İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Fethiye Lions Kulübü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fethiye Lions Kulübü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2016 Çarşamba

5 Ekim'de Fethiye'de Lions Hizmet Çalışmaları İle Özel Bir Gün Yaşadık

Üyesi olduğum Muğla Fethiye Lions Kulübü'nün çalışmalarına dair bir paylaşım:


Değerli Dostlar,

Üyesi olmaktan büyük onur ve mutluluk duyduğum Muğla Fethiye Lions Kulübümüzün 5 Ekim tarihindeki çalışmaları hakkında genel hatları ile bir paylaşım yapmak istiyorum.

5 Ekim 2016 tarihinde Lions 118-R Yönetim Çevresi Genel Yönetmenimiz Sayın Lion Cahit Kisioglu Muğla Fethiye Lions Kulübümüze Genel Yönetmen ziyaretlerini gerçekleştirdiler. Kendi Kulüplerine ve Genel Yönetmen 1. Yardımcımız Sayın Tuna Yükselen'in Kulübü İzmir Phokaia Lions Kulübü'ne ziyaretlerinin akabinde kendilerini Fethiye görmek bizler için çok anlamlıydı.

Genel Yönetmen Ziyaretinin akabinde Fethiye Belediye Başkanlığı ile birlikte organizasyonu gerçekleştirilen "Lions'un 100. Yılında 100 Günlük Ağacı" dikimine katıldılar.

Sonraki açılış yine Lions 100. Yıl Miras Projeleri kapsamında Fethiye Belediyesi ile ortak bir çalışma olarak hazırlanan "Fethiye Hatırası" noktasının açılışıydı.

Günün sonunda Sayın Genel Yönetmenimizin de katılımı ile bizleri yalnız bırakmayan Fethiye'deki STK temsilcileri ile bir araya geldik, paylaşımlarda bulunma şansını yakaladık.

Bu toplantı ve çalışmaların detayları ileriki günlerde Muğla Fethiye Lions Kulübü sayfamızda paylaşılarak iletilecektir, bununla birlikte, bu aktivitelerimizi büyük bir emek, özen ve titizlikle hazırlayan Muğla Fethiye Lions Kulübü Başkanımız Sayın Lion Arzu Yeni'ye, Yönetim Kurulu'na, Kulüp Üyelerimize ve Fethiye Belediye Başkanlığımıza ve destek veren Müdürlüklerine yürekten teşekkürlerimizi sunmak isterim. Çok sevdiğimiz Fethiyemiz için, doğayı korumak için değerli çalışmalar ortaya çıkarmak adına işbirliği ve özveri ile çok emek verdiler.

Fethiye Belediye Başkan Yardımcımız Sayın Mete Karacadağ, Kültür ve Sosyal İşleri Müdürümüz Sayın İlksen Halime OK, Park ve Bahçeler Müdürümüz Sayın Durmuş Sazcı ve Ekipleri çalışmalardaki katkıları kadar bugün yanımızda olarak bizleri Çok Değerli Fethiyemize hizmet etmek adına daha da yüreklendirdiler. Yerel yönetimler ile sivil toplum kuruluşları ve gönüllülerinin ortak çalışmaları adına örnek oldular, umut verdiler.

Sayın Cahit Kişioğlu Genel Yönetmenimiz, Yönetim Çevresi Sekreterimiz Sayın Lion Bahar Yarar Gülen'nin de katılımı ile, gerek bu resmi ziyaretleri, gerekse bizler için önemli olan bu üç aşamalı "8 Ekim Lions Dünya Hizmet Günü" aktivitelerinde, miras proje açılışlarındaki varlıkları ile bizleri hem onurlandırdılar, hem de çok mutlu ettiler. 5 Ekim 2016 tarihi Fethiye Lions Kulübü Ailesi olarak hep hatırlayacağımız özel bir gün olacak. Yürekten teşekkürlerimizi sunarız.

12. Bölge Başkanımız, Değerli Üyemiz Sayın Lion Esin Urganci Artun 'a da katılım, katkı ve aramızda oldukları için çok teşekkür ederiz.

Açılış ve toplantılarımızın farklı etaplarında bizi yalnız bırakmayan sivil toplum kuruluşlarının başkan ve temsilcilerine de yürekten teşekkür ve şükranlarımızı sunarız. Onların çalışmaları bizler için çok değerli, varlıkları bizler için hep anlamlı.

Fethiye için, Ülkemiz için birlik ve işbirliği içinde nice faydalı hizmetlerde buluşmak dileğiyle.

Yürekten saygılarımla paylaşırım.
Ln. Zeynep Kocasinan
Lions 118-R Yönetim Çevresi
Genel Yönetmen 2. Yardımcısı

4 Ekim 2016 Salı

Dünyayı Sen mi Kurtaracaksın?

Yaşamayanınız yoktur sanırım, bazen bir istek gelir ve Dünya için, Ülkemiz için, mahallemizdeki ihtiyaç sahipleri için, çocuklar için, doğa için bir şeyler yapmak isteriz.  Aklımıza bir fikir gelir, yüreğimize bir heyecan dolar.  Yapacağımızın anlamlı olduğunu hissederiz.  Hatta bu düşüncelerimizi paylaşmak isteriz. Anlatırız. Heyecanla, istekle, yapma azmi ile paylaşmak isteriz. Paylaşırız.

Ve hemen olmasa bile neredeyse çok geçmeden şu cümleleri mutlaka duyarız, “Neye yarayacak?”, “Böyle gelmiş böyle gider”, “Bu kişilere ulaşsan ne olacak, daha milyonlarcası var?” ve akabinde cümlelerin cümlesi mutlaka gelir - “Bu dünyayı sen mi kurtaracaksın?

Sivil Toplum Hareketi’nin içinde olup, sosyal çalışmalarda destek verip bu ve benzeri cümleleri duymayan yoktur.  Yaptıklarımızın çok güzel olduğu ile başlar bu cümleler genelde. “Çok güzel bir şey yapıyorsun ama bunlar pek işe yaramaz, kıymetini bilmezler.” “Çok iyi yapıyorsun ama biliyorsun falanca da bunları denedi sonra olmadığını gördü.”  Vesaire, vesaire, vesaire.

Hani biz heyecanımızı paylaşmak, çoğu zaman sadece manevi olarak desteklenmek, yeni fikirler alabilmek umudu ile paylaşırız.  Ama karşımıza çıkan neden başaramayacağımız ve yaptıklarımızın boş olduğu konusunda bizi ikna etmek isteyenler olur.  Olabiliyor.  Yine klasik cümleler vardır sivil toplum çalışmalarının içinde olanların duyduğu.  “Kendini çok yoruyorsun.” “Kendini bunlarla biraz oyala ama kendini çok da kaptırma.” “Sen yap yine ama bil ki hiçbir şeyi değiştiremezsin.

Yaşamın bir alanında katkı koymak isteyen hepimiz bu cümleleri duymuşuzdur.  Aramızda duymayan varsa çok ama çok şanslı demektir.  Esasında bizler de şanslıyız, çünkü karşımıza bu cümleleri söyleyenler kadar farklılarını söyleyenler de çıkıyor.  “Yapabilirsin”, “Neden olmasın”, “Şunu da denesene”, “Ben nasıl yardımcı olabilirim?”, “Bizler de katılmak isteriz” diyen insanlar.  

Diğerlerinden daha az akıllı, daha saf veya daha çok zamanı olan insanlar değiller.  Onların farkı belki yaşama katkı koymak isteyenlerin ortak farklılığı.

Umudu ve sevgiyi seçenlerden olmak.  Yüreğimize doğru gelen ilhamların yaşam yapbozunun tamamlanmak için gerek duyabileceği parçalar olabileceğine inanmak.  Bazen tam da böyle olduğunu görmeye açık olmak.  Gerçekleri görmeye açık olup daha iyi bir dünya, daha iyi bir yaşam, daha mutlu bir insanlık için her zaman yapılabilecek bir şeyler olduğuna inanmak. Yaşamda yapılanların hiçbir zaman boşa gitmeyeceğine inananlardan olmak.

*

Sivil toplum çalışmalarının içinde sanırım onbeş yıldır aktif olarak yer alıyorum.  Daha öncesinde iş yoğunluğum nedeni ile daha çok yardım etmeyi seçiyordum.  İhtiyacı olanlara yardım etmek.  Sivil toplum hareketi Türkiye’de bu son onbeş yılda çok farklı bir atılım ve kuvvetlenme yaşıyor ve bu da bizlere sivil toplum gönüllüsü olmak ne demek öğrenme şansı veriyor.

Benim sivil toplum çalışmaları dediğimiz dernek ve vakıf çalışmaları ile öğrendiğim çok önemli bir bilgi var.  Benim sosyal çalışmalarda bakış açımı derinden değiştiren bir bilgi.  Belki eskiden aynı olduğunu otomatik olarak düşündüğüm muazzam bir farklılığa dair bir bilgi.  Üyesi olduğum Muğla Fethiye Lions Kulübü Derneği ve derneğimizin bağlı olduğu, 210 ülkede faaliyet gösteren Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği, kısaca Lions sayesinde idrak ettiğim bir bilgi.  Sivil toplum çalışmasının ruhuna dair.

