaşımdayken artık uzak geliyor,

Sahilde yürürken mesela, parmaklarımı o tuzlu suyun içinde dört mevsim gezdirebilmeyi çekiyor canım,

Fethiye’de yakın arkadaşken biz

İstanbul’da deniz, daha çok, seyret beni diyor,

Seyretmek mutlu etmiyor diyemem ama sanki canım tatmak da istiyor,


İstanbul birçok lezzeti için

Yüzyıllarca yoğrulduğu binler, milyonlarla 


Uzaktan gelen bir kilise çanı,  


Nisan ayında erguvan pembeliği,


Kapalıçarşı’nın tenha koridorlarında zamanın içine bir yolculuk,

Biraz kuyumcu vitrini, biraz kahve molası,


Sana özgü bir zamansızlık hissi veriyor,


Anılar sensiz olmuyor mesela,


Ayasoyfa’nın bir köşesinde, bir taşın üzerine oturmuş,

minik bir deftere, 

sırt çantamdan çıkardığım küçük sulu boya takımımın renklerine

minik su şişeme batırarak ıslattığım fırçam ile 

resim yaptığımı hatırlıyorum,

İyi ki yapmışım o gün diyorum,

Yanımdan geçen turistlerin gözucuyla defterime kimilerinin kaçamak kimilerinin uzun uzun bakışlarını sanki tekrar görüyorum,

Kimileriyle bakışlarımız kesiştiğinde karşılıklı tebessümlerimiz konuşmuş gibi doyuruyor,


Süleymaniye’ye ilerlerken önce Sinan’ın minik türbesinin yanından geçmek mesela, ve Sinan’ın aklından geçenlerin hayalini kurmak seninleyken mümkün oluyor sanki İstanbul,


Anılar sensiz olmuyor,

Olmadık bir anda bir lokantanın görüntüsü geliveriyor insanın aklına,

Mesela bir lokantanın duvarları,

Mesela Pandelli ya da Rejans,

Ya da Konyalı’nın talaş böreği mesela,

Topkapı Sarayı’daki lokantasında yenilen değil, Eminönü’ndeki dükkanında,


Mesela, mesela kışın ailecek Fatih’e boza içmeye gidişler,

Sarı leblebi,


Ya da bozacıların sokaktaki sesleri,

İleride bir gün kimsenin hatırlamayacağı,


Güzelsin İstanbul,

Dünya ile buluştuğum şehirsin,

Dolmabahçe Sarayı’nın manzarası ile büyüttün beni, 

Kışın Dolmabahçe’deki ağaçlar yapraklarını döktüğünde, sarayın bazı camlarından denizi görebildiğime seninle şaşırdım,


Artık yeter desem de,

Artık o kadar sevmiyorum desem de,

Dönüp dolaşıp yoluma çıkıyorsun İstanbul,


Ben bana yabancı geliyorsun diyorum,

Sen hatırla beni kız diyorsun,


Ben isteyenlere bırakayım seni diyorum,


Sen yeniden tanı beni diyorsun...


17 Mayıs 2020 Pazar

Yakala

İstanbul’da, Arnavutköy’de, yine sokağa çıkma kısıtlaması olan bir Pazar sabahında, erkenciyim. Saat şimdi 8.30 olduğuna göre, oldukça erken uyanmıştım.  Mayıs ayının ortasını geçtik ve günler oldukça uzadı. Sanırım Mayıs ayı benim en sevdiğim ay.  Sadece doğduğum ay olduğu için değil. Günlerin oldukça uzamaya başladığı, havaların ısındığı ama tatlı serinliklerin de olduğu, doğanın renklendiği bu ayı gerçekten çok seviyorum.  Daimi olarak bir Mayıs ayı halinde yaşasam bu kadar sever miydim bilmiyorum ama ruhuma iyi geldiği kesin.

Bu sabah, yine bol rüyalı bir geceden sonra, birden uyandım.  Sevindim de. Çünkü sabahlar benim için her zaman günün en güzel zamanı.  Mesela hep bir Mayıs ayı sabahında yaşasam, ama tabii güzellikler zıddı ya da yoksunluğu ile de anlamını buluyor.  Haydi, vazgeçtim o hayalden.

Sabahlar gerçekten benim en verimli, en istekli, en berrak olduğum zamanlar. Şimdilerde aynı hızda olmasa da, çocukluğumda da, ve sonrasında da, sabah uyandığımda, neredeyse beş dakika içinde tüm hazırlıklarımı yapıp işe gitmek için kapıdan çıkabilecek hale gelebiliyordum.  Genel olarak hızlı olduğumu da söylerler. Bir şeyleri ağır ağır yapabilmek için emek sarfetmem gerekiyor.  Bu sabırsız olduğum anlamına pek de gelmiyor galiba. Zihnimin ve kalbimin beklentileri olarak çok sabırlı olduğumu söyleyemem belki ama sabırsızlıkla hareket etmeyi de seçmem genelde.  “Sabrın sonu selamet,” sözü gelir zaman zaman aklıma.

