İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Hz. Mevlana etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hz. Mevlana etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2011 Cuma

"Mevlana, Aşkın Kitabı"ndan...

Coleman Barks'ın derlediği "Mevlana Aşkın Kitabı"ndan, Sayfa 59:

Su Çarkı


Dostlar, bir arada kalın.

Dağılıp uyumayın.

Dostluğumuz uyanık kalmaktan

yapılmıştır.

Su çarkı suyu kabul ediyor

ve dönüp onu veriyor,

ağlayarak.

Bu şekilde bahçede kalıyor,

Oysa başka bir yuvarlaklık

kuru dere yatağında yuvarlanıp

ne istediğini düşündüğü şeyi arıyor.

Burada kal, her anla titreyerek,

bir cıva damlası gibi.


15 Aralık 2011 Perşembe

Yaralar...

Bundan bir kaç gün önce sabah yediye on kala uyandığımda, Alanya'da kaldığım otelin penceresinden dışarı baktım. Gün limanın ardından ufukta yeni doğmaktaydı. Bir süre güneşin yavaş yavaş yükselişini seyrettim. Limandan ağır ağır çıkan küçük tekneler vardı. Limanda dalgakıranın içindeki deniz çok sakindi. Uçan kuşların deniz üzerindeki yansımalarını ilk defa bu kadar net olarak gördüğümü düşündüm. Alanya'da çok güzel bir sabah doğuyordu.

Yıllar sonra ilk defa Alanya'daydım. Üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Derneği'nin ait olduğu Lions MD 118-R Yönetim Çevresi Federasyonu'na bağlı Alanya Lions Kulübü'nün 2011-2012 Dönemi Genel Yönetmen Ziyareti'ne katılmak üzere bir önceki gece Alanya'ya gelmiştim. Ve sabah kısa bir Alanya turundan sonra öğlen Antalya'da bir toplantıya katılmak üzere İzmir'den gelen Genel Yönetmenimiz ve Kabine Üyeleri ile yola çıkacaktım. Ancak içimde özlediğim bir sakinlik vardı. Deniz sakindi. Kuşlar sakin. Tekneler sakin. Ruhum huzurlu.

Sonraki iki günü Antalya'da geçirdim. Çok keyifli toplantılar oluyordu. Benim için tanıdıkları görmek, yeni kişiler ile tanışmak önemlidir; bana mutluluk verir. Antalya'daki Lions Kulüplerindeki dostlarımı görebildiğim için çok mutluydum. Çok mutlu. Ta ki Çarşamba günü öğlen bir ilköğretim okulundaki Antalya Lions Kulübü tarafından yaptırılan Atatürk büstünün açılışından sonra gittiğimiz lokantada cep telefonum çalana kadar.

*

Hep bir seyahat halinde olduğum için cep telefonum benim dünya ile irtibat kapımdır. Eğitim ve danışmanlık çalışmalarım için bazen kapatmak zorunda kalsam da cep telefonum hayatımın olmazsa olmazı. Bir yandan çok uzun bir görüşme yaptığım zaman kulağımın ağrıdığını hissettiren bu cihaz şu an için daimi olarak yer değiştirdiğim için alternatif geliştirmem mümkün olmayan bir şey.

Telefon çaldığında arayan kıymetli bir dostumdu. Genelde yaşama olumlu bakmaya özen gösteren bu kişinin beni hal hatır sormak için aradığını düşünmüştüm telefonu açarken. Aktardıkları ruh halimi öyle hızlı değiştirdi ki sofradakilerden izin isteyerek kalktım. Dinlediklerimin yüzümdeki etkisini saklamam mümkün olmayabilirdi. Bir toplantıda yaşadıklarını paylaşıyordu. Belli ki çok üzülmüştü.

...

Duyduklarım beni de üzmüştü. Tekrar masaya dönüp yemeğime devam ettim. Masadakiler beni merak etmişlerdi. Tatlıları bitirmişler, çay kahvelerini içiyorlardı. Ben yokken gelen tabağımdaki tandır telefon görüşmesi sırasında soğumasına rağmen yumuşak ve lezzetliydi. İştahım kapanmıştı ama tabağımda ve servis tabaklarında benim için ayrılmış olan yemekleri yememiş olmak istemiyordum.

Yemekten sonra akşam bizi bekleyen programına hazırlanmak üzere heyetle birlikte otelime döndüm.

*

Telefonda aldığım haberin bana düşündürdükleri ise bugün Antalya'dan Fethiye'ye otobüs yolculuğunda kendilerini hatırlattılar. Son 24 saatte beynimde, ruhumda dolaşıp duran duygu ve düşünceler yerlerine oturmaya başladılar. Yolculuğun ilk yarısında 1 numaralı koltuğumdan gözlerim dışarıyı seyretti; gönlüm duygularımın hikayesini dinledi. Dolu ama normalden çok daha sessiz olan otobüsün içinde sıcak ve güneşli bir Aralık ayı gününde içimde bir sohbet devam etti durdu.

