Zeynep Kocasinan'ın farklı çalışmaları ile ilgili videoların bazılarını YouTube kanalında izleyebilirsiniz.
Link:
https://www.youtube.com/channel/UCrR9Jq1LPIo1yrNuiovSEtw
Mevlana etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mevlana etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
31 Mart 2019 Pazar
18 Ocak 2016 Pazartesi
"Yolu Yürümek" Sergi Özgeçmişi
Zeynep Kocasinan
Resim Sergisi
18-22 Ocak 2016
Fethiye Belediyesi Kültür Merkezi
Sergi Salonu
*
Zeynep Kocasinan
Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ni birincilikle bitirdi. Amerika
Birleşik Devletleri’nde Cornell Üniversitesi’nde yılda dünyada 12 öğrenciye verilen
başarı bursu ile Endüstri Mühendisliği okudu. Aile Şirketleri Yönetimi, Dış
Ticaret ve İnşaat Muhasebesi eğitimleri ile başlayan kendini geliştirme süreci
profesyonel koçluk ve bireysel gelişim alanlarında onlarca eğitim alarak bu
alanlarda uzmanlaşmasına imkan sağladı. 1992 yılından aile inşaat şirketlerinde
2015 yılına kadar görev yapan Zeynep Kocasinan şirket genel müdürlüğü ile
inşaat saha çalışmalarını sonlandırdı.
Sanatçı resim çalışmalarına, inşaat işlerine ek olarak
profesyonel olarak devam etmiştir. 2004
yılında İstanbul’da açtığı kendi resim atölyesinde ana konu olarak yaratıcılık başlıklı atölye çalışmaları
düzenlemiştir. Resim çalışmalarına 2013
yılından beri Fethiye Şövalye Adası’ndaki resim atölyesinde devam etmektedir.
Özellikle 2007 yılından itibaren resim çalışmalarının yaratıcılık
çalışmalarını kişisel gelişim atölyesi çalışmaları altında daha detaylı ve üç
aylık programlar çerçevesinde yapmaktadır.
Fethiye’de 2006, 2007 yıllarında Fethiye Belediyesi Kültür
Merkezi’nde sergiler açan Kocasinan’ın bu sergi Fethiye’deki üçüncü sergisidir.
İngilizce ve az derecelerde Almanca, İspanyolca, Japonca ve
Fransızca bilen Zeynep Kocasinan Türk İşaret Dili eğitimi almış olmaktan
mutluluk duyuyor. 6 Türkçe, 2 İngilizce olmak üzere 8 Kitabı bulunuyor.
16 Aralık 2011 Cuma
"Mevlana, Aşkın Kitabı"ndan...
Coleman Barks'ın derlediği "Mevlana Aşkın Kitabı"ndan, Sayfa 59:
Su Çarkı
Dostlar, bir arada kalın.
Dağılıp uyumayın.
Dostluğumuz uyanık kalmaktan
yapılmıştır.
Su çarkı suyu kabul ediyor
ve dönüp onu veriyor,
ağlayarak.
Bu şekilde bahçede kalıyor,
Oysa başka bir yuvarlaklık
kuru dere yatağında yuvarlanıp
ne istediğini düşündüğü şeyi arıyor.
Burada kal, her anla titreyerek,
bir cıva damlası gibi.
Labels:
Aşkın Kitabı,
Coleman Barks,
dostluk,
Hz. Mevlana,
konya,
Mevlana,
sevgi,
Zeynep Kocasinan
15 Aralık 2011 Perşembe
Yaralar...

Yıllar sonra ilk defa Alanya'daydım. Üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Derneği'nin ait olduğu Lions MD 118-R Yönetim Çevresi Federasyonu'na bağlı Alanya Lions Kulübü'nün 2011-2012 Dönemi Genel Yönetmen Ziyareti'ne katılmak üzere bir önceki gece Alanya'ya gelmiştim. Ve sabah kısa bir Alanya turundan sonra öğlen Antalya'da bir toplantıya katılmak üzere İzmir'den gelen Genel Yönetmenimiz ve Kabine Üyeleri ile yola çıkacaktım. Ancak içimde özlediğim bir sakinlik vardı. Deniz sakindi. Kuşlar sakin. Tekneler sakin. Ruhum huzurlu.
Sonraki iki günü Antalya'da geçirdim. Çok keyifli toplantılar oluyordu. Benim için tanıdıkları görmek, yeni kişiler ile tanışmak önemlidir; bana mutluluk verir. Antalya'daki Lions Kulüplerindeki dostlarımı görebildiğim için çok mutluydum. Çok mutlu. Ta ki Çarşamba günü öğlen bir ilköğretim okulundaki Antalya Lions Kulübü tarafından yaptırılan Atatürk büstünün açılışından sonra gittiğimiz lokantada cep telefonum çalana kadar.
*
Hep bir seyahat halinde olduğum için cep telefonum benim dünya ile irtibat kapımdır. Eğitim ve danışmanlık çalışmalarım için bazen kapatmak zorunda kalsam da cep telefonum hayatımın olmazsa olmazı. Bir yandan çok uzun bir görüşme yaptığım zaman kulağımın ağrıdığını hissettiren bu cihaz şu an için daimi olarak yer değiştirdiğim için alternatif geliştirmem mümkün olmayan bir şey.
Telefon çaldığında arayan kıymetli bir dostumdu. Genelde yaşama olumlu bakmaya özen gösteren bu kişinin beni hal hatır sormak için aradığını düşünmüştüm telefonu açarken. Aktardıkları ruh halimi öyle hızlı değiştirdi ki sofradakilerden izin isteyerek kalktım. Dinlediklerimin yüzümdeki etkisini saklamam mümkün olmayabilirdi. Bir toplantıda yaşadıklarını paylaşıyordu. Belli ki çok üzülmüştü.
...
Duyduklarım beni de üzmüştü. Tekrar masaya dönüp yemeğime devam ettim. Masadakiler beni merak etmişlerdi. Tatlıları bitirmişler, çay kahvelerini içiyorlardı. Ben yokken gelen tabağımdaki tandır telefon görüşmesi sırasında soğumasına rağmen yumuşak ve lezzetliydi. İştahım kapanmıştı ama tabağımda ve servis tabaklarında benim için ayrılmış olan yemekleri yememiş olmak istemiyordum.
Yemekten sonra akşam bizi bekleyen programına hazırlanmak üzere heyetle birlikte otelime döndüm.
*
Telefonda aldığım haberin bana düşündürdükleri ise bugün Antalya'dan Fethiye'ye otobüs yolculuğunda kendilerini hatırlattılar. Son 24 saatte beynimde, ruhumda dolaşıp duran duygu ve düşünceler yerlerine oturmaya başladılar. Yolculuğun ilk yarısında 1 numaralı koltuğumdan gözlerim dışarıyı seyretti; gönlüm duygularımın hikayesini dinledi. Dolu ama normalden çok daha sessiz olan otobüsün içinde sıcak ve güneşli bir Aralık ayı gününde içimde bir sohbet devam etti durdu.
*
Benim için önemli bir gün olan Hz. Mevlana'nın ölüm yıl dönümüne iki gün kaldı ve yaşam beni sevgi, şefkat, paylaşım, acı ve şiddet üzerine düşündürüyor.
Yaşamda beni incitenlerin, geçmişte fazlası ile incitildiğini ve ezildiğini fark etmek içimdeki üzüntüyü genelde dönüştürür. Yine de şiddetin ne çok rengi, ne çok tonu olduğunu görmeye devam ettiğimi de fark ediyorum.
Yıllardır gözlemlediğim kadarı ile şiddetin tadını bilmeyen biri genelde şiddet uygulamıyor. Şiddeti yaşayan bir çok kişi güçlerini ellerine aldıklarında, şiddet uygulamaktan tüm şartlarda kaçınırken, kimileri de yaşadıkları şiddeti yaşatmayı seçiyor.
Şiddet fiziksel olabilir, sözel olabilir ya da bence uygulananı en derinden yaralayan şekli ile psikolojik şiddet olabilir. Şiddet özellikle bu şekli ile okulda var, evde var, işte var, sosyal yaşamda var. Kadın, erkek, zengin, fakir, eğitimli, eğitimsiz, başarılı, işsiz, her kesimde her türlü şiddet her zaman var. Ama yine de en sinsi olanı ve ruhu ve kalbi korumanın en zor olanı psikolojik şiddet. Nereden geldiği belli olmayan ve fark edemediğimiz için kendimizi koruyamadığımız bir tokat gibi insanı yıkabiliyor.
