İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Ithaca etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ithaca etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2017 Cumartesi

29 Yıl Önce

Yaşamda unutamadığımız bazı anlar vardır. Sihirli anlar. Mesela 29 yıl sonra bile tüm renkleri ve bizde bıraktığı hislerle hatırladığımız anlar.

Ben 1988 yılında Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden mezun oldum. Aynı yılın Ağustos ayında Amerika Birleşik Devletleri’ne, mühendislik okumak için Cornell Üniversitesi’ne gitmiştim.  
Okulun birinci ayı bitmek üzereyken yaşadığım bir gün, o günkü tatlı heyecan hep aklımda kaldı.  Ve bu 18 Kasım günü Amerika’daki o gün yine tüm canlılığı ile aklımda tekrar gezindi.  Mutluluk, hüzün ve teşekkürle.

Mezun olduğum okul, Cornell Üniversitesi New York Eyaletinde Ithaca isimli gerçekten doğası da harika olan bir kasabanın  yanında kurulmuş güzel bir üniversitedir.  Akademik başarısı kadar güzel kampüsü ile bilinen üniversiteye burslu olarak kabul edilmem o yıllarda beni Amerika’ya göndermeye belki o kadar da istekli olmayan ailemin bana izin vermesini sağlamıştı. 

Bu yeni macera için bir yandan çok hevesliydim. Diğer yandan ailemden, İstanbul’dan, Türkiye’den uzak olmak kendisini hissettiriyor ve dört yılın bu uzak memlekette nasıl geçeceğini kendime bile hissettirmemeye çalışarak dert ediyordum.  Sonrasında insanoğlunun o muazzam adaptasyon yeteneği ile üniversitedeki odamın, yabancı bir ülkenin bir gün ev gibi hissedebileceğini o günlerde henüz bilmiyordum.

O gün, derslerimin büyük bir bölümü bitince biraz dinlenmek için yatakhanedeki odama dönmek istemiştim.  Yatakhanemiz oldukça büyük bir binaydı. Cornell’deki birinci sınıf kız öğrencilerinin kaldığı, ikiyüzden fazla öğrenciyi barındıran, 1920’lerde yapılmış Gotik tarzda bir binaydı.  Balch Hall taş duvarları, bahçe ve avluları ile Cornell’deki en özgün yatakhane binalarından biriydi.  Benim odamın olduğu bölümün girişinde öğrencilerin kullanımı için bir oturma odası bölümü vardı. Orada da bir televizyon.

İşte o gün, o tarihi binanın merdivenlerinden çıkıp odama geçerken televizyonda bir görüntü gözüme takıldı.  Ekranda bir sporcu vardı.  Ve Türk bayrağı.  Televizyondaki spikerin İngilizce heyecanlı konuşmaları.  

Ekranda Naim Süleymanoğlu’nun görüntüleri vardı. Ben omzumda o günlerde kullandığım mor renkli sırt çantam, orada kalakalmış, görüntüleri ayakta seyrediyordum. 

20 Eylül 1988 günü Naim Süleymanoğlu Seul Olimpiyatlarında silkmede 190 kg’ı, toplamda 342,5 kg kaldırarak Dünya Rekorunu kırıyor ve şampiyon oluyordu. Bu küçük dev adam, dünya ve olimpiyat rekorlarını kırıyor, Türkiye’ye olimpiyatlarda güreş dışında ilk altın madalyasını kazandırıyor, kendi kilosundan üç kat fazla kiloyu kaldırarak bunu yapabilen ilk halterci olarak tarihe geçiyordu.

Sonrasında Naim Süleymanoğu 1988 yılının Ekim ayında Time dergisine de kapak olacak ve benim Amerika’daki ilk günlerinde bir Türk olarak ülkemle gurur duymamı sağlayacaktı.

Naim Süleymanoğlu’nun Türkiye’ye dönüş hikayesini o günü yaşamış olan tüm Türkler gibi ben de tabii ki biliyordum.  Ama uzak bir memlekette, yeni bir yaşama adapte olmaya çalıştığım o günlerde, Cep Herkülü Naim Süleymanoğlu’nun bu özel olimpiyat hikayesi bana azim, dayanma gücü, başarı, inanç ve belki de en çok, imkansız denileni başarmak adına çok farklı şeyler söylüyordu.