Covid-19 ile yaşadığımız bugünlerde, ben de birçok insan gibi eskisine nazaran çok daha fazla online ders takip ediyorum.  Korona günlerinden önce kayıt olduklarıma ek olarak bazı yeni derslere yazıldım ve çok ilginç konular ve insanlar karşıma çıkıyor.  Bunlardan bazıları da şefler.  Doğru, korona günleri, biraz ihtiyaçtan, biraz sıkıntıdan, biraz meraktan içimizdeki aşçıları uyandırdı.  Mutfağa girmeyenlerimiz bile,  ben de bir deneyeyim, dedi.  Bu doğru ve açıkçası görevlerim ve yaşam tarzım nedeni ile uzun zamandır yemek yapma fırsatı bulamazken ben de çocukluğumda keyifle yediğim annemin yemeklerinin tadını bu defa kendim yaparak alma şansını buldum. Bu ruhuma iyi geldi. Korona günlerinin bana en büyük hediyesi kesintisiz bir süre annemin yemeklerinin tadını damağımda hissederek çocukluğuma ve ortaokul ve lise yıllarıma gitmek oldu.

Üniversiteyi Amerika’da okuduğum yıllarda ve sonrasında Türkiye’ye dönüp iş hayatına başladıktan sonra çok uzun süre yemek yapma şansım olmadı.  Ailemle yaşarken annemin ya da yardımcılarının yemeklerini yediğim günleri, ofis yemekleri, şantiye yemekleri, otel yemekleri takip etti.  Evde oldukça az yemek yiyebildiğimi söyleyebilirim.  Sonrasında evli olduğum dönemde yine çok az yemek yaptım sanırım. Doğrusu Amerika’dan gelen bir alışkanlık olsa gerek dışarıda yemeyi sevdim.  Esasında annem ve babam da gezmeyi çok severlerdi.  Pazar günleri bir balık lokantasına gitmek babamın İstanbul’da olduğu günlerde önemli ritüellerimizden biriydi. Her ne kadar ağabeyim ve ben bundan zaman zaman şikayet etmiş olsak da, geriye dönüp baktığımda gözümde o sofralarda canlanan görüntüler olduğu için mutluyum.  Balık lokantalarında buluşmak bizim aile ritüellerimizden biridir aslında.  Özellikle ailenin, büyüklerimizin çoğunun yaşadığı İstanbul’da bayram buluşmalarında.  Buluşma noktamız genelde Kireçburnu’ndaki bir lokanta olurdu.  Çok yakın zamana kadar.  Korona nedeni ile kısıtlı kalmaya devam edeceğimiz bu Ramazan Bayramı’nda bu buluşma olmayacak ama gözümde hatırlayabildiğim bir çok bayram olduğu için mutlu hissediyorum.

Elden ele geçirilen meze tabakları, büyüklerin gençlere ikramları, haydi şunu da ye, haydi şunu da tat hatırlatmaları, büyüklerin uzun masanın bir ucundaki sohbetleri, gençlerin masarın diğer ucundaki paylaşımları.

Ve bu bir balık lokantasındaki bayram sofralarında, gözümün önüne gelen bir resim de, yavaş yavaş çocuk olmaktan, ailemizin küçük çocukları ile ilgilenen yetişkin abla ve sonra da büyüklerin oturduğu bölüme geçen yetişkin olmak.

Şunu da söylemeliyim, bizim ailemizde çocuklar her zaman çok değerliydi ve hala da öyle. O nedenle genelde uzun olarak hazırlanan bu masa yerleşimi çocukların ve gençlerin rahat sohbet edebilmesi için bu şekilde olurdu. Bazen de ailenin en küçüklerinden biri büyüklerin yanına alınır ve onunla sohbet edilir, onun da sohbete dahil olması sağlanırdı.  O sofralar her zaman kalbimizi ısıtan, bizi kuvvetli hissettiren, sevgi ile sarmalandığımız ve adeta uçarak eve gittiğimiz buluşmalar olurdu.

Bu bayram yemeği buluşmaları genelde annemin evindeki çay saati ile devam ederdi ve açıkçası evde de birlikte olmak çok güzel olurdu ama o bayram lokanta sohbetleri ve buluşmaları hep özel kalacak.

*

Son yıllarda pek yemek yapamıyordum demiştim.  Üniversiteye gidene kadar ise, ilkokul değil ama ortaokul ve lise yıllarımda çok yemek yaptım.  Börekler, çörekler, kekler, kurabiyeler, pizzalar, tartlar en başarılı olduklarımdı. Çeşit çeşit yapardım ama evde akşam yemeklerimizi tam menü ile hazırladığım da olurdu.  Okulu çok seven bir öğrenciydim ve günlerimin büyük bölümü ders çalışmakla geçerdi ama sanırım yemek yapmanınn ruha iyi gelebilen bir terapi  olduğunu o günlerde kimse bana söylemeden ve hatta yap bile demeden, kendim bir şekilde isteyerek seçmiştim.  O kadar güzel yemek yaptıktan sonra çok uzun süre yemek yapmamış olmam beni de şaşartıyor ama sanırım bunun nedeni liseden sonra 4,5 yıl kadar Amerika’da yaşamış olmam.  O yaşa göre uzun bir süre.  