Esasında şiddet her zaman her iki tarafı da yaralar. Uygulayanı da, uygulananı da. Biliyorum ki canı acıtılmamış bir kişi başkalarının canını acıtamaz. Başkasını acıtan esasında içindeki korku ve acılarla henüz tam yüzleşememiş ve bunu başkalarını korkutarak bastırmaya çalışan bir ruhtur.
Ruhun sesini duymak ve gerçeklerimiz ile yüzleşmek hiçbirimiz için kolay değil.
Bilmek anlamayı sağlıyor da, üzülmeye her zaman engel olamıyor.
Üzülüyorum.
Üzülmenin de bir seçim olduğunun farkında olarak yapıcı olmayan bu duyguda uzun süre kalmak istemiyorum.
*
Hz. Mevlana'nın ruhu ile bağlandığımız bu günler, bizi acıtanların acılarının temizlenmesini dileme zamanı.
Biz kendi yaralarımızı iyileştirebiliriz belki ama yaralı kalanlar yaralamaya devam edecekler.
Biz onlar için iyileşmeyi seçemeyiz. Bu bizim kararımız değil. Kader yolunda onlar seçmek zorunda.
Ama dua edebiliriz.
Dileyebiliriz.
Sevgiyi seçmelerini.
Yaralarını görme cesaretine kavuşmalarını.
...
Günleriniz sevgi ve ışık dolu olsun.
Labels:
Hz. Mevlana,
Mevlana,
psikoloji,
şiddet,
Zeynep Kocasinan
16 Ocak 2009 Cuma
Aradığımız Yer Aynı

Bir Ocak ayı akşamında Arnavutköy’deki evimde merkezi ısıtma ile ısınan dairemde salonu biraz soğutmak için balkon kapısını açtım. Kalorifer radyatörlerinin bir kısmının vanası bozulmuş, onları ne kapatabiliyorum, ne de kısabiliyorum. Kısa kollu gömleğim ile otururken geçtiğimiz Haziran ayında İskoçya’da Findhorn’da geçirdiğim günler aklıma geliyor. Haziran ortasında havanın 6-7 derece olduğu ve kat kat giyinmeme rağmen üşüdüğüm o yaz günlerini.
İskoçya’ya hazırlıklı gitmiştim, palto, eldiven, atkı, bere ne isterseniz vardı yanımda. Ancak doğrusu kullanacağıma pek de inanmamıştım. Amerika’daki üniversite yıllarımda dört yılımı New York eyaletinin kuzeyindeki Ithaca kasabasında geçirdim, Cornell Üniversitesi’nde. Ithaca’da Ekim ayında yağmaya başlayan kar bazen Nisan ayı sonlarına kadar yerden kalkmazdı. Ancak yazları o kadar güzel olurdu ki. Cayuga Gölü, ormanlar, şelaler. Kış aylarının sanki bitmeyecek gibi görünen griliği yüreğimi karartı bazen.
Cornell’de sabahları duşumu aldıktan sonra derse yetişme telaşında saçlarımı doğru düzgün kurutmaya vaktim olmazdı. Kampus içinde derse varana kadar saçlarım ince bir buz tabakası ile kaplanır ve kıtır kıtır olurdu. Şapka veya bir bere giymek aklıma geldiyse saçlarımın dışarı da kalan bölümler donardı. Ancak hala şaşırırım o yıllarda ne kadar az grip ve soğuk algınlığı geçirdim.
Ithaca’nın soğuk havasından sonra bir kış tatilinde İstanbul’a gelmiştim. Tam evden çıkıyordum, annem “Kızım ne yapıyorsun, aman çorap giy,” diye seslendi. Durdum ve ayaklarıma baktım, hava o kadar sıcak gelmişti ki bana çorap giymeni unutmuştum. Türkiye’de döndükten sonra da bu İstanbul’un bana fazla sıcak gelmesi hali bir süre devam etti. Ancak sonra tekrar eski İstanbul’lu halime döndüm; artık görerek şartlanmak mıdır, bedenin alışması mıdır ama daha sıkı giyinir oldum.
Bu hissi zaman zaman Fethiye’de de yaşarım. Ben hem İstanbul’da hem de Fethiye’de yaşıyorum. Fethiye’de ilk gitmeye başladığım yıllarda İstanbul’a göre o kadar sıcak gelirdi ki gerçekten orada daimi yaşayan arkadaşlarıma göre çok daha ince giyindiğimi fark ederdim. Yani Nisan ya da Ekim ayında Fethiye sokaklarında dolaşan yabancı turistler kadar ince giyinmesem de kendimi yaz ayları için ayırdığım kıyafetlerimin içinde bulurdum. Aradan 3-4 yıl geçti ve bakıyorum kış aylarında Fethiye’ye giderken küçük valizime bir çift eldiven falan koyar olmuşum. Beden mi istiyor, göre göre beyin mi istiyor orasını bilmek zor doğrusu. Ancak özellikle Nisan, Mayıs aylarında Fethiye sokaklarında çok renkli görüntüler olur. Kazakları ve montları içinde gezen Fethiye’liler, ki ben de yerine göre artık bu gruba giriyorum, ve kısacık şort ve askılı t-shirtleri ile gezinen turistler. Eskiden 23 Nisan ve 19 Mayıs tatillerinde güneye indiğim zamanlarda ben de tatile neler götürüyordum acaba?
*
Benim, Findhorn Ekoköyü’ne gittiğimde, ayrıca dört gün Findhorn körfezinin hemen yakınında bulunan başka bir Budist inziva merkezinde kalma şansım oldu, adı Shambala’ydı. Eskiden Findhorn Ekoköyü’ne ait olan oldukça ihtişamlı eski bir binayı devralan Budist bir Alman tarafından işletiliyordu. Findhorn’da daha önce iki yıl yaşamış olan bir arkadaşım birkaç ay önceki son Findhorn ziyaretinde burayı görmüş, ve ben gittiğimde kalmaktan keyif alabileceğimi düşünerek bana önermişti. Gerçekten de sade, sakin, sessiz, huzurlu bir yerdi.
Findhorn Ekoköyü’nde ve hemen yakınındaki bu inziva merkezinde sabahları meditasyon çalışmaları yapılmakta. Her gün farklı hocalar ve tarzlarda yapılan bu çalışmalara isteyenler katılabiliyorlar. Ben bu Budist merkezde kaldığım ilk sabah erken kalkıp çalışmaya katılmıştım. Ancak ikinci sabah belki de hava değişiminden uyanamamıştım. Kalktığımda çalışma çoktan başlamıştı. Hazırlandım, ve iki katlı binan geniş ahşap merdivenlerinden aşağı indim, odalar ile binanın yemek ve meditasyon salonlarını ayıran camlı, geniş ahşap kapıyı açtım, ve bir iki adım atmıştım ki, kulağım gelen seslere takıldı. Meditasyon salonundan “Bismillahirrahmanirrahim” sesleri geliyordu. Bir an durdum, evet sesler meditasyon odasından geliyordu, ve içeride en az 15-20 farklı ağızdan Besmele çekiliyordu, yabancı aksanların tonlamaları ile ve devam ediyordu. Odanın karşısına denk gelen bir berjer koltuk gördüm ve hemen oturdum. Odadan dışarıya sızan Besmeleler devam ediyordu. Ne kadar güzel bir makam ve melodi ile söylüyorlardı. Durmadan tekrar ve tekrar ve tekrar. Sanırım en az 5-10 dakika o koltukta oturarak çekilen Besmeleleri dinledim. Yüreğimi farklı bir huzur ve mutluluk kaplamıştı. Sanki o odadan dışarıya yayılan bir ışık vardı. Derken ses kesildi. Ben koltukta kalakalmıştım. Bitmesini istemiyordum. Bitmesini istemiyordum.
Oturmaya devam ettim. Tahminen beş dakika sonra meditasyon odasının kapısı açıldı, içeriden çoğunluğu İskoçya ve İngiltere’nin farklı yerlerinden gelen, aralarında Alman ve Japonlarında bulunduğu gerçekten de 15-20 kadar kadınlı erkekli bir grup çıktı. İskoçya’da Findhorn Körfezinin her gün büyük bir gelgit ile dolup boşalan Findhorn Körfezi’nin sularına bakan bir Budist inziva merkezinde o sabah çoğunluğu birbirini tanımayan bir grup insan, sevgi adına, İlahi olan adına, dostluk kardeşlik adına beraberce dakikalarca Besmele çektiler. Ben kulağıma çalınan Besmele sesleri vesilesi ile ‘Taizé’ çalışmaları ve şarkıları ile ilk defa o sabah tanıştım. Grup kahvaltı salonuna geçer geçmez ilk yaptığım şey o sabah ki çalışmadan neler yapıldığını sormak oldu.
