İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2021 Cumartesi

Teşekkürler

 

Ortaokul yıllarından beri, yazı yazma isteği beni hep defterlere götürdü.

Belki çoğumuz gibi öncelikle kendim için yazdım. 

Yüzlerce defter oldu ve biten ne çok kalem.

Yanımda defter ve kalem oldukça kendimi daha iyi nefes alabiliyor saydım.

Bazen yazdıklarımı paylaştım. Eskiden daha az, son onbeş yılda daha çok.

Bazen okuyanlardan, yazdıklarımın onlar için değerli olduğunu duydum, aralarında saygı duyduğum yazarlar da vardı, heyecanlandım.

Bazen de pişman oldum.  Hem yazdığıma, hem yazmadığıma.

2007 yılından beri yazılarımın bazılarını blogspot'ta, wordpress'de ve Milliyet blog'da paylaşıyorum.  Yazdıklarımın bazılarını ikisi İngilizce sekiz kitapta paylaştım.  Geri dönüp okudukça hala ilk günkü gibi beğendiklerim var. Kimileri ise o zaman yapabildiğim kadar iyi ya da kötüler.  Sadece hepsi bana ait ve ben.  Ve sanırım kimi zaman eksikleri ile, kimi zaman söylemeye başarmış hissettirmeleri ile yazdıklarımı oldukları gibi kabul etmeyi öğreniyorum.  En ağır eleştirmen galiba çoğunlukla kendimiz oluyoruz.  Ve belki de böyle olmalı.

Bu yaşamda yaptıklarım arasında benim için en değerli şey sanırım yazı yazmak. Adını koyamadığım bir istek.  Hakkını vermediğimi düşündüğüm bir istek. Keşfetmeye çalıştığım bir yol.  Bu yaşamda ne kadar keşfedebileceğimi ve ne kadar yol alabileceğimi bilmiyorum. Deniyorum.

Bu yolda, yazdıklarımı okumaya zaman ayırarak yaşamlarınızda bana yer verdiğiniz için çok teşekkürler. 

Adlarını bildiğim ve bilmediğim sizler, zaman zaman inancımı yitirsem de, yüreğimdekileri söylemeye çalışmanın anlamı olduğuna güvenmemi sağlıyorsunuz.  Bana ulaşan enerjiniz ile yaşamıma can ve anlam katıyorsunuz.

Gerçekten kalpten teşekkürler.

Düşüncelerimiz ve duygularımız satırlarda birleşsin ve yaşama biraz daha şefkat, biraz daha umut, biraz daha özgürlük getirsin. Kendimizi ve yaşamı, birlikte daha iyi anlamamızı sağlasın; yaşamı bizler için daha yaşanılır kılsın.

Sevgiyle.

*

Bloglar:

zeynepkocasinan.blogspot.com

zeynepkocasinanenglish.blogspot.com

yoluyurumek.blogspot.com

zeynepkocasinan.wordpress.com

http://blog.milliyet.com.tr/zeynepkocasinan



23 Ağustos 2021 Pazartesi

Onlara...


Bu yaşamda yaş almak bir şans.

Bununla birlikte, yıllar geçtikçe sevdiklerimizi, değer verdiklerimizi yolcu etmeye şahit olmak gerekiyor.

Varsa güzellikleri ya da zorlukları, onlarsız yaşayacağımızı kabul etmek. Onlar sanki aramızda dolaşmaya devam ederken.

Özlemin farklı tatları, farklı zorlukları var.  Mesela seslenememek.  Söyleyemediğimiz adlar birikiyor mesela.  Boş bir sahilde, ve kolay değil o sahilleri bulmak, hani bağırarak o isme seslenebilmek istiyor insan.  Uzaklarda görüp, buradayım ben haydi gel, diye seslenebilmek.

Geçen yıllar sevdiklerimizle, değer verdiklerimizle vedalaşmayı gerektiriyor. Fark ediyorum ki her geçen yıl daha çok.

Bir yandan da özlemek, özleyebilmek sevmiş olmanın, sevebilmiş olmanın hediyesi değil mi? Ama yine bir yandan, yitirmenin verdiği ardı ardına gelen üzüntüler sevmekten korkutmuyor mu biraz?  

Tabii bazen değer verdiklerimizin o değere layık olmadıklarını keşfetmek de var bu hayatta. Hayal kırıklıkları belki özlemlerden daha çok.  Yüreğimizdeki kesikler çoğalıyorken diğer yandan kalbimizi, bizi şefkatle kucaklayanlar, kimi sihirli anlarda, iyi ki yaşıyorum, dedirtiyor.  Dünyanın renklerini berraklaştıran, belirginleştiren bir umut yayılıyor güne ya da geceye.

Yokluğuna üzülebildiklerimiz, bir yandan varlıkları ile, tanışıklıklarımız ne kadar uzun ya da kısa olsun, bizi, belki de biz fark etmeden, değiştirebilenler, büyütenler.  

İz bırakanlar çoğunlukla hissettirdikleri sevgi ile kalbimizde ölümsüzleşiyorlar. 

...

Kelimeleri seviyorum. Hep sevdim.  Söyleyebilmek, daha doğrusu yazabilmek, ruhumu özgürleştiriyor.  Bunu yapacak gücü ve daha çok yapabilecek gücü istiyorum.

Yine de, bazen kelimeler yetmiyor.  Ya da kelimelere güç yetmiyor.  Bazı anlarda.  Bazen bir fotoğraf söylemek istediklerimizi farklı bir dilde anlatıyor.  Bir kareye bir ömür sığıyor.  Bazen de adını bulamadığımız o duygular için renkler gerekiyor.  

Resimle yirmi küsur yıldır devam eden maceramda resmin ruhumuzun için ne anlama gelebildiğini bir yandan da yeniden keşfediyorum galiba.

...

Sadece renklerin dilinde söyleyebildiklerimiz ile, bu günlerde yolcu ettiğimiz iz bırakanlara özlem ve sevgiyle...

25 Ocak 2021 Pazartesi

Yaşamın Tesadüfleri Hikayelerle Bizi Tamamladığında



1950’lerin İstanbul’una dair bildiklerim daha çok babamın fırsat oldukça anlattılarına dairdi.
  Esasında İstanbul’un 1945 ile 1951 yılları arasındaki dönemi hakkında anlattıklarına.


İstanbul’daki yaşama dair öğrendiklerim, özellikle 1945 yılında babamın İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, Gümüşsuyu’ndaki binasında inşaat mühendisliği okumaya başlamasıyla başlıyordu.  


Aslında babam, annesi tarafından kısmen Afyon’lu olan kendi ailesinin Kurtuluş Savaşı başlarken İstanbul’dan fark edilmeden ayrılma hikayelerinden bahsederken de İstanbul’u biraz anlatmıştı.  


O yıllarda Beşiktaş Akaretler’de bir evde oturan ailesinin, asker olan babası, yani Dedem Yusuf İzzettin ile birlikte, İstanbul’dan Kurtuluş Savaşı’na katılmak için nasıl hazırlandılarını, annesinin evdeki eşyaları farkettirmeden yavaş yavaş satması ile Anadolu’ya kaçışlarını.


*


Babam öldüğünde 34 yaşındaydım.  Genç denilemeyecek bir yaş belki. Bununla birlikte, benim ortaokul, lise yıllarımda babamın şantiyelerde olduğu dönemler, benim üniversite için Amerika’da olduğum yıllar, sonrasında birlikte çalıştığımız 12 yıl boyunca o zamanlar çok şey öğrendiğimi hissettiren ama babamın kişisel tarihine dair aslında ne kadar az soru sorduğumu farkettiren dönemler.  Çocukken, belki tüm çocuklara özgü bir merakla, sonu gelmeyen sorular yaşamımın parçasıyken, sorularımı sesli olarak sormaya nedense oldukça ara vermiştim.  


Belki babamla yaşarken babama benzeyerek gözleyerek keşfetmeyi seçmiştim. Şimdiki aklım olsaydı, babama çok daha fazla şey sorardım.  Esasında babamın vefatından birkaç ay önce, bugünlerde tekrar bir atölyesine katılmakta olduğum yazar Mario Levi ile bir kursu yeni tamamlamış ve sonunda babamın hayat hikayesini yazmaya karar vermiştim.  Beni muazzam heyecanlandıran ve yeniden yaşamaya başlamışım kadar mutlu eden haberi, yazı ile ilgili sürecimi paylaştığım bir arkadaşıma Ortaköy Camii’nin hemen yanıbaşındaki bir kafenin dışarıdaki bir masasında öğle yemeğimizi yerken müjdelediğimi hatırlıyorum.  


Belki o nedenle, babamın 2004 yılının Eylül ayındaki vefatından sonra bir süre yazı ile ne yapmak istediğime karar veremedim.   Birkaç yıl da yazmadığımı söyleyebilirim.  O günlerde bireysel yaşamında da birçok değişim oluyordu.  Fethiyeli olma sürecim başlıyordu.  2004 ile 2007 arasındaki yıllar birçok yeni başlangıca vesile olacaktı.


*


2004 yılında Mario Levi ile yaptığımız grup çalışmasının sonunda, babamdan yola çıkarak uzun bir hikayeyi kaleme almaya cesaretlenmişken, o günlerden bugüne roman ya da hikaye değil ama sayıları 700, 800’ü bulan Türkçe ve İngilizce yazılar yazdım. Yazdıklarımın bir kısmını altı Türkçe, iki İngilizce kitapla paylaşmam da mümkün oldu.  Ama 2004 yılının Haziran ayında Ortaköy’de kendine göre hayatındaki en önemli kararlardan birini paylaşan ve bunun heyecanı ile adeta hoplayıp zıplayarak yürüyen Zeynep ile babası ile aynı yılın Eylül ayında vedalaşmak zorunda kalacak olan Zeynep’in düşünüş ve his dünyasında çok büyük farklar olacaktı.


Kitap okumayı, edebiyatı hikayelerle sevdim.  İlkokul’dan başlayarak, ortaokul ve lisede alevlenerek büyüyen tutkunluğum beni bitmeyen bir iştahla hikaye ve özellikle roman okumaya itti.  Çalışkan bir öğrenciydim ve dersler dışında özellikle ortaokulda en büyük tutkum okumaktı.  Bazen haftasonu bitiremediğim bir kitabı teneffüslerde okuyup bitirmek isterdim.  Hikayelerin içinde kaybolmak, yeni dünyaları keşfetmek muazzam bir duyguydu.