Beni iş hayatından farklı bir boyutta sosyal yaşamda proje üretmek kavramı ile tanıştıran Lions Kulüpleri Dünya’daki 100. Yılını kutlamak üzere. Amerikalı Melvin Jones, Chicagolu bir sigortacı olarak 1917 yılında, bizler Türkiye’de, Anadolu topraklarımızda özgürlük ve cumhuriyet mücadelemizin temeli olacak zorlu günlerimizi yaşarken, Amerika Birleşik Devletleri’nin o günkü refah şartları içerisinde, bugünkü sivil toplum anlayışının temellerinden birini oluşturan Lions derneklerini kurmaya başlıyor.  Topluma katkı koymadan sadece ticari başarı veya kazanç için yaşamın sürdürülemeyeceğine inanan iş adamları olarak bu hareketi başlatıyorlar.  Aynı yıllarda aralarında bugüne kadar devam eden Rotary Kulüpleri gibi başka oluşumlar da harekete geçiyor.
Anadolu topraklarında, Türklerin yaşamında imece, yardımlaşma hep canlı olmuş kavramlar.  Yani bizler başkalarına yardım etmeyi ve dayanışmayı çok iyi bilen bir kültürden geliyoruz.  
Kökenlerimizde bu var.  Bununla birlikte takriben yüz yıl önce Dünya’da filizlenmeye başlayan sivil toplum hareketinin, özellikle Lions hareketinin farklı bir yaklaşımı var. 

*

Lions’un bir sloganı vardır “Hizmet Ediyoruz,” diye.  İngilizce “We Serve,” olarak ifade ettiğimiz.  Lions dernekleri ile tanıştıysanız bu kısa cümleyi mutlaka görmüş veya duymuşsunuzdur.  Hizmet ediyoruz derler, deriz.  “Nerede ihtiyaç varsa orada bir Lion vardır,” diyerek ihtiyaç olan yerde çalıştıklarını da belirtir Lionlar.  “Başkası için yardıma eğilmedikçe kimse dik duramaz,” demiş Kurucumuz Merhum Melvin Jones. 

“Hizmet ediyoruz” benim için fark yaratan sihirli bir kısa cümle.

Lions dernekleri üyeleri diyorlar ki, bir insana yardım edebilirsiniz ve o günkü sorunlarını o süre içinde giderebilirsiniz ama bu yeterli olmaz.  Yapılması gereken şey projeler üreterek bu kişilere hizmet götürmektir.  Kalıcı olabilecek çözümler götürmektir, çözüm için çalışmaktır, gönüllülerin zamanlarını ve yüreklerini de maddi imkânlar kadar ortaya koymalarıdır.  Birlik içinde çalışmaktır.

Yani bir çalışma için bir insana, bir gruba, çalışmalarına inandığımız başka bir derneğe çıkarıp para vermek, zaman zaman yapsak da, Lions Kulüplerinin hedefi değildir. Çünkü bunu yapmak kolaydır. Bunu birey olarak, aile olarak, bir arkadaş grubu veya bir şirket olarak yapabiliriz.  Ama ihtiyacın nedenini anlayabilirsek bu ihtiyacın kaynağını dönüştürebilirsek dokunduğumuz insanların hayatlarında kalıcı dönüşümler yaratabiliriz.  Sivil toplum hareketi dediğimiz yaklaşım bilinçlenelim der, birlikte hareket edelim der, tecrübelerimizi birleştirelim der ve özellikle ve özellikle süreklilik der.  Yani çalışmalarımız sürekli olmayı hedeflemezse işte o zaman faydası eksik kalır.

Şimdi maddi destek istenmesi konularında benim üyesi olduğum Lions derneğimiz dahil talepler gelmiyor mu, geliyor.  Hem de o kadar çok ki.  Bu farklı derneklerin temsilcilerine yardım etmek ile hizmet etmek kavramlarının arasındaki önemi anlatmaya gayret ediyoruz.  Ne mutlu ki sivil toplum düşüncesi Türkiye’de çok olumlu şekilde gelişiyor.  O yüzden şirketler de artık yardımlar yapmak yerine projeler oluşturuyorlar.  Mesela bir okulun boyanması için para vermek yerine, malzemeleri alıyorlar ve çalışanlarına o okulun boyanması için görev alarak gönüllü hizmet yapma şansı veriyorlar.  Yani maddi destek ile bireyin katkısını birleştirerek.  Dernekler, kurumlar eğitim projeleri yapıyorlar, mesela imkanı az olan insanların katılabileceği eğitim akademileri kuruyorlar, kültürel projeler yapıyorlar, mesela imkanı çok dar çocuklardan orkestralar oluşturuyorlar ve onların yeteneklerini geliştirmelerine fırsat veriyorlar.  O çocuklara para vermenin ötesinde farklı bir gelişim ve katkı sağlıyorlar.  Türkiye sivil toplum çalışmasında proje üretmek, yani hizmet üretmek ve uygulamak kavramlarını hızla öğreniyor.

*

Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği’ne bağlı dernekler Türkiye’de 1963 yılında açılıyor. O günden beri Lions dernekleri, Lions Kulübü üyeleri Türkiye’de binlerce proje yapıyorlar,  okullar, hastaneler, sağlık ocakları yapıyorlar.  Binlerce okulun laboratuvarlarını, yemekhanelerini, kütüphanelerini yapıyorlar.  Birçok okulu bilgisayar ile buluşturuyorlar, binlerce çocuğa gerçekten hiçbir karşılık beklemeden burs veriyorlar.  Lions’da, sadece Türkiye’deki değil tüm Dünya’daki oluşumlarında en büyük prensip – hiçbir karşılık beklememek.  İnsanın inanası gelmiyor ama gerçekten benim saygı duymamı sağlayan en büyük özelliği de bu.  Edilirse bir teşekkür. Beklenen sadece bu.

Japonya’daki Lionlar da böyle. Makedonya’daki Lionlar da. Avusturalya’dakiler de Amerika’dakilerde.  Bizzat gördüm, yaşadım.  Ortak projelerde çalıştım.  Mesela 2011 yılında Japonya’da yaşayan büyük depremde orada içme suyu sıkıntısı yaşanınca, Fethiye ve Antalya İli’ndeki Lions Kulüplerimiz bir oldu ve imkanlarımızı harekete geçirerek Japonya’ya içme suyu gönderdik. İhtiyaçları olan içme suyu yokluğuydu, bunu göndererek onlara hizmet ettik.  Çalışarak onların bir ihtiyaçlarını giderdik.  Japon Lions Kulübü Üyelerinin 1999 yılı Marmara Depremi’nde Türkiye için yaptıklarını hep hatırlayarak.

O yüzden hem gurur duyuyorum, hem de Lions Kulüpleri ile karşılaştığımız için kendimi şanslı hissediyorum.  Türkiye’deki 15 Temmuz hain darbe girişimi bize sözde insana ve gençlere yapılan yardımların nasıl kötü amaçlar için yapılabildiği gösterdi. Gerçekten karşılıksız hizmet eden insanların ne kadar değerli olduğunu bana tekrar tekrar fark ettirdi.

Lions 200’ü aşkın ülkede sivil toplum gönüllüsü olmayı bizlere benimseten yaklaşımları ile ne kadar şeffaf, ne kadar doğru, ne kadar etkili, ne kadar insana kıymet veren bir yaklaşım.

8 Ekim günü “Dünya Lions Hizmet Günü” olarak kutlanır.  1917 yılında kurulan Lions 2017 yılında hizmette 100. Yılını kutlamaya hazırlanıyor.  Bu nedenle 3-9 Ekim 2016 tarihleri arasında, yani bu hafta Dünya’da takriben 1,5 milyon üyeli Lions Ailemiz hizmet etmek için hummalı olarak çalışacak.  Lions’un “Lions, Özgürlük, Anlayış, Ulusumuzun Güvenliğidir” sloganının ışığı altında. Çünkü sivil toplum hareketi, Lions bize öğretir ve hatırlatır ki ilk hizmet yerimiz her zaman öncelikle en yakınımızdır.  Ve oradan bakış açımızı genişleterek hizmet etmeye devam ederiz.  Komşumuz, mahallemiz, şehrimiz, Ülkemiz, Dünyamız.

Görürüz ki bir kalbe çok şey sığar ve kalbimize aldıklarımız için yaptıklarımız Dünya’yı değiştiremese de dönüştürür. 


Acıyı sevgiye, hüznü neşeye, yalnızlığı kardeşliğe, acizliği özgürlüğe.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Bravo Zentara



Bravo Zentara. Bu akşam Fethiyelilere harika bir Suavi Konseri yaşattınız. 

Zentara/Kadın Sosyal Dayanışma Derneği Bahar Şenliği 17 Nisan 2012 tarihinde başlamıştı. Her gün doyurucu etkinliklerle devam ediyor. Bahar Şenliği kapsamında 22 Nisan'a kadar Fethiye'de, 23 Nisan'da Göcek'te etkinlikler devam edecek.
                                  
İthaki Yayınevi'nin katılımları ile Zentara'da devam eden Kitap Sergisi'ni bugün görme şansım oldu. 22 Nisan akşamına kadar hem Zentara'yı ziyaret edebilir, hem de kitaplara göz atabilirsiniz.

Ekim aylarında kurulan bir dernek olmalarına rağmen hızla çalışmaya başlamışlar. Zentara'nın Çalış Sevgi Parkı yanındaki mekanlarında farklı atölye çalışmaları yapıldığına da öğrendim.
(Sevgi Parkı üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Derneği'nin bu yılki Lions dünya ağaç dikimi kampanyası çerçevesinde yöremizin özel ağacı günlük ağaçlarından diktiği bir park. Ne güzel bir tesadüf.)

Hem tüm Zentara grubuna hem de Kurucu Başkanları Sayın Nesibe Sevgi Öndeş'e de yürekten tebrikler.

25 Mart 2012 Pazar

1.Ulusal Koçluk Konferansımız ve Sir John Whitmore’u Sevmek


2012 yılının Mart ayında, İstanbul’da, Türkiye’de yapılan ilk Ulusal Koçluk Konferansı’nda bir ‘Sir’i daha yakından tanıma şansına kavuştum.  Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde hazırlık sınıfına başladığım yıllardan itibaren erkek öğretmenlerime, yurtdışında tanıdığın yaşlı veya protokol mensubu kişilere sir diye hitap ettiğim olmuştu.  Koçluk Konferansının açılış konuşmacısı Sir John Whitmore dünyada koçluğun gelişmesinde emeği olan dört beş kişiden biri olarak biliniyor. Üyesi olduğum Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği tarafından Türkiye için önemli bir ilk olan koçluk konferansına açılış konuşmasını yapmak üzere davet edilmiş.
Sir John’un nelerden bahsedeceğini doğrusu düşünmemiştim ancak konuşmaya başladığında söylediklerine duymayı düşüneceklerimden farklı bulmakla birlikte kendisine neden ‘Sir’ unvanının verildiğini anladığımı düşünmeden edemedim. Bu unvan boşuna verilmiyordu anlaşılan. 

