İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Fethiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fethiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ağustos 2020 Cumartesi

Güzelsin İstanbul

Güzelsin İstanbul,

Yine de,  

Fethiye’yi hatırlattığın anların ile daha çok mu seviyorum seni,

Denizdeki özel bir ışıltı, 

Geçen balıkçı motorunun sesi,

Gün batımının Fethiye’de bizi başka bir dünyaya götüren renkleri,


Boğazın diğer yakasında, gün biterken alev alev bir kızıllıkla yanıp sönen camlar belki sana özgü ama,


Nadir gelen sessizlikte hissedilen hafif tuzlu serinlik, sakin sabahlarda senden çok Fethiye diyor bana,


Deniz seninle yanıbaşımdayken artık uzak geliyor,

Sahilde yürürken mesela, parmaklarımı o tuzlu suyun içinde dört mevsim gezdirebilmeyi çekiyor canım,

Fethiye’de yakın arkadaşken biz

İstanbul’da deniz, daha çok, seyret beni diyor,

Seyretmek mutlu etmiyor diyemem ama sanki canım tatmak da istiyor,


İstanbul birçok lezzeti için

Yüzyıllarca yoğrulduğu binler, milyonlarla 


Uzaktan gelen bir kilise çanı,  


Nisan ayında erguvan pembeliği,


Kapalıçarşı’nın tenha koridorlarında zamanın içine bir yolculuk,

Biraz kuyumcu vitrini, biraz kahve molası,


Sana özgü bir zamansızlık hissi veriyor,


Anılar sensiz olmuyor mesela,


Ayasoyfa’nın bir köşesinde, bir taşın üzerine oturmuş,

minik bir deftere, 

sırt çantamdan çıkardığım küçük sulu boya takımımın renklerine

minik su şişeme batırarak ıslattığım fırçam ile 

resim yaptığımı hatırlıyorum,

İyi ki yapmışım o gün diyorum,

Yanımdan geçen turistlerin gözucuyla defterime kimilerinin kaçamak kimilerinin uzun uzun bakışlarını sanki tekrar görüyorum,

Kimileriyle bakışlarımız kesiştiğinde karşılıklı tebessümlerimiz konuşmuş gibi doyuruyor,


Süleymaniye’ye ilerlerken önce Sinan’ın minik türbesinin yanından geçmek mesela, ve Sinan’ın aklından geçenlerin hayalini kurmak seninleyken mümkün oluyor sanki İstanbul,


Anılar sensiz olmuyor,

Olmadık bir anda bir lokantanın görüntüsü geliveriyor insanın aklına,

Mesela bir lokantanın duvarları,

Mesela Pandelli ya da Rejans,

Ya da Konyalı’nın talaş böreği mesela,

Topkapı Sarayı’daki lokantasında yenilen değil, Eminönü’ndeki dükkanında,


Mesela, mesela kışın ailecek Fatih’e boza içmeye gidişler,

Sarı leblebi,


Ya da bozacıların sokaktaki sesleri,

İleride bir gün kimsenin hatırlamayacağı,


Güzelsin İstanbul,

Dünya ile buluştuğum şehirsin,

Dolmabahçe Sarayı’nın manzarası ile büyüttün beni, 

Kışın Dolmabahçe’deki ağaçlar yapraklarını döktüğünde, sarayın bazı camlarından denizi görebildiğime seninle şaşırdım,


Artık yeter desem de,

Artık o kadar sevmiyorum desem de,

Dönüp dolaşıp yoluma çıkıyorsun İstanbul,


Ben bana yabancı geliyorsun diyorum,

Sen hatırla beni kız diyorsun,


Ben isteyenlere bırakayım seni diyorum,


Sen yeniden tanı beni diyorsun...


21 Mayıs 2020 Perşembe

49, 50


Otuz yaşıma girdiğim doğum günümü çok hatırlamıyorum. En yoğun çalıştığım zamanlardan biriydi. Muhtemelen arkadaşlarım ile kutlamışsızdır.

Kırk yaşıma girdiğim günleri daha net hatılıyorum. Ama iyi ya da kötü anlamda, otuzlu yıllarımı tamamlayıp kırk yaşıma geldiğim için özel bir anlamı olduğunu söyleyemem. O yılı hayatımda önemli olan bazı olaylar ile hatırlıyorum daha çok. Mesela, doğum günümden kısa bir süre önce Japonya’ya gidip dönmüş olmam ile. O yıl yaptığım Japonya seyahatinin benim için özel olma nedenlerinden biri Kushimoto’yu ve oradaki Türk Şehitliğini ziyaret etmiş olmamdı.

Yılları, yaşları, olayları bize hatırlatanlar, yaşananların yoğunluğu, değeri ya da üzerimizdeki etkisi ile belirleniyor bir yandan.  Hafıza sanki duygular ile yazılıyor.

Dedim ya, esasında yirmili yıllara geçişimi de dahil etmeliyim, herhangi bir onlu yıl dönümümü çok hatırlamıyorum.  Herhangi bir yaşımı kutlamak ile ilgili özel bir isteğim olmadı. Çalışarak geçirdiğim doğum günlerim olduğu kadar özel kutlamalarla dolu doğum günlerim de oldu.  Bir doğum günümü uçakta kutladım. Atlantik aşırı bir uçuşta, ki okul yıllarımda olduğu için bir anlamda mecburen o gün uçmak durumda kalmıştım. Yolculuğu birlikte yaptığım ve çok sevdiğim okul arkadaşım Beril sayesinde, o gün hayatımdaki en keyifli günler arasına girmişti. Gökyüzünde pastalı, şampanyalı, Danimarkalı hosteslerin doğum günü şarkısı söylediği çok şirin ve neşeli bir kutlama olmuştu.  

Sonra ne olduysa, 2019 yılının sanırım Eylül ayının sonlarıydı, Fethiye’de, Şövalye Adası’nda, kuzenlerim Handan ve Erdoğan’ın işlettiği Ada Restaurant’ın Fethiye’ye bakan bölümünde, Fethiye’de her zaman sanki kocaman bir ışık topunun yükseltmek olduğu hissini veren ayın doğuşunun altında yemeğimizi yerken, birden 2020 yılının Mayıs ayında 49. Yaşımı tamamlayacağımı ve 50 yaşıma gireceğimi fark ettim.  İçime farklı bir mutluluk hissi geldi.  Bu dünyada 50 yılı, yarım asırı tamamlamış olacaktım.

Yanımda oturan Kuzenimin eşi Handan’a döndüm. “ Handan’cığım, gelecek sene doğum günümde burada bir parti yapalım mı?” 