Yaşamımızdan insanlar geçiyor. Tanıdığımız ve tanımadığımız. Ve o insanlardan bazıları, yaşamları ile yaşamlarımızı değiştiriyor.   İşte Naim Süleymanoğlu da, insanın yapabileceklerine dair hayal gücümüzün sınırlarını belki de farkında olmadan değiştiriyordu.

*


1992 yılında Dünyanın En İyi Sporcusu da seçilen Naim Süleymanoğlu’nu 18 Kasım 2017 tarihinde kaybettik. Allah rahmet eylesin.  Yaşamında bizlere verdiği ilhamla hep huzurda, ışıklarda olsun.

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Güneş Tutulması...

Her yeni günde bir karar anı vardır.

Bugün ne yapmayı seçeceğim?

Bugüne kadar kaçırdığım fırsatlara mı yanacağım?  Elimdekini alan, beni yaralayan, fırsatlarımı çalanlara kızmaya devam mı edeceğim?  Daha iyisi olabilir diye yakınmaya devam mı edeceğim?

Bugün ne yapmayı seçeceğim?

Babam ben doğduğumda benim şu anda olduğum yaşlardaymış.   Yeni bir canın mesuliyetini aldığı yaşlar benim bu yaşamı boşa mı harcadım diye sorguladığım yaşlar.

Bu yaşamda yapmak istediklerimi gerçekleştirmeye vaktim yetmeyeceği hissine kapılırım bazen. Bir korku alır beni. Bir panik hissi.  Bir atak gibi gelir ve beni sarar.  Bu hissin kaynağı benim düşüncelerim olabilir. Bu hissin kaynağı benim önümü kapatan başka bir enerjinin bende doğurduğu düşünceler, hisler olabilir. 
Yaşamımdaki her olumsuzluğun çıkış noktası benim zihnim olmayabilir.

Yine de her olumsuzluğu dağıtabilme gücü benim seçimlerimde.

Gerçekten üzerimize bazen öyle bir olumsuz enerji gelir ki kafamızı kaldıramayız.  Gün kapkara görünür. Herşey ama her şey karanlık görünür.  Güneş karanlık, dostlar karanlık, gün karanlık, gece zifiri. Böyle anlar var.  Varlar.  Bazen bir şey, bir enerji her şeyi bize karanlık gösterir.  Bazen o her neyse etrafımızdaki her şeyin enerjisini emer. O his gerçektir. Olay gerçektir. Yani bana “Zeynep çık bu olumsuz düşüncelerden,” derseniz, yapamam.  Yapamam. Yapacak enerjim yoktur.  Siz pırıl pırıl güneşi görünce bendeki güneş tutulmasını nasıl anlayacaksınız?  Güneş tutulmaları vardır.

Güneş tutulmaları vardır ve güneş tutulmalarının özelliği - sonsuza kadar sürmezler. Geçerler.  Sadece zifiri güneş tutulmalarında güneşin tekrar etrafı aydınlatacağını unuturuz bazen.  Karanlıkta geçen günler güneşin doğacağını bize unutturur. Hatırlamak zorlaşır. Güneş tutulmalarını değiştiremeyiz. Güneşle, ayla, dünyayla savaşamayız.  İnsan olarak doğamız bu düzenin içinde var olmak.  İşte ruhun güneş tutulmaları da savaşmak için değildir.  Sabretmek içindir.  Beklemek içindir. Geçmesini beklemek için.

Doğduysak bir nedeni var.  Nefes almaya devam ediyorsak göreceklerimiz var. Yaşayacaklarımız ve yapmamız gerekenler var.  Güneş tutulmalarına aldanmadan, kanmadan o izi sürmeye devam etmek için doğduk.  Bu sözleri ezbere kabul etmek zor.  Kim demiş ki?  Doğru olduğunu gören mi var?  Hepsi bizi oyalamak için bir kandırmaca olabilir mi?  Ya aldanıyorsak, ya geçekten güneş kaybolduysa.  Aldanmış olabiliriz, değil mi?

Değil.  Hayat öyle beklenmedik anlarda öyle kapılar açıyor ki, insan olduğu yerde dizlerinin üzerine çökmek ve şükretmek istiyor.  Bu hissi hiç yaşadınız mı?  Öyle bir şey olur ki, ayakta duruyorsunuzdur ve bir anda sanki dizlerinizin bağı çözülür ama daha ötesi sanki bir şey sizi yere çeker. Dizlerinizin üzerine çökmek hatta secdeye varmak istersiniz.  Kimi zaman da yaparsınız.  Nasıl olduğunu anlamadan.  Şükredilecek anlar bir anda gelir. Güneş tekrar bir anda doğar.  Yaşama sevinci bir anda sanki her damlası ile sizi yeniden yaratan bir şelale gibi tüm varlığınızı doldurur. Aniden.