*


Roman okumayı bu kadar severken, babamın hikayesi ile olan iç mücadelem nedeni ile romanla arama bir mesafe koyduğumu yıllar sonra fark ettim.  Aradan geçen 16, 17 yılda onlarca farklı konuda yüzlerce kitap okudum ama okuduğum roman sayısı bunların çok küçük bir kısmıydı.  O süreçte belki çocukluğumdaki heyecan ile okuduğum bir roman, Louise de Bernier’in bir mübadele hikayesi olan “Kanatsız Kuşları”ydı.  Bu romanı ve kendisinin diğer kitaplarını okumaya iten şey Fethiye’de düzenlenen kültür sanat günlerinde kendisinin tercümanlığını yapacak olmamdı.  


Esasında oldukça ünlü olan bu yazarın “Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini” kitabından uyarlanan, başrollerini Nicholas Cage ve Penelope Cruz’un oynadığı “Corelli’nin Mandolini” filmini seyretmiştim ama kitabı okumamıştım.  Louise de Bernier’in tercümanı olacak isem, ne yazdığını bilmem, onu tanımam gerekiyordu. Yani, en azından ben böyle düşünmüştüm. 


O nedenle, hızla Fethiye’deki bir kitapçıdan satın aldığım Türkçe kitaplarını ortaokul, lise yıllarındaki gibi bir iştahla okurken, İngilizce kitaplarını da Amazon’dan sipariş etmiştim.  Kendi dilindeki ifade şeklini de anlamak istiyordum. 2011 Mayıs ayının ilk günlerde, farklı toplantı ve oturumlarda kendisinin tercümanlığını yapmış olmak hayatındaki en güzel, en ilham verici günlerden oldu.   


Bu nedenle, Fethiye Kültür Sanat Günleri organizasyon komitesine, Fethiye’ye çok uzun zaman teşekkür ettiğimi hatırlıyorum.  Esasında, geriye dönüp bakınca, 2005 yılı ile başlayan Fethiye maceram beni belki İstanbul’un göbeğinde nedense ulaşamadığım insanlar, imkanlar ve fırsatlarla bir araya getirdi.  Gökyüzünden, muhtemelen yamaç paraşütü ile Babadağ’dan sahile uçuş yaparken çekilmiş Ölüdeniz fotoğrafları ile Türkiye’nin turizmdeki yüzü olan Fethiye, beni de, yıllar içinde, öngörülemez şekilde dünya ile buluşturacaktı.


*


Roman konusuna geri dönersek, belki o rüzgar ile okuduğum Louise de Bernier romanları dışında, babamın ölümünden sonraki 16, 17 yıllık dönemde, okuduğum Ayn Rand romanları bana tekrar o tadı vermişti.   Sayabileceğim, beni gerçekten heyecanlandıran belki beş, on roman daha var ama diğer okuduğum romanlarla aramdaki, varlığının nedenini sonradan anlamaya başladığım, görülmez bir duvarı, o günlerde tam aşamadığımı söyleyebilirim.   Babamın vefatından sonraki yıllar, hayatımdaki ilk defa bir romanı yarım bırakmanın ne olduğunu da öğrendiğim yıllar oldu.  İstanbul ve Fethiye’deki kütüphanelerimde alınmış ve okunmamış kitapların ağırlığının romanlar olduğunu görmek enteresandı.  Ve sorun romanlarda değil muhtemelen bendeydi.


*


1950’lerin İstanbul’undan bahsediyorduk. 


Rahmetli Babamın, gençliğinin İstanbul’una dair anlattığı anılarının büyük bir çoğunluğunun geçtiği yerler, inşaat mühendisliği okuduğu üniversitesinin çevresi olan Taksim, Beyoğlu, Dolmabahçe’ydi.   Arada buna Moda ve Boğaziçi eklenirdi.  Yıllar sonra babam, evlenip bu defa İstanbul’da, bugünlerde Swissotel’in olduğu, Dolmabahçe Sarayı’nın arkasındaki tepede, Akaretler ile Maçka arasındaki bölgede annemle birlikte yaşamaya başlamıştı. Ben ve ağabeyim, o mahalledeki ilk evlerinde değil, bir yıl kadar sonra taşındıkları bir kaç sokak alttaki, Vişnezade Camii’nin karşısındaki Tan Apartmanı’ndaki, otuz yıla yakın zaman geçirdiğimiz ikinci evimizde otururken doğacaktık.


Babam üniversiteye başlarken İstanbul’a geldiğinde, önce İstiklal Caddesi’nde Rum bir hanımın işlettiği misafirhanede kaldığını, sonra üniversitenin yatakhanesine geçtiğini anlatmıştı.  Babasının asker olması nedeni ile çocukluğu ve gençliği farklı şehirlerde geçen babam, Eskişehir Lisesi’nden mezun olmuş ve 1945 yılının sonbaharında İstanbul Teknik Üniversitesi’nin sınavlarını kazanarak mühendislik okumaya başlamıştı. 


Yazılarımda babamdan sık bahsettiğimi birçoğunuz biliyorsunuz. Bunda yaşamımda çok büyük katkısı olmasının etkisi var.  Bununla birlikte, bugün geriye dönüp baktığımda, 2004 yılının Haziran ayında kendimce karar verdiğim, hatta babama “Babacığım ben Mario Levi ile kursumu bitirdim, sizin hayat hikayenizi yazmak istiyorum,” dediğim günlerin ve onun tanıyanların bildiği kendine özel, gözlerinde bir ışıltı ile paylaştığı mutluluk ve onaylama gülümsemesi ile yanıt verdiği günün de etkisi var.  Kendime ya da ona verdiğim bir sözü, o güne kadar onun yaşamını yeterince öğrenmeyi ertelediğim ya da başaramamış olduğum için gerçekleştirememiş olmanın etkisi.


*


İşte, yıllar sonra, yaşamda bazen olduğu gibi, yaşam, olaylar, bazı kördüğümleri beklemediğimiz anlarda kendiliğinden açabiliyor.  Bunu sadece yaşamın bir hediyesi olarak görmek mümkün olmakla birlikte, yaşamın işaretlerini, içimizdeki uyandırdığı hislerin izini takip etmenin hediyesi olarak da görebiliriz.


2021 yılının bana böyle bir hediyesi de, 5 Ocak günü Twitter’da gördüğüm bir haber ile başladı. İstanbul Modern’in ev sahipliğinde Mario Levi ile bir hikaye ve roman atölyesi başlayacaktı.  Zihnim bir anda Mario Levi ile Nişantaşı’da katıldığım yazıda yaratıcılık atölyesine gitti. O günden bugüne yaşamımda çok hızlı bir yolculuk yapmış, zihnimde bunlar olurken hemen bu atölyeye kayıt olmuştum.  Esasında bunları yaparken az önce bahsettiğim bir çok şeyin farkında değildim ya da Twitter’da okuduğum o kısa duyuru ile inanılmaz bir hızla farkına varıyordum.


Tüm bunlar olurken, esasında eş zamanlı olarak, sonradan benim için farklı bir başlangıca vesile olacak başka bir şey oluyordu.  Mario Levi ile hikaye ve roman atölyesine kayıt olmadan takriben bir buçuk saat kadar önce. 


Pandemi nedeni ile annemin evinde geçirdiğim günlerin her günkü parçası olduğu gibi binamızın apartman görevlisi sabah alışverişlerini getirmeden az önce, bir eposta göndermiştim.  Çanakkale’de yaşayan ve sivil toplum çalışmaları sayesinde tanıdığım Öznur Doğangün’e.  


Özetle, bir iki yıldır birlikte ortak çalışmalarda görev yaptığımız Öznur Hanım’ın üyesi olduğu Çanakkale Lions Kulübü’nün bağlı olduğu Lions Federasyonu’nda bir kitap kulübü vardı.  Pandemi nedeni ile sanal toplantılarla buluşuyorlar ve paylaşımlarını internette görüyordum. Esasında Öznur Hanım sanırım bu kitap kulübünden sohbetlerimizden birinde de bahsetmişti ama gerçekten farkına varmam sosyal medyada gördüğüm kitap kulübü paylaşımlarıyla olmuştu.  


İşte o 5 Ocak sabahı, annemin evindeki kütüphane bana ait olan kitaplara bakarken iki kitap gözüme çarpmış ve bu kitapları Öznur Hanım’ın Lions Kitap Kulübü’ne tasviye etmek aklıma gelmişti. 


Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” ve Rollo May’in “Yaratma Cesareti”.  Esasında Öznur Hanım’a eposta yazarken niyetim, sadece ilgilerini çekebileceği düşüncesi ile bu iki kitabı onlara önermekti.  Bununla birlikte, epostayı yazarken, epostanın sonuna geldiğimde, kendimi “Acaba ben de kitap kulübünüze katılabilir miyim,” diye sorarken buldum.  Epostanın sonunda,  kişisel paylaşımların yapıldı bu gibi gruplarda grubun oluşan bağları ile bazen dışarıya açılmasının uygun olmayabileceğini hissederek,  uygun olmazsa bana hayır demekten çekinmemesini belirtmek ihtiyacı da hissetmiştim.


Öznur Hanım’dan, epostayı geç farketmesi ile iki gün sonra gelen yanıt, ilk epostayı yazdıktan hemen sonra hikaye ve romanların dünyasına tekrar yakınlaşmak kararı ile attığım adımla daha da mutluluk verici olmuştu.  Kulübün grubuna beni dahil etmeleri ile birlikte konuşacağımız ilk kitabın bilgisi de bana ulaşıyordu.  Osman Balcıgil’in “En Hüzünlü Eylül”ü. 


Kitabın kargo ile elime ulaşması birkaç gün alacak ve kitabın kapağındaki yazıları okumam ile birlikte benim için Türkiye’nin, İstanbul’un ve babamın yaşamına dair bir yolculuk başlayacaktı.  Kitabı okumayı bitirdiğim 23 Ocak akşamına kadar, bu hüzünlü ve ağır hikayenin, yaşamımda sadece bir dönemi daha iyi keşfettirmekten ve buna bağlı birçok şeyi daha derinden sorgulatmaya başlamaktan çok öte, edebiyat ve roman ile bağlantımda sanki geçmişle geleceği birleştiren enteresan bir köprü görevi görecek olmasıydı.



Romanda geçen tarihlerde takriben babamla akran olan karakterler Suzan ve Yorgo’nun yaşamlarını okurken seyretmek, babam ile daha önce kurduklarımdan farklı bir bağ kurmamı, adeta onunla benzerini daha önce hissetmediğim şekilde, yokluğunda birlikte zaman geçirmemi ve sanki bu sayede, biraz küstüğümü fark ettiğim hikayeler ile barışmamı sağlıyordu.