Esasında 2019 Eylül ayındaki o güne  ve o gün hissettiklerime dair belki biraz arka plan bilgisi vermem gerekiyor.  Daha önceki yıllarda iş programımdaki yoğunluk, son üç dört yılda ise Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği ve Türk Lions Federasyonumuz ile yaptığımız çalışmalar nedeni ile Fethiye’de çok az zaman geçirebilmiştim.  2018-2019 döneminde, yurtiçi ve yurtdışı seyahatler derken, İzmir’de, Federasyon merkezimizde olmam gereken zamanlar derken, bir yılda tam tamına 15 gün Fethiye’ye olabilmiştim. Fethiye’yi ve Fethiye’deki arkadaşlarımı, orada olmayı çok ama çok özlemiştim.  Fethiye’yi çok sevdiğimi her zaman biliyordum ama bir yeri bu kadar çok özleyebileceğimi ben de tahmin etmemiştim.  Benim için ailemi, arkadaşlarımı, dostlarımı Fethiye’ye davet etmek, onlarla yaşamı Fethiye’de paylaşmak her zaman özel bir anlam taşıyor. En sevdiğim yerde sevdiklerimle olmanın farklı bir enerjisi olduğunu düşündüm hep. 

İşte o nedenle, 50. yaşımda, Fethiye’den, Türkiye’den ve yurtdışından arkadaşlarım ile Fethiye’de iki, üç günlük bir buluşma hayal ettim.  Yemek masasında hemen takvime bakmıştık Handan ile. 22 Mayıs Cuma gününe geliyordu. Yani gelebilenlerle Cuma’dan Pazar’a, ya da belki Perşembe’den Pazar’a bir Fethiye, Şövalye Adası programı yapabilirdik.

O an, kendimi, Şövalye Adası’nın Şat Burnu’na yakın olan bir tepesindeki Ada Restaurant’ta arkadaşlarım ile hayal ettiğimi hatırlıyorum.  Beyaz örtüleri ile hazırlanmış olan masaları, ikramların bir kısmının konulduğu servis masalarını, fondaki müziği.  22 Mayıs’ta ayın ne durumda olacağına bakmak o akşam aklıma gelmemişti, ama o gece orada olmasını istediğim onlarca insanın yüzünü, o terasta dolaştıklarını bir film seyreder gibi gördüğümü de çok net hatırlıyorum.

“Handan,” dedim, “bugüne kadar hiç böyle bir şeyi istemek, bu kadar ay öncesinden planlamak hiç aklıma gelmedi, ama bu defa istiyorum gerçekten.  Ne kadar güzel olur.”

“Neden olmasın,” dedi Handan. “Yaparız Zeynep, çok güzel olur”.

*

Ve hayatımda ilk defa, dokuz ay öncesinden, Mayıs ayında Fethiye’de bir doğum günü kutlamayı hayal ettim. Hatta, Fethiye’de benden bir gün önce doğan bir arkadaşım ile birlikte kutlamayı da hayal ederek.

Uzaktan gelecek olan akadaşlarımı davet etmeye başladım.  Bir kısmını ise Şubat, Mart ayı gibi davet ederim, diyordum.  50 yaşında dokuz ay öncesinden doğum günü kutlama hazırlıklarına başlamak ve davet etmek biraz garip olacaktı galiba.   İşin özünde, son bir iki yıldır sevdiğim arkadaşlarım ile zaman geçirebilmeyi tahmin edebileceğimden çok özlemiştim ve benim için özel olan insanların, ailemin biraya gelebilecek olması ihtimali beni heyecanlandırmıştı. Kuzenlerimin Şövalye Adası’nda bir butik otelleri olması da bu buluşmayı keyifli bir şekilde organize etme imkanı verecekti. O günler için bazı odaları Eylül, Ekim ayından ayırmıştık.

2020 yılına girdiğimizde, Ocak ayında Japonya’dan bir mesaj aldım.  Esasında tesadüf bu ya, Japoncamı biraz daha düzgün hale getirmek için Ekim ayından itibaren tekrar derslerime başlamıştım.  Ocak ayında gelen mesajı okuduğumda yüzüme hakim olması zor bir gülümseme yayılmıştı. Yine çok özlediğim ve bir süredir gidemediğim Japonya’ya 2020 yılında tekrar gitmek için bir plan yapayım derken, Japonya’ya gitmek için bir davet almıştım. Sokakta yürürken okuduğum bu mesaj ile, kalbimden yükselen alev alev bir heyecanla uçarak yürüdüğümü hatırlıyorum.  Ve, yine tesadüf bu ya, bu davetin tarihi yine Mayıs ayına, doğum günümden önceki günlere denk gelecekti.  Japonya’ya yedi defa gittim. Bunların iki defası hariç diğer hepsinde tesadüfen Mayıs ayında gitmek nasip oldu.  Her seyahat birinden keyifli ve tadı damağımda kalarak.

*

Japonya’yı tarif edilmesi zor bir şekilde seviyorum.  Esasında çocuklukta ve gençlik yıllarımda birçok genç gibi benim de hayalim Amerika’yı görmek ve Amerika’da okumaktı. Cornell Üniversitesi’nin bana verdiği burs sayesinde, belki aksi takdirde bu maceraya pek de istekli olmayan ailemden izin koparmayı başarmıştım.  Amerika bana çok şey öğretti. O yılların şartları ile evden uzak olmak ve orada yaşamak çok da kolay bir süreç değildi.  Dil ya da Türk olmam ile bir ilgisi yok.  Evden uzakta yeni bir yaşam ve kendini keşfetme sürecinin doğal zorlukları belki de. Yine de beni ben yapan en büyük şanslarımdan biridir o dönem.

Yine de, bugün bana, Amerika mı, Japonya mı diye sorarsanız, ya da nereye gitmeyi tercih edersin diye, tereddütsüz olarak Japonya, derim.  Ve şimdiki aklım olsaydı,  Japonya ile tanışmaya başladığım 2007, 2008 yıllarında şu anki istekliliğim ile Japonca çalışırdım.

Ve yine de, hiçbir zaman hiçbir şey için geç değildir.

Japonya gezisi için bana iletilen ve Türkiye’den birkaç kişinin daha davetli olduğu bu programın bazı tarihleri belliydi, ancak dönüş tarihini benim belirleyebileceğim söyleniyordu.  Hazır Japonya’ya gitmişken, çok özlediğim birkaç kişi ve birkaç yeri görmek, özellikle Kyoto’ya ve Shiga Bölgesine, ve özellikle de çok sevdiğim Miho Müzesi’ni görmenin hayalleri, Şövalye Adası’nda geziden arkadaşlarımın görüntüsü gibi hızla, gözümün önünde belirmeye başlamıştı.  Ne kadar güzel bir ön-doğum günü hediyesi olacaktı bana.  Bu davetin zamanlaması ne kadar anlamlı olmuştu.