*

Benim için önemli bir gün olan Hz. Mevlana'nın ölüm yıl dönümüne iki gün kaldı ve yaşam beni sevgi, şefkat, paylaşım, acı ve şiddet üzerine düşündürüyor.

Yaşamda beni incitenlerin, geçmişte fazlası ile incitildiğini ve ezildiğini fark etmek içimdeki üzüntüyü genelde dönüştürür. Yine de şiddetin ne çok rengi, ne çok tonu olduğunu görmeye devam ettiğimi de fark ediyorum.

Yıllardır gözlemlediğim kadarı ile şiddetin tadını bilmeyen biri genelde şiddet uygulamıyor. Şiddeti yaşayan bir çok kişi güçlerini ellerine aldıklarında, şiddet uygulamaktan tüm şartlarda kaçınırken, kimileri de yaşadıkları şiddeti yaşatmayı seçiyor.

Şiddet fiziksel olabilir, sözel olabilir ya da bence uygulananı en derinden yaralayan şekli ile psikolojik şiddet olabilir. Şiddet özellikle bu şekli ile okulda var, evde var, işte var, sosyal yaşamda var. Kadın, erkek, zengin, fakir, eğitimli, eğitimsiz, başarılı, işsiz, her kesimde her türlü şiddet her zaman var. Ama yine de en sinsi olanı ve ruhu ve kalbi korumanın en zor olanı psikolojik şiddet. Nereden geldiği belli olmayan ve fark edemediğimiz için kendimizi koruyamadığımız bir tokat gibi insanı yıkabiliyor.

Esasında şiddet her zaman her iki tarafı da yaralar. Uygulayanı da, uygulananı da. Biliyorum ki canı acıtılmamış bir kişi başkalarının canını acıtamaz. Başkasını acıtan esasında içindeki korku ve acılarla henüz tam yüzleşememiş ve bunu başkalarını korkutarak bastırmaya çalışan bir ruhtur.

Ruhun sesini duymak ve gerçeklerimiz ile yüzleşmek hiçbirimiz için kolay değil.

Bilmek anlamayı sağlıyor da, üzülmeye her zaman engel olamıyor.

Üzülüyorum.

Üzülmenin de bir seçim olduğunun farkında olarak yapıcı olmayan bu duyguda uzun süre kalmak istemiyorum.

*

Hz. Mevlana'nın ruhu ile bağlandığımız bu günler, bizi acıtanların acılarının temizlenmesini dileme zamanı.

Biz kendi yaralarımızı iyileştirebiliriz belki ama yaralı kalanlar yaralamaya devam edecekler.

Biz onlar için iyileşmeyi seçemeyiz. Bu bizim kararımız değil. Kader yolunda onlar seçmek zorunda.

Ama dua edebiliriz.

Dileyebiliriz.

Sevgiyi seçmelerini.

Yaralarını görme cesaretine kavuşmalarını.

...

Günleriniz sevgi ve ışık dolu olsun.

28 Aralık 2010 Salı

Kırılma An'ı


27 Aralık akşamı Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği’nin yeni yıl yemeği vardı. Neredeyse iki haftadır katıldığım ilk sosyal aktivite. Her gün dışarıda, gruplarla, toplantılarla, çalışmalarla geçen aylardan sonra Aralık ayı cebren durdurmuştu sanki beni.

13 Aralık’ta Konya’ya dönem başkanı olduğum Fethiye Lions Kulübü ile düzenlemiş olduğumuz gezi için gitmiştim. İki gün içinde Konya’yı dışarıya pek belli etmediğim ama hızla başlayan öksürüğüm ile kendini yine de gösteren halsizliğime rağmen gezmiş, kültür merkezindeki törene hatta Mevlana’ya Gönül Verenler Kurumsal Çalıştayı’nın bir bölümüne kısa da olsa katılmayı başarmıştım. 14 Aralık akşamında ilaca rağmen beni bitkin hissettiren yoğun halsizlik, grup ile beraber Fethiye’ye değil İstanbul’a geri dönmemin doğru olacağını söylemişti. Sanki ucu ucuna yakalanmış bir tren gibi İstanbul’daki evime vardıktan aşağı yukarı bir saat sonra iki gün süre ile yaşam benim için adeta tamamen durdu. Uzun zamandan beri ilk defa hiçbir şey yapmadan, gözlerimi açamadan saatlerce yattım, uyumaya bile imkân vermeyen bir yorgunluk ve kaybolmuşluk hissi ile. Sonra yavaş yavaş kendime gelmeye başladım. Kendime gelmem on gün kadar aldı. Yavaş, çok yavaş. Bu sürede bir eniştem oldukça büyük bir ameliyat olup hastaneden eve çıkmıştı bile. Benim yaşamım ise çok yavaşlamıştı. Zihnim hareket etmek istemeye başladığında bedenim mümkün olmadığını çok açık ve net olarak hissettiriyordu.

