İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Kader etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kader etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Temmuz 2019 Cuma

Ne Düşünüyorsanız Haklısınız

İstanbul Yeni Havalimanı’ndan Lions 118-R Federasyonumuzun Antalya’daki Lions Uluslararası Gençler Arası Değişim Programının gala gecesine gitmek üzere uçağa binmek üzere kapıda biniş kartımı verdiğimde, kartı alan görevli kimliğim ile kontrol ederken bir iki saniye tereddüt ettikten sonra, “Upgrade oldunuz Zeynep Hanım,” dedi.  Uçuş koltuğumu bir üst bölüme almışlardı.  Görevli memur 18H olan yer numaramı mavi tükenmez kalemi ile 1F olarak düzeltti.  Arka arkaya ikinci uçuşumda koltuğum daha iyi bir koltuk ile değiştiriliyordu ve doğrusu kendimi şanslı hissettim.

Yeni havalimanında yaptığım yedi sekiz iç hat uçuşunda iç hat uçaklarına körük ile değil, hep otobüs ile gitmiştim ve bu defa da öyle oldu. Ancak otobüs ile körükte olan bir uçağa yanaşmıştık. O nedenle genelde yapmak istediğim halde uçağın adını okuma şansım olmadı. Uçağı uzaktan görme şansım olmadığı gibi. 

Uçağa binince business bölümünün girişin sol tarafında olduğunu fark edince, büyük bir uçakta olduğumuzu anladım. Doğrusu 18H koltuğunu aldığımda da bunu anlamış olmam gerekirdi ama doğrusu o aşamada bunu pek de farklı bulmamıştım. Yaz aylarında İstanbul’dan İzmir’e, Dalaman’a ya da Antalya’ya giderken Japonya’ya ya da Amerika’ya uçarken bindiğimiz büyük uçaklar ile karşılaşmaya alışkındım.  Yine de uçağa girince bir farklılık hissettim.  1F’deki koltuğuma yerleşirken daha önce hiç oturmadığım tipte bir koltukta oturduğumu görmek hoşuma gittik. Doğrusu pek yapmadığım bir şeyi yaptım ve hemen koltuğun önündeki ceplerden birinde duran uçağın bilgi kartını aldım.  787-9 yazıyordu.  Yani, Türk Hava Yolları’nın yeni uçaklarından Dreamliner’daydım. 

Kartı aldıktan sonra kalkış öncesi içecek ikramını yapan görevli hostes hanıma uçağın adını sordum. O da biz yolcular gibi uçağa körükten bindiği için uçağın adını göremediğini ama, benim de biraz öncesinde keşfettiğim gibi, yeni Dreamliner’da olduğumuzu söyledi.

Doğrusu keyiflenmiştim.  Yenilikleri severim, bu yeni uçakta olmak da hoşuma gitmişti. Kalkış aşamasına geldiğimizde kabin amiri de ve akabinde pilotumuzda yeni uçağımız Dreamliner’da olduğumuzu anonslarına dahil ettiler.  Kabin görevlilerinde, belki yeni uçak ile bu yolculuğu yapıyor olmamızdan gelen gözardı edilemeyecek tatlı bir keyif hali mevcuttu.

O sırada, yukarı doğru kaldırılan bir paravan ile koltuklarımızın ayrılmış olduğu sol tarafımda oturan yolcunun hosteslerden biri çağırdığını duydum.  Yolcu koltuğunun kirli olduğunu ve uçağın bir süredir havalimanında olmasına rağmen neden doğru düzgün temizlenmemiş olduğundan yakınıyordu. Ben de gayri ihtiyari kendi yerime baktım.  Herşey pırıl pırıl görünüyordu.  


Havalimanından aldığım Türkçe ve İngilizce gazeteleri okurken yemek saati gelmişti.  Güleryüzlü ve yumuşak enerjili hostes hanımın ilgisi ile yemeğimi keyifle yerken yine sol tarafımdaki yolcunun bu defa benim oturduğum koridorda görevli hostes hanıma kumaş peçetesini aramızdaki paravanın üzerinden uzatarak seslendiğini duydum.  “Peçete kirli,” diye seslendi bey.  Doğrusu ben daimi olarak business ya da first class sınıflarında uçuş yapmıyordum ama doğrusu kapalı şekilde gelen kumaş peçetelerin kirli olduğuna da bugüne kadar hiç rastlamamıştım.  