5 Ocak gününden sonra iki kitap okudum.  Biri Osman Balcıgil’in “En Hüzünlü Eylül”ü.  Diğeri de, Mario Levi’nin verdiği bir ödev nedeni ile Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ı.  Osman Balcıgil ile 1950’lerin İstanbul’unda babam ile gezinirken, Marquez ile de esasında çocukluğum ve edebiyata olan tutkumla buluşuyordum.  Çünkü Nobel Ödüllü ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in bu çok bilinen kitabı, 1984 yılında bir ortaokul öğrencisi olarak karşıma çıkmış ve edebiyata aşık olmamı sağlayan ve bitmesine katlanamadığım için son iki sayfasını 37 yıl boyunca okumadığım tek kitap olmuştu.


11 Ocak 2021 Pazartesi

Hediye

Bazen en güzel hediye, 

normalde yazılarınızı uzun bulan annenizin, 

size göre bile uzun olan bir yazınızı,

sonuna kadar bir solukta okuduğunu 

ve çok beğendiğini söylemesidir...

19 Şubat 2020 Çarşamba

Yazı

Son yıllarda güzel bir kitap okuma şansını bulduğumda, ve eğer o kitap bir de Türkçe ise, yazarını kıskandığımı itiraf etmeliyim. 

Son birkaç yıldır, özellikle görev yaptığım bir sivil toplum çalışmalarındaki görevim, yaptığım federasyon başkanlığı görevi nedeni ile yazıya zaman ayıramadım.  Seçimler, başkan yardımcılıkları, ana görev yılı derken, dört beş yıl arzu ettiğim süreklilikte ve düzende yazı yazamadım ve bunun beni olumsuz etkilediğini biliyorum.

Şikayet etmek ya da yakınmak ruhumun ifade etme arzusunu gidermeyeceğine göre yapmam gerekiyor. Yani yazmam.

Geçen birkaç yıla geriye dönüş baktım.  Blogumda 2017 yılında yayınlanmış sadece 5 yazı var. 2018 yılında hiç yokken, görevimin önemli bir bölümünün bittiği Nisan 2019 ayından bugüne 36 yazı yayınlamışım.  Yazıp yayınlamadıklarım da var.

Yazı yazmak benim için nefes almak gibi bir ihtiyaç. Kendim için yazdığım günlüklerimi bu kategoride saymıyorum.  Okunması arzusu ile, okunması niyeti ile yazmak ayrı bir şey ve buna da derinden ihtiyaç duyuyorum.  Bununla birlikte blogumda yazı paylaşmadığım dönemde kendim için de çok az defa yazdığımı fark ediyorum.

Yazı yazmak kimilerimiz için kendimizi, iç dünyamızı tanımanın, fark etmenin benzeri olmayan bir yolu.  İlk defa günlük yazmaya orta bir ya da orta ikinci sınıfta, yani hazırlık yılını saymazsak bugünün sınıf tanımları ile altıncı ya da yedinci sınıfta başlamıştım.  O günden beri günlük yazmaya, her gün olmasa da, devam ediyorum. 

Tek bir yerde ya da düzenli bir şekilde olmasa da bu deftelerimin neredeyse tamamı duruyor.  Arada geçmiş yıllardaki Zeynep’i okumak hoşuma gidiyor, değişimimi fark etmemi sağlıyor.  Bunu çok sık yapmıyorum. Belki daha sık yapmalıyım.  

Bazen anlattıklarımı, olayları hiç hatırlamadığım oluyor. Yabancı bir yaşamı izlediğim hissini kapıldığım oluyor. Bazen bir defter kapağı, kağıdın üzerindeki yazının rengi beni ışınlar gibi o satırları yazdığım masanın başına götürebiliyor.  Önümde defter açık. Elimde kalem.

Şimdi de zaman zaman olur, bazen o kadar uzun süre yazarım ki elim ağrır, bileğim ağrır, parmaklarım uyuşur ama yine de durmak istemem.  Tabii son yıllarda yazılarımı genelde bilgisayarda yazıyorum. Günlüklerimi ise kalem ile deftere yazmayı seviyorum ve neredeyse her zaman da öyle yapıyorum.  Sonradan yaratıcılık ile ilgili aldığım eğitim ve çalışmalarda keşfedeceğim gibi kalemim kağıt üzerinde akışı ile yazmanın ayrı bir gücü var.  Benim gibi bilgisayarı ve bilgisayar klavyelerini rahat ve hızlı kullanan biriyseniz elle yazı yazmak oldukça yorucu aslında. Ama bambaşka bir boyutu var. Sanki daha gerçek, sanki daha kalıcı ve sanki kendimiz ile olan konuşma için daha yüz yüze.

İki gün önce yine bir kitabevine uğradım.  Şimdi okumamı bekleyen altı kitabım var. Bir tanesi okumaya başladığım ama bir seyahat sırasında az tanımama rağmen çok sevdiğim bir insana hediye ettiğim aldıktan sonra harika olduğu keşfettiğim İngilizce bir kitap. Uzun süredir bulamıyordum; görünce hemen aldım.  Okumak yazı yazma arzumu kesinlikle tetikliyor.  Kimi hocalar okuyarak yazma arzunuzu geriye atmayın der ama bu benim için gerçek değil.  Okumak beni heveslendiriyor, hatırlatıyor. Herşeyden önce okumak beni mutlu ediyor ve o mutluluğun verdiği enerji yapmak istediklerimin yolunu açıyor.

Bugünden sonra daha düzenli olarak yazı yazmayı hedefliyorum. Köşe yazısı yazdığım günlerde, dergi yazıları hazırladığım zamanlarda, kimilerine haftada bir, kimilerine ayda bir, kimilerine onbeş günde bir yazı hazırlamam gerekirdi. O yazıları yazmaya başladığımda belirli bir bitirme süresinin yazı yazma gücümü arttırdığını fark etmiştim. Bir de yazı yazmanın yazı yazabilmeyi kolaylaştırdığını. Yazdıkça açılıyoruz.

Eğer içinizde yazma arzunuz var ise, lütfen ertelemeyin.  

Bugüne kadar yazabildiğim yüzlerce yazı, yayınlanan sekiz kitabım, günahı sevabı ile yazı yazmaya zaman ayırdığım, öncesinde ya da sonrasında bazen endişeler, kaygılar, iç sorgulamalar ile kıvransam da, sonuçta yazmayı seçtiğim için ortaya çıktı.  Ve en başta benim yaşamımı açtılar. Yazmamış olsam belki farklı noktalarda takılıp kalacaktım. Kendim olma, kendimi bulma yolculuğum belki uzun ama beni bana bir adım daha yaklaştırdılar.  Sayılarını ya da etkilerini tam olarak bilemesem de kalbimden geldikleri şekilde açıklıkla paylaştıklarımın başkalarının da yaşamına iyi geldiğine şahit oldum.

O nedenle yazıyla keşif güzeldir diyorum.  Ne yazacağımızı bildiğimizi düşündüğümüzde ya da yazmaya başladığımızda hiçbir fikrimizin olmadığını sandığımızda bizi her zaman şaşırtır. İçimizdeki yaratıcı cevher ancak satırların akmaya başlamasının ardından gerçek benliğini göstermeye başlar.

Yaşamınız yeni kitaplar, yeni fikirler, yeni duygular ile renklensin, aydınlansın.

Sevgiyle.

19 Eylül 2019 Perşembe

Saklı Sesimiz Hep Yakınımızda

Duymamız gerekenlerin ihtiyacımız olduğunda karşımıza doğru zamanda çıkacağına inanırım.  Bu bazen bir sohbette, bazen bir blogda, bazen bir kitapta olabilir.   İhtiyacımız olan yanıtların her zaman var olduğuna inanmakla birlikte, bu yanıtları duymaya her zaman hazır olmayabileceğimizi de biliyorum.  Yaşam iç sesimizi duymaya hazır ve açık olduğumuzda aydınlanırken, kendimiz yerine başkalarının tercih ve doğruları ile hareket etmeyi seçtiğimizde karışabiliyor.  

Benim için iç sesimi duymanın en iyi yollarından biri yazı yazmak.  Küçük gruplar ile yaptırmayı sevdiğim yaratıcılık çalışmalarının en önemli parçalarından biri sabahları kağıt kalem ile birkaç sayfa yazı yazmaktır..  Düşüncelerimizi, duygularımızı, kaygılarımızı, sevinçlerimizi filtrelemeden ve yargılamadan kağıda dökmek gerçek bir terapi.  Ve bunun ötesinde, zihnin ve yüreğin tortularını yazı ile akıtabildiğimizde, ruhumuzun sesini duymak mümkün oluyor.

Bir nevi arınma olan yazıların dışında, yaşamın izini düştüğümüz yazılara da ihtiyacımız oluyor. Benim kendim için yazmaya ihtiyacım oluyor.  Çocuklukta başlayan günlük tutmaya duyduğum sevgi, ileriki yıllarda gazete, dergilerde yazı yazmaya, sonrasında kitap ve blog yazıları yazmaya dönüştü.  Yaşamda iz bırakan anların izlerini kalıcı bırakma gayreti.  Ama, hepsinden öte, öncelikle kendimin duyması gerekenlerin okuduklarım kadar yazdıklarımda da belireceğine zaman için oluşan inanç ve ihtiyaç.

Yazı yazmanın iç sesimi duymama yardım ettiğini keşfettim. Bu yollardan, araçlardan biri.  Çok farklı yollar var. Ve yaşamın sürprizlerine karşı güvende hissetmemizi sağlayan iç ses rehberliğini nasıl duyabildiğimizi keşfetmek yaşamın önemli keşiflerinden ve anahtarlarından biri.

Benim berraklaşmak için en çok kullandığım yollardan biri sessizlik meditasyonları.  Mantralar ya da imgelemeler ile yapılan meditasyonlardan farklı olarak, sessizlik meditasyonları başlangıçta görmek istemediğimiz duygu ve düşüncelerimiz ile yüzleşme cesareti gerektirebiliyor.  Düşüncelerimiz, gündelik olaylar ardı ardına aklımıza gelebiliyor.  Ancak, bu karışık düşüncelerin belirmesine ve yok olmasına izin verebildiğimizde, ki gerçekten izin verdiğimizde gerçekten yok oluyorlar,  bir biliş hali beliriyor.  Her zaman aradığımız yanıtlar olmasa da, ihtiyacımız olan bilgiler aklımızın iç perdesine düşebiliyor.

Sessizlik meditasyonlarının birinci adım olarak ağır gelebileceğini söyleyen hocalar var ama ben aynı fikirde değilim.  Eğer niyetiniz iç sesiniz ile buluşmak ise, yani kendinizi yanıt arıyormuş gibi oyalamak niyetinde değilseniz, sessizlik meditasyonları basitliği kadar kuvvetli bir araç.