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, Amerika’da yemekler belki pek güzel değil diye biliriz ama okuduğum Cornell Üniversitesi’nin yemekhane yemekleri gerçekten müthişti. Beni hayrete düşürmüştü.  Cornell’de bir deyim vardı, “Freshmen fifteeen, 1. Sınıf Öğrencisinin 15’i”.  Bu deyimin çıkma nedeni, Cornell’e gelen birinci sınıf öğrencilerinin bu güzel yemekler nedeni ile genelde 15 pound, yani 7-8 kilo alıyor olmasıydı. Bu arada, ben kilo almadım.  Tam tersi o günlerde kendimi şişman saydığım 58 kg’dan 47 kg’a düştüm.  Ama yemekler nedeni ile değil. Kampüsün farklı bölümlerindeki yemekhanelerde sınırsız olarak yemek yeme hakkımız olduğu için, neredeyse durmadan yememe rağmen, kampüs çok büyük olduğu ve derslerimin sınıfları kampüsün sanki bilinçli olarak en zıt köşelerine yerleştirildiği için, yürümekten ve hareketten.   Benim bedenimin yemeği kısıtlayarak değil hareket ederek kilo verdiğini Cornell’deki ilk iki yılım bana öğretti.

İşte, Korona günlerinde, çok uzun bir aradan sonra, ben de çok yemek yaptım.  Açıkçası Korona günleri öncesinde, Lions Federasyonumuzdaki görevim nedeni ile birkaç yıl, neredeyse yılın 10-11 ayı, İzmir’de bir otelde yaşamıştım. Ve o dönemde, neredeyse her akşam başka bir otelde ya da lokantada yapılan toplantılar nedeni ile otel ve lokanta menüleri benim klasiğim olmuştu.  

Türkiye’de ve yurtdışında olduğumda da farklı ülkelerin yemeklerini denemeyi ve yemeyi çok severim.  Favorim ise Japon yemekleri.  Mesela sushi kadar miso çorbasını canım çeker benim.  Sade pilav ile Japon turşusu yemek mutlu eder beni.  Ve hele Japonya’da yediklerime benzer bir Japon tatlısı bulabilmişsem eğer tatlı bir keyif adeta bedenimde dolaşır.

O nedenle, dışarıda belki yenilebilecek her türlü farklı yemeği yıllarca denemiş olduğum için, benim Korona günlerindeki yemek tercihim, lise yıllarımdan beri pek yeme fırsatı bulamadığım annemin yemeklerini yapmak oldu.  Korona dönemine annemi ziyaret ettiğim günlerde İstanbul’da yakalandığım için bu tariflerin üzerinden annemle geçme şansım da oldu.  Bugünlere özel yeni bir yemek defteri açtık.  Annemin Türk Klasikleri. :) 

Bu yemekleri yaparken, zaman zaman internetten farklı şeflerin, mesela Refika Şefin ya da Arda Şefin bu yemekleri nasıl yaptığına da baktım. Refika Şef'in bizim yemek yapma tarzımıza daha yakın bir yaklaşımı olduğu fark ederek farklı tarifleri de inceledim. Ama denemekten ziyade annemin tarifleri ile karşılaştırmak ve farklarına bakmak için.  Mesela, annemin ailesinin büyükleri Kesriye’den, Kastoriya’dan geldikleri için onların yemek yapma tarzı, mesela bir Adana’dan, Çankırı’dan, Taşköprü’den ya da Muğla’dan farklı. Yine mesela, yemekler daha beyazdır bizde.  Salçası azdır. Bazen hiç kullanmayız.

İşte, bir yandan yemek yapar, bir yandan kayıt olduğum edebiyat ve dil üzerine online derslerimi takip ederken, biraz da açıkçası yeğenimin katkısı ile, birkaç yabancı hocanın online yemek kurslarını takip eder oldum.  Youtube’da seyredebileceğimi belki binlerce tarif ve binlerce şef videosu var ama bir şefin kayıtlı öğrencilerine verdiği bir dersi izlemek de enterasan oluyormuş.  Bir iki derse katılırım derken, kendimi bu dersler çok güzelmiş derken buldum.

Ama daha enteresanı, bu şeflerin bazılarından hiç de hoşlanmadığımı ve tarzlarını sevmediğimi düşünürken, bazılarının derslerinde kendimi notlar alırken buldum. Ama yemek yapmaya dair değil, bireysel yaşama, kişisel gelişime dair notlar.  Hani çalıişma masanızın bir köşesinde önemli bir hatırlatma olarak her zaman görmek isteyeceğiniz ya da yatağınızın başucunda her sabah görmek isteyeceğiniz notlar.

Ben yemek üzerine yeni birşeyler göreyim derken, bir alanda ustalaşmış, bir alanda Dünya’da en iyilerden biri olmuş bir kişinin başarısının tesadüf olmadığına bir kere daha şahit oluyordum.  Gerçek başarı, bir konudaki beceri birikiminin ötesinde bir şeydi. Ustalık, sadece ustanın kendi alanındaki gelişmişliğinden öte, deneyimleri ile süzdüğü yaşam bakış açısı ile o işi yapmasından gelen bir zerafet, çok zoru çok kolay görünen bir şekilde yapabilme yetisi olarak yansımasıydı.  Aşçılara, Ustam deriz genelde ama bu kelime belki daha iyi yaşamak, daha iyi öğrenmek, daha iyi insan olmak adına  daha öğreneceğimiz çok şey olduğunu söylüyor.