Bu hislerimi daha önce yazdım, yaşamın beni durdurduğunu biliyorum. Biliyorum bilmesine de dün akşam profesyonel koç arkadaşlarım ile yeni yıl yemeğinde birlikteyken hem kendi yaşamımı ve bundan sonra yapmak istediklerimi, hem de Konya ile başlayan bu durma sürecinde hepimizin yaşam yollarımızın benzerlik ve farklılıklarını düşünmeden edemedim. Bir yandan uzun süreden beri görmediğim koç dostlar ile sohbet ederken zihnimin bir yanı son yıllarımın bir hesabını çıkarıyordu sanki.

Ben danışmanlık, eğitmenlik ve koçluk yapıyorum. Daha çok kişisel gelişim ve tamamlayıcı tıp üzerine danışmanlık. Bu oldukça geniş bir alan. Yaşama ve insana çok farklı pencerelerden bakmayı gerektiriyor. Bazen bilincin, bazen bilinçaltının, bazen bedenin, bazen ruhun ve enerjinin pençelerinden. Aynı şeye farklı pencerelerden bakmak bir bütünlük hissi verir bana. Bireysel olarak tercih yapmam gerektiğinde enerji penceresinden bakmayı tercih ettiğimi, sanki bütünü oradan daha rahat görebildiğimi fark ederim. Bunun zor yanı gördüklerimi paylaşırken bu açının daha az bilinmesi, daha az kabul görmesi. Daha az tanınan bir penceredir enerji penceresi. Birçok kişinin gözle göremediğinin varlığını ispat etmek yükü ile karşılaşırım bazen. Üzerime almadığım ama benden beklendiğini hissettiğim bir yük. Doğru olduğunu gördüğüm, bildiğim ama henüz çok fazla insanın göremediği bir resmi paylaşmak her zaman kolay değildir.

Görmüyormuş gibi yaparken bulurum kendimi bazen. Ama beni ben yapan görüyor olduğum gerçeğini inkâr kendimi inkâr etmektir. O nedenle, gerekli gördüklerinde sıra dışı bulunmalarına rağmen bildiklerine kendilerini teslim edebilen hocalara hayranlık duyarım. Hesap kitap yapmadan kendileri olabildikleri için. Ben de hesap kitap yapmam kendimi dışarıya anlatmak anlamında. Ancak kendimi frenlediğimi biliyorum, bilerek değil, aniden ve ancak sonrasında farkına varabileceğim şekilde o farklı gözlerimi kapatırım. Bir insana baktığımda genel ruh halini, fiziksel ve ruhsal durumunu, zihnindeki endişeleri veya korkuları biliyor olmak isteyerek yaptığım bir şey değil. Özellikle bir teknik kullanarak yaptığım bir şey değil. Onlarca farklı teknik ile çalıştıktan sonra kendiliğinden gelişen bir şey. Bir insan bakınca gördüğüm bir şey. Bir insanı düşündüğümde hissettiğim bir şey. Hem görüp hem de görmemiş gibi davranmak belki samimi gelmediğinden, bilmiyor gibi farz ederim kendimi. O bilgileri kapatırım. Beş yaşında gözlerim bozulmaya ve uzağı görmemeye başladığımda ailemizde neden kimse gözlük kullanmadığı halde benim kullanmam gerektiğini düşünürdüm. Belki tüm ilkokul yıllarım boyunca düşündüm. Enerji çalışmaları ile tanıştıktan sonra beş yaşında ne olmuştu ki gözlerim bozulmaya başlamıştı diye sormaya başladım. İlk defa aynı yaşta bir diş hekimi ile tanışmıştım. Beş yaş birçok insanın yaşamında bir değişim ve farklılaşma noktası. Yaşadıklarımızın bir kısmı çok önceden yaptığımız seçimler. Tesadüf yok, yaşam rastgele değil. Hepimizin yaşamayı seçtikleri ve planladıkları var. Ruhun seçimlerine yaklaştıkça dış şartlarımız ne olursa olsun tatmin duygusuna sahip oluyoruz. Zihnin seçimleri ise dünyasal başarılar içinde yarım bırakabiliyor bizi. Bir münzevi hayatı sürmemiz gerektiği anlaşılmasın. Ruhunuz zenginlik, iş başarısı ile kendine bir yol seçmişse bu sesi de ne kadar zor olursa olsun dinlemek ve o yolda çalışmak gerekir. Ruhumuz ne diyor, ne istiyor, söylenen değil, senin nereden geldiği önemli. Benim duymaya çalıştığım ses bu.