Bu meditasyonların üç günlük, haftalık ya da on günlük kamplar halinde yapılan versiyonları da var ama benim favori metodum günlük yirmi dakikalık meditasyonlardır.   Deneyen ve kullananlarınız mutlaka vardır.  Eğer denemediyseniz belki bu kendiniz için yapabileceğiniz en iyi şeylerden biri olabilir. Ve eğer, tercihen sabahları, kendinize yirmi dakika ayırmaya karar verirseniz, çok değil, bir ay sonra kendiniz kadar iç kuvvetiniz ile de tanışma şansı bulacaksınız.

Metod çok basit, bununla birlikte dikkat edilmesi gereken birkaç husus var.  Gerçekten rahatsız edilmeyeceğiniz, birilerinin habersizce girerek sizi rahatsız etmeyeceği, ürkütmeyeceği bir yer bulun.  Meditasyonu gözü kapalı olarak yapacaksınız ve derinleşeceksiniz. Rahatsız edilmeyeceğinizi bilmek süreci hakkıyla yaşamanıza imkan verecek. Yirmi dakika bu kendinizi dinleme süreci için ideal bir süre. O nedenle size önerim telefonunuzun alarmınızı ya da saatinizi yirmi dakikaya kurmanız.  Daha kısası az ama daha uzunu da gerekli olmayabilir.  Daha önemli olan, bu süreci her gün yapmanız.  Sürdürmeniz.  Ve sabırlı olmanız.   

Bir ay boyunca,  tercihen sabahları, kendinize sessiz bir yer bulun, saatinizi kurun, ve yirmi dakika boyunca sakin nefesler alıp vererek, oturur pozisyonda düşüncelerinizi seyredin.  Gelen düşüncelere bakın, film seyreder gibi seyredin, gelen ilhamlar var ise, onları dinleyin, görün, hissedin.  Ve sonunda saatiniz çaldığında, yanınızda bulunduracağınız bir deftere gördüklerinizi, aklınıza gelenleri, hissettiklerinizi yazın.  Bunlar başta bir efor gibi görünse de, bir aylık gibi bir zamanın içinde gündelik yaşamın koşturmacasında bile iç sesinizi duyabildiğinizi fark edeceksiniz.  Ve lütfen yine de, kendinize o yirmi dakikayı ayırmaya devam edin.  O sihirli zaman diliminin kendinize verebileceğiniz en güzel hediye olduğunu siz de keşfedeceksiniz.



Sevgiyle.

12 Eylül 2019 Perşembe

Siz Şimdi Neredesiniz?

Bireysel gelişim yolculuğuna çıkan her birimiz an’a odaklanmak, şimdide kalmak üzerine bilgiler ve öğretiler ile mutlaka karşılaşmıştır.  Eckhart Tolle ile özellikle batı dünyasında daha geniş grupların farkındalığına giren an’ın gücü, ya da Tolle’nin adlandırması ile “şimdinin gücü” bir kere bile olsa o gizemli zamanın tadına varabilenleri, bitmeyen bir arayışa itiyor. 

Zamanın durduğu ya da çok, çok, çok yavaşladığı hissini veren, renklerin garip şekilde parlaklaştığı, sanki evrenin tüm dillerini anlayabildiğimiz hissini veren muazzam bir ait olma hissi olarak tarif edebileceğim şimdide kalabilmek halini ne zaman ve nasıl yakalayabildiğimizi bulmak yaşamın şifresini bulmak gibi bir şey olmalı.

Her an şimdide kalabildiğime dair bir iddiada bulunmayacağım.  Sadece tadını keşfetme şansına kavuşabildiğim sihirli bir deneyim olduğunu itiraf edebilirim.  Tarifi zor bir bütünlük hissi.  Tüm yerküreyle ve yerküredeki canlı, cansız tüm varlıklarla bir gibi hissetme hali.  Yalnızlık olarak bildiğimiz hissin zıddını tarif etmek mümkün mü bilmiyorum, ama işte öyle bir şey.  Bir nevi korkunun yokluğu hali.  Korku denilen his hiç var olmamış gibi.

Hayatımda ruhuma en iyi gelen kitaplarından biri “Feel the Fear and Do It Anyway”dir. Bu kitabın adını, korkuyu hisset ama yine de yap, diye tercüme edebilirim. Susan Jeffers’ın bu kitabı İngilizce bilen dostlara en çok önerdiğim ve hediye ettiğim kitaplardan biri.  Kitaplarımın bir kısmını merkezi İzmir’de olan Lions Federasyonu Kütüphanemize bağışladım ama sanırım bende hala birkaç farklı baskısı var. Ve bildiğim kadarı ile bu kitap halen Türkçe’ye çevrilmedi.  

İşte şimdinin gücü, o sihirli anlarda ruhumuzun sesini net ve berrak olarak duymamıza izin verdiği için zihnimizi kurcalayan yanıtları bulmamızı sağlıyor.  Sorularımızın yanıtlarını bulabileceğimizi hissetmek korku bulutlarını dağıtıyor.

Bu anlardan birini Fethiye’de yaşamıştım.  Bir Aralık ayında, güneşli bir kış gününde.  Fethiye’de, Şövalye Adası’ndaki evimin bahçesinde bilgisayarımı açmış yazı yazıyordum.  Evi kontrol etmek için öğleye doğru geldiğim Ada’da, hava sıcak ve güneşli olduğu için bahçe takımının masalarından birini çıkarmış, kendime yanımda getirdiğim süt ve kahve ile bir kahve hazırlamıştım.  Ada’da devamlı olarak yaz kış yaşayan Mehmet Amca’nın ve Ada’nın bana uzak bir köşesinde devam eden bina inşaatının çalışanları ve kaptanlar dışında kimsenin olmadığı o kış gününde, hoş bir sessizlik yazı yazmak için her zaman arayıp da bulamadığımız o zengin boşluğunu yaratıyordu.

Neler yazıyordum hatırlamıyorum, ne kadar zamandır bahçede oturuyordum onu da hatırlamıyorum, ama yazarken ara ara yaptığım gibi başımı bilgisayarımın ekranından biraz yukarıya kaldırdığımda önümde uçuveren bir kelebeğe gözlerim takılmıştı.  Önümde yavaş yavaş uçan kelebeğin adeta kanatlarını çırptığını görür gibi olduğumu başta fark etmemiştim. Kelebeğe sanki bir projektör tutulmuş gibiydi.  

Aklım bahçedeki ağacın dalları arasından güneşin süzüldüğünü düşünmüş olmalıydım ki bu aydınlık başlangıçta dikkatimi çok da çekmedi.  Oturduğum yerden başımı sola doğru çevirdiğimde evin arka bahçesinin karşısındaki arsadaki zeytin ağaçlarının renkleri farklı bir canlılıkta göründü.  Bir kısmı yabani olan o zeytin ağaçlarının renklerinin biraz daha solgun olması gerektiği aklımdan geçti ama sanki düşüncelerim de, sinema ekranında çok ağır olarak kayarak geçen film alt yazıları gibi akıyorlardı.  Adeta hece hece yazılarak geçen kelimeleri ağır ağır okuyormuşum gibi hissediyordum.   Oradan gözlerim denize doğru uzandı, uzaktan geçen küçük bir teknenin motorunun sesi kendince ritmiyle önce yakınlaştı, sonra uzaklaştı. Zeytin ağaçlarına baktığım yönde az önce gördüğümle aynı olup olmadığından emin olamadığım bir kelebek az ötemde sanki daire çizer gibi yavaşça uçuyordu.  Kulağıma kelebeğin valsinin, 2004 yılında doğum günümde İstiklal Caddesi'ne arkadaşlarım ile gittiğimde caddede neredeyse her yerde çaldığı için tanıştığım kelebeğin valsi şimdi Ada’da çalıyordu.

“Zeynep Hanım, yazmaya devam ediyorsunuz, kolay gelsin,” diyen bir komşunun sesi ile kendime geldim.  Önce ne olduğunu anlayamadım ama beş on saniye sonra, aynı bey ile, bilgisayarımı alıp bahçeye çıktığımda merhabalaştığımızı hatırladım. Hiç bir zaman nerede olduğumu unutmamış olsam da etrafıma bakındım.  Elimi bilgisayarımın yanında duran kahve kupasına götürdüm.  Soğuktu.  Güneşin ışıkları eğikleşmişti.   Bilgisayarımı açtığımda saate bakmamıştım ama tekne ile Ada’ya geldiğim saati biliyordum.  Kaptan ile beni öğlen 12’ye çeyrek kala Çalış Plajındaki Şat Burnu’ndan alması için sözlemiştik.  2 ya da 3 saat  gibi bir zaman geçmiş olmalıydı.  

Oturduğum yerden hemen kalkamadım,  sanki gözlerimin baktığım manzaraya adapte olmasına ihtiyaç duydum.  Ekrana baktım, en son yazdığım cümleleri okumak istedim, çok da odaklanamadım.  Topu topu iki paragraf yazmıştım.  Oturduğum iskemlenin minderinin yumuşaklığını hissettim.  Çok ama çok hafif hissediyordum.  Adeta bedenim yokmuş gibi.

Zamanın durduğu ya da çok ama çok yavaşladığı hissini veren farklı anları, farklı yerlerde, farklı şekillerde yaşadım.  Bir anda günlerdir sorduğum soruların yanıtlarını bir perdenin arkasından belirivermişler gibi görebildiğim,  sanki biri kulağıma fısıldamış ya da resmini göstermiş gibi bilebildiğim anları Kyoto’da, Yokohama’da, Londra’da, Inverness’de, Malatya’da yaşadım.

Yeryüzündeki kimi yerlerin, kimi şehirlerin, kimi toprak parçalarının bizi başka bir boyuta götürebilen enerjileri olduğuna artık inanıyorum.  Bu yerlerin her birimiz için farklı olabileceğine de. İnsanın, her yerde, her zaman düşüncelerinin ve ruhunun erişilmesi zor boyutlarına dokunmasının da mümkün olduğunu ve özel bir ihtiyacı ya da gerekliliği olmadığını da biliyorum. Ama yine de, yine de, zamanın durduğu ama duran zaman içinde başka bir farkındalığın hareket etmeye başladığı o sihirli anları yaşamak için, bu duyguyu tanımamız için Tanrı’nın bizlere hediye ettiği yerler olduğuna da inanıyorum.  Yaşamın karşımıza tesadüf ile çıkardığı ama atalarımızın yaşamlarının izini sürerek daha kolay bulabildiğimiz, geçmişimizin bize izlerini aslında hediye ettiği yerler.