*
Arnavutköy’de Pazar sabahları kulağıma derinden gelen bir kilise çanı çalınır. Sakin olur Pazar sabahları ve haftanın telaşında duyulmayan sesler hayat bulur.
Evimde piyanomun üzerinde bir seramik heykel var. Annem teyzemi ziyarete gittiğimizde Ankara’dan almıştı benim için. Şems-i Tebrizi imiş çalışmanın adı. Mevlana’yı sevdiğim ve eserlerini ve hayatını çalıştığım için görünce almak istemiş annem benim için.
Aradığımız yer aynı.
Ve ne çok farklı yol aynı yönü gösteren.
Yüreğimizin geçtiği ve ait olduğu yerlere selam olsun.
Ve yolumuz aydın ve açık, sevgiyle.
24 Aralık 2008 Çarşamba
Mevlana'dan...
23 Aralık 2008 Salı
İstanbul'un Sihirli An'larına
Londra’dan Gelmeyen Kitaplar
Eylül, Ekim ve Kasım aylarında muhtelif defalar Londra’ya gitme şansım oldu. Öncelikle Japon Shumei’nin Londra’da yapılacak olan yıllık Avrupa toplantısına katılmak için, ve sonra da farklı hoca ve gruplar ile çalışmalar yapmak için.
Londra’yı seviyorum. Çocukken yurtdışına ilk gittiğim şehir oldu Londra. İçinde var olması, yaşaması kolay bir şehirdir. Tüm kalabalığına ve telaşına rağmen bir düzen ve bu düzenin getirdiği bir huzur da vardır. Tabi pahalılığını saymazsanız.
Londra’dayken Kabbalah Centre’ın Londra Merkezi’ni de ziyaret etme şansım oldu. Türkiye’den bir arkadaşım birkaç yıldır orada çalışıyor ve eğitmenlik yapıyor.
Bazen kendimi tekrar ettiğimi düşündürse de ruhsal ve hatta enerjisel çalışmaların hakkı ile yapıldığında öz’de ne kadar bir olduklarını deneyimliyorum. Bunu bu kadar çok ve sık hissetmemin anlamı nedir diye düşünmüyor da değilim.
Ben yeni şeyleri severim. Yeni diller öğrenmeyi severim, yeni kitaplar keşfetmeyi, yeni hocalar keşfetmeyi severim. Artık ev ve ofislerimdeki kütüphaneler kitaplarıma yetmez oldu. Hayalim gerçekten belki sayılarını da tam bilmediğim 3000 civarındaki kitabım için bir arada bulunabilecekleri bir mekân bulmak. Şimdi İstanbul’da ve Fethiye’de evlerimde, ofislerimde, ve resim atölyemde dahil olmak üzere toplam 6 ayrı mekâna dağılmış durumdalar. Bir yandan bunun bir güzelliği var. Her gittiğimde yerde özlediğim kitaplarımı buluyorum. Bir sevgiliye tekrar kavuşmak gibi.
Ve bazen gerçekten bir kitabın belirli bir sayfasını açıp bir satırı okumayı özlüyorum.
Bir kitabı tekrar tekrar okumak. Bir satırı aramak, özlemek. Bir cümlenin tadını özlemek…
Londra’dan gelirken biraz kitap getirdim. Yurtdışından internet üzerinden kitap sipariş etmek kolaylaştığı için eskisi kadar çok kitap taşımıyorum yurtdışına gittiğimde.
Üniversite öğrenimim bitip Türkiye’ye döndüğüm zaman gümrükten eşyalarımı çekerken onlarca kitap kolisini görünce gümrük memurları da şaşırmıştı. Güzel bir yarış bisikletim vardı; onu geride, Amerika’da bıraktım, bir arkadaşıma ve tabi ev eşyalarımı da getirmedim. Ancak şimdi bir an için yıllar sonra gözlerimin önüne gelmiş olsalar da, belki de bugüne kadar aklıma bile gelmediler. Ama kitaplarım geliyor ve iyi ki de getirmişim diyorum.
Londra’dayken yine alıp getirmek istediğim çok kitap oldu. Ancak son yıl içinde, kendime belki 3-5 yıldır verip durduğum, bir sözümü uygulama başladım. Artık eskisi kadar kitap almıyorum. Öncelikle koyacak yer bulmakta zorlanıyorum bu doğru. Ancak nedeni bu değil.
Bu günlerde ben eski kitaplarıma dönüyorum. Yeni kitaplardan çok eski kitaplarıma. Belki de onlarca defa okuduğum kitaplarıma.
Nereden mi geldi bu his?
Yazmayı çocukluğumdan beri sevmişimdir. Günlük yazarım, şiir yazarım, dergilere ve bazı gazetelere yazılar, ekler ve dokümanlar hazırlarım. Bunu birkaç yıldır daha da yoğun ve profesyonel olarak yapıyorum. Ben ilk defa yazmaya başladığım kitap taslaklarına ciddi olarak eğilmeye başladım.
Eski kitaplarıma dönmem çalışmalarım için kaynak arayışından değildi. Yazarken aynı şeyi söylemek için hepimizin ne kadar farklı yollar, şekiller ve ifadeler seçtiğimizdi. Bunun içine girmek istedim. Bu duygunun. Ve tanıdığım, bildiğim kitapların içine, biraz daha derinlerine dalmak istedim.
Bu zorla yapılabilecek bir şey değil. İstemek gerek.
Ben küçükken yavaş okumakta zorlanırdım. Bir Cuma akşamı okumaya başladığım bir kitabı bitirmeden uyuyamazdım. Belki bu Cumartesi sabahının ilk ışıkları ile uyumak anlamına gelebiliyordu. O anlarda benden mutlusu yoktu. Bu hissi özlüyorum. Belki klasikleri okumayı bitirdikten sonra satır satır izini sürmek istediğim kitaplar azaldı. Yine de karşıma çıkar zaman zaman. Ya da çıkmıyorsa, ben de artık geri dönüyorum, eski tanıdık dünyalara.
…
Özellikle Kasım ayındaki son gidişimde, Londra’dan kitap getirmedim. Hatta fazla alışveriş yaptım da diyemem.
Sadece ve sadece çalışmalar yaptım. Farklı kültürlerden, öğretilerden yetişen dostlar ve hocalar ile.
Ne getirdiysem sadece içimde taşıyabildiğim.
Ne güzel bir his bu.
…
Bir Vapur Geçti Boğaz’dan
İstanbul Boğazı’nı seyrediyorum Arnavutköy’den. Dün de bilgisayarımdan başımı kaldırdığımda bir vapur görmüştüm. Karadeniz yönüne doğru akıntıya karşı ağır ağır gidiyordu. Bir süre gözlerim o görüntüye takılı kalmış ve seyretmiştim. “Ne güzel bir manzara bu’ demiştim. Akşam nadiren açtığım televizyonda, seyrettiğim vapurun adının “Fenerbahçe” ve bir iki dakika seyredebildiğim geçişinin de son hizmet seferi olduğunu öğrendim. Bir an için yüreğim sanki sessizleşti vapurun Boğaz’daki süzülüşünü hatırlayınca. Rahmi Koç Müzesi’nde sergilenecek olmasına ise sevindim.
…
Bu gün bizi bekleyen sihirli an’lar neler, keşfetmek üzere…
Sevgilerimle,
Z.
________________________________
Günün Onaylaması:
“ Kendi yaşam sorumluluğumu üzerime alma görevimi hiçbir koşul ve sebeple ertelemem.” R. Şanal Günseli
Üstatlardan:
“Yaşamınızdan lüzumsuz bir şeyleri çıkarın. Alışkanlıklarınızdan vazgeçin. Kendinizi güvensiz hissettiren bir şey yapın.”
Piero Ferrucci
Zeynep’in Okuma Tavsiyesi:
“Mevlana Aşkın Kitabı” Derleyen: Coleman Barks
17 Aralık 2008 Çarşamba
Bir Yıl Dönümü Daha
Dünya dönüyor ve yıllar geçiyor.
Tarih 17 Aralık. Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin ölüm yıldönümü.