Danışanlarım ile çalışırken hayatlarında farklı kırılma noktaları kendini gösterir. Ruhun karar aldığı anlardır, bazen yaşamı yukarı çıkaran, bazen derinden sarsarak kapatan. Kırılma noktaları vardır, hepimizin yaşamlarında var. Sorun diye adlandırılan birçok konu bu kırılma anlarının hediyesidir. Çoğu bu yaşamımızdan gelir, kimileri daha eskiden. Bazen de sorunlar üzerimize yüklenen yüklerden gelir. Yaşam sorumlulukları, iş ve aile sorumlulukları önemli yüklerdir. Bir de taşıdığımızın farkında olmadığımız enerjik yükler vardır. Sırtımıza bilerek veya bilmeyerek başka insanların, başka enerjilerin yüklediği yükler. Bu yüklerde sorun diye adlandırdığımız olay ve durumların kaynağıdır birçok zaman. Bu yükleri kaldırmaya başlayınca yaşam açılmaya, renklenmeye ve keyiflenmeye başlar.

Koçluk Derneği’nin yemeğinde koçluk mesleği ile insanlara gelecekteki hedeflerine ulaşmaları için destek olma yolunu seçmiş arkadaşlarım var. Koç olarak bir insana yardım etme yolunu seçmişler. Çoğu bu yola inanmış ve bu yol ile ilerliyorlar. Dünyada kabul görmüş etik kural ve prensiplerle çalışıyor. Çok başarılı arkadaşlar var. Benim koçluk desteği aldığım bir arkadaşım da yemekteydi dün akşam. Görüşmeyeli dört beş hafta olmuştu herhalde. En son bir araya gelişlerimizde bana koçluk yapmıştı. Tekrar netleşme ihtiyacı hissettiğim bir dönemde kendisinden destek rica etmiştim. Danışmanlık ve koçluk yapmak kendimiz üzerinde çalışmayı zorunlu kılar. Karşımıza çıkan her insan, her vaka, o insanların her sorunu danışmanın ve koçun yaşamında bir yerlere dokunur, kapalı ya da kapalı olduğu sanılan eski düşünce ve duygu dosyalarını açıverir. Bir danışmanın, bir koçun karşısındaki insana karşı görevini yerine getirebilmesi kendini karşısındaki insana yüzde yüz verebilmesini gerektirir. Yüzde yüz samimiyetle. Kendini unutarak. Yol olmak diye tarif eder koçlar. Bu duyguları bastırarak yapılamaz; düşünceler zihinden cebren kovulamaz. Yaşam boyu sürecek olsa da bir koç, bir danışman kendi yaşamını didik didik etmek zorundadır; bir nevi arzın merkezine yolculuktur bu.

Her danışanım ile onların dünyasına bir yolculuk yaparım. O kişiye ve duruma dair bilgiler gelir, görüntüler gelir. Dünyasına girerim; girdiğim için yardımcı olabilirim. Her dünya mutlulukları, acıları, başarıları, devleri, melekleri, karabasanları ile gelir. O yüzdende hakkı ile yapılan bir enerji çalışması esasında tonlarca yükün altına girmek hissini verir bazen. Hiçbir şey yapmıyor gibi görünerek tonlarca yükü kaldırmak, selden çamurla dolmuş evleri, mahalleleri, şehirleri temizlemek. İnşaat işleri ile uğraştığım günlerde gerçekten çok çalıştım, çok yoruldum. O işlerinde başka bir güzelliği ve yorgunluğu vardı. Enerji çalışmaları ise bambaşka bir dünya. Ve aynı bilgiye sahip bir insan karşınıza çıkmıyorsa genelde anlaşılmayacak olan bir dünya. Seçimin bedeli bu. Hediyenin bedeli bu. Sorarlar bazen Milli Piyango’dan bilet alsanıza, Sayısal Loto oynasanıza. Bir noktadan sonra enerji diliyle görmenin, duymanın, çalışmanın yolunda başka seçimler karşımıza çıkıyor. Biraz yalnız bir yol. Anlaşılamamayı kabul etmeyi gerektiren, anlaşılmak için çaba göstermeyi bıraktıran. Bırakmak zorunda bırakan. Evet, yürek istemeyi tam bırakamasa da anlaşılmayacağını kesinlikle kabul etmeyi gerektiren bir yol.