Dilerim yaşam ile bütünleştiğiniz, ruhunuzun sesini daha iyi duyabildiğiniz yerler ile kesişsin yollarınız, ve eğer onları keşfetmiş olan şanslılardansanız bizler için de aktarın hissettiklerinizi, yaşadıklarınızı keşiflerinizi.   Çünkü bu keşifleri kuvvetli kılan kendi deneyimlerimiz kadar birleştirebildiğimiz tecrübelerimiz.

Sevgiyle.

31 Mayıs 2019 Cuma

Yeniden Söylerken, Yeniden Dinlerken




Çok uzun zamandır okunması için yazmadım.  Neredeyse bir yılı akşın bir süredir.  

Yaşamımın farklı zamanlarında farklı konuların yoğunluğuna dalarak yazmadığım oldu.  Ama sonrasında neredeyse her zaman, yazmadığımda ruhumun sesini duymanın zorlaştığını fark ettim.

Kendim için yazmaya en azından onbeş, onaltı yıldır ara vermiyorum. Hele Julia Cameron’u keşfettikten sonra, kendim için yazmanın nefes almak kadar önemli olduğunu biliyorum.  Özellikle sabah uyandığımda, uyanır uyanmaz yazmanın önemini.  

Ama yeterli olmadığını da görüyorum.

Bazen sadece kendim için yazmak yeterli değil. Bazen, kimin tarafından okunacağını önemsemeden, okunabilmesine izin verecek şekilde yazmaya da ihtiyaç var.  

Okunmayı istemeden yazmanın mümkün olduğuna eskiden inanmazdım. Çünkü yazmak, biraz da içimize sığmayan düşüncelerin bilinmesini istemek. Bununla birlikte, dünyada var olmasına izin vermemiz gereken yazılar da var.  O yazılar, sayısını hiç bilemesek de ulaşması gereken insanlar için var olmak istiyor.  Tam ihtiyacım olduğunda bir kitabın, bir blogun, bir köşe yazısının içinde kafamın içindeki sorulara yanıt veren cümleleri bulmak buna daha çok inanmamı sağlıyor.

*
Yazmak için neye ihtiyacımız var?


Zaman zaman ofislerimdeki kocaman çalışma masalarım gibi yazı masalarımın evlerimde de olduğunu hayal ettiğim oldu ama hiç de film karelerindeki gibi ihtişamlı yazı masalarım olmadı evlerimin salonlarında. Yemek masalarımın üzerinde yazdım yüzlerce sayfayı.  Yayınlanan ve yayınlanmayan.  Bloglarımda paylaştığım çok okunan yazılarımı, kitaplarımı ya da bir yerlerde basılı bir nüshası hala saklı olan ve sadece bir kaç kişinin okuduğu kitap müsveddelerimi.  İyi ki yazmışsınız, dedikleri yazılarımı ya da benim bile beğenmediklerimi.  
Nedense yazılarımı bugüne kadar daha çok evlerimde yazdım. Belki yıllarca iş hayatımın koşturmacası düzgün öğle arası bile vermeme izin vermediği için, belki de yazmak bir anlamda hobim olarak kendimi boş zamanlarımda mutlu etme uğraşım olduğu için.

Şimdi, içimde tekrar büyüyen bir yazı yazma isteği ile Fethiye’deki evimin salonunda, batmakta olan günün ışıkları ile başımı kaldırıp Fethiye Körfezi'ne bakıyorum.  Aradığımı gerçekten bulduğumu düşündüğüm bu şehirde, ruhumun bana söyleyeceklerini tekrar dinlemeye başlamak için, Fethiye’nin bana neleri göstermeyi beklediğini ben de heyecanla merak ediyorum.

2 Ekim 2016 Pazar

Lions Relife'da...

Lions Relife online dergisi için yazdığım yazılarımı aşağıdaki bağlantıdan okuyabilirsiniz:


Keyifle olması dileğiyle.

26 Aralık 2010 Pazar

SABIR


Yaşamda en çok sevdiğim şey olduğunu düşündüğüm yazı yazmaktan soğuduğum zamanlar oldu, unuttuğum zamanlar oldu. Eskiden. 2006 yılında beri ise Türkçe ve bazen de İngilizce olmak üzere dergilerde, gazetelerde yazılar yazıyorum. Milliyet Blog sitesinde ve kendi blogspot sitemde düzenli olarak yaşadıklarımı, bana faydası olduğuna inandığım teknikleri ve bilgileri paylaşıyorum. Bunları bugüne kadar beş tane Türkçe ve iki tane İngilizce kitapta derledim. Yazmak benim için önemli. Okunmayı tabii ki istiyorum. Ama fark ettiğim o ki ben yazdıkça yaşamımın bir sonraki sayfasını görebilir hale geliyorum. Yazdıkça sayfalar çevriliyor. Yani öncelikle kendim için yazdığımın farkındayım. Aralık ayının onunda elimdeki birçok dokümanı yitirdim. İstanbul’daki bilgisayarım arızalandığı için yanıma aldığım yedeklemeleri yaptığım hard diskimi kaybettim. Saatlerce aradım, sonrasında Lions kulüplerinin bir toplantısı için İzmir’e ve birkaç gün sonra da Konya’ya bir kulüp gezisi için gittim.

Gittim gitmesine de, önce İzmir’de 11 Aralık Cumartesi sabahı havalimanından çıkarken kar yağışı, Pazar günü ofiste yoğun bir çalışma günü, ertesi sabah Konya’ya başlayan yolculuk aşağı yukarı dört gün içinde uzun yıllardır olmadığı kadar ağır hastalanmama neden oldu. 39 derecelere çıkan ateş ile Konya’dan gezimizin tamamlandığı son günde sabah ilk uçak ile İstanbul’a döndüm. Fethiye’ye gitmeyi isteyen bir yanım vardı ama uzun zamandır hissetmediğim halsizliğim ile kendime bakabileceğimden emin değildim. İstanbul’da gerekirse bana bakabilecek annem vardı. İstanbul’a vardıktan sonra bir iki gün kendimde değildim. Annemi çok üzmemek için çok kısa süreli olarak, ayağa kalkacak hali yakalayabildiğimde üst kata çıkıyor, benim için yaptığı çorbayı içiyor. Tekrar yatıyordum. Tamamlayıcı tıp çalışmaları ile uzun yıllardır önce hobi sonraki yıllarda profesyonel olarak ilgileniyor ve danışmanlık yapıyordum. İlaç kullanmak önerdiğim bir şey değildi. Ancak Konya’ya uçacağım sabah hiçte iyi olmadığımın çok net farkındaydım. Esasında son bir iki haftadır oldukça yorgun olduğumu hissediyor, programımı biraz yavaşlatmakla beraber beni bekleyen farklı işler ile uğraşıyordum. Sanırım iradem ile yapmaya çalıştığım yavaşlama ruhum için pek de yeterli olmamıştı.

Ateşim birkaç gün inmedi. Bir yandan ateşin etkisiyle hiçbir şeyi düşünemeden yatıyor, bir yandan bu hastalık halinin bana söyledikleri karşısında üzülüyordum. Bu kadar yüksek ateş bana içimdeki kızgınlıkları gösteriyordu. Oysa eskiye göre, eski Zeynep’e göre çok daha hoşgörülü ve sevgi dolu değil miydim?
Yaşamın bir soğan gibi katman katman olduğuna dair benzetmeleri birçok hoca yapar. Gerçekten de soğanın merkezine doğru yapılan yolculukta her katman çok farklı olmakla beraber benzerlikler de içerir. Her katmanda çok farklı ama bir önceki katman ile benzerlik taşıyan özellikler vardır. Kendi ruhumu keşfederken bazen aynı görünen ama bambaşka deneyimleri yaşamak maceranın özelliklerinden biri olsa gerek.
Enerji çalışmaları ile birçok kişinin ağrılarının, sıkıntılarının geçmesine yardım edebilirken, bazen bitmeyecek, hatta sonsuz gibi gelen bir enerji ile çalışır ve koşarken, zihnimin yeni sınırlarına tosladığını ve aşmam gereken bir duvar ile karşılaştığımı kalkamayacak halde bir yatakta yatarken çok daha net olarak fark ediyordum. Aralık ayı karşımdaki duvarı gösterdiğinde öncelikle şaşırmış olmakla beraber yaşam maceramın beni biraz çaresiz hissettirmesi bir yandan hoşuma gitmişti. Yapbozun yeni parçaları vardı. Oyun hiçte sıkıcı olmayacaktı.

Akmerkez özellikle İstanbul’da Arnavutköy’e ailecek taşındığımız son 15-16 yıldır çok zaman geçirdiğim bir yer. İstanbul’un yeni modern ve dev çarşılarına göre çok az şeyin bulunduğu ufak bir çarşı. İçi yeni AVM’lere göre, artık AVM kelimesi o kadar çok kullanıyor ki alışveriş merkezleri için ben de kullanmaya başlasam diyorum, eski kalınca yenilediler ama neredeyse bir yılı aşkın süre şantiye gibiydi Akmerkezin içi. Gelen giden oldukça azaldı. 2010 yılının bu son günlerinde bembeyaz yenilenmiş hali ile, dış cephesi hale örtüler ile kaplı garip bir halde olsa da, insanları daha çok çekiyor. Akmerkez enteresan bir yerdir, bir mahalle gibi. Her gittiğinizde gördüğünüz insanlar vardır. Düşünmeden edemem, ben her gittiğimde oradaysa benden çok zaman geçiriyor olmaları gerekir. Gitmek için hep aynı gün ve saatleri seçtiğimizi düşünmek benim tesadüf yaklaşımı bile aşar sanırım. Akmerkez’de sıkça gittiğim iki yer S Cafe ve Starbucks’tır. Eskiden HomeStore’un kafesine de çok giderdim ama sonra siyah bir dekorasyon ile yenilendi ve şimdi tekrar başkalaşsa da ruhum mekândan soğudu sanki.