Aklıma bir akşam önce tekrar okuduğum bir kitap geldi.  Ben de düşüncelerimizin yaşamımıza olayları ve insanları çağırdığına, enerjimizin bize uyumlu olayları yaşamımıza davet ettiğine inanıyorum.   Ve yanımda oturan ve aramızda yukarı kaldırılmış paravana rağmen bir şekilde tedirgin ve kaygılı enerjisini hissettiğim bu yolcunun, bu yepyeni uçakta kirlenmiş koltuk ve kirli peçete ile iki aksiliği birden yaşıyor olma ve bu nedenle sinirlenme ve mutsuz olma nedenini düşünmeden edemedim.  Ben kendimi şanslı hissederken, o neler hissediyordu acaba?

Yaşamda ne zaman, nerede olacağımız bizim tercihimiz olabilir. Ya da belki de bizim kader dediğimiz yaşam yolumuzda bir şekilde önceden belirlenmiş olabilir.  Bu yolun ne kadar mutlak hakimiyiz bilmiyorum.  Ama kesinlikle bildiğim şey, yaşamın bize getirdikleri karşısında nasıl davranabileceğimizin bizim elimizde olduğu.  

Gülümseyerek, gülüp geçerek, bağırarak, kızarak, sinirlenerek. Hepsi mümkün.  Ve tüm bu davranış ve duyguları seçmeye sonuna kadar hakkımız da var.  Ancak, günün başında ya da sonunda, bizi daha mutlu hissettirecek, yaşadığımız andan keyif almamızı daha çok sağlayacak olan ne?  Sanırım her zaman olamasa da buna artık daha çok önem veriyorum.  

Ve bunu yapabilmek bazen de yaşamı olumsuz görmeyi ve kızgınlıkla ve şikayet ederek yaşamayı seçenlerden uzak kalmayı da gerektiriyor.  İnsanları tercihlerinde özgür bırakmak ve yargılamamak inandığım yaşam yollarından biri. O nedenle neden böyle davranıyor demek yerine kendi doğru bulduğum şekilde yaşamayı seçenlerle olmayı seçiyorum.  Birlikte olmayı seçtiğimiz insanlar yaşamımızın rengini ve lezzetini belirliyor.

Ben yaşamın bizi mutlu etmek için uğraştığına inanan insanlar ile olmayı seçiyorum.  Sevgiyi, hoşgörüyü, umudu, adaleti, şefkati ve anlayışı seçenler ile olmayı. Çünkü yine yaşamdan yıl aldıkça görüyorum ki, yaşam, biz neyi düşünür ve inanırsak, ona evet demeyi seçiyor.

Sevgiyle kalın.

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Yaşam Yolu Ruhun Yolu

Londra’ya ilk gittiğim çocukluk yıllarımda bu şehri hep çok seveceğimi daha ilk günden hissetmiştim.  Güneşini ve yağmurunu birlikte tattığım, ağabeyim ile yaptığımız kilometrelerce yürüdüğümüz için hayatımda ilk ve son defa ayaklarımın kanadığı ama buna rağmen durmadığım bir kavuşmaydı sanki ilk Londra seyahatim.  Üzerinden otuzbeş, otuzaltı yıl kadar geçmiş olmalı.

Londra bana hep evimde hissettiren bir şehir oldu.  Belki de Türkiye’den sonra en çok evimde hissettiği şehir.  Tabii, aradan geçen yıllar, Dünya’nın her köşesini birbirine daha da çok benzetiyor sanki.  İletişim dünyası keşfetme tarzlarımız kadar düşünsel mesafeleri de farklılaştırıyor.

Esasında belki sadece Londra değil, dünyanın farklı köşelerinde, özellikle bize çok yakın gelen Avrupa’nın bir çok ülkesinde ama bir o kadar da Japonya’ya her gidişimde adeta memleketime döndüğüm hissini yıllar boyunca, anlam veremeden ama beni de mutlu eden bir merakla hep hissettim.  Yurtdışında yaşamayı hiç hayal etmedim.  Üniversiteyi bitirirken bu anlamda bir seçim yapmak zorunda kalarak bir yol ayrımına gelmiş olsam da, yaşam beni hızla Türkiye’ye dönmek üzere beklenmedik zorluklar ve bir o kadar da güzel fırsatlar ile karşıladı.  