Ben enerji çalışmaları yapmayı seçtiğimi zannettim. Enerji aktarımı yapmayı öğrenmek istedim bu doğru. Enerjileri görmeyi, bilgiye ulaşabilmeyi de istedim, bu da doğru. Ancak görebilmenin ne anlama geldiğini ancak görebilmeye başladığımda anladım. O nokta isteyerek olmadı işte, aniden karşıma çıkıverdi. Ve yaşamımın bundan sonra getireceklerini görmeye başladım. Gerçek ile hayal edilen oldukça farklı. Öğrencilerimden ve danışanlarımdan “Biz ne zaman enerjileri görebileceğiz?”, “İnsanların hastalıklarını bilebilmek istiyorum”, “Geleceği bilebilmek istiyorum”, “İnsanların sorunlarını nasıl anlar hale gelebilirim?” gibi yüzlerce soru ile karşılaşıyorum. Bu cümleleri ben de sarf ettim. Zorlamayın, olması gerekiyorsa olacaktır”, “Sabırlı olun” ya da bazen “Bilmek her zaman kolay değildir,” şeklinde cevaplar verirken buluyorum kendimi. Genelde hazır olduklarında bilebileceklerini paylaşıyorum. En gerçek cevap bu sanırım. İstedikleri gerçekleştiğinde karşılarına çıkacak olan sorumluluğu anlatmaya çalışsam da tam olarak yapamadığımı biliyorum. Bilgiye ulaşabilmek büyük bir nimet, ancak yanında ayrılmaz hediyeleri ile geliyor. Yıllar geçtikçe kişilerin enerji çalışmaları yapmaları için daha az ısrarcı olduğumu ve bu yola çıkmak isteyenlerin yolu bulacağına teslim olmayı seçtiğimi görüyorum.

Koçlukta sevdiğim ve esasında enerji çalışmalarımda karşıma çıkan hocalarımın birçoğunun tarzı ile uyan bir yaklaşım var. İnsanın içindeki güce inanmak ve içindeki potansiyeli ortaya çıkmasına destek vermek. Koçun görevi koçluk hizmeti alan kişinin arzuladığı gerçek hedefleri ve istekleri ortaya çıkarması için çalışmak ve bu hedef oluştuktan sonra yine kişinin kendi yoğurt yiyişi ile hedefe ulaşması için destek vermek. Danışmanlık ise akıl veren, yolu gösteren kişi olmak gibi anlamlar içeriyor. Danışmanlığı koçluğa yakın bir tarz ile yapmayı seviyorum. Tarzım tamamen koçluk çizgisinde durmamı zorlaştırdığı için genelde koç kimliğimi çok tanıtmıyorum. Sadece koçluk yaparak yol gösterenlere saygım büyük. Benim gördüğüm resim, yaşamın getirdikleri farklı hareket etmemi gerektiriyor. Bu da benim yolum.

Koç arkadaşlar arasında oturup sohbet ederken, eğitimler, sertifikasyonlar, aşamalar, akreditasyonlar, birçok konu var konuştuğumuz bir koç olarak yetkin olmak yolunda. Birçok koç arkadaşım yaşam için seçtikleri yolda emin adımlarla ilerliyorlar. Ben de bir yandan daha yavaş adımlarla olsa da koçluktan kopamıyorum. Ancak ölçülmesi çok daha zor, elle tam tutulamayan gözle görülemeyenlerin dünyasında çalışırken kendimi kendime ve dünyaya ispat etmenin mümkün olmayacağı gerçeğini tam olarak kabul edemediğimi de görüyorum. Kabullenmekte hala zorlandığımı fark ediyorum.

Benim yaptığım enerji çalışmaları hiç görülemez, hiç bilinemez şeyler değil. Esasında evrende her bilgi, her yapılan, her düşünce, her bilgi, her zaman ulaşılabilir durumda. Benim sizin hakkınızda ne düşündüğümü, benim herhangi bir konudaki düşüncemi bilmeniz, bir işi hakkı ile yapıp yapmadığımı bilmeniz her zaman mümkün. Kinesiyoloji bu bilgiye ulaşmak için çok bilinen tekniklerden bir tanesi mesela. Farklı yollar var. Ama yine de zor. Sokaktan rastgelen çevireceğimiz bir kişinin bana bakarak yetkin olup olmadığımı söylemesi biraz zor. Sonuçlar görmeniz lazım. Ve inanın bizim çalışmalarda bazen sonuçlara bile inanmak zor olur, sonuçların enerji çalışmasından geldiğine inanmak zor olur.

Benim için geriye çok fazla seçenek kalmıyor. Ya her türlü tarifi, etiketi bir kenara bırakıp doğru olduğuna inandığım ölçülemez yolda ilerlemek ya da çoğunluğun kabul edeceği bir sistem içinde yürümek ve gelişmek. Uzun zamandır farkında olduğum bir yol ayrımı bu. Yol uzun zaman önce ayrıldı. Ben bir tanesinde yürürken bakıyorum ayağımın bir tanesi diğer yolun üzerinde de durmaya çalışıyor. Yollar kendi güzergâhlarında ilerledikçe bunu yapmak zorlaşıyor. Ne oradayım, ne buradayım. Peki, neredeyim o zaman?