Ben bu dünyaya neden geldim? Neden doğdum?  Artık inandığım gibi neden doğmayı seçtim?  Neden Zeynep, neden Türkiye, neden İstanbul ve Ithaca ve Malatya ve Elazığ ve Fethiye? Neden Çelikhan, neden Şövalye Adası?

Yaşamamız gereken yaşam kolay olmayabilir.   Gerçek mutluluk kolaylıktan çok yapmamız gerekeni yapmış olmanın verdiği muadili olmayan doyumdan geliyor.  Sihrini iliklerimize kadar hissettiren.

Her nefes sonraki an için bir hazırlık, bir kutlama, bir heyecan.  Her nefes yaşam denen macera için.  Nefes olduğu sürece var olan.

4 Haziran 2009 Perşembe

Ithaca'dan Çelikhan'a


Çelikhan’a vardığımızda hava kararmıştı.1992 yılının Ekim ayında akşam olmasına rağmen hava o kadar soğuk değildi. Türkiye’ye döneli daha belki bir ay olmamıştı ama Türkiye içinde babam ile seyahatlerim devam başlamıştı. Önce Kırklareli’ne uzanan yolumuz, oradan Ankara, Kayseri, Hatay derken şimdi Adıyaman’a, Çelikhan’a yönelmişti. Hava sıcak mıydı soğuk muydu tam farkında değildim bir yandan. İlçeye girişte Jandarma arama yapıyordu. Arabadan indik. Nüfus cüzdanlarımız istediler. İlçenin girişi karanlıktı. Babam ve şoförümüz Metin askerler ile konuşuyorlardı. Ben sanki yeni bir filmi izler gibi sessiz kelimelerin sadece seslerini duyuyordum.



Ankara, Kayseri, Hatay’ı ziyareti içeren bir seyahatin son durağı olarak Adıyaman İli’nin Çelikhan İlçe’sindeki Çat Barajı İnşaatı’nın şantiyesine geliyorduk. Esasında benim lise yıllarımda bu işin ihalesini almıştı babam. Ödenek yetersizlikleri nedeni işe inşaatı hala sürmekteydi.
Bu Ekim ayı akşamında, Jandarma kontrolü sonrası tekrar arabaya bindik ve Şantiye’ye doğru yol almaya başladık. Babam on beş yirmi dakikalık bir yolumuz kaldığını söyledi. Ben, Çat Barajı’na ilk defa gidiyordum. Çocukluğumuzdan beri şantiyelere sık sık giderdik, ancak bu bölgedeki terör olayları ve sonrasında da üniversite eğitimi için yurt dışında oluşum nedeni ile bu şantiyeye daha önce gelememiştim. Türkiye’de günlerim bir rüzgâr gibi. Babamın beni iş ile tanıştırma turları hızlı başlamıştı.



Gece şantiyeye vardık. Denizden 1450 metre yükseklikte, dağların arasında, önü kesilecek bir akarsuyun yanı başında, ayrı bir dünyaya uyandım ertesi sabah. Evet, artık iş hayatı başlamıştı. Esasında, gece çok rahat da uyuyamamıştım. Penceremden, şantiye dinamit deposu ve bekleyen bekçiler görünüyordu. Bir de gece yine silahlı bir grup insanı getirmişti askeri cipler. Sonradan bu kişilerin şantiyeyi korumak üzere her gece gelen köy korucuları olduğunu öğrendim. Ve normalde korucuların köylerinden alınmasını ve bırakılmasını bizim Şantiye araçları yapıyordu. Ama babamın gelmesi şerefine, komutanlar kısa bir merhaba demek istemişti. İlçeye girişteki güvenlik araması nedeni ile Şantiye’ye geldiğimiz haberi ulaşmıştı onlara. Doğrusu, arada hala konuşurken ağzından İngilizce kelimeler dökülüyordu. Çat mezrasının yakınındaki şantiyede uyandığım o sabah fark etmiştim - hızlı bir adaptasyon göstermem gereği acil durum haline gelmişti. Dıştan adaptasyonum oldukça başarılı idi. Sinan Kocasinan’ın kızı olarak, her şeyi yapabilmem gerektiğini, yapılması gerekiyorsa yapılabileceğini öğrenmiştim. İnsanoğlu istedikten sonra her şeyi yapabilecek güce sahipti.