*

Koçların neredeyse %75’inin kadın olduğundan bahsederek söze girdi Sir Whitmore.  Gözlerim ortalarında oturduğum konferans salonunda gezindi.  Konferans katılımcıları arasında bu aradan sanki çok daha yüksekti.  Araştırma sonuçlarına göre Türkiye’deki koçların %75’i kadındı ve Dünya’da da bu oran %69-63 arasındaydı.  Dünyadaki koçların en az üçte ikisi kadındı. “Kadınları sorunları ve soruları konuşmaya daha açıklar ve bir şeyi çözmek için farklı seçenekleri konuşmaya, değerlendirmeye daha açıklar,” diyordu Sir John.  Ona göre erkekler farklı seçenekleri ve alternatifleri düşünmeye daha kapalıydılar.

İyi bir koçun yapacağı gibi sorular sorarak devam edeceğini söyledi Sir John.  “Sizi biraz zorlayacağım,” dedi.  “Zorlandığımız da (esasından o ‘challenged’ kelimesini kullandı ve bu kelimeyi tercüme etmekte her zaman ben zorlanırım), karşımıza bizi zorlayan, bize meydan okuyan şartlar ve durumlar çıktığında, düşünmeye başlarız.  Daha çok düşünmeye başlarız,” diye devam etti.

Hiçbirimiz ne gerçektir, ne doğrudur bilmiyoruz,” dedi. “Çünkü hepimiz dünyayı kendi yaşam hikayelerimizin penceresinden görüyoruz.”  Deneyimlerimiz olaylara yüklediğimiz anlamları belirliyor.
Her bireyin farklılığını, farklı olma hakkını ve istediği her şeyi başaracak güce sahip olduğunu kabul ederek yola çıkmak, doğru yanlış güzel çirkin demeden özgür bir alan içinde insana ve yaşama bakmak koçluğun olmazsa olmazı.  Kolay mı?  Hiç kolay değil.  Ancak koçluğun dünyaya önerdiği ve koçların önce kendilerine sonra müşterilerinde yaşatmaya çalıştıkları ana pencere, ana yaklaşım bu.

*

Koçluğun meslek değişiklerinde, kariyer değişikliklerinde, önemli kararlardan ve değişimlerden önce kullanılabilecek bir destek olduğu söylenilir.  Koçluk daha çok şirketlerde, başarılı ve liderlik pozisyonlarına yükselen, farklı ve zorlu görevlere atanacak kişilere destek olmak için kullanılan (ve gerçekten daha çok büyük kurumsal şirketlerin yöneticileri ve liderleri için sağladıkları) bir insan kaynakları hizmeti olarak bilinir.  Bireysel olarak koçluk hizmeti alan kişiler vardır ama dünyada da Türkiye’de de koçluk daha çok kurumların bütçe ayırabildiği bir hizmet.  Bizde Türkiye’de çokça duyulan ‘öğrenci koçluğu’ çalışmalarının çoğu koçluk olmaktan öte ağırlıklı olarak ders desteği ve biraz da motivasyon çalışmalarıdır.  Dünyada kabul gören standartlara göre uygulanan koçluk ise çok daha özel bir çalışmadır. Bireyin, çocuğun, öğrencinin isteklerini netleştirmesine, hedefler belirlemesine ve hedeflerine doğru yol almasına destek veren birebir, birey ile koçun beraber yürüttüğü bir çalışmadır. Konferans boyunca farklı şirketlerin insan kaynakları yöneticileri koçluğun ne olduğunu doğru anlamanın ve anlatmanın üzerinde o kadar çok durdular ki.  Özetle bir danışmanlık olmadığını, akıl verme olmadığını hatırlatmalıyım.  Kişinin kendi isteklerini belirleme ve kendi cevaplarını bulmasına destek olan bir metod, bir yaklaşım.

Sir John Whitmore ikiyüzelli civarında koç ve büyük şirketin temsilcisinin kendisini dinlemek için heyecanla beklediği konuşmasının başındaki üç beş cümleden sonra “Biz koçluğa yeterince erken başlamıyoruz,” dedi. “Biz koçluğa çocuklarda, onlar iki üç yaşındayken başlamalıyız.”  İki üç yaş mı? Hmmm.

Ve devam etti. “Çocuklara ne yemek istersin diye sormuyoruz.  Çocuklara hangi oyunları oynamak istersin diye sormuyoruz.  Onun yerine anne babalar çocuklarına ne yapmaları gerektiğini söyleyip duruyorlar.  Sorun burada.” Ve Sir John İngiltere’de, konferanstan iki gün önce, 20 Mart tarihinde yayınlanan bir araştırmadan bahsetti.   Araştırmaya göre çocuklar eğer kendileri istedikleri zaman yemek yemelerine müsaade edilirse, yaşamda çok daha başarılı oluyorlarmış.  Başarı okulda, üniversitede, iş yaşamında, yaşamın tüm alanlarında kendini gösteriyormuş.  Uzun süreli bu araştırmanın sonuçları çok yeni yayınlanmış.  Yaşamın ana öğesi olan yemeği, gıdayı ne zaman alacağına karar verme hakkı olan, bu kontrole erken yaştan sahip olabilen çocuk yaşamı boyunca başarılı oluyormuş.  Çocukların birey olarak yetişkinler kadar hakkı olduğuna inanan bir aileden ve görüşten geliyorum.  Yaptığım kişisel gelişim çalışmalarındaki takip ettiğim ekoller çocukların özgürleşmesi ve özgün kuvvetlerini bulmaları üzerine.  Kavram ve bilgi hiç yabancı değil.  Ama benim için Ulusal Koçluk Konferansı’nda iş dünyasının önemli liderleri ve yöneticilerinin önünde söylenmiş olması çok önemli.  Benim için bu farklı dünyaların buluşması.  Birkaç yıl önce İskoçya’da, Findhorn Ekolojik Köyü’nde bir meditasyonda yaşamımda dahil olduğum ve çalışmalar yaptığım farklı grupların, çalışmaların, STK’ların bağımsız çemberler halindeyken, kendi özgün renklerini koruyarak olimpiyat halkaları gibi birleştiklerini görmüştüm. Sanki o birleşme ile hepsi aydınlanmış ve içlerinde dolaşan bir akım başlatmıştı.  Sir John Whitmore’u dinlerken gözümün önüne aynı halkalar gelmeye başlamıştı.  Renkleri aydınlanıyor ve kuvvetleniyordu.

Yemek tabakları ile çocuklarının arkasından koşan anneler geliyor gözümün önüne.  “Tabağındakileri bitirmeden sofradan kalkamazsın,” diyen anneler.  “Yemeğin arkadan ağlar,” diyen anneler.  Kişisel gelişim ve tamamlayıcı tıp çalışmalarım nedeni ile Sir John’un söyledikleri bana tabii ki yabancı değildi ama bir Ulusal Koçluk Konferansı’nda bunların söyleniyor olması bana ne kadar büyük bir mutluluk vermişti.  

Gülümsemekte olduğumu fark ettim.  “Anne babalar koçluk öğrenmeli.  Çocuklarına sorular sormalı,” diyordu Sir John.  Otuzlu, kırklı, ellili yaşlarımızda evde ve iş hayatında yaşadığımız birçok sorunun temeli esasında çok küçük yaşlarda atılıyordu.

Eğitim sisteminin değişmesi gerekiyor,” diye devam etti Sir John.  “Talimat vermek yerine koçluk modeline geçilmesi gerekiyor. Okulların değişmesi gerekiyor.  İş hayatının, şirketlerin değişmesi gerekiyor.” Sir John Whitmore’un oldukça dobra ve açık sözlü olduğunu söylemek zorundayım.  Yıllardır Büyük Britanya’nın ve Dünyanın farklı bölgelerinde yaptığı çalışmalar belli ki inançlarını netleştirmiş ve inandıklarını da söylemek istiyor.  Zorlamıyor ama o kadar net ve açık ifade ediyor ki etkilenmemek mümkün değil.  İçimden “Çok güzel, çok güzel” deyip durduğumu fark ediyordum.

*

Dünyada üst kademelerde iyi liderlik göremiyoruz,” dedi Sir John.  Bu konuda söyleyeceği farklı şeyler vardı.  İstanbul’da, Balmumcu’da, Point Otel’in ikinci bodrum katında oldukça iyi döşenmiş, kırmızı dinleyici koltukları toplantı katılımcılarına enerji katan, neredeyse tamamı dolu olan toplantı salonunda çıt çıkmıyordu.  Önünde gökkuşağı renklerini içeren koçluk konferansının logosunun da yer aldığı konferans afişi asılı olan kürsüden konuşan Sir John Whitmore, iddialı olmayan ama çok iddialı, bir söylev tadı taşıyan ama yüreğimin her hücresine sinen konuşmasını yaparken, notlarımı yanımdaki defterim yerine beyaz çizgili not kartlarıma yazmaya karar vermiştim.  Geçtiğimiz Ekim ayında Hollanda’daki Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği Avrupa Forumu sırasında satın aldığımı hatırladığım bu beyaz kartlara.  Kartların şeffaf paketini sabah salona girdiğimde uzun bir sıranın koridor kenarındaki yerime oturur oturmaz açmıştım.  Tesadüf bu ya evdeki altmış yetmiş tükenmez kalem arasından yine aynı Lions Avrupa Forumu’nda, Maastricht’te satın aldığım, dışı lacivert ve sarı renklerde ve lacivert mürekkepli tükenmez kalemi yanıma almıştım. Sir John Whitmore’u dinlerken bir yandan da notlar alıyordum.  Ben bir konuşmacıyı not alırken çok daha iyi dinleyebiliyorum; ancak neden bilmem notlarımı yazarken bir yandan da kürsüdeki Sir Whitmore’un yüzünü görmek istedim. Bazen sadece ses yetmiyordu mesajı almam için.