Japonya seyahatinin bitiminde benim dönüş yapmak istediğim Osaka’dan Türkiye’ye önce 19 Mayıs’ta dönmek istedim ama o gün uçuş yoktu. 20 Mayıs’ta Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Bu, ziyaret etmek istediğim birkaç yer için bana bir gün daha verecekti.  Bu sözde aksaklık bile bir hediye gibiydi.  

21 Mayıs’ta da, yani bugün, İstanbul’dan Fethiye’ye gitmeyi planlamıştım.  Perşembe gününden Şövalye Adası’na geçebilecek ve çoğu muhtemelen Cuma sabahı gelecek olan misafirlerimi karşılayabilecektim.   Japonya’ya gitmeden önce Fethiye’de hazırlıklarımı yapar, öyle giderim, dönüşte de bir sorun olmaz diyordum.

*

Eh, sizlerin de çok iyi bildiği gibi işler öyle olmadı.

Japonya’ya gitmek bir yana, hem ilgilenmem gereken işlerimiz, hem annemi de yalnız bırakmamak adına Japonya davetini aldığım günden beri olduğum İstanbul’dan pandemi ile birlikte Fethiye’ye bile gitmek nasip olmadı.

Ben nasibe inanırım.

Rahmetli babam inşaat ihalelerine girmeden önce hatırlatırdı. “Kızım bazen işi altın diye alırsın birden toprak olur.  İşi toprak diye alırsın altın olur.  Nasip,” derdi.  Bilime, hesaplamaya, hazırlanmaya, araştırmaya inanan ve olmazları oldurmak için sonuna kadar çalışan babamın beraber çalıştıkça keşfettiğim değişlik bir kader inancı vardı. Tanrı sevgisi ve inancından da gelen. Hiç kaderci bir insan olmadan, kadere, kısmete ve yaşamın getireceklerine çok dillendirmeden teslim olmayı da içeren bir kader inancı. 

Önce ben Mayıs ayına kadar iyileşmesini umduğum vertigom nedeni ile gidebilecek miyim derken, bu defa önce Uzak Doğu, sonra Avrupa ve sonra da Türkiye, bir pandemi rüzgarıyla değişen yaşam ile yüzyüze geldi.  

İçinden geçmekte olduğumuz süreci ve bize etkilerini zaman içinde göreceğiz.

*

Bu satırları yazdığım 21 Mayıs’ın bu öğle saatlerinde, aslında İstanbul’da bir masanın başından ziyade, Şövalye Adası’nda, muhtemelen Ece Boutique Otel’in balkonlarından birinde oturuyor ve denize, Kızılada’ya ya da Çalış’a bakıyor olacağımı hayal ediyordum.  

Hayatta birçok hayalimin gerçekleştiği oldu. Ama bir o kadarının da gerçekleşmediği de.  

Onuruma düzenlenen gecelere gidemediğim oldu.  Valizlerim kapıda, mesela Güney Amerika’ya gidecekken, biletimi yakıp kendimi Malatya’ya giden bir uçakta bulduğum da oldu.  Mesela, koltuk değneği ile şantiyeye gittiğim de oldu; başka bir zaman, başka bir yerde aynı bileğim nedeni ile günlerce yatağımdan kalmadığım da.  Bazen irademin, zihnimin, bedenimin gücü karşılaştığım zorluklara rağmen aklımda olanı yapmama izin verdi; bazen ne kadar çok istesem de, kendimi perişan etsem de, hiçbir şey değişmedi. 

Birbirine çok benzeyen bu durumların arasındaki farkı anlamakla çok uğraştım.  Benzer emek, benzer gayret, benzer inanç, benzer isteklilik bazen yolu açıyor, bazen ise bekle, dur, yapamazsın, diyordu.

Ve garip olan, bazen sonrasında, durmanın ne kadar doğru olduğunu, yerine göre devam etmenin doğru olduğu kadar önemli ve gerekli olduğunu, kavrıyordum.

Babamın kaderciliğini anlamaya çalışırken, gerçekten kaderci olmak için, elimizden geleni sonuna kadar yapmanın ne olduğunu anlamak gerektiğini fark ettim.  Beyninizin, bedeninizin, iradenizin, benliğinizin size imkan tanıdığı sınırlar ile karşılaşıyorsanız eğer, yaşamın akışındaki başka bir elin, başka bir gücün varlığı ile karşılaşıyorsunuz sanırım.  Yaşamın ve hayatın anlamı da o karşılaşma ile belirginleşebiliyor, netleşebiliyor, ya da nasıl daha iyi ifade etmeli bilmiyorum, anlamını idrak etmeye başlıyoruz belki de.

Bugün 49 yaşımın son günü.  Bugün nedeni ile yaşlanmış hissetmiyorum.  Değişmekte olduğumun son birkaç yıldır farkındayım.  Son yıllarda, daha çok,  büyüdüğümü düşünüyorum. Çocukluğun ömüre yayılan ne çok aşaması varmış.  

*

Yaşamdan öğrendiğimin daha çok farkındayım.  Ve benim için gerçekten değerli olanların.

Bu 21 Mayıs’ta ve tabii ki doğum günüm olan 22 Mayıs’ta en çok ailemi, arkadaşlarımı dolu dolu kucaklamayı hayal ediyordum.  Tek tek ve tekrar tekrar.  Sevdiklerime bir teşekkür partisi olarak hayal etmiştim doğum günümü.  Esasında dokuz ay öncesinden planlamak istememizin nedeni biraz da buydu.

Yaşamıma anlam katan, kendimi keşfetmemi sağlayan, beni anlayan, güvenen, inanan ve seven bu çok sevdiğim insanlara, onları da mutlu edecek, bir teşekkür buluşması organize etmekti hayalimiz.

Nasip olmadı.

Belki şimdi bu teşekkürü evrene onlara ulaşması için sunmak gerek.  

Başta bu yaşamı yaşama şansı veren annem ve babama, ve bu yaşam yolundan birlikte geçtiğim herkese.  Yaşamıma değen herkes ile şekillendi bu 50 yıl.  Keşkeler, pişmanlıklar galiba tahmin ettiğimden az.  İyi, kötü, güzel, çirkin dediklerimizin hepsi için derin bir şükür var kalbimde. 

Teşekkür ederim. Hepinize ve herşeye.


Sevgiyle kalın.  Geçmişten, geleceğe, nefes aldığımız her güne şükürle.