Benim dıştan görünen adaptasyonum ve uyumum oldukça iyiydi. Ama sanki tam olarak yaşadığım sahnelerin içinde değildim. Bir seyirci gibi hissediyordum kendimi. Geçen bir ay içinde, ruhum New York’tan, Ithaca’dan gelip henüz Adıyaman’a yetişip bedenim ile bütünleşememişti belki de.


Sabah uyandığımda, babam şantiyede fırtınalar estirmeye başlamıştı bile. Bu adam bu işi nasıl bu kadar iyi biliyordu? Bu işten iyi para kazandığı ya da kazanabildiği anlamına gelmiyordu. O mühendisliği seviyor ve her detayı kafasında bir araya getirebilme gücünü ve yeteneğini taşıyordu. Zaten kendini tanıtırken her zmana: “Ben mühendis Sinan,” derdi. Ne iş yaptığı sorulduğunda da “Biz devlete inşaat müteahhitliği yapıyoruz,” derdi. Hatta bu yüzden yeni tanışanların, babamın işin sahibi Sinan Kocasinan olduğunu anlamaları zaman alırdı.


Babamın bu tarzı hoşuma gider, insanların onun kim olduğunu öğrenince davranışlarındaki değişikliği, şaşkınlığı, toparlanmayı, kimilerinin konuşmalarında değişerek eklenen hürmet ifadelerini seyretmeyi severdi. Ruhlarının yansıması olurdu davranışları. Kimileri ilk andan son ana aynı içtenlik ile yaklaşırken, kimi insanların davranışları Nasrettin Hoca’nın Ye kürküm ye hikâyesini akla getirirdi. nsanlar, gerçek insana bakmayı galiba unutmuştu. Öze kıymet vermenin önemini ve gereğini anlatırdı babam bana. Söylemeden. Göstererek. Babamı seyrettiğimde, insana baktığını görebiliyordum. Şekil ile karar vermiyor, insanı maddi varlığı, eğitimi ve ailesi ile değil, yüreği ve özü ile ölçmeye gayret ediyordu. İşlerini aksatabileceğini bilse bile, yanlış bir şey gördüğünde söylemekten çekinmiyordu. Kendi olmaktan korkmamayı nasıl başarıyordu?


Herkese eşit davranacaksın, saygı göstereceksin. Diploma ile insan olunmuyor. İnsanlar mühendis olunca kendilerini bir şey zannediyor bazen… İnsan olmak mühim. …”


Babamı özlüyorum. 1992 yılının Ekim’inden bu yana çok uzun yıllar geçti. Çelikhan’a ve Çat Barajı’na sayısız seyahatler yaptım. Yine de Çelikhan’ın içinden baraja doğru ayrılan yolda her seferinde biraz buruk biraz tatlı babam ile çıktığım o ilk uzun yolculuk gelir aklıma. Gecenin bir vaktinde bu şehrin girişte önümüzü kesen askerler yabancı gelen bir merhaba demişti bana.

21 Ocak 2009 Çarşamba

Tesadüflerin İzinde Bir Paket



Bazı kitaplar yaşam boyu tekrar ve tekrar karşımıza çıkarlar. Kimileri hep elimizin altında, kimileri ise yıllar sonra karşımıza çıkar.

1988 yılından, Boston’dan bana hatıra kalan bir kitap var: “Az Seçilen Yol”. Yazarı Scott Peck. Üniversite birinci sınıftayken çok sevdiğim bir arkadaşımın ablası hediye etmişti. Ve bugünlerde tekrar karşıma çıkıyor. Daha geçenlerde bir arkadaşım okumamı tavsiye etti, ve ben de tekrar okumam gerektiğini düşünerek aradım kitabı. Hemen değil ama birkaç gün sonra buldum. Bakalım bugünlerde bana ne söyleyecek.

*

Ben çok hızlı okurum. Belki de bu yüzden kimi kitapları ara ara tekrar okurum. Bunu yapma ihtiyacı hissederim; belki ilk defasında kaçırdığım bir şeyler olduğunu hissederim.

Kimi zamanlar da bazı sayfalar, bazı satırlar çağırır beni. Evde, ofis de her nerede ise o kitabı bulana kadar ararım. Mesela, Richard Bach en çok izini sürdüğüm yazarlardandır. O’nun kitaplarının satırlarını sanki bazen ruhum ister.