Geriye dönüp baktığımda, o yol ayrımlarında, yine de ülkeme dönmeyi seçmiş olduğum için mutluyum.  Yaşamın bana sunduğu yolda, yaşamın sevdiğim ve sevmediğim tüm tatları ve hediyeleri ile mutluyum.  Ve şimdilerde, geçmişimdeki o muhtemel yol ayrılarımdaki diğer seçenekler, pek gölgeli, pek flu ve gerçekten ruhuma pek de uzak görünüyorlar.

Yol ayrımlarındaki seçimlerin bize ait olduğuna inançla geçirdiğimiz belki yüzlerce uykusuz gecenin ve ruhumuzundaki acılı sancılarının, o kadar da gerekli olup olmadığına dair düşüncelerim ise ellinci yaşıma yaklaşırken artık eskiye göre farklı.  

Ve,  bugün, yine bir dönüş yolculuğunda ara ara yapmaktan vazgeçemediğim gibi beni bugüne getiren olayları, insanları, seçimlerimi ve yaşamın benim için yazdığı hikayeyi zihnimde seyrediyorum.  Genelde ihmal etmediğim sabah yazılarım bunu bir yandan düzenli olarak yapmamı sağlasa da yolculuklardaki içe dönüş zamanlarının çok farklı bir tadı, enerjisi ve kuvveti var.  Yolculukları bu kadar sevmenin kuvvetli nedenlerinden biri de bu.

Geçmişte basma kalıp sözler olduğunu düşünmüş olsam da, gerçekten de içimizde gömülen keşkelerin mezar taşları yerine yerine yaşanmışlıkları yara izleri her zaman çok daha iyi geliyor ruhumuza. 


Kaderin yolunun ruhumuzun seçtiği yolla kesiştiği, yaşadığımızı keyifle hissettiren güzel günler, güzel yolculuklar dileğiyle.

19 Temmuz 2015 Pazar

Yeni Yazı Dizisi - Lions Relife Dergisi'nde

Yaşamı, tesadüfleri ve kaderin izlerini takip etmek adına, Lions Relife Dergisi'nin online sitesinde yeni bir yazı dizisine başladım.
Kendi tesadüflerinizi, yaşamın sihirli izlerini birlikte keşfetmek dileğiyle.

http://www.lionsrelife.com/kose-yazisi/tesaduflerin-izi-japonyadan-mi-gecer/

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Güneş Tutulması...

Her yeni günde bir karar anı vardır.

Bugün ne yapmayı seçeceğim?

Bugüne kadar kaçırdığım fırsatlara mı yanacağım?  Elimdekini alan, beni yaralayan, fırsatlarımı çalanlara kızmaya devam mı edeceğim?  Daha iyisi olabilir diye yakınmaya devam mı edeceğim?

Bugün ne yapmayı seçeceğim?

Babam ben doğduğumda benim şu anda olduğum yaşlardaymış.   Yeni bir canın mesuliyetini aldığı yaşlar benim bu yaşamı boşa mı harcadım diye sorguladığım yaşlar.

Bu yaşamda yapmak istediklerimi gerçekleştirmeye vaktim yetmeyeceği hissine kapılırım bazen. Bir korku alır beni. Bir panik hissi.  Bir atak gibi gelir ve beni sarar.  Bu hissin kaynağı benim düşüncelerim olabilir. Bu hissin kaynağı benim önümü kapatan başka bir enerjinin bende doğurduğu düşünceler, hisler olabilir. 
Yaşamımdaki her olumsuzluğun çıkış noktası benim zihnim olmayabilir.

Yine de her olumsuzluğu dağıtabilme gücü benim seçimlerimde.

Gerçekten üzerimize bazen öyle bir olumsuz enerji gelir ki kafamızı kaldıramayız.  Gün kapkara görünür. Herşey ama her şey karanlık görünür.  Güneş karanlık, dostlar karanlık, gün karanlık, gece zifiri. Böyle anlar var.  Varlar.  Bazen bir şey, bir enerji her şeyi bize karanlık gösterir.  Bazen o her neyse etrafımızdaki her şeyin enerjisini emer. O his gerçektir. Olay gerçektir. Yani bana “Zeynep çık bu olumsuz düşüncelerden,” derseniz, yapamam.  Yapamam. Yapacak enerjim yoktur.  Siz pırıl pırıl güneşi görünce bendeki güneş tutulmasını nasıl anlayacaksınız?  Güneş tutulmaları vardır.