Koç dostlarım ile konuşurken hepimiz yaşamımızda olan değişimlerden bahsettik. Biz söylemesek de yüzlerimiz değişimleri anlatıyordu sanki. Yaşamımda farklı kırılma anları yaşadım. Bazıları gerçekten bir andı, kimileri birkaç hafta, kimileri birkaç ay sürdü. Farklı kırılma anlarıyla dolu yıllar yaşadım. Şimdide bir yeni yılın arifesinde olduğumuz için değil yaşam benim için hazırlamış göründüğü için bir kırılma anındayım. Güvenlik ağları kurmadan, kurmaya ihtiyaç duymadan sadece sevdiğim ipte yürümeyi seçen bir ip cambazı olma zamanı. Güvenlik ağlarının ağırlığının ipte yürümeyi imkânsız kıldığını fark etme zamanı.

Değişim zamanı geldi mi pas geçilemiyor.

Yaşamın sürprizleri, herhalde ben de arzuladığım için, devam ediyor.

26 Aralık 2010 Pazar

KONYA



Bu yıl 17-18 yıldan sonra Konya'ya tekrar gitme şansım oldu. Çocukluğunda annem, babam ve ağabeyimle yaptığımız birkaç yolculukta Konya'dan geçtiğimizi hatırlarım. En son gezim ise üniversiteden Türkiye'ye dönüp babam ile çalışmaya başladıktan sonra olmuştu.

Bir akşam vakti varmıştık Konya'ya. A dını şimdi hatırlayamadığım otelimizin önünde arabamızdan inmiştik. Otelin görevlisi valizlerimizi taşımak için gelmişti. Biz otelin giriş kapısına doğru yürürken babam "Birazdan duyacaklarına şaşırma," demişti. Ve biz henüz otele girmeden önce akşam ezanı okunmaya başlamıştı. Gerçekten bir anda onlarca camiden okunan ezan sesleri birbiri ile birleşerek farklı bir ses oluşturmuştu sanki. Bir koro. Türkiye'nin dört bir köşesindeki şehirlere, kasabalara, köylere gitmiş olan babam Konya'da ezan seslerinin farklı yükseldiğini biliyordu. Babamın Konya ile eski aile bağları olmasına rağmen Konya bizler için bir memleket olmadı hiç. Akrabamız yoktu bu şehirde. Babamın çok net hatırlayamadığım anıları vardı Konya’da. Konya Hz. Mevlana’nın şehri olarak çok defa karşıma çıksa da yolum çok düşmemişti işte. Babamla gittiğimiz o sefer de bir iş seyahati için yolumuzu oraya düşürmüştü. O günlerde ne Mevlana Müzesi'ne gidebilmiştim ne de cami veya türbe ziyareti yapabilmiştim. Bamya çorbası içtiğimi hatırlamıyorum, etli etmek yemiş olma ihtimalim var ama dedim ya Konya'ya sayılı gün için ve iş nedeni ile gelince bambaşka bir yolculuk yaşamıştım.

Yıllar sonra dönem başkanlığını yaptığım Fethiye Lions Kulübü’nün üyeleri ve misafirleri ile Konya'ya yaptığımız bu yeni yolculuk çok daha farklı olacaktı. Grubumuz Fethiye'den Konya'ya otobüs ile seyahat edecek, bende o günlerde İstanbul'da olduğum için 13 Aralık Pazartesi sabahı İstanbul'dan Konya'ya uçarak gruba katılacaktım. O erken sabah uçağı ile Konya'ya vardığım gün tüm Türkiye birkaç gündür süren soğuk hava dalgasının etkisi altındaydı. O günlerde Türkiye'yi etkisi altına alan hava Fethiye’ye yirmi küsur yıl sonra kar getirdiği gibi Fethiye’den Konya’ya ulaşım yolunun birçok bölümünü de ulaşıma kapatmış ve geçilmesi zorlu bir hale getirmişti. 12 Aralık gecesi Fethiye'den yola çıkması gereken otobüs ancak ertesi sabah 7'de yola çıkabilmişti. Benim uçağımın tarifeye göre kalkış saati de 07:10'du. Zamanında kalkan uçağım Konya'ya vardığında grubumuzun varmasına daha saatler vardı.

Havaş servisi ile Anıt'a gittim, oradan da bir taksi ile kalacağımız Dündar Otel'e. Beni otele götüren taksi şoförü ile konuşurken yıllar önce geldiğim Devlet Su İşleri binalarından bir tanesinin Havaş otobüsünden indiğim durağın tam karşısında olduğunu öğrendim. Konya’dan Fethiye’ye geçmeyi planladığım için elimde iki valiz vardı, ve otobüsten inip taksiye binerken etrafıma pek bakmamıştım. Şehir çok farklı gelmişti. Lions grubu şehre akşama doğru ancak varacaktı ve bu arada ben Konya'da ne yapabilirim diye düşünürken, gezimizi organize eden ve Fethiye'de bir seyahat acentası olan Geçmiş Dönem Başkanlarımızdan Sn. Yonca Döğerli’nin kızı, ve Fethiye Lions Kulübü Kurucu Başkanı Sn. Burcu Gül’ün ablası Sn. Pınar Döğerli Başerkafaoğlu rehberimiz Altan Bey'i aramış ve benimle ilgilenmesini rica etmişti. Son birkaç haftadır başımda dolaşmakta olan aksilikler zinciri sonlanacak mıydı? Şansım geri dönüyordu galiba. O pazartesi günü Konya ile mükemmel bir buluşma günü olacaktı.