İnsan becerilerimizi yitirdik,” dedi Sir John.  Teknolojini yaşamımıza girdiği seviyenin insan ilişkilerinde yarattığı aşılması zor olan mesafelere de değindi.  Gençler için heyecan verici olan bilgisayar, internet ve değişim dünyasının zaman kazandırmaktan çok zamanı ziyan ettiren özelliğinin iş yaşamı kadar ikili ilişkileri de zorladığını vurguladı. 

Aynı oda içinde birbiri ile sms mesajları ile sohbet eden gençlik dünyanın tümümün yeni gerçekliğiydi.  Ben internet, telefon, facebook, twitter dünyaları ile haşır neşirdim.  Bazen telefon etmeye zaman bulamadığımda kısa bir cep telefonu mesajı, sms atmayı çok daha kolay buluyordum.  Epostalar ile detaylı bilgi iletmeyi ve almayı ve bunu koşturmacalar içinde ne zaman fırsat bulursam yapabilmeyi seviyordum.  Uyku tutmadıysa gecenin ikisinde üçünde ya da bir konferansın kahve molası sırasında iPadimden mesela.  Telefon görüşmeleri çok daha uzun zaman alıyor gibi geliyordu.  Peki, o telefonun ve bilgisayarın ekranında beliren kelimeler sesin yerini tutabiliyor muydu gerçekten?  Sir Whitmore teknolojiyi yadsımıyordu ama yaşamakta olduğumuz değişimi, yaşamda ve iş hayatında ne kadar farklı alışkanlıklar ile bir araya geldiğimizi vurgulamak gerektiğine inanıyordu.

Lions Geçmiş Dönem Uluslararası Direktörlerimizden Sayın Lion Nesim Levi’nin kuşaklar arası iletişim ile ilgili bir sunumu geldi aklıma dinlerken.  Üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Derneğimizin 2010-2011 Dönemi Başkanlığını yapmadan önce 2010 yılının Nisan ayında başkan adayları için düzenlenen bir eğitim kampına katılmıştım.  Kampın son gününün sabahında dinlemiştim Sayın Nesim Levi’yi.  Görüş sahibi üstatlar başarı için, huzur için, mutluluk için, hizmet edebilmek için bütünleşmemiz gerektiği ve bu yüzden eleştirmeden, kınamadan, yargılamadan birbirimizi anlamamız gerektiğini anlatıyorlardı.  Evet, iyi kötü haklı haksız yoktu.  “Eskiden öğrendiklerimizi unutmamız, silmemiz gerekiyor,” dedi Sir Whitmore, “We need to unlearn.”

Öğrendiklerimizi silmek, unutmak, bilgileri sıfırlamak…

Yaşamda doğru olduğuna inandığımız, inandırıldığımız birçok şey öğreniyoruz,” dedi Sir John. “Eskiyi unutmamız gerekiyor. Öncelikle eski bilgileri silmemiz gerekiyor; yoksa içimizde bir kavga başlar. Eskiyi silmezsek bir tarafımız eskiyi savunmaya başlar. “  Sir John Whitmore verdiği iki günlük bir seminerin en başında bir buçuk saat kadar bir süreyi eski bilgilerimizi silmeye ayırdığını vurguladı.  Doğrularına inandıklarımızı bir süre için bile olsa kenara bıraka bilmenin gerekliliğini. Yeniye yer açmadan bir çalışma yapmanın anlamsızlığından bahsetti.  Denememiz gerektiğinden.

Lider olarak kendimizi, işimizi, ülkemizi düşünerek gerçek bir lider olamayız,” dedi.  “Tüm dünyayı düşünerek, tüm dünyanın iyiliğini düşünerek hareket etmemiz gerekiyor.  Yarışmayı bırakmalıyız; ortak hareket etmeyi, beraberce hareket etmeye ihtiyacımız var,” diye devam etti. “Sadece ülkemizi düşünmek yetmez, dünyayı düşünmek zorundayız.


Dünyanın bütününü düşünmeden hangi işi yapıyor olursak olalım düşünce olarak, niyet olarak, enerji olarak iyi bir liderlik yapmak Sir Whitmore’a göre mümkün değildi.  Dünyanın birçok önemli şirket ve vakfına danışmanlık yapan, yazıları ve yaptıkları ile koçluk alanında temellerini atan bu üstadın etik değerleri her şeyin üzerinde tutması yüreğimde farklı bir heyecan uyandırmıştı.  İçine kendimi kaptırdığım birçok konuşmada olduğu gibi aklıma farklı düşünceler geliyordu.  İskoçya’daki Findhorn Ekoköyü’nü  yine düşünmeden edemedim.  Bu konuşma sırasında aklım ve ruhum bu ekolojik köye ve orada yapılan çalışmalara ne kadar sık gidip gelmişti. “Esas yapmamız gereken dünyayı korumak,” diyordu Sir John.  Findhorn’da, Japonya’da ruhsal ve enerji çalışmaları yaptığım gruplarında, çevre gruplarımızda hep bunları konuşuyorduk.  İş dünyasının öncelikleri ise dünyanın, Toprak Anamızın ihtiyaçları ile her zaman örtüşmüyordu. Örtüşmeye başlaması gerektiğini, örtüşmek zorunda olduğu hepimizin fark etme zamanı gelip geçiyordu.  Biz ilk Ulusal Koçluk Konferansımızda koçluğu tanıtmak ve ilerletmekten öte koçluğun bize hatırlattığı bütüncül dünya yaklaşımını konuşarak başlıyorduk. “Ne kadar güzel,” diyordum içimden, “Ne kadar güzel.”

*

Sir John koçluğu konuşmayı bir yana bırakarak IPCC’den, karbon emisyonlarını düşürmemiz gerektiğinden, son 15 yılda %25 artan karbon emisyonlarını 2050 yılında kadar %80 azatlama mesuliyetinin altından nasıl kalkacağımızı sorguluyor. “Biz bu konuda beraberce çalışmaya dün başlamalıydık,” diyor.  Yüreğimi bir heyecan ve mutluluk sarıyor.  Bir koçluk konferansında dünyadaki çok ünlü bir isim bunları konuşmayı seçiyordu.  Mutlu hissediyordum.  Dünyayı düşünmedikten sonra yaptıklarımız neye yarardı?  “Her ne yapıyorsak,” diyordu Sir Whitmore, “herkesin iyiliği için olmalı.” …  Sadece ailemin değil, sadece Fethiye’nin değil, sadece Türkiye’nin değil, sadece eğitmenlik danışmanlık işimin değil.  Herkesin iyiliği için.  Kendim için her ne yapıyorsam, yaparken başkasına zarar vermemeliyim.  Esas ölçek bu olmalıydı.  Yoksa, yoksa Yaradan’ın, Evren’in, bir başkasının bizi cezalandırmasına gerek yok, yarattığımız kötü doğa şartları, acımasız yaşam koşullarından kaçamıyoruz ki zaten.  Bir etme bulma dünyası içindeydik.  Niyetlerimizin sonuçları da, yaptıklarımızın sonuçları da bizi buluyordu sonunda.  Saklanabileceğimiz bir köşe yoktu, biz var olduğunu sanıp dursakta.  

Ah, Sir John, yüreğim için ne kadar doğru zamanda geldiniz.  Öğrendiğim, inandığım ne çok şey bir araya geldi bu konuşma sırasında.  Onlarca hocamın sesini duydum, rahmetli babamın sesini duydum. Bu iddiasız ama iddialı ve kuvvetli konuşma Sir Whitmore’un sakin ama kuvvetli ses tonu ile kalbimde yankılanıyordu.  Bu mesleklerden olan dostlarım alınmasınlar ama o kadar çok defa söyledi ki paylaşmak zorundayım, “Ben bankalara ve ilaç firmalarına danışmanlık yapmıyorum, onlara koçluk vermiyorum,” diyor Sir Whitmore.  “O firmalarda çalışan iyi insanlar vardır, ben en yukarıdaki liderlerinin daha çok kendilerini düşündüklerini görüyorum,” diyor.  Bu sektörlerin liderleri ve yöneticileri ile yaşadığı bazı örnekleri paylaşıyor. “İnsanoğlu kömür ve petrol ile elde ettiği yeni ve sınırsız sandığı enerji kaynakları ile mühendislik ile her şeyi aşabileceğine, kontrol edebileceğine inandı,” diyor. “Tüm eğitim sistemi buna odaklandı,” diye devam ediyor. “Kömür, petrol dünyanın ana parasıydı.  Biz faiz ile geçinmek yerine ana paramızı sanki sonu yokmuş gibi harcamaya başladık. Dünyamızı tükettik. Mühendisliği, bilgiyi kazanırken, bilgeliği yitirdik. Gücümüzü doğru kullanmayı unuttuk.” 

Şimdi de mühendislik mi dediniz Sir John? Ben mühendisim, rahmetli babam mühendisti, ağabeyim mühendis. Biz yıllarca inşaat işleri yaptık. Mühendislik mi diyorsunuz Sir Whitmore? Siz sanki benim yapbozumun parçalarının nasıl bir araya geldiğini anlatıyorsunuz.  Yaşamın beni inanmaya getirdiği noktayı, oraya giderken geçtiğim yolu özetliyorsunuz.  Fethiye geliyor gözümün önüne.  Bir an için sesler silikleşiyor, Fethiye’yi saran tepeleri karlı dağlar gözümün önüne geliyor.  Birkaç gün önce güneşli bir Fethiye sabahında Babadağ’ın ve Mendos’un zirvesindeki karın ne zaman eriyeceğini düşündüğümü hatırlıyorum.  Doğanın sesini İstanbul’dan çok Fethiye’de duyabiliyorum. Sizi seviyorum Sir John Whitmore.  Sizi çok yeni tanıyorum ama sizi seviyorum.