3 Mayıs 2020 Pazar

Boğaz'ın Sürprizi

Korona günlerinden özlediğim şeyler olacak.

En başta, sessizlik.

Aşağı yukarı 25 yıldır Boğaz’da, Bebek ve Arnavutköy’de ve çoğunlukla da Arnavutköy’de yaşadım. 25-26 yıldır.  İstanbul’un ve belki de Dünya’nın en etkileyici yerlerinden biri olan Boğaz’ın en sevdiğim zamanları günün biraz alışılmadık gün ve saatlerinde oldu hep.

Uzun yıllardır, İstanbul’dan Fethiye’ye gitmek için sık sık uçuş yapmam gerekti.  Fethiye’ye taşındığım 2005 yılından beri, yani takriben 15 yıldır.  Havalimanına giderken benim gibi trafikte zaman geçirmek istemiyorsanız eğer, günün geç ya da erken saatlerini tercih edeceksiniz demektir.  Bu benim için uzun yıllar Pazar sabahları saat 6.00-7.00 civarındaki uçakları ile Fethiye’ye gitmek anlamına geldi.

Beni havalimanına götürecek aracın beni alacağı saat yaklaşmaya başladığında, son birkaç yıl farklı nedenlerle iki üç valiz ile seyahat etmem gerekmiş olsa da, genelde küçük ve kabin içine alınabilir bir valiz ve bir sırtçantası ile binanın içinde, giriş kapısında hazır olurdum.  Eğer kış aylarındaysa saat oldukça yaklaşana kadar içeride bekler, yine de son birkaç dakikayı dışarıda geçirmeyi severdim.  Yazın ise belki en az bir beş dakikayı binanın kapısının önünde geçirirdim.

Neden mi?

Çünkü o Pazar günleri, araçların beni almak için geldikleri sabah saat 4.00-5.00 arasında farklı bir manzara vardır.  Mevsimine göre zifiri karanlık ya da hafif aydınlık bir güne adım atarken insanın etkisine alan bir ses vardır.

Gıcırtı.

Evet,  esasında tiz denilebilecek değişik bir ritimdeki o gıcırtı.

Sahildeki tekleri denize bağlayan iplerin sahildeki betonlara çakılı halklara bağlandıkları o spiral demirlerin, tekneler denizin hareketi ile hareket ettikçe bağlı oldukları iplerin ileri geri gitmesi ile çıkardıkları gıcırtı.

İstanbul’un ve Boğaz’ın sahil yolunun olağan gürültüsünde o sesi ancak kuvvetli bir sessizlikte duymanın mümkün olduğunu ilk defa ne zaman keşfettim bilmiyorum.  Yolculuklarımın ilk yıllarında olmadığına eminim. 

Ama bir gün, aniden, gecenin, ya da sabahın demeliyim belki, çok erken bir saatinde, o ses ile kendime geldim.  Ve günün o saatlerine bakışım değişti.  Bazen belki haftada birkaç defa Fethiye’ye gidip gelmem gerekse de, İstanbul’dan ayrılışlarımın en azından birini Pazar sabahlarına denk getirmeye uzun yıllar devam ettim. Sırf sabahları belki o beş dakikalık farklı sessizliği yaşayabilmek adına.

İstanbul’da, Avrupa yakasında Boğaz’da oturuyorsanız eğer, sahil yolunun, kazıklı yolun gürültüsünü kabul etmeniz gerekir.  Özellikle Cuma akşamlarından Pazartesi günü öğle saatlerine kadar ayrı bir araç ve insan kalabalığı fazla gelmeye başlar. Balkona pek çıkamazsınız mesela. Ya da balkonda sohbet etmek, birbirinizi duyabilmek kolay olmaz.  

Son yıllarda buna İstanbul’daki binamızın altında, çoğumuzun muhalefetine rağmen açılan bir köpek cafesinin etkisi etkendi. Köpekleri seviyorsanız bile aynı anda 15-20 köpeğin sahipleri kahve içerken yükselen havlama sesleri arabaların ve insanların seslerinin üzerine eklenir.  Yaz aylarında, bir Cumartesi ya da Pazar gününde neredeyse camı ya da balkon kapısını açmak istemediğiniz olur.  

Boğaz’ın güzelliğini yaşamak gürültüsüne razı olmak anlamına gelir.

Di.

Korona günlerine kadar.

Ben bu günlere İstanbul’da yakalandım.  Bir türlü beni rahat bırakmayan Vertigo atakları nedeni ile Fethiye’ye gitmek için biraz iyileşmeyi beklerken önce Çin’den, Japonya’dan, Güney Kore’den koronavirüsü haberleri gelmeye başladı.  Derken bir anda Mart ayında, Avrupa ile birlikte Türkiye’de kendimizi ev korumasında bulduk.  Esasında Dünya korona sürecini yaşamıyor olsaydı, bugünden bir hafta sonra Japonya’ya uçuyor olacaktım.  Ocak ayında aldığım bir davet beni havalara uçurmuştu.  Haberi aldığımda o günlerde uzak doğuda kendini hissettiren virüsün Mayıs ayına kadar kontrol altına alınabileceğini düşünmüştüm. Dünyayı saran bir salgın olabileceğini aklıma getirdiğimi hatırlamıyorum.  

Neyse, Japonya’ya gitme özlemimi ben de ertelenen Tokyo Olimpiyatları ile birlikte 2021 yılına bırakayım ve konumuza döneyim.

Evet, Boğaz’ın güzelliklerini yaşamak Boğaz’ın gürültüsüne razı olmak, hatta katlanmak demekti bu günlere kadar.

Esasında vertigom deneni ile korona günlerinden çok önce başlayan ve ağırlıklı olarak evde kaldığım günler benim için farklı bir gözlem, farklı bir içe dönüş ve farklı bir öğrenme dönemini de başlattı. Bunlardan belki daha sonra bahsederim.  Benim başlangıcımdan birkaç ay sonra tüm Dünya benzer bir süreci yaşamaya başladı.

İşte,  evde geçen, 1980 ihtilali ve nüfus sayımı günlerini hatırlatan, bir korona evden çıkma kısıtlama gününde, yıllar önce bir Pazar sabahında o günlerden birinde keşfettiğim tekne iplerinin demirlerinin çıkardığı gıcırtı sesleri gibi bir ses daha keşfettim. Aniden, beklemeden ve şaşkınlıkla.

1995 yılından beri Boğaz’da yaşıyorum. Boğaz’da deniz manzaralı bir evde yaşıyorsanız eğer belki de hiç bıkmayacağınız bir görüntü vardır.  Boğazdan geçen kimileri küçük, kimileri kocaman gemilerin süzülerek geçişi.  