Konya'dan İstanbul'a döneli on günü geçti ve gece tam uyumaya hazırlanırken Konya Sille'ye dair bir gezi haberine rastladım. Konya'ya uçakla vardığım sabah rehberimiz beni grubumuz Konya'ya varmış olsa beraber kahvaltı edeceğimiz Sille’deki Sille Konağı'na kahvaltıya götürmüştü. Hatta çıkışta konağı işleten ailenin annesi bir teyze ile fotoğraf çektirmiştim. Tesadüf televizyonda işte tam bu konak vardı ve konağı işletenlerden o teyze konuşuyordu. Esasında açık televizyonun karşısında elimdeki Norbekov kitabını okurken ses kulağıma tanıdık gelmiş ve başımı kitaptan kaldırıp ekrana bakmıştım. İşte o teyze konuşuyordu. Kendine özgü bir konuşma tarzı vardı. Kendisi ile kahvaltı sırasında konuştuğumuzda bana ve rehberimize de bahsettiği pansiyonlarından bahsediyordu televizyonda. Soba ile ısınan, doğal şekilde hazırlanmış köy evi şeklinde düzenlenmiş pansiyonlarından.


Sille'de kayalara oyulmuş bir kiliseyi ve kayalar oyulmuş diğer yapıları, dış restorasyonu tamamlanmış ama henüz açılmamış bir kiliseyi, bir mum atölyesini görme şansım oldu. Kaplumbağa şeklinde yeşil mumlar aldım kendime ve anneme, ve bir de çam ağacı şeklinde mumlar aldım. Aldığım ağaçlar da yeşildi, yeşil ve parıltılı. Hızla geçen 2010 yılının sonları yaklaşıyordu.

Sabah İstanbul'da uçağa binerken uçağa yolcu alımının yapıldığı kapının üzerindeki ekranda Konya Havalimanı'ndaki hava sıcaklığı -17 derece olarak görünüyordu. Sille'nin yenilenmiş sokaklarında yürürken güneş yüzümü biraz ısıtıyor olsa da kat kat giyinmiş olmama rağmen sıcak gelmemişti. Köyün içinde yürürken güneşin değmediği yerlerde buzlara basıp kaymamak için dikkatli olmam gerekmişti. Konya’da birkaç gün öncesinde şehri beyazlatan kar yağışı durmuş ve güneşli bir günle beni karşılamıştı. Ancak hava İstanbul ve Fethiye'deki gibi nemli olmasa da oldukça soğuktu.

Son yıllarım, özellikle son altı ay oldukça yoğun ve hareketli geçmişti. Ancak son haftalarda bilgisayarlarımla çok büyük sorunlar yaşamıştım. Yapmam gereken bir çok iş yarım kalmış, uzun yıllar emek verdiğim çalışmalarımı yitirmiştim. Hele birşeylerin kaybolması hissi ben de büyük huzursuzluk yaratmıştı. Hard disklerim zarar gördü, yedek disklerin kayboldu. Uzun yıllara ait dokümanlarımı, bilgileri ve belgeleri yitirdim.

Hani bir yerlerden belirivermelerini beklemiyorum dersem yalan olur ama kabullenmek zorunda olduğum kayıplar ile karşı karşıyayım. Muhtemelen ortaya çıkmayacaklar. Çok eskiden beri gelen fotoğraf, doküman ve bilgileri yitirdiğim günlerde aynı zamanda yeni tamamladığım bir kitabı da yitirdim. Son bir iki haftadır revizeleri ile uğraştığım, yaptığım ilaveler ile çok güzelleşmeye başladığını düşündüğüm bir kitabı neredeyse yayınevine göndermek üzereyken hem bilgisayarımı hem de yedek hard diskimi kaybettiğim için yitirdim. Düzeltmelerden önceki haliyle içime sinmeyen bir taslağı epostalarımın arasında var, ancak o taslağı tekrar düzeltmeye elim gitmiyor bir türlü. O son birkaç günde yayınevine bir nüsha göndersem mi diye aklıma ne kadar sık geldiğini hatırlıyorum. Kontrol için baskı işlerimi yapan basım grafik firmasına bir nüsha göndersem mi diye onlarca defa aklıma geldiğini de. İşaretlerin ve tesadüflerin, akla gelen düşüncelerin önemini başkalarına bolca anlatıyorum ama bazen koşma halinde yaşarken kendi yaşamıma dair sesleri duymayı unutuyorum. Duyuyorum belki, koşuyorum ya, hani çok uzun zamandır aksaklıkların yaşamımda azalmasına alışmışım ya, sesleri duymanın ve hemen harekete geçmenin önemini bazı konularda atlamaya başlamışım.