Güneş tutulmaları vardır ve güneş tutulmalarının özelliği - sonsuza kadar sürmezler. Geçerler.  Sadece zifiri güneş tutulmalarında güneşin tekrar etrafı aydınlatacağını unuturuz bazen.  Karanlıkta geçen günler güneşin doğacağını bize unutturur. Hatırlamak zorlaşır. Güneş tutulmalarını değiştiremeyiz. Güneşle, ayla, dünyayla savaşamayız.  İnsan olarak doğamız bu düzenin içinde var olmak.  İşte ruhun güneş tutulmaları da savaşmak için değildir.  Sabretmek içindir.  Beklemek içindir. Geçmesini beklemek için.

Doğduysak bir nedeni var.  Nefes almaya devam ediyorsak göreceklerimiz var. Yaşayacaklarımız ve yapmamız gerekenler var.  Güneş tutulmalarına aldanmadan, kanmadan o izi sürmeye devam etmek için doğduk.  Bu sözleri ezbere kabul etmek zor.  Kim demiş ki?  Doğru olduğunu gören mi var?  Hepsi bizi oyalamak için bir kandırmaca olabilir mi?  Ya aldanıyorsak, ya geçekten güneş kaybolduysa.  Aldanmış olabiliriz, değil mi?

Değil.  Hayat öyle beklenmedik anlarda öyle kapılar açıyor ki, insan olduğu yerde dizlerinin üzerine çökmek ve şükretmek istiyor.  Bu hissi hiç yaşadınız mı?  Öyle bir şey olur ki, ayakta duruyorsunuzdur ve bir anda sanki dizlerinizin bağı çözülür ama daha ötesi sanki bir şey sizi yere çeker. Dizlerinizin üzerine çökmek hatta secdeye varmak istersiniz.  Kimi zaman da yaparsınız.  Nasıl olduğunu anlamadan.  Şükredilecek anlar bir anda gelir. Güneş tekrar bir anda doğar.  Yaşama sevinci bir anda sanki her damlası ile sizi yeniden yaratan bir şelale gibi tüm varlığınızı doldurur. Aniden.

Ben bu dünyaya neden geldim? Neden doğdum?  Artık inandığım gibi neden doğmayı seçtim?  Neden Zeynep, neden Türkiye, neden İstanbul ve Ithaca ve Malatya ve Elazığ ve Fethiye? Neden Çelikhan, neden Şövalye Adası?

Yaşamamız gereken yaşam kolay olmayabilir.   Gerçek mutluluk kolaylıktan çok yapmamız gerekeni yapmış olmanın verdiği muadili olmayan doyumdan geliyor.  Sihrini iliklerimize kadar hissettiren.

Her nefes sonraki an için bir hazırlık, bir kutlama, bir heyecan.  Her nefes yaşam denen macera için.  Nefes olduğu sürece var olan.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Sevmek


Sevgi üzerine düşünüyorum. Dedem ve anneannemi düşünüyorum. Ortanca kızları olan anneme Sevgi adını koyarken neler düşünüyorlardı acaba? Zaten 44 yaşında çok genç yaşta ölen dedemi görmedim ama anneanneme de sormadım hiç. Sormak aklıma yeni geliyor. Ve şimdi yine çok geç.

Antalya’dayım. Kendimi Facebook’ta yazarken bulduğum üzere babamın babası olan dedemin alay komutanlığı yaptığı, babamın doğduğu ve halamın öldüğü şehirdeyim. Antalya Lions Kulüplerini Lions 118-R Yönetim Çevresi Genel Yönetmen Ziyaretleri var. Bu kulüplerden bir tanesi olan Antalya Lions Kulübü ile benim dönem başkanlığını yaptığım Fethiye Lions Kulübü aynı bölgeye bağlı. Ben de bu nedenle Antalya’ya gelerek katılmak istedim. Yüreğim istedi.