Kendimce iyi yaptığım bazı işler ve uzunca bir süre emek verdiğim için bana Hocam, Ustam diyenler zaman zaman oluyor. Henüz oralarda olduğumu sanmıyorum ama bu sözleri her duyduğumda, benim ustam ve hocam olarak kabul ettiğim insanlar aklıma geliyor.  Öğretmenlerim. Anaokulundan bu güne. Şanslılardandım ki genelde ehil ve becerikli, güzel kalpli, özverili, kendini bilen öğretmenler ve eğitmenler karşıma çıktı. Bazen ustalar ile öğrenebilmeyi herkesin yaşadığı bir durum bile sandım. Oysa, ne özel bir hediyeymiş.

Bugünlerde uzun yazıyorum.  Eskiden belki bu anlattıklarımı üç, dört parçaya bölerdim ama bugünlerde böyle geliyor ve olanı olduğu gibi kabul ediyorum.

Tüm bunlara nereden geldim.  İşte bu sabah erken uyandığımda, birkaç hocanın dersini dinledim. Bir tanesinin sözü çok hoşuma gitti. “If you think it touches you, capture it.”  Mealen şöyle tercüme edeyim, “Eğer seni etkiliyorsa, sana dokunuyorsa, onu yakala, kaydet, sakla.”  

Bu cümleyi duyunca nedense kaydı durdurdum, bu cümleyi defterime yazdım ve yatak odamın açık penceresinden gelen kuş seslerini dinleyerek düşüncelere daldım.  Ve o cümle sayesinde, şimdi bu sıcak, serin Mayıs sabahının duygu ve düşünceleri, bugünlerden bir anı olarak bu satırlarda benim için korunuyor olacak.

Mutlu günler dileğiyle. Sevgiyle kalın.

17 Mayıs 2020
Arnavutköy, Beşiktaş, İstanbul

3 Mayıs 2020 Pazar

Boğaz'ın Sürprizi

Korona günlerinden özlediğim şeyler olacak.

En başta, sessizlik.

Aşağı yukarı 25 yıldır Boğaz’da, Bebek ve Arnavutköy’de ve çoğunlukla da Arnavutköy’de yaşadım. 25-26 yıldır.  İstanbul’un ve belki de Dünya’nın en etkileyici yerlerinden biri olan Boğaz’ın en sevdiğim zamanları günün biraz alışılmadık gün ve saatlerinde oldu hep.

Uzun yıllardır, İstanbul’dan Fethiye’ye gitmek için sık sık uçuş yapmam gerekti.  Fethiye’ye taşındığım 2005 yılından beri, yani takriben 15 yıldır.  Havalimanına giderken benim gibi trafikte zaman geçirmek istemiyorsanız eğer, günün geç ya da erken saatlerini tercih edeceksiniz demektir.  Bu benim için uzun yıllar Pazar sabahları saat 6.00-7.00 civarındaki uçakları ile Fethiye’ye gitmek anlamına geldi.

Beni havalimanına götürecek aracın beni alacağı saat yaklaşmaya başladığında, son birkaç yıl farklı nedenlerle iki üç valiz ile seyahat etmem gerekmiş olsa da, genelde küçük ve kabin içine alınabilir bir valiz ve bir sırtçantası ile binanın içinde, giriş kapısında hazır olurdum.  Eğer kış aylarındaysa saat oldukça yaklaşana kadar içeride bekler, yine de son birkaç dakikayı dışarıda geçirmeyi severdim.  Yazın ise belki en az bir beş dakikayı binanın kapısının önünde geçirirdim.

Neden mi?

Çünkü o Pazar günleri, araçların beni almak için geldikleri sabah saat 4.00-5.00 arasında farklı bir manzara vardır.  Mevsimine göre zifiri karanlık ya da hafif aydınlık bir güne adım atarken insanın etkisine alan bir ses vardır.

Gıcırtı.

Evet,  esasında tiz denilebilecek değişik bir ritimdeki o gıcırtı.

Sahildeki tekleri denize bağlayan iplerin sahildeki betonlara çakılı halklara bağlandıkları o spiral demirlerin, tekneler denizin hareketi ile hareket ettikçe bağlı oldukları iplerin ileri geri gitmesi ile çıkardıkları gıcırtı.

İstanbul’un ve Boğaz’ın sahil yolunun olağan gürültüsünde o sesi ancak kuvvetli bir sessizlikte duymanın mümkün olduğunu ilk defa ne zaman keşfettim bilmiyorum.  Yolculuklarımın ilk yıllarında olmadığına eminim. 

Ama bir gün, aniden, gecenin, ya da sabahın demeliyim belki, çok erken bir saatinde, o ses ile kendime geldim.  Ve günün o saatlerine bakışım değişti.  Bazen belki haftada birkaç defa Fethiye’ye gidip gelmem gerekse de, İstanbul’dan ayrılışlarımın en azından birini Pazar sabahlarına denk getirmeye uzun yıllar devam ettim. Sırf sabahları belki o beş dakikalık farklı sessizliği yaşayabilmek adına.