Çoğuna klavuz teknelerin eşlik etmediği gemiler sessizce Boğaz’da süzülür.  Tankerler, yük gemiler, bazen askeri gemiler, nadiren de olsa denizaltılar, yolcu gemileri.

Yılda bir ya da iki defa, Boğaz trafiği durdurulur ve izin verilen günlerde çoğunluğu beyaz yelkenlerini açıp rüzgarla doldurmuş yelkenliler Boğaz’ın hakimi olur.  25 yılda buna herhalde 10 defa kadar şahit olabildim.

İrili ufaklı balıkçı tekneleri, müzikleri sonuna kadar açık ve bazen rehberlerin hoparlörlerden Türkçe ya da farklı dillerde yüksek sesle, sahilden boğuk bir konuşma olarak duyulmak dışında anlaşılmayan ve Boğaz’da geçmekte oldukları ve yeri anlattığını gezi tekneleri, ve vapurlar.  Onlar da Boğaz’ın olmazsa olmazlarıdır.  Ama vapurları ayrı bir kategoriye koyarsak, hiçbir tekne, Boğaz’da süzülerek yol aldığı hissini veren gemilerin geçişinin güzelliğini hissettiremez.

Yüklerine göre denizden yükseklikleri değişen, gri, beyaz, siyah, kırmızı, renk renk ve neredeyse yüzlerce farklı şekildeki gemiler pencerinizin önünde geçiş yapar.  Dedim ya, vapurları saymazsak, benim için Boğaz’daki en etkileyici manzara her zaman gemilerin geçişidir.

İşte, sokağa çıkmak kısıtlamasınının uygulanmaya başladığı Nisan aylarından bir günde, camın önünde ayakta denize bakarken, birden irkildim. Aniden ve neden olduğunu anlamadan.

Bir ses dikkatimi çekti. 

Derinden gelen bir uğultu.  

Salonun balkon kapısı ve camlardan biri üstten hava alacak şekilde açıktı.  Yola baktım.  Herhalde bir çöp kamyonu ya da kamyon geliyor olmalıydı. Sahil yolunda bir araç bile yoktu.  Fondan teknelerin gıcırtısına, yine korona günlerinden ilk defa duymaya başladığım dalga sesleri eklenmeye başlamıştı.  Bunca yıldır, sahilin dalga seslerini evden duymadığımı fark etmiştim.  Camın kenarından sahil yolunun iki yönüne baktım.  

Gelen ya da giden yoktu.  Elektrikler mi kesik diye düşündüm. Bir binanın jeneratörü çalışıyordu belki.  Sesin nereden geldiğini anlamak için camı açtım ve kafamı birazcık dışarı uzattım. Ki, işte o zaman sesin nereden geldiğini şaşkınlıkla anladım.

O derinden gelen uğultu, yıllarda Boğaz’da sessizce süzülürken seyrettiğim gemilerden birinden geliyordu.

25 yıldır bu sahilde, Boğaz’dan geçen bir geminin sesini duymamış olduğumu tarifi zor bir şaşkınlıkla fark ettim.

Bunca yıl nasıl duymamış olabilirdim?

Aklıma birkaç şey geldi hemen.  Fethiye’de, Şövalye Adası’nda akşamları bir uğultu duyuyorsanız eğer bu Körfez’e bir geminin demirlediği anlamına gelir. Çünkü Körfez’e bir gemi geldiğinde, geminin motor sesini mutlaka duyarsınız. Belki rahatsız edici bir ses değildir ama doğanın genel sessizliğinde ne olduğunu bilmemeniz ve fark etmemeniz mümkün değildir. Gündüzleri o kadar net olmasa da geceleri gecenin seslerinden biri haline gelir.

Aklıma gelen şeylerden biri de çocukluk günlerime aitti.  Yaz tatillerinde bazen Silivri’de bir iki ay zaman geçirdiğimiz olurdu.  İstanbul’a döndüğümüzde, o zaman yaşadığımız Dolmabahçe Sarayı’nın arkasında, Vişnezade Mahallesi’ndeki evimizin geniş balkonuna çıkar, Boğaz’ı uzaktan seyreder ve şehri dinlerdim.  1970’li yıllarından sonlarından 1980’lerin ortalarına kadar. Ağustos aylarının sonlarında ya da Eylül ayında. Balkona çıkar ve şehrin uğultusunu dinlerdim. Çünkü bilirdim ki, bir süre sonra şehrin seslerini duymaya alışacağım ve artık o uğultuyu duyamaz, ayırt edemez hale geleceğim.

İşte, bugünlerde İstanbul’da yaşadığımız farklı sessizlikte buna benzer duygular yaşıyorum.  İstanbul’dan çok Fethiye’de hissediyorum kendimi.   Sessizlik beni şaşırtıyor.  Boğaz’ı keşfediyorum.  Pencere ve balkonlardan. Evin içinde.  Bakmakla görmek arasındaki o hep bahsettiğimiz farkı çocukca bir merak ile yaşayım duruyor.  Bir motorsikletin ne kadar çok ses çıkardığını sessizliğin içinde daha çok anlıyorum. Sessizliğe ne kadar büyük ihtiyaç duyduğumu daha da derinden hissediyorum.

Yine tatlı bir uğultu ile dışarı bakıyorum.

Boğaz’da, Ghena isimli kocaman gri bir gemi bugün belki en çok uğultu çıkaran olarak ve oldukça hızlı bir şekilde Boğaz’dan geçiyor.  Az önce nispeten sessizce geçen siyah gemiye göre daha yüksek bir ses ve çok daha büyük bir hızla.

*

Bu günlere İstanbul’da yakalanmışsanız eğer belki beni daha çok anlayacaksınız. Korona günlerinden özlediğim şeyler olacak.  2020 yılının Nisan ve Mayıs aylarında İstanbul’da bir sihir yaşandı diyeceğim belki, tüm acıları, tüm olumsuzları, kayıpları, maddi çalkantıları, politikacıların amansız mücadelesiniz, haksızlıkları, nadiren umutlandıran anları, özlemi unutup, sadece sessizliği o sihrini hatırlamak istiyorum.  

Karşı sahilde, farklı tonlardaki yeşillerin arasında oldukça belirginleşen erguvanların, açmaya başladıklarını, fondaki gıcırtı ve dalga sesi ile seyrettiğim anlarda saklı kalmak istiyorum.

*

Sevgiyle kalın.


3 Mayıs 2020

Arnavutköy, İstanbul

21 Aralık 2019 Cumartesi

Biraz Buzun Prensi Enerjisi

Bana bugün biraz Yuzuru Hanyu lazım.  Biraz naiflik, biraz azim, biraz zerafet, biraz çocuksu neşe.  