Richard Bach’ı benim için farklı kılan ne?

Sanki en derinlerime dokunuyor sözleri. Sanki sözleri onun ruhunun derinliklerinden geliyor. Sadece “Martı” da değil; “Bir” veya “Sonsuza Uzanan Köprü” de bana göre içtenlik ve yürekten bir samimiyet ile yazılmış kitaplar.

*



Kitapların yaşamımda önemli bir yeri var, ve yaşamımda çok farklı şekilde varlıklarını bana hatırlatıyorlar.

1993 Mayıs ayında ağabeyimin mezuniyet töreni için Purdue Üniversitesi’ne gidecektim. Ama önce kendi üniversiteme, Cornell Üniversitesi’ne, Ithaca’ya uğramak istedim. Amerikalı bir sınıf arkadaşım o dönemde yüksek lisansını yaptığı için hala Cornell’deydi, ve bir sohbetimiz sırasında o günlerde Victor Hugo’nun ‘Sefiller’ini okuduğundan bahsetti. Ben bu kitabı kim bilir kaç defa okumuştum, ancak içimden tekrar okumak gelmişti.

Bir kitapçıya gittim, ‘Sefiller’i nerede bulabileceğimi sordum, gösterdikleri yerde kitabın altı yedi farklı baskısı vardı. Kitapları aldım, yere oturdum, bir tanesinin kapağı hoşuma girmişti. Üzerinde kitaptaki karakterlerden Cozette’in ve Fransız bayrağının olduğu bir çizim vardı. Kitapların yanında yere oturduğumu, ki bunu nedense kitapçılarda çok yapıyorduk Amerika’da o günlerde, kitabı karıştırdığımı, hatta bir kısmını okuduğumu hatırlıyorum.

En derinlere dokunan bir kitap daha. İngilizce’si Türkçesi kadar etkileyiciydi benim için. Fransızcam bu kitabı orijinal dilinde okuyabilecek kadar iyi değil, ancak bir kitabı ruhunu taşıyarak tercüme edenlere, edebilenlere minnettarım. Yoksa yaşam biraz daha eksik kalırdı bu dünyada herhalde.



Ithaca’da bir kitapçıda yerde oturmuş Sefillerin o kapağında çizimli nüshasını okumaya başlamıştım, sanki durmak mümkün olmuyordu. Aradan 15-20 dakika geçtikten sonra, aniden yerden kalktığımı hatırlıyorum. Bir yere mi yetişmem mi gerekiyordu, onu hatırlamıyorum, ama iyi hatırlıyorum ki, kalktım ve o kitabı diğer baskıları ile birlikte aldığım rafa geri yerleştirdim.

Üniversite’den Türkiye’ye geri dönerken onlarca koli kitabını taşımış bir Zeynep için bir kitabı almak konusunda tereddüt etmek pek normal değildi. Almak da istemiştim esasında, ama işte her nedense almadım.

Bundan birkaç gün sonra Şikago’ya uçtum, İndiana’ya ağabeyimin mezuniyetine gidiyordum. Kendi mezuniyetimden sonra ilk defa geri döndüğüm Cornell’de bir hafta kalmıştım, ama bana yetmemişti. Ayrılmam gerekiyordu; Şimdi Indiana ve Purdue Üniversitesi ile kucaklaşma zamanıydı; yetişecek bir mezuniyet töreni vardı.

*

Ağabeyimin bana güzel bir otelde yer ayarlamıştı. O okurken aynı zamanda üniversite kampusünde öğrenci sorumlusu olarak da görev yapıyor, ve bu nedenle görevi gereği yatakhanede kalıyordu. Bir arabası vardı, ve sanırım Purdue’deki 3. günümdü, akşam ağabeyim dersleri ve işleri bittikten sonra beni almaya gelmişti.

İçeri girdikten sonra “Sana bir paket var Zeynep,” dedi. Elinde oldukça kalın sarı bir zarf vardı.

Zarfın üzerinde gönderenin adı yazmıyordu, ancak el yazısı tanıdık gelmişti. Merakla zarfı açtım. Ve bir an için kalakaldım. Kalın zarfın içinden, bundan 4-5 gün önce Ithaca’da bir kitapçıda yere oturup okuduğum Sefiller duruyordu, üzerinde Cozette’in bayraklı resmi ile.