İstanbul’da, Avrupa yakasında Boğaz’da oturuyorsanız eğer, sahil yolunun, kazıklı yolun gürültüsünü kabul etmeniz gerekir.  Özellikle Cuma akşamlarından Pazartesi günü öğle saatlerine kadar ayrı bir araç ve insan kalabalığı fazla gelmeye başlar. Balkona pek çıkamazsınız mesela. Ya da balkonda sohbet etmek, birbirinizi duyabilmek kolay olmaz.  

Son yıllarda buna İstanbul’daki binamızın altında, çoğumuzun muhalefetine rağmen açılan bir köpek cafesinin etkisi etkendi. Köpekleri seviyorsanız bile aynı anda 15-20 köpeğin sahipleri kahve içerken yükselen havlama sesleri arabaların ve insanların seslerinin üzerine eklenir.  Yaz aylarında, bir Cumartesi ya da Pazar gününde neredeyse camı ya da balkon kapısını açmak istemediğiniz olur.  

Boğaz’ın güzelliğini yaşamak gürültüsüne razı olmak anlamına gelir.

Di.

Korona günlerine kadar.

Ben bu günlere İstanbul’da yakalandım.  Bir türlü beni rahat bırakmayan Vertigo atakları nedeni ile Fethiye’ye gitmek için biraz iyileşmeyi beklerken önce Çin’den, Japonya’dan, Güney Kore’den koronavirüsü haberleri gelmeye başladı.  Derken bir anda Mart ayında, Avrupa ile birlikte Türkiye’de kendimizi ev korumasında bulduk.  Esasında Dünya korona sürecini yaşamıyor olsaydı, bugünden bir hafta sonra Japonya’ya uçuyor olacaktım.  Ocak ayında aldığım bir davet beni havalara uçurmuştu.  Haberi aldığımda o günlerde uzak doğuda kendini hissettiren virüsün Mayıs ayına kadar kontrol altına alınabileceğini düşünmüştüm. Dünyayı saran bir salgın olabileceğini aklıma getirdiğimi hatırlamıyorum.  

Neyse, Japonya’ya gitme özlemimi ben de ertelenen Tokyo Olimpiyatları ile birlikte 2021 yılına bırakayım ve konumuza döneyim.

Evet, Boğaz’ın güzelliklerini yaşamak Boğaz’ın gürültüsüne razı olmak, hatta katlanmak demekti bu günlere kadar.

Esasında vertigom deneni ile korona günlerinden çok önce başlayan ve ağırlıklı olarak evde kaldığım günler benim için farklı bir gözlem, farklı bir içe dönüş ve farklı bir öğrenme dönemini de başlattı. Bunlardan belki daha sonra bahsederim.  Benim başlangıcımdan birkaç ay sonra tüm Dünya benzer bir süreci yaşamaya başladı.

İşte,  evde geçen, 1980 ihtilali ve nüfus sayımı günlerini hatırlatan, bir korona evden çıkma kısıtlama gününde, yıllar önce bir Pazar sabahında o günlerden birinde keşfettiğim tekne iplerinin demirlerinin çıkardığı gıcırtı sesleri gibi bir ses daha keşfettim. Aniden, beklemeden ve şaşkınlıkla.

1995 yılından beri Boğaz’da yaşıyorum. Boğaz’da deniz manzaralı bir evde yaşıyorsanız eğer belki de hiç bıkmayacağınız bir görüntü vardır.  Boğazdan geçen kimileri küçük, kimileri kocaman gemilerin süzülerek geçişi.  

Çoğuna klavuz teknelerin eşlik etmediği gemiler sessizce Boğaz’da süzülür.  Tankerler, yük gemiler, bazen askeri gemiler, nadiren de olsa denizaltılar, yolcu gemileri.

Yılda bir ya da iki defa, Boğaz trafiği durdurulur ve izin verilen günlerde çoğunluğu beyaz yelkenlerini açıp rüzgarla doldurmuş yelkenliler Boğaz’ın hakimi olur.  25 yılda buna herhalde 10 defa kadar şahit olabildim.

İrili ufaklı balıkçı tekneleri, müzikleri sonuna kadar açık ve bazen rehberlerin hoparlörlerden Türkçe ya da farklı dillerde yüksek sesle, sahilden boğuk bir konuşma olarak duyulmak dışında anlaşılmayan ve Boğaz’da geçmekte oldukları ve yeri anlattığını gezi tekneleri, ve vapurlar.  Onlar da Boğaz’ın olmazsa olmazlarıdır.  Ama vapurları ayrı bir kategoriye koyarsak, hiçbir tekne, Boğaz’da süzülerek yol aldığı hissini veren gemilerin geçişinin güzelliğini hissettiremez.

Yüklerine göre denizden yükseklikleri değişen, gri, beyaz, siyah, kırmızı, renk renk ve neredeyse yüzlerce farklı şekildeki gemiler pencerinizin önünde geçiş yapar.  Dedim ya, vapurları saymazsak, benim için Boğaz’daki en etkileyici manzara her zaman gemilerin geçişidir.

İşte, sokağa çıkmak kısıtlamasınının uygulanmaya başladığı Nisan aylarından bir günde, camın önünde ayakta denize bakarken, birden irkildim. Aniden ve neden olduğunu anlamadan.

Bir ses dikkatimi çekti. 

Derinden gelen bir uğultu.  