Geçen Aralık ayında doğumunun 800. yılı olması nedeni ile yaşamının büyük bir kısmını ülkemiz topraklarında geçiren ve Konya'da ölen büyük Veli Mevlana Celaleddin-i Rumi büyük törenler ile anılmıştı. 2007 yılı UNESCO tarafından Mevlana Yılı ilan edilmişti. Bir yıl daha geçmiş. Ama Mevlana yüreğimde hala aynı tazelikte.
Mevlana'nın benim yaşamımdaki yeri ayrı. Bu gün sözü Hz.Mevlana'nın kelimelerine bırakmak belki de en doğrusu.
Ruhu Şad Olsun. Nur İçinde Yatsın...
***
Coleman Barks'ın Derlemelerinden:
SESSİZLİK
Bu yeni aşkın içerisinde, öl.
Senin yolun diğer tarafta başlıyor.
Gökyüzü ol.
Hapishane duvarlarına baltayla gir.
Kaç. Birden renkte can bulan birisi gibi
yürüyerek çık.
Şimdi yap.
Kalın bulutlarla kaplısın.
Kenara kayarak sıyrıl. Öl,
ve sessiz ol. Sessizlik ölmüş olmanın
en belirgin işaretidir.
Eski hayatın sessizlikten
delicesine bir kaçışmaydı.
Dilsiz dolunay şu anda ortaya çıkıyor.
Mevlana Celaleddin-i Rumi
***
Sevgilerimle,
Z
10 Nisan 2008 Perşembe
Ruhun İsteğini Bilmek ve Kabullenebilmek

Yeryüzünde Cennet’i Yaşamak
Japon Shumei Vakfı’ nın İstanbul’daki merkezinin temsilcileri olan çok sevgili iki dostum var. İnsan bedeninin ve ruhunun arınması için farklı çalışmalar yapıyorlar. ‘Jyorei’ adlı bir Japon enerjisel arındırma tekniğini öğretiyorlar; hem de zirai toprakların korunması ve bu vesile ile hem insan sağlığının hem de toprağın ve yeraltı sularının korunması için doğal tarım metotlarını öğretiyorlar. Shumei Vakfı’nın öğrettiği bilgelikler de, ruhun arınması ile insanın gündelik yaşamında mükemmel sağlık, sevgi, bereket ve güzelliği yaşayabileceğini öğretiliyor.
Yine çok sevdiğim Avustralya’lı Vipassana Meditasyonu hocam Jeff Oliver, içsel farkındalığımızı artırarak kendimizi tanımamıza yardımcı oluyor. Kadim Tibet bilgeliklerindeki bilgileri de gündelik yaşamımızda kullanma fırsatını sunuyor bizlere. Farkındalık esasında içimizdeki perdeler ardında saklanmış gerçek düşüncelerimize, duygularımıza ulaşmamızı ve kendimizi tanımamızı sağlıyor. Affetme ve Sevgi Meditasyonlarını öneriyor Jeff Oliver. “Eğer kendini gerçekten seviyorsan, hiç kimseye zarar vermezsin. Eğer kendini gerçekten seviyorsan, başkasını kolayca seversin” diyor.
Vipassana meditasyonu ile kişi düşünce ve hislere objektif yani nesnel olarak bakarak kendi doğasını keşfetme yolculuğuna çıkıyor.
Burada kişiyi huzur ve dinginlik bekliyor. Üniversite yıllarında Amerika’da okurken Dan Millman’ın “Dingin Savaşçı” adlı bir kitabını okumuştum. Bundan birkaç ay önce Jeff tekrar okumamı önerdiğinde bu kitaba geri döndüm ve yaşamın ne kadar güzel bir keşif yolculuğu olduğunu düşündüm. Tekrar ve tekrar ve tekrar. Ve durmadan. Dünyada huzur ve mutluluğu hissetmek mümkün. Shumei Vakfı tarafından aktarılan bilgeliklerin 1950’lerde ölen bilge Üstadı Meishusama olarak anılan Mokichi Okada’ da aynı şeyi öğretmiş ve bu bilgiler kitapları ile yetişen hocalar kanalı ile bugün bizlere de ulaşıyor.
Dingin Savaşçı
Dan Millman’ın “Dingin Savaşçı” kitabı kişisel gelişim yolunda yürüyenlerin ve ruhunun sesini duymak isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap. Socrates, Joy ve Dan’in macerası eskimeyen bir hikâye.
Yüzde Doksan dokuz’luk Dünya’da Sonsuz Kaynağı Bulmak
Kabala kökeni Hz. İbrahim’e dayandığı kadar söylenen eski bir bilgelik. The Kabbalah Centre Los Angeles ofisinden geçenlerde bir e-posta gelmişti. Yaşama ve olaylara tepkisel değil proaktif olarak yaklaşmamızı da vurgulayan bu öğreti de, egomuz ile gerçek özümün arasıdaki fark üzerinde duruluyor. İnsan egosunun farkına vardığında ve egonun isteklerini değil de özünün, ruhunun isteklerini dinlediğinde, sonsuz bir kaynak ile bağlandığını belirtiyor. Sınırlı bilincimiz ve yaklaşımlarımız ile yaşadığımız gerçekliği “yüzde bir” dünyası olarak tanımlarken, “yüzde doksan dokuz”luk bir dünyanın bizi beklediği belirtiyor. Bana gelen e-posta’da Yehuda Berg’in “Tanrı’nın 72 Adı” kitabında yer alan “Yeryüzünde Cennet” ismi yer alıyordu. İçimizde olan ve Işık’a dair olmayan özelliklerimizi fark ettiğimizde, bunların özümüze ait özellikler değil egomuza ait özellikler olduğunu fark ettiğinde, ve yaşamımıza Yaradan’ı, Işık’ı davet ettiğimizde her şeyin mümkün olduğunu bizlere hatırlatıyor.
Bio-enerji hocam Sn. Moshe Abudaram bana yıllardır insanın özündeki gücü ve yetenekleri kavramak konusunda yol gösteriyor. Ve hatırlatıyor “Biz kimseyi iyileştiremeyiz. Sadece kişinin kendi gücünü görmesini sağlayabiliriz. Belki farklı seçenekler sunabiliriz ama ancak o kişi seçeneğini seçebilir. Ya da kapıyı açabiliriz, ama kapıdan geçip geçmemek kişinin kararıdır. İnsana verilmiş muazzam bir yaratma gücü var – hem hastalığı hem de sağlığı.” Neyi seçiyoruz? Seçimlerimizi ve bunun ardındaki nedenleri incelemek bir kendini keşfetme yolculuğu.
Sürdürülebilirlik Ankara’da Sürüyor…
Şubat ayında yine Ankara’daydım. Yazılarımı takip edenler bilirler geçen Ekim ay’ında Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde bir çalıştaya katılmıştım. Şubat ayında, 11-17 Şubat 2008 tarihlerinde ODTÜ’de bu Uluslararası Çalıştay’ın ikincisi gerçekleştirildi. Ben bu çalıştaya katılma fırsatına sahip olduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum. Bir haftayı ünlü Findhorn Ekoköyü’nden Brezilyalı aktivist May East ve İtalya’dan Torri Superiore Ekoköyü’nden gelen Massimo ve Lucilla Candela ile geçirme fırsatımız oldu Ankara’da. Permakültür kavramının da ele alındığı çalıştay bana yaşama dair çok şey düşündürdü. Yaşamın sosyal, ekolojik ve ekonomik boyutlarda sürdürülebilmesi ve dünya yaşamı açısından insanoğlu’nun dünyada varoluşunu sürdürebilmesi için yapılması gerekenleri günlük yaşamımızda ne kadar çok ihmal ediyoruz aslında. Dünya insanoğluna muazzam kaynaklar sunuyor. Bize düşen bunları vicdanlı bir şekilde kullanmak.