İki defa Olimpiyat altın madalyası sahibi Japon erkek patenci Yuzuru Hanyu’yu tanıyorsanız eğer bugün ihtiyaç duyduğum enerjiyi sanırım anlayabilirsiniz.

Yaşamın haberlerle birlikte bazen daha da gaddar, daha da acımasız görünen dünyasında kalbini sevgide, nezakette tutanlara, bunu yansıtarak yaşayanlara ihtiyacımız var.  Kendi bireysel yolculuğunu başkanlarını incitmeden yaşamaya özen gösterenlere duyduğum sevgi, saygı, özlem sanki her gün artıyor.

Belki Japonya’yı, en azından benim deneyimlediğim Japonya’yı, Japon dostlarımı bu yüzden hep çok sevdim. Ve sevmekten öte, mesela Fethiye’de, evimin balkonunda belki Dünya’daki en güzel doğa manzaralarından birine bakarken, canım Japonya’da olmayı çeker.  Her zaman ruhumun ait olduğunu düşündüğüm evimde belki de tek özlediğim yerdir Japonya ve özellikle oradaki birkaç yer.  

Bundan birkaç yıl önce, yaşamın belki de bana koşturmayı bırak demek istediği günlerde, birkaç ay Fethiye dışına seyahat edememiştim.  Vertigo nedeni ile.  Bir yandan ruhumun ve bedenimin en iyi şifa bulacağı yerin Fethiye olacağını hissederken, bir yandan da Kyoto’yu çok özlemiştim mesela.  Ama öyle böyle değil, gözlerimden yaş gelmişti düşünürken. Belki daha çok orada hissettiğim mutluluğu hatırlamanın verdiği mutluluk, ve biraz da özlemle.

Türkiye’de çocukluğunu 1970’lerde ve ortaokul lise yıllarını 1980’lerde geçiren birçok çocuk ve genç gibi ben de efsane Romen jimnastikçi Nadia Comenaci’nin ve buzpatencilerin hayranlarındandım.  Özellikle de yine efsane patenciler Jayne Torvill ve Christopher Dean’in.  

1984 yılında, Olimpiyatlarda onların Bolero’sunu seyrettiyseniz sanırım etkisi halen sizinledir.  Artistik puanlarda o günlerin puanlama sistemi ile tüm türlerden 6.0 tam puan alarak bir ilki yaşatmışlardı.  Nadia Comenaci’nin ilk tam 10 puanı alışı gibi.  Yuzuru Hanyu da, o tam 10 puanın etkisi gibi bir çok puanlama sınırını aşarak paten dünyasını başka mükemmeliyet ufuklarına taşıyanlardan oldu.

İngiliz Torvil-Dean çiftinin yarıştıkları ve o Bolero ile hatırlamak istediğim Saraybosna’da, o günlerde, sonradan şehri ve ruhumuzu derinden yaralayacak olan savaşın ipuçları var mıydı diye merak ederim zaman zaman.  Bir anlamda aile köklerimizinde bir ucunun dayandığını Bosna’nın başkentinde ilk uyuduğum geceyi de sanırım ömrüm boyunca unutamayacağım.  

Türkiye’de ve Dünya’da, gecelediğim en kötü oteller, en kirli odalar, zorlu hastane odaları, cenaze evleri dahil, hiçbir gece o kadar kötü bir gece geçirdiğimi hatırlamıyorum. Çok keyifli bir gezide, gerçekten kocaman bir yatağı olan büyük, çok şık ve konforlu bir otel odasında, sanki ruhumu her yönden sıkıştıran, kendimi sokağa atıp durmadan koşarak kaçma isteği uyandıran, tarifi çok zor bir rahatsızlık hissi ile günün doğmasına dua etmiştim.  Oradaki çok acı günlerin enerjisi, kalbimi derin bir üzüntü hissi ile sanki avucunun içine almıştı.  Bosna Hersek’ten ayrıldıktan gelen rahatlama ile sonradan tam anlamıyla farkına vardığım o geceyi de sanırım ömür boyu hatırlayacağım.  Şimdilerde de, ne zaman aklıma gelse, orada hayatını kaybedenlere ve savaşın etkisini bugün hissedenlere destek olması niyetiyle dua ederim, enerji gönderirim.  

Nereden gelmiştik buraya?  

Evet, buzun prensi olarak da bilinen Japon patenci Yuzuru Hanyu’dan. 

19 yaşında ilk olimpiyat altının kazanan bu genç adamın astımla mücadelesini ve kimi nefes kesen performanslarının bitiminde nefes almaya çalıştığını ya da eğilerek yerde kısada olsa dinlenmek zorunda kaldığını gördüğümde bazen gözlerim dolar ama seyircileri selamlamak için başını kaldırdığındaki o sevimli gülümsemesini görmek bana hep umut verir.  İyi ya da kötü geçen her yarışmasında, her performansında, o son anlarını seyrettiğinizde, Hanyu’nun elinden gelenin ne iyisini yaptığına dair en ufak tereddüdünüz kalmaz.  Her başarının ardında, yapılan işe duyulan çok büyük sevgi ile birlikte, belki tam olarak anlaşılması mümkün olmayan çok büyük emek ve özveri olduğunu bu terbiyeli, sevimli genç adamda bir kere daha görürsünüz.

Yuzuru Hanyu buzpateni sporunu birçok insana sevdirmeyi başaran şimdiden efsane olmuş bir genç sporcu. Bununla birlikte, onun bu spora getirdiği dostluk, kardeşlik enerjisi belki de hepsinden daha önemli.

*
Bugünümün nasıl geçeceğini bilmiyorum.  Ama bildiğim bir şey varsa, o da kalbini şefkatte tutmayı başaranları hatırlamaya çalışarak geçireceğim.

Sevgiyle kalın.  

Yaşamın size mutlu sürprizler ve güzel tesadüfler göstermesi dileğiyle.