Salonun balkon kapısı ve camlardan biri üstten hava alacak şekilde açıktı.  Yola baktım.  Herhalde bir çöp kamyonu ya da kamyon geliyor olmalıydı. Sahil yolunda bir araç bile yoktu.  Fondan teknelerin gıcırtısına, yine korona günlerinden ilk defa duymaya başladığım dalga sesleri eklenmeye başlamıştı.  Bunca yıldır, sahilin dalga seslerini evden duymadığımı fark etmiştim.  Camın kenarından sahil yolunun iki yönüne baktım.  

Gelen ya da giden yoktu.  Elektrikler mi kesik diye düşündüm. Bir binanın jeneratörü çalışıyordu belki.  Sesin nereden geldiğini anlamak için camı açtım ve kafamı birazcık dışarı uzattım. Ki, işte o zaman sesin nereden geldiğini şaşkınlıkla anladım.

O derinden gelen uğultu, yıllarda Boğaz’da sessizce süzülürken seyrettiğim gemilerden birinden geliyordu.

25 yıldır bu sahilde, Boğaz’dan geçen bir geminin sesini duymamış olduğumu tarifi zor bir şaşkınlıkla fark ettim.

Bunca yıl nasıl duymamış olabilirdim?

Aklıma birkaç şey geldi hemen.  Fethiye’de, Şövalye Adası’nda akşamları bir uğultu duyuyorsanız eğer bu Körfez’e bir geminin demirlediği anlamına gelir. Çünkü Körfez’e bir gemi geldiğinde, geminin motor sesini mutlaka duyarsınız. Belki rahatsız edici bir ses değildir ama doğanın genel sessizliğinde ne olduğunu bilmemeniz ve fark etmemeniz mümkün değildir. Gündüzleri o kadar net olmasa da geceleri gecenin seslerinden biri haline gelir.

Aklıma gelen şeylerden biri de çocukluk günlerime aitti.  Yaz tatillerinde bazen Silivri’de bir iki ay zaman geçirdiğimiz olurdu.  İstanbul’a döndüğümüzde, o zaman yaşadığımız Dolmabahçe Sarayı’nın arkasında, Vişnezade Mahallesi’ndeki evimizin geniş balkonuna çıkar, Boğaz’ı uzaktan seyreder ve şehri dinlerdim.  1970’li yıllarından sonlarından 1980’lerin ortalarına kadar. Ağustos aylarının sonlarında ya da Eylül ayında. Balkona çıkar ve şehrin uğultusunu dinlerdim. Çünkü bilirdim ki, bir süre sonra şehrin seslerini duymaya alışacağım ve artık o uğultuyu duyamaz, ayırt edemez hale geleceğim.

İşte, bugünlerde İstanbul’da yaşadığımız farklı sessizlikte buna benzer duygular yaşıyorum.  İstanbul’dan çok Fethiye’de hissediyorum kendimi.   Sessizlik beni şaşırtıyor.  Boğaz’ı keşfediyorum.  Pencere ve balkonlardan. Evin içinde.  Bakmakla görmek arasındaki o hep bahsettiğimiz farkı çocukca bir merak ile yaşayım duruyor.  Bir motorsikletin ne kadar çok ses çıkardığını sessizliğin içinde daha çok anlıyorum. Sessizliğe ne kadar büyük ihtiyaç duyduğumu daha da derinden hissediyorum.

Yine tatlı bir uğultu ile dışarı bakıyorum.

Boğaz’da, Ghena isimli kocaman gri bir gemi bugün belki en çok uğultu çıkaran olarak ve oldukça hızlı bir şekilde Boğaz’dan geçiyor.  Az önce nispeten sessizce geçen siyah gemiye göre daha yüksek bir ses ve çok daha büyük bir hızla.

*

Bu günlere İstanbul’da yakalanmışsanız eğer belki beni daha çok anlayacaksınız. Korona günlerinden özlediğim şeyler olacak.  2020 yılının Nisan ve Mayıs aylarında İstanbul’da bir sihir yaşandı diyeceğim belki, tüm acıları, tüm olumsuzları, kayıpları, maddi çalkantıları, politikacıların amansız mücadelesiniz, haksızlıkları, nadiren umutlandıran anları, özlemi unutup, sadece sessizliği o sihrini hatırlamak istiyorum.  

Karşı sahilde, farklı tonlardaki yeşillerin arasında oldukça belirginleşen erguvanların, açmaya başladıklarını, fondaki gıcırtı ve dalga sesi ile seyrettiğim anlarda saklı kalmak istiyorum.

*

Sevgiyle kalın.


3 Mayıs 2020

Arnavutköy, İstanbul

1 Ocak 2017 Pazar

Çember

Bir süredir yazı yazmıyordum.  Birkaç aydır yoğun bir çalışma dönemim var.  Bununla birlikte, itiraf etmek zorundayım belki de beni yazı yazmaktan asıl uzak tutan şey özellikle son iki aydır Türkiye’de ardı ardına, artan bir sıklık ile yaşanan olaylardı.

İçimde büyüyen acı, kızgınlık, isyan, çaresizlik hislerini nefrete dönüştürmeden sabırda kalmaya çalışmaya çalıştım.  Son ayların duygu dünyamdaki özeti bu.