Bizler sarf etme, kullanma alışkanlıklarımızı değiştirmediğimiz takdirde, dünyanın artan nüfus ile insanoğluna yetmesi mümkün görünmüyor. Aldığımız ya da kullandığımız her şeye ihtiyacımız var mı? Gereksiz satın alınan ve kullanılmayan malzemelere harcanan kaynakların yerine konması için belki milyonlarca yıl gerekiyor. Permakültür ve ekolojik bakış açısı ileriki aylarda özellikle ele almak istediğim bir konu. Kendimizin ve çevremizdekilerin yaşam kalitelerini artırmak için bizler kişisel gelişim yolunda yürürken, aynı zamanda yaşayabilmek için gereken ana kaynaklarımız için aynı özeni göstermek gerekiyor diye düşünüyorum. “Sizin seçiminiz” diye hatırlattı bize Massimo Candela tekrar ve tekrar. İnsanoğlu seçimlerinin sonuçlarını yaşıyor günahıyla cevabıyla. Ve bir de ısrarla hatırlattıkları bir konuda artık ülkemizinde içinde yer aldığı gelişmiş ülkelerde nüfusun %97’sinin %3’ün yetiştirdiği ürünler ile beslendiği. Ziraat gerçekten çok önemli ve dünya kendini besleyebilme özelliğini gittikçe yitiriyor. Benim ilkokul yıllarımda ülkemizin özellikle ziraat yönünden kendine yetebilen bir ülke olması ile övünürdük; şartlar artık hızla değişiyor.
Hocalarımızın bazı notlarını aktarmak istiyorum: Organik gıdaları tüketmek sağlığımız açısından faydalı. Bunların içinden yöremize yakın yerlerde üretilenleri tüketelim. Yiyeceğin seyahat etmesinin besin değerlerinin azalması yanında, nakliye nedeni ile karbon salınımı nedeni ile zararı oluyor. Mevsimin sebze ve meyvelerini tüketelim ve paketlenmemiş ürünleri tercih edelim. Gıdaların nakliyesi ve paketlemesi en büyük ekolojik ayak izi bırakan unsurlardan. Ve balkonunuzda bir saksıda da olsa, kendiniz için bir şeyler yetiştirin, doğa ile bağlanın.
Evet, belki de bizlerin doğanın bir parçası olduğumuzu hatırlamaya ihtiyacımız var.

Mevlana’nın Misafirleri
17 Şubat 2008 Pazar günün ODTÜ’nün çok özel bir misafiri vardı. Çok yoğun bir kar yağışının ardından şehir sanki uykuda gibi sakindi, ancak ODTÜ’de sabah saat 9’da Kongre ve Konferans Merkezi’nde yağan yoğun kara rağmen önemli bir konuğu dinlemeye gelenler vardı. Uluslararası Mevlana Vakfı’nın ikinci başkanı ve Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin 22.kuşaktan torunu Sn. Esin Çelebi Bayru Mevlana ve Mevlevilik üzerine bir konuşmak yapmak üzere gelmişti. Ben de kendisinin konuşmasını Türkçe’den İngilizce’ye tercüme etme sorumluluğunu almıştım. Hz. Mevlana’nın hayatı ve eserleri benim üzerinde çalıştığım bir konu olmasına rağmen çok heyecanlandığımı itiraf etmeliyim.
Sn. Esin Çelebi Bayru, konuşmasına başlarken dedi ki: “Büyüklerimden şöyle bir söz öğrenmiş idim. Derlerdi ki Velilerden bahsedilen yerlere o Velilerin misafirleri gelir. Bugün burada Hz. Mevlana’dan bahsedeceğiz, demek ki hepimiz O’nun misafirleriyiz.” Ne güzel bir ifade ve düşünüş. Gerçekten de o gün çok huzurlu, dingin ve sevgi dolu bir enerji hâkimdi o salonda.
Sn. Esin Çelebi Hz.Mevlana’nın yaşamı ve eserleri ile ilgili çok kıymetli bilgiler paylaştılar. Bunlara ek olarak önemli bir noktayı da hatırlattı b. Bildiğiniz gibi 2007 yılı UNESCO tarafından “Mevlana Yılı” ilan edilmişti. Bilmediğimiz konu ise bunun bir proje olarak Uluslararası Mevlana Vakfı tarafından UNESCO’ya sunulduğu. Proje sunulmuş ve UNESCO tarafından beğenilerek kabul edilmiş ve Mevlana Yılı kavramı ortaya çıkmış. Sn. Esin Çelebi Hanımefendi bizlere, biz kendi değerlerimizin arkasında durursak bu değerlerin kıymetini duyurmak şansımız olduğunu hatırlatıyor. Ve bu vesile ile ben de sizleri Mevlana hakkında bilgilenmeye davet ediyorum tekrar. Kim bilir belki Mesnevi’nin satırlarında, belki Divan-ı Kebir’in dizelerinde ruhunuzun aradığınız parçalarını bulacaksınız.
Belki de tıpkı Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin söylediği gibi:
“Bir can var canında o canı ara,
Beden dağında ki gizli mücevheri ara,
Ey yürüyüp giden dost, bütün gücünle ara,
Aradığını dışarıda değil, kendi içinde ara.”
Çin’den Arjantin’e … Mısır’dan Fildişi Sahilleri’ne …
Yaşam beni çok küçük yaşlardan itibaren çok farklı ülkelerden, milletlerden, dillerden, dinlerden insanlar ile karşılaştırdı. Kültürlerimiz, alışkanlıklarımız ne kadar farklı olursa olsun özde hiç farkımız olmadığı hep gösterildi bana. Üniversite yıllarda Cornell Üniversite’sindeyken Çin’den Arjantin’e, Avustralya’dan, Ekvator’a, İspanya’dan Bolivya’ya, Mısır’dan Fildişi Sahilleri’ne ve Pakistan’a kadar dünyanın dört bir köşesinden gelmiş arkadaşlarım vardı. Tüm farklılıklarımıza rağmen beraber okumayı, öğrenmeyi, gezmeyi, eğlenmeyi başarıyorduk. Bir üniversite kampüsünde birlik hissini yaşadım ben. Bir de o yıllardan hoşuma giden şey Türk olmanın çok “havalı” bir şey olması idi. Belki dünyada yaşanan olaylar Amerika Birleşik Devletleri’nde bir yabancı olarak var olmayı zorlaştırmış olabilir. Ama esasında insanlar değişmedi. Sadece korkularımız arttı. Korku ve yargıları koşulsuz sevgi ile aşabileceğimize inanıyorum ben. Çünkü ben insanın özündeki iyiye inanıyorum.
Bundan bir süre önce bir ekoloji grubu içinde yazışıyorduk. Kurumların çevreye ve insan sağlığına duyarsızlıkları hakkında konuşurken kurum diye bahsettiğimiz olgunun esasında ne kadar sanal bir şey olduğunu fark ettim. Bir kurumun yaptığı zararlardan ya da dünyayı ve çevreyi olumsuz etkileyen hatalardan bahsederken, esasında bir kurumun öz’de çalışanlarından ve ortaklarından oluştuğunu hatırlayabildim birden. Ve bir umut belirdi içimde. İnsanlar değişirse kurumlarda değişebilir. Ben insanın değişebileceğine, gelişebileceğine, dönüşebileceğine inanıyorum çünkü her geçen gün ben bu değişimleri yaşıyorum. Tüm olumsuzluklara rağmen umut olduğunu hissettiriyor bana bu. Ben insanın içindeki güce inanıyorum.
İnsan ruhu özünü bulmayı istiyor. Japonya’da, Tibet’te, Avustralya’da, Amerika’da ya da Türkiye’de.
İstanbul’da, Edirne’de, Antalya’da, Fethiye’de, Ankara’da, Elazığ’da ya da Samsun’da…
Ve her birimiz, ruhumuzun sesini duyarak onun yolunu izlemeye başladığımızda, hepimizin yolu biraz daha açılıyor.
Karşılaştığım tüm öğretiler bana aynı yönü gösteriyor.
En azından bu bana ısrarla tekrar ve tekrar gösteriliyor.
İnsan ruhu yönünü ve yolunu, özünü arıyor.
__________________________________________________________________
Ayın Onaylaması:
“Mucizeler her gün oluyor. Problemimi çözümlemek için içime yöneliyorum ve İlahi şifayı kabul ediyorum. Ve öyledir.”
Louise L. Hay
________________________________________________________________________
Üstatlardan:
“Yapmaya cesaret edemememizin nedeni işlerin zorluğu değildir. Biz cesaret edemediğimiz için işler zordur.”
Seneca
________________________________________________________________________
Zeynep’in Okuma Tavsiyesi:
“Cesur Sorular”; Yazar: Dost Can Deniz
Labels:
Dingin Savaşçı,
Esin Çelebi Bayru,
Jeff Oliver,
Kabala,
Mevlana,
Moshe Abudaram,
Shumei
13 Mart 2008 Perşembe
Yaratma Cesareti ile Kendini Keşfetmek

2007 yılının Aralık ayında Fethiye’deydim. Mevlana’yı 800. doğum yıldönümünde anma gününde konuşmacı olarak yer almak üzere bir okula davetliydim. Aynı zamanda orada iken Fethiye 21.Yüzyıl Televizyonu için Mevlana üzerine bir program yaptık. Mevlana Celaleddin Rumi’yi anlamaya ve öğrenmeye çalışmak kolay değil. O yaşam yolunda sırtımızı dayayabileceğimiz bir dağ gibi. “Anahtar Sevgi” diyor ve bu gerçekle yüz yüze getiriyor bizi.