10 Kasım 2019 Pazar

Fethiye'de, Saat Dokuzu Beş Geçe

Bir Pazar sabahında,
Fethiye'de denizin ortasında,
minik minik kayıklarda ve teknelerde,
Saat 9'u beş geçe,
insanların ayağa kalkarak saygı duruşunda bulunduklarını görüyorsanız eğer,
bu vatanı bize emanet edenlere hissettiğimiz şükranı kardeşçe paylaşmanın mutluluğunu da yaşıyorsunuz demektir. 
Beni Anıtkabir'e ilk defa götüren rahmetli babamdı. 
Babam, İstiklal Madalyası sahibi rahmetli dedemden, 1927 doğumlu bir Cumhuriyet çocuğu olarak aldığı ülke sevgisini bize yaşayışı ile öğretti. 
Bu yıl 2 Kasım'da, güneşli bir Ankara gününde Anıtkabir'de hissettiğim, o her yıl özlemini çektiğim huzuru, bugün Fethiye'de sakin denize bakarken şükran kadar mutluluk, özlem kadar sevgi ile hissediyorum.
Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları, ve ben doğmadan önce kaybettiğimiz rahmetli Dedem Kıdemli Albay Yusuf İzzettin Kocasinan olmak üzer

7 Eylül 2019 Cumartesi

Son Yemeğinizi Yiyecek Olsanız…

Bir ülkeyi, bir kültürü tanımak için diline aşina olmak kadar o kültürün yemeklerine, lezzetlerine de dokunmak gerektiğine inanıyorum.  Çocukluğumdan beri dinmeyen dünyayı ve dünyanın farklı kültürlerini tanıma açlığımı Türkiye’deyken ya da yurtdışına gittiğimde farklı yemekleri ve içecekleri tadarak, deneyerek doyurmaya çalışıyorum.  Koçlukta ya da NLP’de incelediğimiz insan yapılarından yenilikleri seven, yeniliklerden beslenen bir insan olduğumu söylemek mümkün.  Ve bu sabah, Fethiye’de, Şövalye Adası’nda farklı lezzetlerle dolu, ruhuma iyi gelen bir sabahtı.

Doğrusu Fethiye bir ilçe olmakla beraber, kendini hemen belli etmeyen farklı enerjisi ile sizi Dünya ile buluşturabiliyor.  Yıllar içinde, uluslararası alandaki bir çok çalışma ile Fethiye’deki sivil toplum kuruluşları sayesinde, mesela Fethiye’deki Lions Kulübü sayesinde tanıştım.  İskoçya’daki Findhorn Ekoköyü’nü keşfetmem, sonradan yedi sekiz defa gitme şansına kavuştuğum Japonya ile yollarımın kesişmesi hep Fethiye sayesinde oldu.  Bu hikayelerin bir kısmı daha önce yazdım.  

Yıllarca İstanbul’un göbeğinde yaşamama ve İstanbul’un aktif bir çok kültür ve sanat çalışmasına dahil olmama rağmen, Dünya’daki farklı gruplar ile tanışmam, buluşmam hep Fethiye sayesinde oldu.  Doğrusu, Fethiye’ye taşındığımda bu aklımın köşesinden bile geçmezdi.  O nedenle, kimilerine göre fazla kendi halinde olan, geleneksel yapısı gündelik yaşamda halen hissedilen, bu küçük şehir beni tahminlerimin üzerinde mutlu ediyor ve çok ama çok seviyorum.  

Yaşamda bizi mutlu eden yollar, hiç tahmin etmeyeceğimiz yerlerde, hiç tahmin edemeyeceğimiz insanlar tarafından açılabiliyor.  

Ve işte bu sabah, kuzenlerimin Şövalye Adası’ndaki otelleri Ece Boutique Otel’e gelen eski bir misafirleri olan Isobel ile tekrar karşılaşmak ve bizler için getirdiği yiyeceklerin tadına bakmak ayrı bir keyif verdi. Ben de yanımda milk oolong ve sencha çaylarından getirmiştim.  Son oniki, onüç yıldır başta Japonya olmak üzere, uzakdoğu kültürü ve tadları beni çok çekiyor.  Henüz kendim pişirebilir veya sushi yapabilir hale gelmedim ama kendi matcha çayımı yapmaya başladığım ve Fethiye’de de içebildiğim için mutluyum.  Bir fincan yeşil çay içmek beni Kyoto’da bir mabedin zen bahçesini seyrederken hissettiğim huzur hatırlamamı sağlıyor. Tad ve kokuların hafızamızda erişebildiği derinlik beni şaşırtmaya devam ediyor.

Bu sabahki lezzetler peynirler üzerineydi.  İngiliz cheddar peynirlerinin farklı tadı ile daha önce yemediğim kırmızı yaban mersini olarak da bildiğimiz turnayemişli Wensleydale peynirini tattım.  1150 yıllarından beri yapıldığını öğrendiğim peyniri İngiltere’de hiç tatmamış olduğuma da şaşırdım.  Sonrası için seçtiğimiz çay ile Tayvan milk oolongu oldu.  

Ve sonra Isobel bana hala yanıtımı ve yanıtımı belirleyecek olan şartları düşünmeye devam ettiğim bir soruyu sordu. “Zeynep, son yemeğini yiyecek olsan, ne yemek isterdin?” …


Bedenimizi ve ruhumuzu doyuran lezzetlerle dolu günler dileğiyle. 

4 Eylül 2019 Çarşamba

Gönlünüz Ne Çeker? Tenis, Ahtapotların Dünyası ya da Kimbilir Hangi Sürpriz Hikayeler

Doğduğum günlerden bugüne kadar Dünya’da öğrenecek, keşfedecek, farkına varılacak şeylerin takibi zor çoğalması karşısında bir yandan heyecanlanırken, yaşama dair öğrenme zamanımın kısıtlılığının farkına varmak bende bir hüzün hissini canlandırıyor.  Mimar Sinan gibi 99 yaşına kadar yaşayabileceğimi hayal ettiğimde bile ömrümü yarılamış durumdayım.  Yarının ne getireceğini kestiremediğimiz bu yolculukta, benden önce yaşamış ve muhtemelen benden sonra da yaşayacak milyonlarca insan gibi zaman zaman yaşamın, yaşamın anlamını ve bu Dünya’da ne yaptığımız kadar neyi yapmamızın, nasıl yaşamanın doğru olduğunu sorguluyorum.

Sorgulamak insan olmanın bir parçası.  Ben de içinde doğduğum ikizler burcunun değişken özelliklerini taşıyarak, farklı zamanlarda farklı duygular, farklı kaygılar ya da coşkular ile bu macerayı yaşıyorum. Aynılıktan ve bilinenin güvenli gücünden zevk alırken, bilinmeyene, yeniliklere ve getirdiklere heyecana koşmayı da bir o kadar seviyorum.  

Bir Temmuz öğleninde, denizin kenarında sahile vuran minik dalgalara ayağını biraz değdirip geri kaçan ve onu izleyen annesine gülücükler gönderip minik kahkahalar atan beş yaşında bir çocuk gibi, kocaman dalgaların üzerine atlamayı hayal ediyorum.  Ve gün geliyor, o kocaman dalgaların üzerinde sahile bakıp, sahile vuran minik dalgaların köpükleri ile dans eden sarı bukleli saçları ve pembe mayosu ile kendini dünyanın en mutlu insanı sayabilecek o kız çocuğunu görüyorum.