Başlığı “Sabır” diye koyarken esasında okurken bana sabretmenizi ima etmek istememiştim. Hastalanmaya başladığım günden bu yana geçen iki hafta benim için çok az yaptığım, kitap okumakta bile zorlandığım günler oldu. Son birkaç yıldır pek televizyon seyretmiyorum. Bir yıl kadar önce Digiturk sistemimde bir arıza olmuştu, üç dört ay kadar yaptırmamış ve evde hiç televizyon seyretmemiştim. Televizyonu anneme, akrabalarımıza veya arkadaşlarıma gittiğim zaman onlar seyrediyorsa o zaman seyrediyordum. O dört ay boyunca sonradan çıkan kitaplarım üzerinde çalışmak için zaman bulduğumu şimdi daha net fark ediyorum. Ancak zorlanmıştım. Gerçekten birkaç günde bir televizyon seyretmek isteği bir tiryakinin arayışı gibi kanımda yükseliyordu, sonra dayanabilsem geçiyordu. Elimdeki işe, yazıya, kitaba odaklanıyor ve çok da mutlu oluyordum. Bu yıl birkaç ay önce Digiturk’üm yine arızalandı. Kutuda bir arıza olduğu anlaşılıyordu. Bir süre televizyonu yine açmadım. Sonra sistemi kontrol etmek için açtığımda bir fark ettim ki televizyonun kendi anteni aTV, KanalD ve tabii ki TRT gibi kanalları gösteriyor. Arada bu kanalları seyretmeye başladım. Görüntü süper net değildi, ama zaten televizyonla daimi bir bağım yoktu zaten. Bu son hastalığım sırasında annem sağolsun biraz gözlerimi açmaya başladığımda evde sıkılmamam için Digiturk servisi aramış, birkaç saat içinde geldiler ve tahmin ettiğim gibi Digiturk kutumu değiştirerek beni televizyon dünyası ile buluşturdular.

Sonraki bir hafta hard diskimin ve içindeki binlerce doküman ile birlikte yeni bitirdiğim bir kitabımı da benden koparınca kitap ve yazıdan sanki kaçar bir halde buldum kendimi. Kimi günler geceden sabaha kadar film ve dizi izlerken buldum kendimi. Eskiden severek seyrettiğim NCIS gibi dizileri izlerken, yerli dizileri izlerken. Haber programlarımı, magazin programlarını izlerken. Televizyonun karşısında oturacak halim olmadığı için kanepede uzanarak seyrettiğim programlar yaşamımda pek başka bir şeye yer bırakmıyordu. Unutmuştum, televizyonun insanı hipnotize eden, paralize eden bir yönü vardı. Televizyon açık ise başka bir şey yapma isteği ile harekete geçmek pek de kolay olmuyordu. Beş altı yıldır yayında olduğunu öğrendiğim televizyon evlilik programları ile ise Aralık ayının başında gündüzleri annemi görmek ve dinlenmek için uğradığımda tanışmıştır. Beş altı yıldır yayınlanıyorlarmış, ben ise yeni tanışıyordum. Ancak özellikle Konya’dan döndükten sonra o kadar halsizdim ki zihnimin her türlü gerçeklikten kopmak ve derinlemesine dinlenmek istediğinin farkındaydım.

Beş yıldır neredeyse haftada birkaç yazı hazırlıyorum. Neredeyse her gün birşeyler yazıyorum. Kimileri gündelik yazılar, kimileri bir kitap için, kimileri bir sosyal sorumluluk projesi için. Özellikle son beş yıldır yazmayı ne kadar çok sevdiğimi net olarak keşfettikçe kendimi yazıdan ayırmadım, ayıramadım. Beş yıldan beri beni şaşırtan şekilde son on günde sanki bir daha hiç yazı yazmak istemeyecekmişim gibi bir ruh hali sarmıştı içimi. Beni üzen ve korkutan bir his. İçinden çıkamadığım bir his. Topu topu on gün diyeceksiniz belki ama yazı yazmak nefes almak gibi bir şey oldu benim için son beş yıldır. Nefes almadan yaşanır mı?

Ve ne olduysa dün kötü büyü bozuldu. Öncelikle kalktım Akmerkez’e gittim – şu anda Akmerkez’de olduğuma göre geldim mi demeliyim? – Teknosa’ya uğradım ve bir bilgisayar aldım. Bilgisayarım kurulumunda çıkan garip aksaklıklar ile akşam saat dokuz civarında eve getirebildim bilgisayarı. Masaya koydum, açtım. Kullanmadım ama açtım. Gece saat gece yarısını geçmişti ki televizyonda Konya Sille’yi gösteren bir gezi programına katıldı gözüm ve her ne olduysa yerimden kalktım ve yazmaya başladım. Gece yattığımda saat sabah üçe yaklaşıyordu. Sabah dokuz civarında uyandım, yine bilgisayarımı açtım, gece yazdığım yazıyı düzelttim ve blog sitelerimde yayınladım. Yeni bilgisayarıma tam hakim olmadığım için çektiğim fotoğraflardan yüksek çözünürlükte olanları sitenin bir tanesine ekleyebildim, diğer ebadını küçültmemi gerektiriyordu, yapamadım ve sadece yazıyı yükledim. Zeynep geri döndü, demek geldi içimden ve dudaklarımdan döküldü. “Zeynep geri geldi.”
Zaman zaman oturduğum yerde etrafımdaki görüntülerin netleştiği, sanki ışıkların yandığı, renklerin parlaklaştığı olur. Zaman zaman özellikle enerji çalışmaları ile uğraşmaya başladığımdan beri ruhumun, enerjimin bedenimi yalnız bırakarak başka dünyalara hareket ettiğini hissettiğim olur. Zihnim istediği halde bedenim isteklerime oldukça az cevap verir bu zamanlarda. Nereye gittiğimi ve nereden döndüğümü bilmediğim yolculuklardır bunlar. Bazen ipuçları olsa da çoğunlukla bilinmezleri ile beni şaşırtan yolculuklar.

Bu 26 Aralık günü, parmaklarımın altında yeni Toshiba bilgisayarım, Akmerkez Starbucks’ta otururken geri geldiğimi hissediyorum. Neredeydim bilmiyorum, ama Akmerkez’in iç mekânlarının beyaz yer kaplamalarının, beyaz yuvarlak sütunlarının, beyaz duvar kaplamalarının parmaklığını fark ediyorum, hissediyorum. Bugün dün bilgisayarımı almak için geldiğim iki defadan çok. Kendimi iyi hissetmeye başladığımda dışarı çıkmak için geldiğim altı gün önceden çok. Renkleri tekrar görmeye başlıyorum.

“Bu da geçer, sen mutlu olmaya bak,” diyen hocamın sözleri zihnimde dolanırken yüzümdeki gülümseme Mirzakarim Norbekov önerdiği için değil. Ben gülmeyi zaten seviyorum. Geri dönmeye başladığım için seviniyorum. Söylemek istediğim sözcükleri bulabilmek için zihnimden boşalmak isteyenleri yazmaya sabretmem gerekiyor. Sabır öğrenmekte zorlandığım ama bir o kadar ihtiyacım olan önemli bir ders olarak yanımda gezinmeye devam ediyor.

Bir bakarsınız sabreden derviş muradına ermiş…

25 Haziran 2009 Perşembe

Konuşmak İstiyorsam Duymak Zorunda mısın?

Bugünlerde aynı anda bir kitap tercümesi ve iki kitabın basıma hazırlık aşaması üzerinde çalışıyorum. Bir yandan bire bir çalışmalar yapıyorum, kimileri de oldukça ağır. Yorgunum. Son altı aydır, belki üç yıldır demeliyim, çok seyahat ediyorum. Kimi zaman, çoğu zaman dışardan gelen taleplere, isteklere cevap verebiliyorum. Elimden geldiğince. Ama kimi zaman, devam edebilmek için, elimdekileri bitirebilmek ve kendi sağlığımı koruyabilmek için sessizliğe girmek zorundayım. Ve bunu yapıyorum.

Bu ihtiyacımı bilen aile üyeleri, arkadaşlar mesajlarına cevap gelmediğinde olduğum hali anlarlar. O zaman e-posta kutumdaki mesajlar artmaya başlar, zaman bulundukça cevaplanmak, bazen de sadece görülmek üzere. Çalışmalarım yoğunlaştığında danışanlarımda sanki ruhuma kolaylık olsun diye gerçekten acil ve önemli olana yol açarlar. Bilirler ki kimi zaman da sadece sohbetin tadına doyduğumuz anlar da vardır. Olanı ve geleni kabul eden tüm dostlarıma teşekkür etmek istiyorum, bana verdikleri destek için.

*

Benim de çok konuşmak istediğim zamanlar olur. Yalnız bugünler onlardan değil. Uyumak, yemek yemek ve acil olan işlerimi tamamlamak dışında bir şey yapmaya zaman bulamadığım, zamanın sınırlılığını bana hissettirdiği günlerdeyim. Bundan dolayı da cep telefonlarım gerekmedikçe kapalı. İletişime açık olmadığımın, olamadığımın ifadesi olarak.

Cep telefonları hayatı kolaylaştırırken bir yandan büyük bir yanılgı yaratıyor. Her an her saniye gelecek olan her türlü talebe ve iletişime açık olmak mümkün mü? Sanmıyorum. Ben olamadım. Daha çok ofiste bulunduğum yıllarda sekreter arkadaşlar sağ olsunlar bu iletişim akışını yönetirlerdi. Yeni yaptığım iş benim derin iletişim içinde olmamı gerektiriyor. Danışanlarım ile görüşmeleri yaptığım zamanlar, eğitim verdiğim zamanlar.

Ama ya yazı yazmam gerektiği zaman ne olacak? Bugünlerde kitap düzeltmeleri üzerinde çalışıyorum. Bana sessizlik gerekiyor. Konuşurken okuyamam, ve yazarken dinleyemem ki.

Mühendislik çalışmalarımı yaparken bugüne kıyasla aynı anda birçok şeyi yapabildiğimi fark ediyorum. Ancak yazı için daha farklı bir iç dinamik gerekiyor. Danışanlarımda bireysel çalışmalarda daha derin ve kesintisiz zamanlar gerekiyor. Yazı yazmak için sessizlik ve derinleşme gerekiyor. Yazıdan başımı kaldırıp bambaşka bir konuya odaklanamıyorum. Bunu yapmayı seçersem akışı durdurmuş hatta yazacaklarımı yitirmiş oluyorum. Şaka değil, başıma geliyor.

Bu ruh halimi paylaştığım insanlar var. Açık olarak söylerim, “Konuşacak durumda değilim beni affet bir süre,” diye. Ve şükrediyorum bunu söyleyebildiğim ve beni duyan arkadaşlarım olduğu için. Bunun nedenini niçinini sorgulamak, beni eleştirmek ve yargılamak ile uğraşmayan arkadaşlarım var. Kendi isteklerine rağmen benim ricalarımı duyan arkadaşlarım var.
Ama her zaman anlaşılmak o kadar da kolay değil. Duyulmak ihtiyacımız derin bir ihtiyaç. Biliyorum çünkü konuşmaya gücüm olmadığı günler kadar durmadan anlatmak istediğim günler de oluyor. Farklı farklı zamanlarda olsalar da. Her ikisinin de tadını ve her ikisine de duyduğum ihtiyacı biliyorum. Ama ya ihtiyaçlarımızı size anlatamıyorsam? O zaman ne olacak?