Yüksek dağlara kar vardı. İstanbul’da, 7 tepe üzerine kurulmuş İstanbul’da, hep inişler ve çıkışlar vardır, ama heybetli dağları arar gözlerim bazen. Anadolu’daki gezilerimde dağlar beni hep etkilemiştir ve özlerim dağları. Ilgaz’ı, Erciyes’i, ve Nemrut’u. Nemrut Dağı belki gizemli tepe mezarı Kommagene Kralı Antiochos'a ait gizemli Tümülüsü ve bugüne kalabilen heykelleri ile görünenden çok farklı şeyler söyler bana. O Doğu ve Batı teraslarından aşağıdaki ovalara bakmak gerek.
Dağlar tarihten beri insanoğlu’nun kendini bulmak için çıktığı mekânlar. Belki o yüklerde ne kadar küçük olduğumuzu fark ederiz, belki de parçası olduğumuz daha büyük bir düzenin. Hz. Musa’da Sina dağında başlamış yolcuğuna, Reiki’nin ilk hocası, kurucusu Mikao Usui 21 günlük bir dağ inzivasının sonunda enerji ile şifa hakkında bilgilere ulaşmış. Dağların insan ve insan ruhu üzerinde farklı bir etkisi olduğu kesin. Nedeni? İşte bunun cevabını pek bilmiyoruz; belki yükseklerden dünya üzerindeki yaşamın dünya ve evren ile kıyaslandığında ne kadar küçük ve geçici olduğu anlaşılıyor belki de. Olaylara tepeden bakmak denir ya, belki de gerçekten bu bakış açısı bize farklı bir perspektif veriyor olabilir.
Doğadaki dağlar kadar, ruhumuzun derinliklerinde de farklı dağlar var yaşam boyu ulaşmak için uğraştığımız. Bu içsel tepelerde bizlerde kendi özümüzü arıyoruz belki de.
Mevlana’yı Ne Zaman Hatırlamalı?
Ders vermek için bulunduğum okulda alt katlardan bir Ney sesi geliyor. Ney üflüyor biri. Ses ruhuma işliyor. Ney’in sesinde farklı bir gizem var. Kanunu hep sevmişimdir ve piyanoyu da ama ney’de bu âlemden ötesi var sanki. İnsandan üstün ya da insanın kendine dair henüz keşfetmediği yönlerine dair. Ney ise her zaman Mevlana’yı hatırlatır bana.
2007 yılı UNESCO tarafından “Mevlana Hoşgörü Yılı” ilan edilmişti. Peki, 2008 yılına girdik ve Mevlana Celaleddin Rumi’yi sadece 17 Aralık günlerinde mi hatırlayacağız? Mevlana, sevgi ve hoşgörü yaklaşımı ve tüm insanları kucaklayan bakış açısı ile yaşamın anahtarını hala elinde tutuyor gibi geliyor bana. Mevlana Horasan bölgesi’ndeki Belh şehrinden Konya’ya gelinceye kadar ki yolcuğunda ve Konya’daki yaşamı süresince insan olarak bu dünyada yaşamın anlamını ve amacını anlamaya ve öğretmeye çalışıyor, çok farklı hocalar ve gönül dostları ile öğreniyor, paylaşıyor ve öğretiyor. “Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk et. Dünyaya mesafeli ol” diyor. Ve “Gönül aynası saf ve berrak olmalı ki, onun sathında görülecek akislerle güzel suretleri ayırt edebilesin.” Ve yaşamın özünü yansıtan binlerce beyiti gibi şu sözü de ruhumuza sesleniyor: “Bu dünya, yaptıklarımızın yankılanıp yine bize döneceği bir dağdır.”
Yaratmak için Cesaret Gerekir mi?
“Yaratma Cesareti” - Rollo May’in mükemmel bir klasiği. Bazı kitaplar yaşamımızda farklı yerler ediniyor, bu da benim yaşamda olduğumuz ve gitmek istediğimiz yer ile ilgilidir. Yaratma Cesareti benim için çok farklı bir anlam taşıyor. İlk defa 1980lerin sonlarında okumuştum, 20 yıl kadar önce aşağı yukarı. Kitabın Türkçe’ye çevrildiği ilk yıllardı sanırım. Kitabın geçmişi 1970’lerin ortalarına gidiyor oysa. Yıllar sonra, eski kopyasını arayıp bulamayınca yeniden satın alarak okudum bu kitabı. Neden mi? Birçok nedeni var ama bir tanesi neden yapmaktan ve yaratmaktan çekinen bir millet olduğumuzu anlayabilmek için diyebilirim. Konuşmak, eleştirmek konusunda fazlası ile açığız. Her konuda fikir sahibiyiz ama ‘yapmak’ deyince, bir köşeye kaçıveriyoruz genelde. Neden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Yapmanın, yaratmanın ardında kendini kabul etmek ve bu kabul ile yol almak mı yatıyor yoksa?
Yaratıcılık konusunda üstat hocalardan biri olan Julia Cameron’a göre, yaratıcılık öğrenilebilir, geliştirilebilir bir yetenek. Mesela “Yazmak nefes almak gibidir” diyor. “İyi yapmak öğrenilebilir ama esas olan yapmaktır.” Cameron bize kitaplarında defalarca hatırlatıyor ki bir şeyi yapmaya başlamak için çok iyi olmayı beklediğimizde o noktaya neredeyse hiç ulaşamıyoruz. Elimizdekileri kullanarak yapmaya, her ne ise yapmak istediğimiz şey, başlamak gerekiyor. Bu arada ve aynı zamanda yetenek ve bilgilerimize geliştirmeye devam etmemiz tabiî ki gerekiyor, ama bunun başlamaya engel olmaması şartı ile.
Yaratıcılığı Alıştırmalar ile Geliştirmek Mümkün
Yaratıcılığımız geliştirmek için Julia Cameron’un sunduğu çok güzel metotlar var. Ben bu egzersizlerden birkaçını sizler ile paylaşmak istiyorum:
1- Her sabah kalktığınızda el yazısı ile 3 sayfa yazın. Bu sayfalarda duygularınız, düşüncelerinizi, isteklerinizi, söylemek ya da yazmak istediğiniz her şeyi hiçbir yazım kuralına uymak için uğraşmadan içinizden geldiği gibi ve geldiği şekilde yazın.
2- Eğer bir evcil hayvanınız varsa, bir gün için bu hayvanı gözleyin ve fotoğraf makineniz var ise fotoğraflarını çekin.
3- Her hafta, bir gün kendiniz ile bir randevunuz olsun. Bu randevuda yapmayı istediğiniz bir şeyi yapın. Ruhumuzu beslememiz gerekiyor ve bu arzu ettiğimiz şeyleri yapmaktan ve deneyimlemekten geçiyor. Sinemaya mı gitmek istiyorsunuz, bir sergiyi mi gezmek istiyorsunuz, kendinize gidip rengârenk kalemler mi almak istiyorsunuz? Ya da sadece bir kafede oturup gelen geçenleri mi seyretmek istiyorsunuz? Yapın. Dans dersi alın, bir parka gidin, kurabiye yapın ya da pazara gidin. Canınız ne istiyor ise, bir gün, sadece kendiniz ile bir randevunuz olsun.
4- Hayatınızda size gerçekten engel olan, başarınızı ve yaratıcılığınızı küçümseyen, sizi başaramayacağınızı söz ve düşünceleri ile hissettirenler hatırlayın. Bunlar içinden 3 kişiyi ve zamanı detaylı olarak hatırlayın ve yazın. Size engel olan, sizi başarısız bulan kimdi, nerede ve ne zaman oldu, neler söyledi, nasıl engellendiniz ve nasıl hissettiniz?
5- Hayatınızda size gerçekten destek olan, başarınızı ve yaratıcılığınızı destekleyenleri hatırlayın. Başarınıza en çok güvenen ve destekleyen 3 kişiyi ve zamanı detaylı olarak hatırlayın ve yazın. Sizi destekleyen kimdi, nerede ve ne zaman oldu, neler söyledi, nasıl desteklendiniz ya da teşvik edildiniz?