Sayfayı çevirdim, ve kitabın kapağının içine yazılan notu okudum: “Sevgilerimle, Doğum Günün Kutlu Olsun.” Amerikalı arkadaşım bana, sevdiği kitabı yollamıştı, benim bu kitap ile geçirdiğim küçük maceramı bilmeden. Bir an tesadüfün güzelliğiyle nefesim kesildi. Sanki yaşam bana göz kırpmıştı.

Sonra tekrar yazıya baktım ve başımı kaldırdım, “Yaman” dedim ağabeyime “bugün günlerden ne?” “22.Mayıs” dedi Yaman gülerek, “Haydi kutlayalım, unuttun mu bugün senin doğum günün.”

16 Ocak 2009 Cuma

Aradığımız Yer Aynı




Bir Ocak ayı akşamında Arnavutköy’deki evimde merkezi ısıtma ile ısınan dairemde salonu biraz soğutmak için balkon kapısını açtım. Kalorifer radyatörlerinin bir kısmının vanası bozulmuş, onları ne kapatabiliyorum, ne de kısabiliyorum. Kısa kollu gömleğim ile otururken geçtiğimiz Haziran ayında İskoçya’da Findhorn’da geçirdiğim günler aklıma geliyor. Haziran ortasında havanın 6-7 derece olduğu ve kat kat giyinmeme rağmen üşüdüğüm o yaz günlerini.

İskoçya’ya hazırlıklı gitmiştim, palto, eldiven, atkı, bere ne isterseniz vardı yanımda. Ancak doğrusu kullanacağıma pek de inanmamıştım. Amerika’daki üniversite yıllarımda dört yılımı New York eyaletinin kuzeyindeki Ithaca kasabasında geçirdim, Cornell Üniversitesi’nde. Ithaca’da Ekim ayında yağmaya başlayan kar bazen Nisan ayı sonlarına kadar yerden kalkmazdı. Ancak yazları o kadar güzel olurdu ki. Cayuga Gölü, ormanlar, şelaler. Kış aylarının sanki bitmeyecek gibi görünen griliği yüreğimi karartı bazen.

Cornell’de sabahları duşumu aldıktan sonra derse yetişme telaşında saçlarımı doğru düzgün kurutmaya vaktim olmazdı. Kampus içinde derse varana kadar saçlarım ince bir buz tabakası ile kaplanır ve kıtır kıtır olurdu. Şapka veya bir bere giymek aklıma geldiyse saçlarımın dışarı da kalan bölümler donardı. Ancak hala şaşırırım o yıllarda ne kadar az grip ve soğuk algınlığı geçirdim.

Ithaca’nın soğuk havasından sonra bir kış tatilinde İstanbul’a gelmiştim. Tam evden çıkıyordum, annem “Kızım ne yapıyorsun, aman çorap giy,” diye seslendi. Durdum ve ayaklarıma baktım, hava o kadar sıcak gelmişti ki bana çorap giymeni unutmuştum. Türkiye’de döndükten sonra da bu İstanbul’un bana fazla sıcak gelmesi hali bir süre devam etti. Ancak sonra tekrar eski İstanbul’lu halime döndüm; artık görerek şartlanmak mıdır, bedenin alışması mıdır ama daha sıkı giyinir oldum.

Bu hissi zaman zaman Fethiye’de de yaşarım. Ben hem İstanbul’da hem de Fethiye’de yaşıyorum. Fethiye’de ilk gitmeye başladığım yıllarda İstanbul’a göre o kadar sıcak gelirdi ki gerçekten orada daimi yaşayan arkadaşlarıma göre çok daha ince giyindiğimi fark ederdim. Yani Nisan ya da Ekim ayında Fethiye sokaklarında dolaşan yabancı turistler kadar ince giyinmesem de kendimi yaz ayları için ayırdığım kıyafetlerimin içinde bulurdum. Aradan 3-4 yıl geçti ve bakıyorum kış aylarında Fethiye’ye giderken küçük valizime bir çift eldiven falan koyar olmuşum. Beden mi istiyor, göre göre beyin mi istiyor orasını bilmek zor doğrusu. Ancak özellikle Nisan, Mayıs aylarında Fethiye sokaklarında çok renkli görüntüler olur. Kazakları ve montları içinde gezen Fethiye’liler, ki ben de yerine göre artık bu gruba giriyorum, ve kısacık şort ve askılı t-shirtleri ile gezinen turistler. Eskiden 23 Nisan ve 19 Mayıs tatillerinde güneye indiğim zamanlarda ben de tatile neler götürüyordum acaba?