Gündelik yaşama gelince, elimden geleni yapmaya odaklandım.  Yapabileceklerimi yapmaya.  Dernek çalışmalarım ile ilgilendim. İstanbul’daki ofisimin kentsel dönüşüm nedeni ile yıkılacağı haberi gelince onu toparlamak ve taşımak için kendimi Fethiye’den tekrar İstanbul’un göbeğinde Beşiktaş’ta, Balmumcu’da buldum.

Bu süreçte, ne kadar yorulmuş olsam da kendimi işle meşgul etmek de iyi geldi doğrusu.  Yorgunluk, yapılacakları planlamak, ofisi toplarken arşivimizde karşıma çıkan evraklar, fotoğraflar, anılar, geçmişin benim için değerli insanlarını, anlarını bana hatırlattı.  Sevmiş olmanın, sevilmiş olanın, insanın yaşamına değer katan insanlar ile aynı zamanı paylaşmış olmanın verdiği bir kuvvet ile sarıldım sanki.  O yalnız olmadığımızı, bize değer verildiğini hissettiren duygu ile farklı bir umudu hatırladım.

*

Yeni yıldan önceki iki akşam iki ayrı dost meclisinde bulundum.  Birincisi yeni yılda Londra’ya taşınacak olan kuzenlerimin arkadaşları ile buluştukları veda yemeği, ikincisi ise kimisi ortaokul yıllarından can dostum olan, kimilerini 1990’lı yıllardan beri tanıdığım çok sevdiğim arkadaşlarım ile bir araya geldiğimiz bir yeniyıl yemeğiydi.

Her iki akşam kalbime, aklıma, ruhuma iyi geldi. Kuzenlerim sayesinde yeni tanıştığım insanlar kadar beni onbir yaşından beri, çocukluğumdan beri tanıyan arkadaşlarım ile olmak yaşamda bize en büyük kuvveti veren şeyin, yüreği açık, dostluğu seven, saygılı, hoşgörülü, açık fikirli, yaşamı kendini geliştirmek için, hayata katkı koymak için yaşayan insanlar ile birlikte olmak olduğunu tekrar hatırlattı.

İstanbul’daki bu iki akşamda, özellikle kendi çok yakın arkadaşlarım ile buluştuğum akşamda, şunları söylerken buldum kendimi. Ben artık İstanbullu olmaktan çok Fethiyeliydim.  Bir zamanlar İstanbul’daki sosyal yaşamın, kültürel yaşamın bir anlamda tam ortasındayken, şimdilerde gündemden kopmamış olmakla birlikte o aktif çemberin dışında olduğumu hissediyordum.  Fethiyeli olmayı seçerek dışında kalmayı seçmiştim.  Mesela, İstanbul’da yeni açılan mekanları açıldığı o ilk günlerde görüp keşfeden ben İstanbul’un en popüler on mekanı gibi şu meşhur onlu listelerdeki adreslerden çoğunu bilmiyordum.  Arada gittiğim bir tanesi çıkarsa ben bile şaşırıyordum.  30 Aralık akşamı arkadaşlarım Nazım Hikmet Oratoryosun'nun ne kadar güzel olduğundan bahsetmişlerdi.  “Evet, gazetelerde okudum, ben şimdilerde haberleri böyle takip ediyorum,” demiştim tebessüm ederek.

Onlara Fethiye’deki, ve daha sık olarak gitmeye başladığım İzmir’deki, yaşamın beni ne kadar mutlu ettiğinden bahsederken buldum kendimi.  Tabii ki bunları ilk defa duymuyorlardı ama ben belki de ilk defa kendimi bu kadar çok Fethiyeli, kasabalı hissediyordum.  İstanbul’da hala bir ofisim, bir atölyemiz ve aile evimiz olmasına rağmen İstanbullu hissetmeyi bırakıyordum ben galiba. Ben kasabalı olmayı sevmiştim.
Şimdi Fethiye’ye kasaba diyerek gerçekten çok ama çok sevdiğim ve beğendiğim Fethiye’yi hafife aldığım anlaşılmasın.  Fethiye denilen o güzel ilçe Türkiye’deki birçok ilden daha çok imkanlara sahip. Bunun farkındayım ve bu da beni cezp ediyor ama ruh olarak Fethiye bir ilçe, bir kasaba ve güzelliğinin büyük kısmı da buradan geliyor.  Benim demek istediğim, sadece, İstanbul’un göbeğindeki bir yaşamdan gerçekten bambaşka bir hayat tarzına geçmek bizim çevremizdeki çok alışılmamış bir tercihti.  Benim yoğun bir istekle yaptığım bir tercih.  Ve ben Fethiye’de yaşayan bir İstanbullu olmaktan çok Fethiyeli olmaya mutlulukla başlamıştım.

Ve bu tercih benim her gün “İyi ki de yapmışım,” dediğim bir tercih.  Sadece farklı bir yaşamı tercih ettiğimin de bilincindeyim.  Daha sakin, gündemden daha uzak, yerine göre hareketten, güncelden, moda olandan da uzak.  Hayattan haberdar olmaktan uzak değil belki ama hareketin ortasında olmaktan uzak.  Arkadaşlığın, insani temasın, doğallığın daha yoğun yaşandığı, biraz kenarda kalmışlık hissini taşıyan ama doğanın içinde olmanın ve kendine zaman ayırabilmenin verdiği güzellikle renklenen ve yüreği doyuran bir uzaklıkta olmak.