6- Yapmaktan bahsetmek yerine Yapın. Yaptıklarımızın beğenilmemesinden o kadar çekiniyoruz ki o riski almamak için denemiyoruz bile. Kendimiz için yapıyoruz ve yaratıyoruz. Hep bunu hatırlayın.
Yeşil Kartondan Yılbaşı Ağaçları
Yılbaşında İstanbul Akmerkez’de bir sergi vardı. Farklı ilköğretim okullarından öğrenciler çam ağacı formunda kesilmiş kartonları süslemişler. Her biri birbirinden olanca farklı onlarca ağaç vardı. Boyanmış olanlar, örülerek sarılmış olanlar, aklınıza gelebilecek ve gelemeyecek kadar çeşitli şekilde süslenmiş ağaçlar. Çocukların yaratıcılığına hayran oldum. Peki, geçen yıllar ile bizlerin yaratıcılığına neler oluyor? Lise, üniversite, iş hayatı derken ruhumuzun parçalarını bir yerlerde mi bırakıyoruz yoksa?
Julia Cameron’un “İçinizdeki Yaratıcıyı Keşfedin” başlıklı kitabı benim bu konuda en sevdiğim kitaplardan biri. Bizi unuttuğumuz, belki de henüz tanımadığımız yönlerimizle buluşturuyor.
Yaşam’da Yitirdiğimiz Parçaları Bulmak
Bir egzersiz daha paylaşmak istiyorum sizinle. Yaşamımız boyunca, hatta çocukluğumuzdan itibaren kalıpları ile karşılaşıyoruz. “Yapma. Dokunma. Mantıklı ol. Yaramaz Çocuk.” Bunları birçoğumuz duymuşuzdur. Birçok hoca diyor ki, bu duyduğumuz olumsuz kalıplar, bu bizi küçülten düşünceler enerjimizi emiyor. Etrafımızdaki kişiler belki iyi niyetliler ama bizim için neyin iyi olduğuna karar verip buna uymamızı sağlamak için bizi korkuturken, endişeye düşürürken esasında bizim yaratıcılığımızı öldürüyorlar. O zaman biz zamanla kendimizden, isteklerimizden, arzularımızdan, rüyalarımızdan kopuyoruz, kendimizden uzaklaşıyoruz. Parçalarımız farklı zamanlarda farklı yerlerde kalıyor sanki yaşananlar ve duyduklarımızla. Derinlere gömülmüş bizi bulmak için boşluklarını bizlerin dolduracağı bir dizi cümle var. Bunu yapmanızı yürekten öneriyorum:
1. En sevdiğim çocukluk oyuncağım ……..
2. En sevdiğim çocukluk oyunu ……..
3. Çocukken gördüğüm en güzel film …….
4. Sık yapmasam da zevk alarak yaptığım şey ……..
5. Sorumluluklarımı azaltabilseydim …….. yapardım.
6. Çok geç kalmış olmasaydım …….. yapardım.
7. En sevdiğim enstrüman ……..
8. Her ay kendi eğlenceme harcadığım para ……..
9. İçimdeki yaratıcıya karşı cömert davranacak olsaydım ona …….. alırdım.
10. Kendim için zaman ayırmak ……..
11. Korkarım ki eğer hayal kurmaya başlarsam ……..
12. Gizli gizli …….. okumaktan hoşlanıyorum.
13. Mükemmel bir çocukluk geçirseydim, büyüdüğümde …….. olurdum.
14. Çok çılgınca olmasa yazmak ya da …….. isterdim.
Boşlukları doldurun. Bunları bir kâğıda yazın. Size kendiniz hakkında unuttuğunuz neler söylüyor. Bu bilgilerden şu an’da gerçekleştirebilecekleriniz var mı? Gerçekleştirmeyi denemek ister misiniz?
Lütfen geride kalmış parçalarınız ile kucaklaşın; ruhunuzun yaratıcılık rüzgârını esmesi için özgür bırakın, kim bilir ne cevherler keşfedeceksiniz.
Sağlığa Bakış Açısı Değişiyor
Kitap tavsiyelerinden bahsetmişken, bir kitap daha geldi aklıma. Dr. Ender Saraç’ı Ayurveda üzerine olan kitapları, tamamlayıcı tıp metodu uygulamaları ile tanıyor ve seviyoruz. 2007 yılında çıkan kitabı “Ruhsal Gelişim ve Kader” ile Genç Gelişim dergimizde de zaman zaman ele aldığımız farklı konulara yer vermişti. Reiki gibi tamamlayıcı tıp metotlarından Kabala’daki ‘Tanrı’nın 72 Adı’na, ‘Esma’ül-Hüsna’ya kadar birçok farklı konuya da kısa kısa değinmiş. Kitap bir yıla yakın süredir satışta ama bu konular sizler için yeni ise ve bir başlangıç kitabı arıyorsanız okumayı düşünebilirsiniz. Dr. Ender Saraç sağlıkta bütüncül bakış açısının önemini bizlere hatırlatıyor ve dünyada ve Türkiye’de sağlığa bakış açısı bu çizgide değişmeye ve gelişmeye devam ediyor.
*-*-*
Mevlana’nın kısa 4 dizesi ile bitirmek istiyorum:
Vakit keskin bir kılıçtır,
Sufi vakit oğludur,
Yarın demez,
An'ı değerlendirir.
Yaşamınızın her an’ını ertelemeden şimdi dolu dolu yaşamanız dileğiyle.
Sağlık ve sevgi dolu günler hep sizinle olsun.
Sevgilerimle,
Z.
_____________________________________________________________________
Ayın Onaylaması:
“Bağışlıyor ve bırakıyorum. Anlıyor ve biliyorum. Kendi hayatımın yaratıcısıyım.”
R. Şanal
Üstatlardan:
“O kadar küçüğüm ki neredeyse gözükmüyorum.
Bu muhteşem sevgi nasıl içinde olabilir?
Gözlerine bak. Küçükler,
Ama devasa şeyler görebiliyorlar.”
Mevlana Celaleddin Rumi
Zeynep’in Kitap Tavsiyesi:
“Yaratma Cesareti”; Rollo May.H”
20 Aralık 2007 Perşembe
TV Programı: "Mevlana'yı Anlamak"
Zeynep Kocasinan 17.12.2007 akşamı Fethiye 21.Yüzyıl Televizyonu tarafından hazırlanan "Mevlana'yı Anlamak" adlı özel televizyon programında konuk olarak yer aldı ve programda doğumunun 800. yıldönümünde Mevlana Celaleddin Rumi'nin hayatı, eserleri, yaşam felsefesi hakkında bilgiler verdi ve eserlerinden seçtiği beyitleri paylaştı.
19 Aralık 2007 Çarşamba
Mevlana'nın Gözüyle Yaşam
03.Aralık.2007 tarihinde Zeynep Kocasinan, M.U. Ali Sıtkı Mefharet Koçman Meslek Yüksekokulu'nda "Mevlana'nın Gözüyle Yaşam" başlıklı anma gününde, Mevlana'nın yaşamı, eserleri hakkında dinleyicilere bilgiler verdi. Anma gününde Yüksekokul'dan öğrenciler de sema hakkında bilgiler verdiler ve Mesnevi'nin ilk 18 beyiti de dahil olmak üzere Mevlana'nın eserlerinden seçilen beyitleri Ney eşliğinde paylaştılar.
22 Ekim 2007 Pazartesi
Magic of Rumi
“It doesn’t matter that you’ve broken your vow a thousand times.
Still come, and yet again, come.”
Mevlana Celaleddin Rumi
I believe, most of you have heard of the lines above and their author Mevlana Celaleddin Rumi, the poet and Sufi who lived in the 13th century in the city of Konya in Turkey. In Turkish, we call him Mevlana, which means “grand master” in Persian. In the English world, he is widely known solely by the name Rumi.
Mevlana was born in September 30, 1207 in the city of Balkh, in today’s Afghanistan. He was the son of one the great thinkers of the region, Bahattin Veled. And he was a descendant of line of Islamic jurists, theologians and mystics. He was trained first by his father, and afterward many sufi scholars. When they decide to leave the region, either due to the impending Mogol onslought or a disagreement with the Persian Sultan, they travelled to many cities in Persia, the Arap lands and Anatolia. Finally they settled in Konya, which was the capital of the Anatolian Selchuk Empire, in 1228.