Dünyanın önemli spor koçlarından da biri olan Sir Whitmore bir sporcunun başarılı olabilmesi için başaracağına inanması ve olumlu düşüncelerde olması gerektiğini hatırlatıyor.  Başarısız olmaktan korkan bir sporcunun başarılı olmasının mümkün olmadığını vurguluyor. “Peki,” diyor, “korku yaratan, çalışanlarını korku ile kontrol eden iş dünyasının bu şekilde başarılı olması nasıl mümkün olabilir?”
Mükemmellik için korku hislerinden güven hissine dönmemiz şart,” diyor, “we need to move from fear to trust.” Ve koçluğun iş hayatında güven ortamını yaratmak için bir yönetim tarzı olarak elimizdeki en etkin yaklaşım olduğunu ifade ediyor.  Değişime açık olmadan, korkulardan özgürleşmeden, özgün olmadan, kendimizi tanımadan ve kendimize ve dünyaya dürüst olmadan, yola çıkılamayacağını anlatıyor.  “Siz kimsiniz?” diyor, “Who are you?” İşte, onu keşfedip o olun, diyor.  Yolumuz bu olmalı, diyor ve dünyadaki yollar içinde koçluğun çocuklarda, ebeveynlerinde, iş yaşamında, sosyal yaşamda, dünyanın bir ferdi olarak bizi kendimiz ile buluşturan en iyi yol olduğuna inanıyor. Bu sayede yaşamın yaşamaya değer hale getireceğine inanıyor.  Yaşamın dünyaya ve tüm insanlara saygı, sevgi, özgürlük ve özgünlükle yaşanması gerektiğine inanıyor Sir John Whitmore.


Sizi seviyorum Sir John Whitmore.  Bir saat on beş dakikaya ne kadar çok şey sığdırdınız. Aktarabildiklerim ve henüz paylaşamadıklarımla.  Kendime “Ben çok mu safım, çok mu hayalciyim,” derken, siz bana “Yola devam,” diyorsunuz.  Teşekkür ederim. Teşekkür ederim. Teşekkür ederim.

Ve bu güzel konferansı organize eden, yollarımızı buluşturan, kavuşturan Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneğimize ve International Coach Federation ICF Uluslararası Koç Federasyonu Türkiye Şubesi’ne de yürekten teşekkürler. İyi ki varsınız.

5 Ocak 2012 Perşembe

Sızı...

Yüreğimin sızladığı günlerden birindeyim.  

Üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü'nün Değerli Büyüklerinden Sezer Arı Teyzemin Eşi Tatlı Yaşar Amcam Hakkın rahmetine kavuşmuş dün gece.  

Uzaktayım.  

Ne Sezer Teyzemin ne Yaşar Amcamın yanında olabileceğim toprağa verileceği bu gün.  

Tüm Arı Ailesinin, dostlarının, Fethiyelilerin, Fethiye'nin başı sağ olsun.  Allah sabır ve kuvvet versin.

Nur içinde yat Sevgili Yaşar Amcam...

16 Aralık 2011 Cuma

Alzheimer'ın Fethiye'de Düşündürdükleri

Dışarıda yeni başlayan sağanak yağmur Fethiye Belediyesi Kültür Merkezi’nin çatısını dövmeye başladığında Türkiye Alzheimer Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ve Mersin Şubesi Başkanı Sn. Selami Gedik’in Alzheimer Konferansı başlayalı ancak on, on beş dakika olmuştu. Sayın Selami Gedik, üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Derneği’nin Kurucu Başkanı Sayın Lion Burcu Döğerli Gül’ün ve eşinin yakın dostuymuş. Türkiye’deki Lions Yönetim Çevreleri 2011-2012 Dönemi için Alzheimer Hastalığını yıl boyunca Türkiye’nin tamamında ele almaya karar vermişlerdi. Fethiye Lions Kulübü olarak bizler de Burcu Hanım’ın katkıları ile Fethiye’de bir konferans organize etmeyi planlamıştık.

Uzun bir süre park yeri aradıktan sonra Uğur Mumcu Parkı’nın içinde otoparkta Kültür Merkezi’ne oldukça uzak bir noktada arabamı park ederek, hızla salona gitmiştim. İçeri girdiğimde ışıklar söndürülmüştü. Sahnede konuğumuz takdim ediliyordu. Hemen müsait bulduğum bir yere oturdum. Not defterimi çıkarmak üzere çantamı açtığımda dün döndüğüm Antalya seyahatimde not defterlerimi bilgisayarımın çantasına koyduğumu hatırladım. Salonda biraz ışık yapacaktı ama telefonumun not defterine not almaktan başka şansım yoktu.

Annemin, babamın ve ailemizde ben dahil birçok kişinin rahatsızlıkları nedeni ile birçok farklı hastalık ile aşinaydım. Danışmanlık ve koçluk çalışmaları sırasında da bir çok kişi rahatsızlıkları paylaşırlardı. Mühendis olmama rağmen hastalık ve tıbbi terimler dağarcığım oldukça genişti. Öyle ki özellikle rahmetli babamın hastane girişleri yaparken hastalıklarını sıralamaya başladığımda kaydı yapan personel istinasız olarak sağlık personeli veya hemşire olup olmadığımı sorarlardı. Alzheimer kelimesinin ise bu dağarcıkta yeri olmamıştı. Bu konferans neredeyse hiçbir fikrim olmayan bu hastalık konusunda bilgi sahibi olmayı sağlayacaktı.

Salon oldukça doluydu. Fethiye Sağlık Meslek Yüksekokulu’ndan öğrenciler de konferansı dinlemeye gelmişlerdi. Sahne dışında karanlık olan salona baktığımda her yaş grubundan insan bulunduğunu fark ettim. Belki de normalde böyle bir havada dışarı çıkmayacak olan yaşlılar da gelmişlerdi. Selami Bey’in konusunu iyi bilen, Türkiye’de bu konudaki önemli isimlerden olduğunu söylemişlerdi.

Geçmiş Dönem Başkanlarımızdan biri bana Selami Bey’in doktor olduğunu aktarmıştı ama konuşmanın başında Selami Bey “Alzheimer konusunu çok iyi bildiğim için beni doktor sanırlar ama ben işletmeyiciyim,” diyerek konuya açıklık getirdi. Aklım rahmetli babamın anlattığı bir hikayeye gitti. Yıllar önce babam bir firmanın baraj inşaatı şantiyesini ziyaret ediyor. Baraj inşaatları inşaat makineleri ile yapılan inşaatlar oldukları için makinelerin bakımı, işletilmesi işin çok önemli bir parçasıdır. Bu tarz inşaatlarda inşaatın başındaki ve genelde inşaat mühendisi olan bir şantiye şefinin yanında bir de makine şefi vardır. Tüm makinelerin alım, bakım, tamir, kullanım ve işletimlerini takip eden, makine operatörleri, formenler, yağcılar, tamirciler, kısaca tüm personelden, makinelerin en üst sorumlusu. Kimilerine göre inşaat şantiyelerinin en zorlu görevlerini yapan kişilerdir makine şefleri. Özellikle baraj inşaatları gibi yolun bittiği bir dağ başında en yakın ilçeden, bazen en yakın köyden kilometrelerde uzakta şantiyeyi çalışır durumda tutmak için muazzam bir çalışma gerektirir. Şantiye şefleri ve makine şefleri şantiyelerin tanrıları gibidir. Emirleri demiri keser ve olmazı oldururlar.

Ne diyordum. Evet, babam şantiyeye ziyarete gidiyor. Makine atölyesine de uğruyor. Makine şefi tertemiz bembeyaz bir önlük ile kendisini karşılıyor. Babam kendisine inşaatta kullandıkları makineler, makinelerde işin özelliğine göre yaptıkları modifikasyonlar ve bunun gibi birçok özel konuda sorular soruyor. Makine şefinin bilgisi babamı çok etkiliyor ve mezun olduğu İstanbul Teknik Üniversitesi’nin büyük bir hayranı olan babam “İTÜ’lü müsünüz?” diye soruyor. “Hayır,” cevabını veriyor şef hafif bir tebessümle. “O zaman ODTÜ mezunusunuz?” diyor babam. Makine şefi birkaç saniye duruyor, “Sinan Bey, ben Çapa mezunuyum,” diyor.

Karşısındaki, hayranlık uyandıracak kalan bilgili makine şefinin tıp doktoru olmuş olması babamın asla unutmadığı bir deneyim oluyor. Bu ve bunun gibi kim bilir kaç deneyim yaşamış olmalı ki “Diploma önemli değildir,” derdi babam. “Diploma bir kağıt parçasıdır. Ne bildiğin, esas önemli olan odur.

Ağabeyin okumasa da olur ama kızım sen mutlaka okumalı ve meslek sahibi olmalısın,” derdi babam. İlkokul yıllarımda bunu söylediğini hatırlarım. O İTÜ’den İnşaat Yüksek Mühendisi olarak mezun olmuştu. Okumanın önemine inanırdı.

Bilginin ne kadar farklı şekillerde edinilebileceğine dair beraber çalıştığımız yıllarda paylaştığı yüzlerce hikayenin bazıları zihnimde çok net; bazıları ise flulaşıyor.