Konya'ya gitmeden birkaç gün önce oluyor bunlar. Kitapta birçok farklı şeyden bahsederken bir yandan da eşyalar, anılar, ve yaşamı kabul etmek, olanı kabul etmek üzerine düşüncelerimi de bolca paylaşmıştım. Konya gezisi öncesi bana biraz fazla gelen bir kabul dersi ile karşı karşıya kalmıştım. Son zamanlarda karşıma çıkan en büyük kabul dersi ile. Çok kısa bir süre içinde, sanki bir anda hayatımda ne kadar elektronik alet varsa arızalanmıştı sanki. Elimi attığım bilgisayar arızalanıyordu. Evdeki telefon hattım bile arızalanmıştı. İletişim, hızlı iletişim benim için olmazsa olmaz olmuştu. Fiziksel olarak neredeyse daimi olarak hareket halindeydim ve teknoloji de bu hareketlilik içinde dünya ile bağlantımı sağlıyordu. Sonra sanki teker teker sigorta şalterleri kapanmaya başladı. Birşeyler beni durmaya zorluyordu. Terzi kendi söküğünü dikemez derler ya ben de her ne kadar evrenin mesajlarını duymaya açık olsam da kendime dair mesajlarda bazen ısrarla yanılabiliyorum. ... Belki de yanılmam gerekiyordu kimbilir...


Konya gezisine, gezi öncesi iki üç hafta ve 15 Aralık'ta Konya'dan İstanbul'a döndüğüm günden bugüne anlatılacak çok şey var. Son bir iki yıldır yaşadığım ve alıştığım tempodan çok farklı gelişen bir ay yaşıyorum. Bu günlerin getirdiklerini paylaşmak istiyorum. Ama bu gece televizyonda Sille Konağı'na ve Konya gezimin sabahına tekrar kısacıkta olsa geri gittiğimde yazmak istediğimi fark ettim. Bugün Akmerkez'deki Teknosa mağazasına gidip yeni bir bilgisayar aldım ve o bilgisayardaki Office programının yüklenmesinde de bir problem çıktı ve bilgisayarı ancak altı yedi saat sonra akşam sekiz buçuk civarında teslim alabildim. Güler yüzle ve sabırla bilgisayarımı hazırlayan Teknosa personeli bana gecikmeden dolayı defalarca özür dilediler. Ancak görünüşteki aksaklığın gündüz ve akşam yaptıklarımın yolunu açtığını biliyorum. Yaşamımda aksaklık diye niteliğim şeyler azaldıkça aksaklık diye adlandırdığımız şeylerin nimetlerini unutmaya başlamışım galiba. Görebilirsek yaşamın ipuçları tesadüfler hep bizimle esasında... Kaybettiğim kitabımda yaşamı ve olayları kabul etmeye dair derslerle karşılaştığımdan bahsederken bu dersi öğrendiğimi zannettiğimi ise şimdi fark ediyorum.

Yaklaştığı mıknatısları bozan, hatta bu nedenle dükkânlarına girmemesini rica eden dükkân sahipleri ile karşılaşan bir hocam var. Benim bilgisayarlar ile yaşadığım aksaklıkların enerjimin etkisinden olduğunu düşünmüyor olsam da özellikle son bir ay içinde yaşamın beni durdurmak adına çalışmakta olduğunu görmezden gelemiyorum. Yıllar öncesinde durmam gerektiğinde beni cebren durduran bilek rahatsızlıklarım bu defa yaşamımın ayrılmaz parçası olan teknolojik aletler ile olmadık sıkıntıları karşıma çıkarıyordu. İşin ilginç tarafı bu aksaklıkların ne kadar ters görünseler de benim için faydalı hatta gerekli olduğunu televizyonda Sille Konağı'nı gördüğümde tüm bedenimde tekrar hissediyordum.

13 Aralık günü özel Konya turumda Mevlana Müzesi'ni sonunda ziyaret ettim. Müze'nin girişinde hatların bulunduğu odada, girişte sol taraftaki camın üzerinde annemin ebrusu üzerine yazılmış olan hatı da gördüm. Yıllar önce babamın ve ağabeyimin gördüğü o pencereyi ve üzerindeki eseri görmek bana yeni nasip oluyordu. Annemin ebrularının farklı hattatların ellerinden çıkan eserler ile İstanbul'un adlarını bilmediğim onlarca camiinde yaşadıklarını ise Konya'dan döndükten sonra öğrenecektim.

Macera devam ediyor ve sanırım yüreğim tekrar yazmak istiyor.