*

Yeğenimle Akatlar’daki bir Japon lokantasında yediğimiz öğle yemeğinden sonra Akmerkez’e yürüyerek gittiğimiz günlerden birinde, benim oradaki en favori yerlerimden biri olan Remzi Kitabevi’ne gittik.  Açıldığı günden beri oraya herhalde abartısız birkaç bin defa gitmiş ve birkaç bin kitap da almışımdır. 2019 yılında bir kısmını Lions Federasyonumuzun İzmir’deki merkezine bağışladığım kitaplarımın en az beşte birini oradan almışımdır.  Yıllar içinde kitapçının içindeki düzen değişikliklerini başlangıçta mutsuzlukla karşılasam da Akmerkez’deki Remzi Kitabevi benim en sevdiğim ‘aynılık’larımdan.  


Remzi Kitabevi’ne bu defa dergi almak için girmiştik.  Ben daha çok kitap insanıyım, çocukluk ve genç kızlık dönemlerimde 1970-1980’li yılların şartları nedeni ile dergiler özellikle merak dünyamı beslemiş olsa da internet dünyası nedeni ile dergi alma alışkanlığım eskisi kadar fazla değil.  O gün de, yeğenime bir dergi almak için kitabevine girmiş olsak da, kendime iki kitap almama rağmen, bir de Time dergisi almadan edemedim. Doğrusu, sayının kapağındaki “2019’un Dünya’daki En Harika 100 Yeri” başlığı da bunda etkili oldu. 

2 Eylül günü aldığım 2 Eylül sayısını ise bu sabah okudum.  Uzun zamandır bir dergiyi baştan sonra oturup okumamıştım.  Çocukluk yıllarımda Pazar sabahları apartman görevlimizin kapımıza bırakacağı Milliyet Çocuk dergisini okumak için kapmak için ağabeyimle erken kalkma karışına girdiğimizi, o heyecanı mutluluk ile hatırlıyorum. Bu sabah, uzun yıllardan sonra çok büyük keyif, merakla, esasında her ay en az bir defa satın aldığım Time Dergisini okudum.  Hani karıştırarak değil, uzun zamandır yapmadığım şekilde, kapağından başlayarak ilanları dahil sayfa sayfa okuyarak.



Mesela, 2 sayılı sayfaki fotoğrafı ve fotoğraf açıklamasını merakla okudum.  İleriki sayfalarda yer alan Amerikan hizmet sektörünün, garsonlarının yaşam zorluklarına dair bir hikayenin görseli beni üniversite yıllarımda yemek yediğim lokantalara, garsonlar ile yaptığım enteresan sohbetlere götürdü.  Genç tenisçi Coco Gauff’un hikayesini okurken bu yıl Wimbledon’da odağımın kadın değil erkek tenisçiler olduğunu fark ettim.  Federer ile Djokovic’in maçlarını takip etmiştim.  1990’ların ortalarında bileklerimdeki lif kopmaları ve sakatlıklar nedeni ile o günlerden beri elime tenis raketi almamış olsam da, bu iki tenisçinin eski maçlarını zaman zaman YouTube’dan seyretmek keyifli gelir.  Oysa şimdi bu yazıyı bitirir bitirmez ilk işlerinden biri Coco Gauff’un Venus Williams’ı yendiği maçı seyretmek olacak.  Gauff’un Şampiyona Simona Halep ile maçını seyretmek için aynı isteği duymasam da Simona Halep’i tenisçi olarak iyi tanımadığımı fark ediyorum.

Derginin içindeki farklı konular ile dünyalardan dünyalara geçerken dergi okumayı neden sevdiğimi hatırlıyorum.

Sayfa 44’e gelince beni yepyeni bir konu karşılıyor.  Ahtapot yetiştirme girişimlerine dair bir yazı zihnimde bambaşka görseller canlandırıyor.  Daha bir kaç gün önce kuzenlerinin Fethiye’de Şövalye Adası’ndaki lokantalarında yediğim deniz ürünleri tabağındaki iri ahtapot parçasının görüntüsü ile, İstanbul’daki ünlü Japon lokantalarından birinde yediğim ahtapot carpaccio tabağı gözümün önüne geliyor. Japonya’ya yaptığım farklı seyahatler ahtapot yemeyi hiç tercih etmediğimi düşünüyorum.  Sonra görüntüler değişiyor, Şövalye Adası’nda, elinde bir sopa ile Ada’nın farklı köşelerinde, sahilde balık avlayan komşulardan birinin torunu genç kız geliyor aklıma. Kalamalar, karides ve yengeçi değil ama ahtapot yemeyi gerçekten sevmediğimi İstanbul’daki dergiyi okurken fark ediyorum.  Ahtapot annelerin yavrularının yumurtadan çıkması ile biten ömürlerinin hikayesini ilk ne zaman öğrendiğimi hatırlamayı başaramıyorum.

*
Bugün İstanbul’da, dergi okumaktan keyif almayı hatırlıyorum.  İyi bir derginin farklı dünyaları güzel bir derleme ve seçki ile sunması hoş oluyor.  Jules Verne hikayeleri geliyor aklıma.  Bir dev ahtapot görüntüsü gözümde beliriverir gibi olsa da ben bir balonun üzerinde dergi yapraklarının üzerinde uçarak dünyayı geziyorum.  Dilerim bu keyfi sık sık alma şansım olur.

Güzel kelimelerin dünyasında güzel buluşmalar dileğiyle.
Çok sevgiler.

28 Ağustos 2019 Çarşamba

"Yalnızca Yavaşladığında Görebileceğin Şeyler"

Bugünlerde karşıma hep Güney Kore’ye dair şeyler çıkıyor. Dün hem Kore’ye hem de Japonya’ya ve Japonca’ya benim gibi ilgi duyan İrlanda’da yaşayan bir Türk Hanım ile tanıştım, hem de hemen sonrasında da Türkiye’ye yeni taşınan Güney Kore’den bir hanım ile.
Keyifli sohbetler sonrası, Zen Budizmi öğretmeni, enteresan bir özgeçmişi olan Haemin Sunim’in kitabını tekrar okuyorum. Belirli bir sıra ile değil. Ara ara tesadüfen açılan bölümlerini okuyarak.
Hepsi paylaşılabilir belki ama bugün okuduğum cümlelerden biri şu:
“Bir insanın hayatını
haklı sözler değil,
sevgi değiştirebilir.”