İşte Fethiye Kültür Merkezi Salonu’nda Selami Bey’i dinlemeye başladığımda aklıma gelen hikayeleri bir kenara bırakıp tekrar onun anlattıklarına odaklanıyor. “Alzheimer, Dün Bugün Yarın” olarak isimlendirmiş konferansını Sn. Selami Gedik. Ve Alzheimer üzerinde çalışmaya annesine 13 yıl önce Alzheimer hastalığı teşhisi konulması ile başlamış. 13 yıldır annesine o bakıyormuş. Annesinin aynı şeyi defalarca tekrar tekrar sorduğunu fark etmesi ve bir gün evdeki buzdolabının içinde konulmuş olan kaşık ve çatalları görmesi ile başlıyor annesinin teşhis süresi. Önce evdeki yardımcı hanımın yanlışlıkla buzdolabına çatal bıçakları koyduğunu sanırken, annesinin evdeki farklı eşyaları çok farklı yerlerde saklamaya başladığını keşfediyorlar o gün. “Bir cumartesi günüydü,” diye paylaşıyor Sn. Selami Gedik. O pazartesi günü yapılan bir yazılı test ve MR çekimleri ile annesine Alzheimer teşhisi konuluyor ve Alzheimerlıların dünyasını keşfetmeye başlıyor.

Annesinin hastalığını 1. Evrede yakalamışlar. Alzheimer hastalığı 7 evreden oluşuyormuş en son safhasına kadar. Ve bir hasta bir evrede bir ay ile üç yıl arasında kalabiliyormuş. Evrelerin ilerlemesini yavaşlatmak hastanın ömrünü uzatmak mümkün oluyor. “Bunu duyduğum da mutlu olmuştum,” diyor Sn. Selami Gedik, “Annemi hemen kaybedeceğim korkum hafiflemişti.”

Alzheimer’in genetik bir yönünün olduğunun düşülmesine rağmen bunamanın yaşlanma ile gelen doğal bir sonuç olmadığını paylaşıyor Selami Bey. “İhtiyarlık insan kendini yaşlı hissettiğinde başlar,” diyor. Pasteur’un kuduz aşısını 60 yaşında bulduğunu paylaşıyor. Mimar Sinan’ın kıymetli eserlerini 70 yaşından sonra vermeye başladığını.

Alzheimer’a dair bir çok veri paylaştı. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde her 69 saniye de bir Alzheimer teşhisi konuluyormuş. Türkiye’de farklı çalışmalara göre 250 bin ila 300 bin arası Alzheimer Hastası olduğu tahmin edilmekle birlikte sadece 15 bin hasta tedavi altındaymış. Hastalarından takriben yüzde beşi tedavi görüyor anlamına geliyor bu.

Alzheimer’i önlemek için en çok yürümeyi öneriyor Sn. Selami Gedik. Kardiovasküler kondisyonu sağlayan faaliyetleri öneriyor. Ayrıca daha fazla eğitim almış, yüksek mesleksel başarı sağlamış ve mental-zihinsel stimülasyon ile yaşayan kişiler bu hastalık daha az görülüyormuş. Aşırı zihinsel ve fiziksel yorgunluklar tetikleyici olabiliyormuş. “Dinlenmek gereklidir,” diyor Sayın Gedik. Sonra yıllarda Fethiye ve İstanbul arasında yaptığım, Türkiye’nin ve Dünya’nın farklı köşelerine yapıp durduğum seyahatlerim geliyor aklıma. Kendimi çok yoruyor olabilir miyim? Kulağım tekrar Sn. Selami Gedik’in sözlerine odaklanıyor. “Aşırı diyet de risk yaratır,” diyor.

Alzheimer’lı hastaların zaman zaman evden kaçabildiklerini, aşırı saldırgan ataklar yaşayabildiklerini, kaybolduklarında söylemek istedikleri kelimeleri hatırlayamadıkları için evlerini tarif edemediklerini, dertlerini anlatamadıklarını paylaşıyor. Kişi kelimeleri hatırlayamıyor çünkü bu hastalık nedeni ile beyindeki kıvrımlar derinleşiyor, beyin küçülüyor, beta amyloid proteini plaklaşarak hücreler arası iletişimi kesiyormuş.

Beyin bir yandan endüstri mühendisliği eğitimim sırasında öğrendiğim bir sistem ile bilgileri yitirmeye başlıyor. “Last In First Out.” Son giren ilk çıkar. O nedenle yakın geçmişi hatırlamayan bir hasta çocukluk anılarını tüm detayları ile hatırlayabiliyor. Selami Bey’in annesi kendi babasını hatırlıyormuş ama Selami Bey’in babasını ancak bahsi başka bir kişi açtığında hatırlıyor ve bahsediyormuş.

Alzheimer’a dair söylenebilecek o kadar çok şey var ki. Geçmişte farklı akıl hastalıkları ile karıştırılabilen bu hastalığın işaretlerinden bazıları tekrar eden sorular, eşya kullanma becerisinin azalması, basit matematik işlemlerini yapma becerisinin yitirilmesi ve yer ve zamanı karıştırmak. Alzheimer hastaları, hastalık başladığında normal yaşamlarındaki karakterlerden zıt karakter özellikleri gösterebiliyorlar. Çok sakin olan bir kişi çok sinirli olabiliyor. Bir yakınınızın Alzheimer olabileceğini düşünüyorsanız bir nörologa başvurmanız gerekiyor. Daha önce bahsettiğim gibi yazılı bir test ve MR çekimi ile teşhis konulabiliyor. Beta amyloid plakları MR’da görülebiliyor.


Ben hastalıkları zihinsel nedenleri de olduğuna inananlardanım. Korkuların, inançların, düşüncelerin bedenimizi de şekillendirdiğine. Zihinsel düşünceler ile hastalıkları eşleştirmede dünyadaki en ünlü isim Louise L. Hay. O Alzheimer Hastalığı'nın yaşamı terk etme arzusu ve hayatı olduğu gibi kabul edememekten kaynaklandığına inanıyor ve bu düşüncelerden, bu hastalıktan uzaklaşmak adına şu olumlamayı öneriyor: "Her şey doğru zaman ve mekan sıralaması içinde gelişiyor. Her şey olması gerektiği gibi oluyor."

Ve 16 Aralık 2011 tarihinde, Fethiye Belediyesi Konferans Salonu’nda verilen bu önemli konferansın organizasyonu için üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Dönem Başkanı Sn. Ln. Seniha Öztürk’e, kıymetli katkıları için Kurucu Başkanımız Sn. Ln. Burcu Döğerli Gül’e, Kurucu Üyemiz ve Geçmiş Dönem Bölge Başkanlarımızdan Sn. Ln. Yonca Döğerli’ye ve katkıda bulunan üyelerimize sadece Fethiye Lions Kulübüm ve Lions MD118-R Yönetim Çevremiz adına değil, tüm Fethiye adına yürekten teşekkürler.

Sağlık, mutluluk, bereket ve huzur dolu bir ömür dileklerimle.

26 Aralık 2010 Pazar

KONYA



Bu yıl 17-18 yıldan sonra Konya'ya tekrar gitme şansım oldu. Çocukluğunda annem, babam ve ağabeyimle yaptığımız birkaç yolculukta Konya'dan geçtiğimizi hatırlarım. En son gezim ise üniversiteden Türkiye'ye dönüp babam ile çalışmaya başladıktan sonra olmuştu.

Bir akşam vakti varmıştık Konya'ya. A dını şimdi hatırlayamadığım otelimizin önünde arabamızdan inmiştik. Otelin görevlisi valizlerimizi taşımak için gelmişti. Biz otelin giriş kapısına doğru yürürken babam "Birazdan duyacaklarına şaşırma," demişti. Ve biz henüz otele girmeden önce akşam ezanı okunmaya başlamıştı. Gerçekten bir anda onlarca camiden okunan ezan sesleri birbiri ile birleşerek farklı bir ses oluşturmuştu sanki. Bir koro. Türkiye'nin dört bir köşesindeki şehirlere, kasabalara, köylere gitmiş olan babam Konya'da ezan seslerinin farklı yükseldiğini biliyordu. Babamın Konya ile eski aile bağları olmasına rağmen Konya bizler için bir memleket olmadı hiç. Akrabamız yoktu bu şehirde. Babamın çok net hatırlayamadığım anıları vardı Konya’da. Konya Hz. Mevlana’nın şehri olarak çok defa karşıma çıksa da yolum çok düşmemişti işte. Babamla gittiğimiz o sefer de bir iş seyahati için yolumuzu oraya düşürmüştü. O günlerde ne Mevlana Müzesi'ne gidebilmiştim ne de cami veya türbe ziyareti yapabilmiştim. Bamya çorbası içtiğimi hatırlamıyorum, etli etmek yemiş olma ihtimalim var ama dedim ya Konya'ya sayılı gün için ve iş nedeni ile gelince bambaşka bir yolculuk yaşamıştım.

Yıllar sonra dönem başkanlığını yaptığım Fethiye Lions Kulübü’nün üyeleri ve misafirleri ile Konya'ya yaptığımız bu yeni yolculuk çok daha farklı olacaktı. Grubumuz Fethiye'den Konya'ya otobüs ile seyahat edecek, bende o günlerde İstanbul'da olduğum için 13 Aralık Pazartesi sabahı İstanbul'dan Konya'ya uçarak gruba katılacaktım. O erken sabah uçağı ile Konya'ya vardığım gün tüm Türkiye birkaç gündür süren soğuk hava dalgasının etkisi altındaydı. O günlerde Türkiye'yi etkisi altına alan hava Fethiye’ye yirmi küsur yıl sonra kar getirdiği gibi Fethiye’den Konya’ya ulaşım yolunun birçok bölümünü de ulaşıma kapatmış ve geçilmesi zorlu bir hale getirmişti. 12 Aralık gecesi Fethiye'den yola çıkması gereken otobüs ancak ertesi sabah 7'de yola çıkabilmişti. Benim uçağımın tarifeye göre kalkış saati de 07:10'du. Zamanında kalkan uçağım Konya'ya vardığında grubumuzun varmasına daha saatler vardı.