After leaving Balkh, Mevlana had the opportunity to work with many dervishes and sufis, such as Ferideddin-i Attar, Muhyiddin-i Arabi. His father, Bahattin Veled, had taught and lectured before coming to Konya and afterwards in various religious schools called medrese. After his father passed away, Mevlana, after receiving further training, also started teaching. He had read depthly in Persian, Arabic, Turkish, Greek and Hebrew.
Later on, in 1244 he met Shemseddin Tebrizi, who was a mystic dervish, and was greatly influenced by his philosophy as well and had a very close friendship with him. It is believed that his view about “love transcending the mind, and that of the science of love being the ultimate knowledge” matured after their studying together. Scholars today liken that friendship to that between Socrates and Plato. After Tebrizi’s death, he worked with other scholars, such as Chelebi Husamettin. For the last twelve years of his life, he wrote one long continuous poem, The Mesnevi, sixty-four thousand lines of poetry divided into six books.
Rumi influenced his period greatly through his philosophical approach to God, love and the universe. He died on December 17, 1273. His tomb is Konya.
For those interested, there are many book available on Rumi in English, Turkish and many other languages. Mine can only be a brief introduction, since his work and influence can hardly be even introduced in a few paragraphs. “Love is all” was his approach to life and God. For him, love was the paramount component of mystic theology. According to Mevlana, love gives the mystic access to all time and space.: “I am a drop that is both a drop and the vast sea.” He believed in the deathlessness of the loving souls, and became a figure of humanitarian enlightenment, of the belief in God’s beauty and the human being as a reflection of that reality. He used music, poetry and sema, which is the mystic whirling of the dervishes, to transcend life and connect with God.
Every year on December 17, the anniversary of Mevlana’s death is celebrated, in Konya and around the world, as the night of his union with the divine. Because Mevlana believed that death was just a union with God, and in such a belief a death could only be a celebration.
His words are timeless. For example, even today, Rumi is the best selling poet in the United States. After over 700 years, his poems still speak to the human soul, of the human soul, as clearly as they did then.
Let’s share with love. Wish you the best, Z.
* * *
Love is the way messengers
from the mystery tell us things.
Love is the mother. We are her children.
She shines inside us, visible-invisible,
as we lose trust or feel it start to grow again.
* * *
I am so small I can barely be seen.
How can this great love be inside me?
Look at your eyes. They are small,
but they see enormous things.
* * *
God only knows, I don’t,
what keeps me laughing.
The stem of a flower
moves when the air moves.
I reach for a piece of wood. It turns into a lute.
I do some meanness. It turns out helpful.
I say one must not travel during the holy month.
Then I start out, and wonderful things happen.
In complete control, pretending control,
with dignified authority, we are charlattans.
Or maybe just a goat’s-hair brush in a painter’s hand.
We have no idea what we are.
* * *
In this Ocean, there is no death,
No despair, no sadness or anxiety.
This Ocean is love, boundless love:
This is the Ocean of kindness and generosity.
* * *
This We Have Now
This we have now
is not imagination.
This is not grief,
Or joy, not a judging state,
Or an elation, or a sadness.
Those come and go.
This is the presence
that doesn’t.
It’s dawn Husam,
here in the splendor of coral,
inside the Friend, in the simple truth
of what Hallaj said.
What else could human beings want?
When grapes turn to wine,
they’re wanting this.
When the night sky pours by,
it’s really a crowd of beggars,
and they all want some of this.
This we are now
created the body, cell by cell,
like bees building a honeycomb.
The human body and the universe
grew from this, not this
from the universe and the human body.
________________________________________________________________________
Affirmation of the Week:
“I am grateful for being alive today. It is my joy and pleasure to live another wonderful day.”
By Louise L. Hay The Author of You Can Heal Your Life.
Suggested Reading:
“The Essential Rumi” By Coleman Barks
The Mesnevi and many other books on Mevlana are readily available in Turkish.
Still come, and yet again, come.”
Mevlana Celaleddin Rumi
I believe, most of you have heard of the lines above and their author Mevlana Celaleddin Rumi, the poet and Sufi who lived in the 13th century in the city of Konya in Turkey. In Turkish, we call him Mevlana, which means “grand master” in Persian. In the English world, he is widely known solely by the name Rumi.
Mevlana was born in September 30, 1207 in the city of Balkh, in today’s Afghanistan. He was the son of one the great thinkers of the region, Bahattin Veled. And he was a descendant of line of Islamic jurists, theologians and mystics. He was trained first by his father, and afterward many sufi scholars. When they decide to leave the region, either due to the impending Mogol onslought or a disagreement with the Persian Sultan, they travelled to many cities in Persia, the Arap lands and Anatolia. Finally they settled in Konya, which was the capital of the Anatolian Selchuk Empire, in 1228.
After leaving Balkh, Mevlana had the opportunity to work with many dervishes and sufis, such as Ferideddin-i Attar, Muhyiddin-i Arabi. His father, Bahattin Veled, had taught and lectured before coming to Konya and afterwards in various religious schools called medrese. After his father passed away, Mevlana, after receiving further training, also started teaching. He had read depthly in Persian, Arabic, Turkish, Greek and Hebrew.
Later on, in 1244 he met Shemseddin Tebrizi, who was a mystic dervish, and was greatly influenced by his philosophy as well and had a very close friendship with him. It is believed that his view about “love transcending the mind, and that of the science of love being the ultimate knowledge” matured after their studying together. Scholars today liken that friendship to that between Socrates and Plato. After Tebrizi’s death, he worked with other scholars, such as Chelebi Husamettin. For the last twelve years of his life, he wrote one long continuous poem, The Mesnevi, sixty-four thousand lines of poetry divided into six books.
Rumi influenced his period greatly through his philosophical approach to God, love and the universe. He died on December 17, 1273. His tomb is Konya.
For those interested, there are many book available on Rumi in English, Turkish and many other languages. Mine can only be a brief introduction, since his work and influence can hardly be even introduced in a few paragraphs. “Love is all” was his approach to life and God. For him, love was the paramount component of mystic theology. According to Mevlana, love gives the mystic access to all time and space.: “I am a drop that is both a drop and the vast sea.” He believed in the deathlessness of the loving souls, and became a figure of humanitarian enlightenment, of the belief in God’s beauty and the human being as a reflection of that reality. He used music, poetry and sema, which is the mystic whirling of the dervishes, to transcend life and connect with God.
Every year on December 17, the anniversary of Mevlana’s death is celebrated, in Konya and around the world, as the night of his union with the divine. Because Mevlana believed that death was just a union with God, and in such a belief a death could only be a celebration.
His words are timeless. For example, even today, Rumi is the best selling poet in the United States. After over 700 years, his poems still speak to the human soul, of the human soul, as clearly as they did then.
Let’s share with love. Wish you the best, Z.
* * *
Love is the way messengers
from the mystery tell us things.
Love is the mother. We are her children.
She shines inside us, visible-invisible,
as we lose trust or feel it start to grow again.
* * *
I am so small I can barely be seen.
How can this great love be inside me?
Look at your eyes. They are small,
but they see enormous things.
* * *
God only knows, I don’t,
what keeps me laughing.
The stem of a flower
moves when the air moves.
I reach for a piece of wood. It turns into a lute.
I do some meanness. It turns out helpful.
I say one must not travel during the holy month.
Then I start out, and wonderful things happen.
In complete control, pretending control,
with dignified authority, we are charlattans.
Or maybe just a goat’s-hair brush in a painter’s hand.
We have no idea what we are.
* * *
In this Ocean, there is no death,
No despair, no sadness or anxiety.
This Ocean is love, boundless love:
This is the Ocean of kindness and generosity.
* * *
This We Have Now
This we have now
is not imagination.
This is not grief,
Or joy, not a judging state,
Or an elation, or a sadness.
Those come and go.
This is the presence
that doesn’t.
It’s dawn Husam,
here in the splendor of coral,
inside the Friend, in the simple truth
of what Hallaj said.
What else could human beings want?
When grapes turn to wine,
they’re wanting this.
When the night sky pours by,
it’s really a crowd of beggars,
and they all want some of this.
This we are now
created the body, cell by cell,
like bees building a honeycomb.
The human body and the universe
grew from this, not this
from the universe and the human body.
________________________________________________________________________
Affirmation of the Week:
“I am grateful for being alive today. It is my joy and pleasure to live another wonderful day.”
By Louise L. Hay The Author of You Can Heal Your Life.
Suggested Reading:
“The Essential Rumi” By Coleman Barks
The Mesnevi and many other books on Mevlana are readily available in Turkish.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)