Şiddetsiz İletişim konusu benim bir süredir üzerinde okuduğum ve çalıştığım bir konu. Zorlu bir konu. Yine de dünyada barış adına bir şeyler olacaksa bu hareketin etkisi de büyük olacak diye düşünüyorum. Şiddetsiz İletişim, iletişimin kurulduğu anlar ve etkileşimler ile ilgili. Ama ya iletişime açık bir halde değilsem?

Birçok şeyi kişisel algılamak gibi bir bakış açımız var. Don Miguel Ruiz’in Dört Anlaşma adlı kitabındaki dört ana maddeden biri buna dair. “Kişisel algılamayın,” der Don Miguel. “Bir kişinin yaptıkları, söyledikleri kendine dairdir, size değil.” Yani benim sessiz kalma isteğim benim sessiz kalma ihtiyacımı ifade eder; sizi duymak istemediğimi düşünüyorsanız bu sizin getirdiğiniz yorumdur. Sizin duyulma ihtiyacınız karşılanmamaktadır ve benim sessiz kalma ihtiyacımı dikkate alınmayabilir. Ve ben de sessizlik ihtiyacım karşılanmadıkça sizin duyulma arzunuza sağır kalırım, çoğu zaman istemeden.

Özellikle yazı ve resim gibi yaratıcılık ve içe dönmeyi, derin düşünmeyi gerektiren çalışmalar yapacağım zamanlar yalnız olmaya ve sessizliğe büyük ihtiyaç duyarım. Yapmak istediklerimi başarabilmek için bana gereken şartların neler olduğunu gördüm ve öğrendim yıllar boyunca. Beni başarılı ve başarısız kılan şartları gördüm; yapabilir ve yapamıyor kılanları. Ve yaşamımın sorumluluğunu alarak bazen kendime evet ve çevremdekilere hayır diyorum. Bazen sesli bazen de sessiz kalarak. Sesli olmayı beceremiyorum bazen. Konuşmanın mümkün olmadığı zamanları anlamak mümkün mü? Anlaşılamayabilirim. Bunu biliyorum. Ve eleştirenlerim olabilir, yargılayanlarım olabilir. Ama ben böyleyim. Saf ve dürüst halimle bu benim, ben ve benim ruh halim. Amacım zarar vermek, incitmek değil, sadece bir var olma şekli bu ruhumun zaman zaman ihtiyaç duyduğu. Ve başka türlüsünün bazen mümkün olmadığı.

Ve son bir not daha. Marshall Rosenberg diyor ki “Eleştiriliyor hissetmediğimiz zaman, tüm enerjimizi kendimizi savunmak için harcamıyoruz.”

Kabul ederek ve kabul edilerek yaşanan günlere…

7 Haziran 2009 Pazar

Behçet Bey'i Farklı Kılan Ne?





Bugün üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Derneği olarak dönem başkanı Sn.Vasfiye Doğan ve kulüpten arkadaşlarım ile birlikte Fethiye Belediye Başkanı Sn. Behçet Saatcı’yı makamında ziyaret ettik. Genel bir nezaket ziyaretiydi bu. Ve bir yandan konuşmalara hem iştirak edip hem de dinlerken, bir idareciyi ne başarılı yapar diye düşündüm. Üçüncü defa belediye başkanı seçilen Behçet Bey’i farklı kılan neydi?

Behçet Bey ile ilk defa ne zaman tanışmıştım? Fethiye’deki ikinci resim sergimin açılışın da mı, yoksa Fethiye Belediye Spor Yelken Kulübü’ndeki gençler ile buluşmasında mı? Hatırlayamıyorum. Fethiye’ye gelip gideli dört yılı biraz geçti ama sanki çok uzun zamandır Fethiyeliymişim gibi hissediyorum. Ve bazı anıların detayları biraz silikleşmeye, bazen de sıraları karışmaya başlıyor.

Sahi, neydi Behçet Bey’i farklı kılan?

Öncelikle herkese her an kapısının açık olduğunu hissettirmesi diyeceğim. İnsana güven veren bir his bu. Birilerinin bizi dinlediği ve dinleyeceği hissi çok kuvvetlendirici bir şey. Şehrindeki herkesin derdini dinlemeye gönüllü olduğu hissini veren bir tarzı var Behçet Bey’in. İnsana kıymet veriyor. Bunu hissettiriyor, davranışları ile gösteriyor. Ve sanki ben de bu günlerde insana kıymet verenleri daha çok arıyorum. Belki ben de onlara bunun kıymetini bildirmek istiyorum.

Behçet Saatcı her yaştan, her konumdan ve şarttan insan ile iletişim kurmayı pek güzel başarıyor. Buna gayret ettiğini gösteriyor. Çocukların Behçet Amcası duygularını hissetmekten ve yaşamaktan çekinmeyen bir insan olarak oldukça sahici ve gerçek olarak duruyor karşımızda. Yapmacık ve sahte ilişkilerin yaşamlarımıza girmeye başladığı bu günlerde Fethiye yüreği ısıtan dostlukların tadını sanki başkanının duruşunda da alıyor.

Sabah saatin dördü, yani ertesi sabah olmak üzere. Ve ben hakiki olan üzerine düşünmeden edemiyorum bu gece. Gerçek sevgi, gerçek inanç, gerçek duygu ve düşünceler üzerine düşünüyorum. Etraf sessiz. Sanki çıt çıkmıyor. Az önce nereden geldiği ve nereye gittiği belli olmayan bir motosikletin sesi sessizliği bir anlığına böldü, ama ben daha çok, ve belki de bir süredir duymadığım kadar parmaklarımın altındaki klavyenin çıkardığı sesleri duyuyorum. Ne kadar da yüksek.

Her anımızda, yaşadığımız her anda, karşılaştığımız her insanla ve attığımız her adımda, bir karar alıyoruz. Hakiki olup olmama kararı. Yürekten olup olmama kararı. Sevip sevmemek kararı. Hepimizin bir bütünün parçaları olduğuna inanmak veya yalnızlığımızın kaderimiz olduğunu kabul etmek kararı.

Bu gece uzunca bir süredir düşünmekte olduğum bir fikrin kesinliği yataktan kaldırdı beni. Henüz uyumuş değildim, ama beni yataktan kaldıran ruh hali yaşamın karşıma çıkardıklarını kabul etmek ve buna şükretmek gereğini bedenimin sanki her hücresinde hissetme haliydi.

Behçet Saatcı’yı farklı kılan esasında hepimizi farklı kılabilen şeydi. Tüm maskelerden arınmış olarak sevdiğimiz şeyleri tüm yüreğimizle yapmaya giriştiğimizde bizi saran kuvvet ve heyecan.

Benim için bu, kim bilir kaç gece yarısı beni uykudan uyandıran veya uyutmayan yazmaya duyduğum ihtiyaç ve sevgiydi. Gecelerde, gündüzlerde beni kaleme kâğıda, bilgisayarın başına götüren arzu. Belki sizin benim yazdıklarımı duymaya ve okumaya ihtiyacınız olmayabilir, ama benim beni bekleyen yarına uyanabilmem için yapmam gerekiyor. Kısa bir ziyaret düşüncelerimi farklı yerlere taşıyor.

Allah mahcup etmesin. Yüreğinin yolunda yürümek isteyenlerin yolu hep açık olsun.
03.06.2009, Fethiye

4 Haziran 2009 Perşembe

Kitaplar Soru Sorar


Kitapların hayatımda her zaman önemli bir yeri oldu. Hiçbir zaman bir kitabımı atamadım. Yıllar önce ödünç verdiğim ve geri gelmeyen kitaplarımı bile aklıma geldikçe özlerim. Aynı kitabın başka bir nüshasını gidip alabilirim ve bunu yapıyorum da. Ama sanki kendim için satın alıyorsam o kitap ile aramda bir bağ oluyor.

Bu arada ben kitap alarak hediye etmeyi çok severim. Okullara kitap bağışlarım. Kitapların bizlere ayrı kapılar ve dünyalar açtığına inanırım. Ve kitapları yakınımda isterim.

Seyahatlerde, bir iki saatlik uçak yolculuklarında bile yanımda birkaç kitap olmazsa sanki rahat edemem. Uzun yolculuklarda bu daha zordur. Son Japonya yolculuğunda yok valizimde, sırt çantamda el çantamda erken sekiz tane kitap almışım yanıma. 30 kg bagaj hakkımın en aç birkaç kilosu kitaplara ve yanıma aldığım defterlere gitti anlayacağınız. Dönüşte, aldığım piyano notaları ile birlikte mevcutlara on kadar yeni kitap ilave oldu. Kitaplar beni mutlu ediyor.

Yalnız eskisi kadar kitap almıyorum artık. Kişisel gelişim ve tamamlayıcı tıp ile ilgilenmeye başladığım günlerde farklı bir kitap alma çılgınlığı içindeydim. İstanbul’da Akmerkez’in içinde Remzi Kitabevi vardır. Oraya İstanbul’da her gün olmasa bile en az bir iki günde bir uğrardım. Hala o kadar sık olmasa da giderim, özellikle Remzi Kitabevi’ne uğramak için. Kitapların yanında ve yakınında mutlu hissediyorum. Tarif etmesi zor bir şey.

O günlere geri dönersem özellikle Remzi’den ama neredeyse içine her girdiğim kitapçıdan Türkçe İngilizce beş altı kitap almadan çıktığım olmuyordu. Kimi günler üç dört poşet dolusu kitap ile eve gittiğim oluyordu. Okuma hızım kitap alma hızımı yakalayamıyordu. Bir yandan her bulduğum fırsatta kitap okuyor, neredeyse iki günde bir kitap bitiriyordum. Bazen birkaç kitabı bir arada okuyordum. Eskiden bana çok yabancı ve uzak gelen bir dünyanın kapıları aralanmıştı. Bilmediğim çok şey olduğunu hissediyor ve öğrenmek istiyordum.

Bir iki yıl aşağı yukarı bu şekilde geçti. Bir gün yine böyle bir alışveriş sonrasında Akmerkez’de bir hocam ile karşılaşmıştım Sonrasında o kitapevinin içindeki kafede oturmuş birer kahve içmiştik. Konuşmanın sonralarına doğru hocam “Zeynep istersen biraz kitap almaya ara ver,” dedi. Doğrusu bu hiç beklediğim bir yorum değildi.

“Kitaplar sadece soru sorar. Kitaplar yazarların sorularıdır aslında.”

Hadi canım olur mu öyle şey diye geçirmiştim içimden. “Cevaplar kitaplarda değil, içinde. Boşuna kitaplarda arama.”