Havaş servisi ile Anıt'a gittim, oradan da bir taksi ile kalacağımız Dündar Otel'e. Beni otele götüren taksi şoförü ile konuşurken yıllar önce geldiğim Devlet Su İşleri binalarından bir tanesinin Havaş otobüsünden indiğim durağın tam karşısında olduğunu öğrendim. Konya’dan Fethiye’ye geçmeyi planladığım için elimde iki valiz vardı, ve otobüsten inip taksiye binerken etrafıma pek bakmamıştım. Şehir çok farklı gelmişti. Lions grubu şehre akşama doğru ancak varacaktı ve bu arada ben Konya'da ne yapabilirim diye düşünürken, gezimizi organize eden ve Fethiye'de bir seyahat acentası olan Geçmiş Dönem Başkanlarımızdan Sn. Yonca Döğerli’nin kızı, ve Fethiye Lions Kulübü Kurucu Başkanı Sn. Burcu Gül’ün ablası Sn. Pınar Döğerli Başerkafaoğlu rehberimiz Altan Bey'i aramış ve benimle ilgilenmesini rica etmişti. Son birkaç haftadır başımda dolaşmakta olan aksilikler zinciri sonlanacak mıydı? Şansım geri dönüyordu galiba. O pazartesi günü Konya ile mükemmel bir buluşma günü olacaktı.

Konya'dan İstanbul'a döneli on günü geçti ve gece tam uyumaya hazırlanırken Konya Sille'ye dair bir gezi haberine rastladım. Konya'ya uçakla vardığım sabah rehberimiz beni grubumuz Konya'ya varmış olsa beraber kahvaltı edeceğimiz Sille’deki Sille Konağı'na kahvaltıya götürmüştü. Hatta çıkışta konağı işleten ailenin annesi bir teyze ile fotoğraf çektirmiştim. Tesadüf televizyonda işte tam bu konak vardı ve konağı işletenlerden o teyze konuşuyordu. Esasında açık televizyonun karşısında elimdeki Norbekov kitabını okurken ses kulağıma tanıdık gelmiş ve başımı kitaptan kaldırıp ekrana bakmıştım. İşte o teyze konuşuyordu. Kendine özgü bir konuşma tarzı vardı. Kendisi ile kahvaltı sırasında konuştuğumuzda bana ve rehberimize de bahsettiği pansiyonlarından bahsediyordu televizyonda. Soba ile ısınan, doğal şekilde hazırlanmış köy evi şeklinde düzenlenmiş pansiyonlarından.


Sille'de kayalara oyulmuş bir kiliseyi ve kayalar oyulmuş diğer yapıları, dış restorasyonu tamamlanmış ama henüz açılmamış bir kiliseyi, bir mum atölyesini görme şansım oldu. Kaplumbağa şeklinde yeşil mumlar aldım kendime ve anneme, ve bir de çam ağacı şeklinde mumlar aldım. Aldığım ağaçlar da yeşildi, yeşil ve parıltılı. Hızla geçen 2010 yılının sonları yaklaşıyordu.

Sabah İstanbul'da uçağa binerken uçağa yolcu alımının yapıldığı kapının üzerindeki ekranda Konya Havalimanı'ndaki hava sıcaklığı -17 derece olarak görünüyordu. Sille'nin yenilenmiş sokaklarında yürürken güneş yüzümü biraz ısıtıyor olsa da kat kat giyinmiş olmama rağmen sıcak gelmemişti. Köyün içinde yürürken güneşin değmediği yerlerde buzlara basıp kaymamak için dikkatli olmam gerekmişti. Konya’da birkaç gün öncesinde şehri beyazlatan kar yağışı durmuş ve güneşli bir günle beni karşılamıştı. Ancak hava İstanbul ve Fethiye'deki gibi nemli olmasa da oldukça soğuktu.

Son yıllarım, özellikle son altı ay oldukça yoğun ve hareketli geçmişti. Ancak son haftalarda bilgisayarlarımla çok büyük sorunlar yaşamıştım. Yapmam gereken bir çok iş yarım kalmış, uzun yıllar emek verdiğim çalışmalarımı yitirmiştim. Hele birşeylerin kaybolması hissi ben de büyük huzursuzluk yaratmıştı. Hard disklerim zarar gördü, yedek disklerin kayboldu. Uzun yıllara ait dokümanlarımı, bilgileri ve belgeleri yitirdim.

Hani bir yerlerden belirivermelerini beklemiyorum dersem yalan olur ama kabullenmek zorunda olduğum kayıplar ile karşı karşıyayım. Muhtemelen ortaya çıkmayacaklar. Çok eskiden beri gelen fotoğraf, doküman ve bilgileri yitirdiğim günlerde aynı zamanda yeni tamamladığım bir kitabı da yitirdim. Son bir iki haftadır revizeleri ile uğraştığım, yaptığım ilaveler ile çok güzelleşmeye başladığını düşündüğüm bir kitabı neredeyse yayınevine göndermek üzereyken hem bilgisayarımı hem de yedek hard diskimi kaybettiğim için yitirdim. Düzeltmelerden önceki haliyle içime sinmeyen bir taslağı epostalarımın arasında var, ancak o taslağı tekrar düzeltmeye elim gitmiyor bir türlü. O son birkaç günde yayınevine bir nüsha göndersem mi diye aklıma ne kadar sık geldiğini hatırlıyorum. Kontrol için baskı işlerimi yapan basım grafik firmasına bir nüsha göndersem mi diye onlarca defa aklıma geldiğini de. İşaretlerin ve tesadüflerin, akla gelen düşüncelerin önemini başkalarına bolca anlatıyorum ama bazen koşma halinde yaşarken kendi yaşamıma dair sesleri duymayı unutuyorum. Duyuyorum belki, koşuyorum ya, hani çok uzun zamandır aksaklıkların yaşamımda azalmasına alışmışım ya, sesleri duymanın ve hemen harekete geçmenin önemini bazı konularda atlamaya başlamışım.

Konya'ya gitmeden birkaç gün önce oluyor bunlar. Kitapta birçok farklı şeyden bahsederken bir yandan da eşyalar, anılar, ve yaşamı kabul etmek, olanı kabul etmek üzerine düşüncelerimi de bolca paylaşmıştım. Konya gezisi öncesi bana biraz fazla gelen bir kabul dersi ile karşı karşıya kalmıştım. Son zamanlarda karşıma çıkan en büyük kabul dersi ile. Çok kısa bir süre içinde, sanki bir anda hayatımda ne kadar elektronik alet varsa arızalanmıştı sanki. Elimi attığım bilgisayar arızalanıyordu. Evdeki telefon hattım bile arızalanmıştı. İletişim, hızlı iletişim benim için olmazsa olmaz olmuştu. Fiziksel olarak neredeyse daimi olarak hareket halindeydim ve teknoloji de bu hareketlilik içinde dünya ile bağlantımı sağlıyordu. Sonra sanki teker teker sigorta şalterleri kapanmaya başladı. Birşeyler beni durmaya zorluyordu. Terzi kendi söküğünü dikemez derler ya ben de her ne kadar evrenin mesajlarını duymaya açık olsam da kendime dair mesajlarda bazen ısrarla yanılabiliyorum. ... Belki de yanılmam gerekiyordu kimbilir...


Konya gezisine, gezi öncesi iki üç hafta ve 15 Aralık'ta Konya'dan İstanbul'a döndüğüm günden bugüne anlatılacak çok şey var. Son bir iki yıldır yaşadığım ve alıştığım tempodan çok farklı gelişen bir ay yaşıyorum. Bu günlerin getirdiklerini paylaşmak istiyorum. Ama bu gece televizyonda Sille Konağı'na ve Konya gezimin sabahına tekrar kısacıkta olsa geri gittiğimde yazmak istediğimi fark ettim. Bugün Akmerkez'deki Teknosa mağazasına gidip yeni bir bilgisayar aldım ve o bilgisayardaki Office programının yüklenmesinde de bir problem çıktı ve bilgisayarı ancak altı yedi saat sonra akşam sekiz buçuk civarında teslim alabildim. Güler yüzle ve sabırla bilgisayarımı hazırlayan Teknosa personeli bana gecikmeden dolayı defalarca özür dilediler. Ancak görünüşteki aksaklığın gündüz ve akşam yaptıklarımın yolunu açtığını biliyorum. Yaşamımda aksaklık diye niteliğim şeyler azaldıkça aksaklık diye adlandırdığımız şeylerin nimetlerini unutmaya başlamışım galiba. Görebilirsek yaşamın ipuçları tesadüfler hep bizimle esasında... Kaybettiğim kitabımda yaşamı ve olayları kabul etmeye dair derslerle karşılaştığımdan bahsederken bu dersi öğrendiğimi zannettiğimi ise şimdi fark ediyorum.

Yaklaştığı mıknatısları bozan, hatta bu nedenle dükkânlarına girmemesini rica eden dükkân sahipleri ile karşılaşan bir hocam var. Benim bilgisayarlar ile yaşadığım aksaklıkların enerjimin etkisinden olduğunu düşünmüyor olsam da özellikle son bir ay içinde yaşamın beni durdurmak adına çalışmakta olduğunu görmezden gelemiyorum. Yıllar öncesinde durmam gerektiğinde beni cebren durduran bilek rahatsızlıklarım bu defa yaşamımın ayrılmaz parçası olan teknolojik aletler ile olmadık sıkıntıları karşıma çıkarıyordu. İşin ilginç tarafı bu aksaklıkların ne kadar ters görünseler de benim için faydalı hatta gerekli olduğunu televizyonda Sille Konağı'nı gördüğümde tüm bedenimde tekrar hissediyordum.

13 Aralık günü özel Konya turumda Mevlana Müzesi'ni sonunda ziyaret ettim. Müze'nin girişinde hatların bulunduğu odada, girişte sol taraftaki camın üzerinde annemin ebrusu üzerine yazılmış olan hatı da gördüm. Yıllar önce babamın ve ağabeyimin gördüğü o pencereyi ve üzerindeki eseri görmek bana yeni nasip oluyordu. Annemin ebrularının farklı hattatların ellerinden çıkan eserler ile İstanbul'un adlarını bilmediğim onlarca camiinde yaşadıklarını ise Konya'dan döndükten sonra öğrenecektim.