*

Sen iki gün gündemden, güncelden uzak olmaktan bahset dur, Türkiye’nin acı gündemi yeni yılda beni İstanbul’da buldu.  Haberlerde gördüğümüz olayların bir anlamda şahidi olmak ne demek hatırlattı.
Bu yıl yeni yıla İstanbul’da annemin yanında, ailemiz ile girmeye karar vermiştim.  İşlerim nedeni ile zaten İstanbul’daydım, burada kalmak doğru geldi.  Annem rahatsızlıkları nedeni ile sokağa rahat çıkamadığı için evde olmayı tercih ettik.  

Doğrusu Arnavutköy’de yeni yıl günü ve akşamı muazzam bir sakinlik vardı.  Genelde böyle zamanlarda çok işlek olan sahil yolundan neredeyse sayılı araba geçiyordu.  Son on gündür bir canlı bomba tehdidi olduğu söylentisi ile polis özellikle akşamları kimi yolları kapatıyordu.  Hep cıvıl cıvıl görmeye alıştığımız Arnavutköy’deki lokantalar bomboştu. Esasında İstanbul’da hareketli görmeye alıştığımız tüm mekanlar, sokaklar, bölgeler genelde boştu.  Belediyelerin ağaçları ve sokakları ışıklarla donatarak getirmeye çalıştıkları yeniyıl neşesinin herkese uzak olduğunu pek aşikardı. Yeni yıl günü de İstanbul bence tam da bu ürkek ruh halindeydi.

Gece yarısı yeni yıla girdikten göre ailecek kucaklaşmalar, kutlama telefon görüşmelerimizi yaptıktan sonra yavaş yavaş günü bitirmeye hazırlanırken, beni ilk uyandıran şey, “Arabayı sağa çek, sağa çek,” sesi ile adeta sahil yolunu inleten anons oldu.  Bir panzer hızla ilerlemeye çalışıyor ve neredeyse bomboş olduğu için yolda sakince ilerleyen arabadan acil yol istiyordu. Bunu kısa süre sonra siren sesleri ile hızla geçen polis arabaları izledi.  Sonra siren sesleri devam etti. Sahil yönünde her iki yönde hızla ilerleyen ambülansların siren sesleri.  Arnavutköy’den Ortaköy yönüne gidenler. Arnavuköy’den Bebek yönüne devam edenler. 

Aşikardı.  Bir şeyler oluyordu.

Televizyonu kapatmıştık. Açmadık. Ben de açmadım. 

Alınacak acı haber kotamızı dolduralı çok olmuştu.  Devam eden ambulans sesleri ile uykuya daldım.

*

1992 yılında Türkiye’de işe başladığım yıllarda terör olayları ülkemizin en önemli gündem maddelerinden biriydi.   Özellikle o yıllarda Adıyaman’da bir baraj inşaatı yapmakta olduğumuz için, şantiyelerimizdeki çalışanlarımızın, şantiyelerimizin güvenliği açısından her saniye tetikte olmak, gece gelebilecek her telefona hazırlıklı olmaya çalışmak bana yabancı bir his değildi.  Şantiyemizdeki patlayıcı madde deposu ile artan güvenlik riski, şantiyedeki köy korucularının varlığı, bekçilerimizin, ki o zamanlar özel güvenlik tabiri çok kullanılmıyordu, görüntüsü aklımda hep canlı.

Son yıllar daha da karmaşık bir Türkiye ve Dünya’da yine acılı rüzgarlar estiriyor.

Bugün, 1 Ocak 2017 sabahında, İstanbul’da, Arnavutköy’de, evimizin salonunda oturmuş, incelemeler nedeni ile trafiğe kapatıldığı için araç geçmeyen sahil yoluna bakarak düşünüyorum.  Hiç adetim olmadığı üzere televizyon açık.  Ana haber kanallarında yeni yılın Ortaköy’deki o acı ilk saatlerine dair aynı kısa görüntüler aynı kısa haberler ile dönüp duruyor.

Yaşam çemberinin merkezinde, kenarında, dışında neredeyim bilmiyorum. Çok da önemli bulmuyorum. Hepimiz merkezi kendimiz olan bir yaşam çemberinde yaşıyoruz.  Genişleyen halkalar ile Dünya’ya ve birbirimize bağlanıyoruz.


Etrafımda ne olursa olsun, kararlıyım, iyiliğe, dostluğa, kardeşliğe, sevgiye, hoşgörüye ve barışa olan inancımı sağlam tutacağım.  Bununla birlikte, Türkiye’nin ve Dünya’nın gündemini ve ülkemizin mücadelesini çok daha objektif, çok daha detaylı ve çok daha aktif olarak takip etmek ve anlamak her zamankinden daha önemli geliyor.  Karamsarlık ve çaresizlik girdabına kapılmadan.  Çözümün, yaşatılmak istenilen bu hislerden ötede, birlik olmaktan, bilgiden gelen sağlam cesaretten ve aydınlık günlere inançla birlikte çalışmaktan geçtiğini bilerek.