Düzenli olarak yazı yazmaya başladıktan sonra, yani aradan beş altı yıl geçtikten sonra bu sözler bana bir anlam ifade edecekti. Yazarken yazdıkça duymam gerekenleri yazdığımı fark edecektim. Hemen olmasa da, kimi zaman bir şeyleri düşünürken birkaç ay ya da birkaç yıl önce yazdığın şeylere bakarken, sanki başka birinin yazılarını okuyor gibi hissederek aradığım cevapları bulacaktım. Yazmanın benim kendi cevaplarımı bulma yolum olduğunu anlamam için birkaç yılın daha geçmesi ve yüzlerce sayfa daha yazmam gerekecekti.

Cevapların yerine göre içimden ve kaynağı belli olmayan bir yerden gelebileceği bilgisini kabul etmen, olağan kabul etmem için de birkaç yıl geçmesi gerekti. Kitap okumayı hala çok seviyorum. Ancak eskisi gibi bir iki günde bir kitap bitirmiyorum artık. Kimi günler bir günde bir kitabı başlayıp bir İstanbul-Fethiye uçuşunda bitirdiğim oluyor. Kimi günlerde birkaç kitap aynı anda elimde yudum yudum okunuyor.

Kendi kitaplarıma gelince, ki ara ara kendi kitaplarımı da döner okurum, her seferinde istisnasız başka bir kişinin yazılarını okuduğumuz düşünürüm. Konular ve hikâyeler çok tanıdık ve bana ait, ama sanki yazan ben değilim. Sanki ilk defa okuyormuşum gibi hissederim neredeyse ezbere bildiğim bazı satırları. Başka yazarları okurken yaşadığım bu hissi kendi kitaplarımı okurken de yaşarım.

Sormaya devam ediyorum o zaman. Ve bunun için yazmaya, öncelikle kendim için. Ve bir de bu güne kadar başka kitaplarda bulduğum ipuçlarının bazılarını sizlerde benim yazdıklarımda bulursunuz diye.

21 Ocak 2009 Çarşamba

Cevaplar için ...



Her akşam uyumadan önce masamın üzerindeki ve kütüphanemdeki kitaplara bir göz gezdiririm. Bu akşam hangi kitabı okuyarak uyumak istiyorum diye. Farklıdır, kimi zaman güne başlamak için neyi okumak istiyorum diye baktığım kitaplardan. Akşamları ruhum belki uzun zamandır hissetmediğim duygulara girmek ister. Sevgiyi, şefkati, mutluluğu ve belki de yaşamın anlamına dair şeyleri.

Dün akşam bir şey okumadan uyumak istedim. Sadece uyumak.

Zor bir gün geçirmiştim. Koşturmacalı, uğraşmalı, duygusal olarak yoğun ve fiziksel olarak da oldukça yorgun hissettiğim bir gün. Bir şey okumadan uyumak istedim. Sadece uyumak.

*
Size hiç olur mu bilmiyorum ama benim uzun zamandır cevaplarını aradığım soruların aniden cevaplarının belirdiği olur. Sanki şapkadan çıkan tavşan gibi beklenmedik bir an’da; daha şapka bile ortada yokken, tavşan ortaya çıkıverir.

Yaşamın çok berrak göründüğü an’lar vardır; ve sanki tüm ışıkların söndürüldüğü koyu gri günler. Simsiyah dersem belki doğru olmayacak; ümit ışığının tamamen söndüğü anları bilmiyorum. Koyu gri sisli günler, yaşamı bir perdenin ardından seyrediyormuş gibi hissettiklerimiz. Ve her iki gün arasındaki farkın dürüst olmak gerekirse olan biten ile de pek ilgisi yoktur. Var, dersem geçen 38 yılımın en azından bir 20’sine ihanet etmiş olurum.

Yaşam olan biten ile ilgili değilse ne ile ilgili sahiden?



*

Salondayım, bilgisayarımın başında, televizyonda bir film seyrettikten sonra, mutfağa gidip bir bardak su doldurdum ve bilgisayarın başına oturdum. Hava kararmış, herhalde akşam olmalı.

Aradığım bir cevabı bulacağımı hissetmenin tatlı heyecanı ile oturuyorum bilgisayarın başında. Sanki uzun zamandır aradığım bir izi sürmek için bir ipucu bekliyorum. Ve hissediyorum ki sanki kapımda. Hayır hayır esasında cevap parmaklarımın ucunda.



Kendi sorularımın cevaplarını kendi yazılarımda bulurum ben birçok zaman. Ancak, hemen değil, yani yazarken değil. Belki aradan bir iki yıl geçtikten sonra, ya da bir iki yıl önce yazdığım satırlarda.

Size de olur mu bilmem ama bazen yazdıklarımı okuduğum zaman kendimi tanıyamam, ilk defa yazılarını okuduğum bir insan ile karşılaştığımı düşünürüm. Kelimeler tanıdık gelir, ama bana ait değil.

O yüzden yazmak istiyorum, cevaplar için.

Bazen belki başkalarının duyması gereken cümleleri yazıyor olabileceğim için.

Ve en çok da kendi aradıklarımı…

14 Ocak 2009 Çarşamba

Gecenin Sessizliğinde Tesadüflerin İzi



Bugün bir avukata bir konuyu danışmak için gitmem gerekti. İlk defa tanışacağım bu hanıma haksız yere uğraşmak zorunda kaldığım bir konu ile ilgili yardım almak için gidiyordum.

Kapıyı çaldım, kapıyı tesadüfen avukat hanım bizzat kendi açtı ve odasına buyur etti. Masasının karşısındaki koltuğa oturmadan önce yerdeki halı gözüme takıldı. Olabilir miydi? Yerdeki halı, benim Fethiye’deki evimin salonundaki halının tıpatıp aynısı idi. Şimdi bu o kadar enteresan gelmeyebilir, ama halının özel bir desen ve renkte el dokuması bir halı olduğunu söylesem?

Kendimi tutamadım ve avukat hanıma söyledim. O’da “Evet biz bu el boyaması halılara meraklıyız” dedi. Eşinin Kayseri’li olduğundan bahsettiği ve Kayseri’de Yahyalı halılarının da meşhur olduğundan. Nasıl bilmem, Rahmetli Babam Devlet Su İşleri Müteahhit’i olarak Yahyalı’da ‘Ağcaşar Barajı’nın inşaatını yapmıştı. Ben de Kayseri ve Yahyalı’ya uzun yıllar bu iş vesilesi ile gittim. Tesadüf.

Derken “Siz Fethiye’den bahsediyorsunuz, orada mı yaşıyorsunuz?” dedi hanım. “Biz de ileride orada mı yaşasak diye düşünüyoruz” demez mi? Yıllardır Fethiye’ye tatil için gelirlermiş. Nereden nereye.

*

Ben tesadüflere inanırım. Hatta kuvvetli işaretler olduğuna inanırım. Beklenmedik anlarda ortaya çıkan bu sinirli an’ların yaşamımızda belki olmamız gereken yer olduğumuzu bir işareti olduğunu dahi kabul ederim.

Avukata danışmak üzere gittiğim konu tamamen haksız olarak uğraşmak olduğum bir konu. Ve “bu neden oluyor, neden bu haksızlığa uğruyorum” diye haftalardır düşünüyorum. Birkaç gecem de uykusuz geçti doğrusu.

Yaşamda düşüncelerimiz ve davranışlarımız ile bazı şeyleri hayatımıza davet ettiğimizi kabul ediyorum. Bazen başarıdan korkarak kendimize çelme taktığımız olur. Bazen sevgiden korkar ve bizi sevenleri biz hayatımızdan uzaklaştırırız. Bunlar mümkün, oluyor ve kabul ediyorum.

Ancak, kimi an’larda, sanki tüm detayları önceden belirlenmiş oldukları hissi beni ürpertir. Bunu hissetmem için özel bir olay yaşıyor olmam gerekmez; sadece o an özeldir.

Bir eğitim projesi vardı üzerinde uzun yıllar çalıştığım. Çok inandığım bir projeydi ve yüreğimin derinlerinde yapılması gereken bir şey olduğunu biliyordum. Maddi manevi çok imkânımı ayırmam gerekti, çok zaman ayırmam gerekti. Aradaki sürede farklı kesimlerden gerçekten faydalanabilecek insanlara çok güzel hizmetler de verdik, ancak yine de bir türlü olması gereken yoğunluğa ulaşmıyordu. Hayır duaları edenler oluyor, çok insan teşekkür ediyordu. Projeyi sonlandırmak gerektiğine karar verene kadar bu birkaç yıl böyle devam etti. Çalışmanın yapıldığı mekânı boşaltmamızdan birkaç hafta önce bir danışanı beklerken camdan İstanbul’un akşam manzarasını seyrederken içimi garip bir huzur sardı.

Zaman sanki donmuştu, muazzam bir netlik vardı sanki. O an için sanki başka bir yerde olmam hiçbir şekilde mümkün değildi. Sanki varlığımın evrende tek bulunabileceği mekân o salonda pencerenin yanında o noktada durdum; ve uzaktan ve yukardan İstanbul Boğaz’ını, Taksim’den Kadıköy’e manzarayı, Kız Kulesi’nin bu kadar uzaktan çok da parlak görünmeyen ışıklarını seyrettim. Ve o an’da o proje için yaptığım hiçbir şeyin başka türlü olamayacağını, her şeyin gerçekten olması gerektiği gibi olduğunu sanki bedenimin her hücresinde hissettim. Ne kadar mükemmel bir tamlık hissi bu.

*

Ben bugün o avukat hanımın ofisine girdiğim de ve yerdeki halıyı gördüğüm an’da da bir şey oldu.

Düşüncelerimin gücünün farkındayım. Ve yüreğimin arzularını dinlediğimde ve o sesi takip etmeye kendimi adayabildiğimde yaşamın benim için daha da yaşama değer olduğunun da.

Ancak hayatın beklenmedik an’larında karşıma çıkan kimi zaman o ‘tesadüfler’de kimi zaman o mükemmel ‘tam olma halleri’nde bir sihir olduğuna da kabul ediyorum. Olmam gereken zaman da, olmam gereken yerde ve yaşamam gerekenleri yaşamakta olduğuma dair.


Yine bir İstanbul akşamı’nda bu defa İstanbul Boğazı’nda, boğazın karşı yakasında aydınlatılmış olan Kuleli Askeri Lisesi’ni seyrediyorum. Boğaz gece süzülen karanlık gemiler dışında sakin. Ve yüreğim bir sonraki sahneyi heyecan ile bekliyor.

Z.