Macera devam ediyor ve sanırım yüreğim tekrar yazmak istiyor.

1 Ekim 2010 Cuma

Fethiye'de Kişisel Gelişim Konferansı


8 Ekim 2010 tarihinde Fethiye'de, Fethiye Belediyesi Kadın Meclisi, FETAV Vakfı ve Fethiye Lions Kulübü'nün ortak çalışması ile KİŞİSEL GELİŞİM için "FARKINDALIK-DEĞİŞİM-DÖNÜŞÜM" KONFERANSI düzenlenecektir.

Konuşmacılar, Endüstri Mühendisi, Eğitmen Ln. Zeynep Kocasinan, Psikoloji Bilim Uzmanı, Terapist Deniz Kader Şarlak ve Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği'nden Profesyonel Koç ve NLP Master Naci Demiral.

Konferans Fethiye Esnaf ve Sanatkarlar Odası Konferans Salonu'nda 8 Ekim 2010 Cuma günü Saat 16:00'da başlayacak.

Tüm Fethiyelileri bu konferansta görmek onur ve mutluluk verecektir.

28 Eylül 2010 Salı

LIONS Japon Türk Dostluk Konseri Yapıldı





Wakayama Lions Kulübü üyesi Kıymetli Japon dostum Bay Seiji Mukaiyama ile tanışmam ile Wakayama ve Fethiye Lions Kulüpleri arasındaki dostluk Lions 118-R Yönetim Çevresi Genel Yönetmeni Sn. Ln. Nasuhi Öndersev'in ve Lions Geçmiş Dönem Uluslararası Direktörü Prof. Dr. Hayri Ülgen'in katkıları ile Lions Türk Japon Dostluk Konserine dönüştü.

28 Eylül 2010 tarihinde Lion Seiji Mukaiyama'nın 120 yıl önce batan Ertuğrul Fırkateyni anısına ve İran-Irak Savaşı sırasında Tahran'dan Türkiye'nin kurtardığı Japonlar adına bestelediği senfonik eserleri kendisinin orkestra şefliğinde Ara İrini Müzesi sahnesi'nde seslendirildi. Mersin Devlet Opera ve Balesi Senfoni Orkestrası'da Japonya'dan gelen koro eşlik etti.

Konsere Fethiye Lions Kulübümüzden Bölge Başkanı Sn. Ln. Saadet Yeni, Kulüp Sekreteri Sn. Ln. Ayşegül Özen, Sn. Ln. Tuna Bilginer ve Sn. Ln. Şadan Yöndem katıldılar.

Öncelikle besteci, söz yazarı Sayın Lion Seiji Mukaiyama'ya bu muhteşem konser için sonsuz teşekkürler. Ayrıca Ertuğrul Fırkateyni'ni Anma ve Dostluk Konserleri Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Sn. Halit Mızraklı'yı da bu hazırlıkları birkaç yıldır süren detaylı çalışmadaki büyük katkıları için kutluyoruz.

Bu bağların ülkelerimizi ve Lions Kulüplerimizi daha da yakınlaştırmasını yürekten diliyoruz.







Söz Yazarı, Besteci Lion Bay Seiji Mukaiyama, 118-R Yönetim Çevresi Genel Yönetmenimiz Sn. Ln. Nasuhi Öndersev, Geçmiş Dönem Uluslararası Direktörümüz Prof. Dr. Hayri Ülgen, Lions Konsey Başkanımız Sn. Ln. Erim Erinç Dinç, 118-T Y.Ç. Genel Yönetmeni Sn. Ln. Erdinç Gökhan, 118-E Y.Ç. Genel Yönetmeni Sn. Ln. Gökhan Berker ve organizasyona ev sahipliği yapan 118-Y Y.Ç. Genel Yönetmeni Sn. Ln. Rıdvan Eyüboğlu ve konser organizasyonunda emeği geçen Burgaz Ada Lions Kulübü Üyeleri ve konsere sponsorluk yapan Çağdaş Factoring firması yetkilileri ile,

Tüm Lions Ailemize bu muhteşem organizasyon için teşekkür ediyoruz.

Zeynep Kocasinan





1 Temmuz 2010 Perşembe

Fethiye Lions Kulübü


Zeynep Kocasinan 20 Haziran 2010 tarihinde Fethiye Ece Saray Oteli'nde yapılan devir teslim töreni ile Fethiye Lions Kulübü Derneği'nin 2010-2011 dönemi dernek başkanlığı görevini almıştır. Görev süresi 1 Temmuz 2010-30 Haziran 2011 tarihleri arasındadır.

LIONS kulüpleri dünyanın ikiyüzü aşkın ülkesinde kendilerinden daha az şanslı insanlara destek olamk, hizmet etmek üzere kurulmuş ve Birleşmiş Milletlerde yeri olan uluslararası bir sivil toplum kuruluşları ağıdır. Sloganları: "Hizmet Ediyoruz - We Serve"

Lions Kulüpleri hakkında daha fazla bilgi için:

Fethiye Lions Kulübü: www.fethiyelions.org

Lions Türkiye: www.lionsturkiye.org

Uluslararası Lions Kulüpleri: www.lionsclubs.org

7 Haziran 2009 Pazar

Behçet Bey'i Farklı Kılan Ne?





Bugün üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Derneği olarak dönem başkanı Sn.Vasfiye Doğan ve kulüpten arkadaşlarım ile birlikte Fethiye Belediye Başkanı Sn. Behçet Saatcı’yı makamında ziyaret ettik. Genel bir nezaket ziyaretiydi bu. Ve bir yandan konuşmalara hem iştirak edip hem de dinlerken, bir idareciyi ne başarılı yapar diye düşündüm. Üçüncü defa belediye başkanı seçilen Behçet Bey’i farklı kılan neydi?

Behçet Bey ile ilk defa ne zaman tanışmıştım? Fethiye’deki ikinci resim sergimin açılışın da mı, yoksa Fethiye Belediye Spor Yelken Kulübü’ndeki gençler ile buluşmasında mı? Hatırlayamıyorum. Fethiye’ye gelip gideli dört yılı biraz geçti ama sanki çok uzun zamandır Fethiyeliymişim gibi hissediyorum. Ve bazı anıların detayları biraz silikleşmeye, bazen de sıraları karışmaya başlıyor.

Sahi, neydi Behçet Bey’i farklı kılan?

Öncelikle herkese her an kapısının açık olduğunu hissettirmesi diyeceğim. İnsana güven veren bir his bu. Birilerinin bizi dinlediği ve dinleyeceği hissi çok kuvvetlendirici bir şey. Şehrindeki herkesin derdini dinlemeye gönüllü olduğu hissini veren bir tarzı var Behçet Bey’in. İnsana kıymet veriyor. Bunu hissettiriyor, davranışları ile gösteriyor. Ve sanki ben de bu günlerde insana kıymet verenleri daha çok arıyorum. Belki ben de onlara bunun kıymetini bildirmek istiyorum.

Behçet Saatcı her yaştan, her konumdan ve şarttan insan ile iletişim kurmayı pek güzel başarıyor. Buna gayret ettiğini gösteriyor. Çocukların Behçet Amcası duygularını hissetmekten ve yaşamaktan çekinmeyen bir insan olarak oldukça sahici ve gerçek olarak duruyor karşımızda. Yapmacık ve sahte ilişkilerin yaşamlarımıza girmeye başladığı bu günlerde Fethiye yüreği ısıtan dostlukların tadını sanki başkanının duruşunda da alıyor.

Sabah saatin dördü, yani ertesi sabah olmak üzere. Ve ben hakiki olan üzerine düşünmeden edemiyorum bu gece. Gerçek sevgi, gerçek inanç, gerçek duygu ve düşünceler üzerine düşünüyorum. Etraf sessiz. Sanki çıt çıkmıyor. Az önce nereden geldiği ve nereye gittiği belli olmayan bir motosikletin sesi sessizliği bir anlığına böldü, ama ben daha çok, ve belki de bir süredir duymadığım kadar parmaklarımın altındaki klavyenin çıkardığı sesleri duyuyorum. Ne kadar da yüksek.

Her anımızda, yaşadığımız her anda, karşılaştığımız her insanla ve attığımız her adımda, bir karar alıyoruz. Hakiki olup olmama kararı. Yürekten olup olmama kararı. Sevip sevmemek kararı. Hepimizin bir bütünün parçaları olduğuna inanmak veya yalnızlığımızın kaderimiz olduğunu kabul etmek kararı.

Bu gece uzunca bir süredir düşünmekte olduğum bir fikrin kesinliği yataktan kaldırdı beni. Henüz uyumuş değildim, ama beni yataktan kaldıran ruh hali yaşamın karşıma çıkardıklarını kabul etmek ve buna şükretmek gereğini bedenimin sanki her hücresinde hissetme haliydi.

Behçet Saatcı’yı farklı kılan esasında hepimizi farklı kılabilen şeydi. Tüm maskelerden arınmış olarak sevdiğimiz şeyleri tüm yüreğimizle yapmaya giriştiğimizde bizi saran kuvvet ve heyecan.

Benim için bu, kim bilir kaç gece yarısı beni uykudan uyandıran veya uyutmayan yazmaya duyduğum ihtiyaç ve sevgiydi. Gecelerde, gündüzlerde beni kaleme kâğıda, bilgisayarın başına götüren arzu. Belki sizin benim yazdıklarımı duymaya ve okumaya ihtiyacınız olmayabilir, ama benim beni bekleyen yarına uyanabilmem için yapmam gerekiyor. Kısa bir ziyaret düşüncelerimi farklı yerlere taşıyor.

Allah mahcup etmesin. Yüreğinin yolunda yürümek isteyenlerin yolu hep açık olsun.
03.06.2009, Fethiye