*
Benim, Findhorn Ekoköyü’ne gittiğimde, ayrıca dört gün Findhorn körfezinin hemen yakınında bulunan başka bir Budist inziva merkezinde kalma şansım oldu, adı Shambala’ydı. Eskiden Findhorn Ekoköyü’ne ait olan oldukça ihtişamlı eski bir binayı devralan Budist bir Alman tarafından işletiliyordu. Findhorn’da daha önce iki yıl yaşamış olan bir arkadaşım birkaç ay önceki son Findhorn ziyaretinde burayı görmüş, ve ben gittiğimde kalmaktan keyif alabileceğimi düşünerek bana önermişti. Gerçekten de sade, sakin, sessiz, huzurlu bir yerdi.

Findhorn Ekoköyü’nde ve hemen yakınındaki bu inziva merkezinde sabahları meditasyon çalışmaları yapılmakta. Her gün farklı hocalar ve tarzlarda yapılan bu çalışmalara isteyenler katılabiliyorlar. Ben bu Budist merkezde kaldığım ilk sabah erken kalkıp çalışmaya katılmıştım. Ancak ikinci sabah belki de hava değişiminden uyanamamıştım. Kalktığımda çalışma çoktan başlamıştı. Hazırlandım, ve iki katlı binan geniş ahşap merdivenlerinden aşağı indim, odalar ile binanın yemek ve meditasyon salonlarını ayıran camlı, geniş ahşap kapıyı açtım, ve bir iki adım atmıştım ki, kulağım gelen seslere takıldı. Meditasyon salonundan “Bismillahirrahmanirrahim” sesleri geliyordu. Bir an durdum, evet sesler meditasyon odasından geliyordu, ve içeride en az 15-20 farklı ağızdan Besmele çekiliyordu, yabancı aksanların tonlamaları ile ve devam ediyordu. Odanın karşısına denk gelen bir berjer koltuk gördüm ve hemen oturdum. Odadan dışarıya sızan Besmeleler devam ediyordu. Ne kadar güzel bir makam ve melodi ile söylüyorlardı. Durmadan tekrar ve tekrar ve tekrar. Sanırım en az 5-10 dakika o koltukta oturarak çekilen Besmeleleri dinledim. Yüreğimi farklı bir huzur ve mutluluk kaplamıştı. Sanki o odadan dışarıya yayılan bir ışık vardı. Derken ses kesildi. Ben koltukta kalakalmıştım. Bitmesini istemiyordum. Bitmesini istemiyordum.

Oturmaya devam ettim. Tahminen beş dakika sonra meditasyon odasının kapısı açıldı, içeriden çoğunluğu İskoçya ve İngiltere’nin farklı yerlerinden gelen, aralarında Alman ve Japonlarında bulunduğu gerçekten de 15-20 kadar kadınlı erkekli bir grup çıktı. İskoçya’da Findhorn Körfezinin her gün büyük bir gelgit ile dolup boşalan Findhorn Körfezi’nin sularına bakan bir Budist inziva merkezinde o sabah çoğunluğu birbirini tanımayan bir grup insan, sevgi adına, İlahi olan adına, dostluk kardeşlik adına beraberce dakikalarca Besmele çektiler. Ben kulağıma çalınan Besmele sesleri vesilesi ile ‘Taizé’ çalışmaları ve şarkıları ile ilk defa o sabah tanıştım. Grup kahvaltı salonuna geçer geçmez ilk yaptığım şey o sabah ki çalışmadan neler yapıldığını sormak oldu.

*
Arnavutköy’de Pazar sabahları kulağıma derinden gelen bir kilise çanı çalınır. Sakin olur Pazar sabahları ve haftanın telaşında duyulmayan sesler hayat bulur.

Evimde piyanomun üzerinde bir seramik heykel var. Annem teyzemi ziyarete gittiğimizde Ankara’dan almıştı benim için. Şems-i Tebrizi imiş çalışmanın adı. Mevlana’yı sevdiğim ve eserlerini ve hayatını çalıştığım için görünce almak istemiş annem benim için.

Aradığımız yer aynı.

Ve ne çok farklı yol aynı yönü gösteren.

Yüreğimizin geçtiği ve ait olduğu yerlere selam olsun.
Ve yolumuz aydın ve açık, sevgiyle.