Antalya her gelişimde şaşırtır beni biraz ve hep babamı hatırlatır. 2004 yılının öncesinde neyi hatırlatırdı doğrusu şimdi bilemiyorum. Babamın yaşamın yeri olan bir şehir olması dışında doğası ile de babamı hatırlatır Antalya bana. Babamın sevdiği bir doğası olduğu için değil. Dağ ve deniz, en güzel doğa, derdi babam ama sanki yüksek heybetli dağlar ve deniz babamı da tarif eder sanki. Antalya gibidir sanki babamın ruhu. Bazen güneşle parlayan çarşaf gibi bir deniz, ama her zaman arkasında yüksek dev ve kuvvetli dağlar. Biraz korkutucu, biraz heybetli, insanı etkileyen dağlar. Dev bir deniz, sakinliği içinde bile kuvvetini unutturmayan bir deniz. Geniş, sınırsız.

Fethiye’de de benzer bir manzara vardır. Fethiye Körfezinde deniz belki aynı sınırsızlık hissini vermez ama geniştir, ferahtır, biraz daha şefkatli görünür belki. Yüksek dağlar Fethiye’nin etrafını sarar, yüksektirler ama aşılmazlık hissini vermezler sanki. Antalya’da doğa büyük insan çok küçük görünür bana. Fethiye’de ise kimi fırtınalı günlerde doğa yüreğimi titretse de sanki yaşam kaldırabileceğim hissini veren bir ağırlıktadır. Babam gibi ben de dağ ve denizi bir arada seviyorum bu kesin. Ruhumn kaldırabileceği dereceleri farklı günlerde farklı olsa da.

Antalya’dayım. Yoğun iş günlerimin arasında bir mola bu iki gün. Bir yandan evraklarım, bilgisayarım yanımda, çalışıyorum. Diğer yandan zihnim farklı dünyalara seyahat ediyor. Farklı yerlerde olmayı seviyorum. Gözümün önündeki manzaranın değişmesini seviyorum.

Farklı şehirlerde farklı Zeynep’ler belirir. Şehirlerin ruhu mu benim ruhumu etkiler yoksa farklı parçalarım ile mi birleşirim bilmiyorum ama farklı şehirlerin aynalarında farklı Zeynep’ler çıkar karşıma. Sanki bunu da severim. Bilmediğim, görmediğim, unuttuğum yönlerim ile karşılaşırım. Bazen beş yaşındaki Zeynep güler odanın içindeki aynadan, bazen yabancı bir bakış şaşırtır beni. Bazen yüzlerce yıldır parçası hissederim içinde durduğum mekânın, bazen adını koyamadığım hisler kaçmak ister kaçamayacağını bilerek. Farklı şehirleri severim ben. Macerayı severim. Babamın da macerayı sevdiğini bilirim, yıllarca Türkiye’nin farklı köşelerinde şantiyelerden şantiyelere koşarken toprağın onu beslediğini bilirim. Antalya’yı sevdiği kadar, dünyanın farklı köşeleri de gezmeyi, bazen bir mezranın kenarında durup arabadan inerek havayı solumayı ne çok sevdiğini, bastığı toprağa sonsuza kadar ait hissettiği, bazen beş yıldızlı bir otelin çay saatinde piyanonun seslerinde ruhunu bulduğunu, Avrupa’nın sanki hepsine ait olduğu hissini veren şehirlerinden bir tanesine gezerken başka bir yere ait değilmişçesine var olabildiğini. Ama ömrünün çok daha büyük kısmını bu ülkenin bilinen ve hiç bilinmeyen köşelerinde geçirdiğini.

Babamı özlüyorum. Çok. Bir yandan ulaşılamayan diyarlarda. Bir yandan hemen yanı başımda. Neredeyse her zaman. Babamı özlüyorum. Ve ayrılık derin bir acı olsa da özlemek de güzel. Özleyebilmek.

Antalya’dayım ve yüreğim sevmek istiyor. Güneşle parlayan, sonra bir anda bulutlanan, tekrar açılan, parlayan ve kararan gökyüzü ile Antalya’yı sevmek istiyor mesela. Şu anda Antalya’da olmayı sevdiğim kadar. Aynadaki sanki babamın gözlerinden gördüğüm Zeynep’i sevmek istiyorum. Günahımla sevabımla. Bilmeyerek yaptığım hatalar geliyor aklıma. Ve merak ediyorum bilerek yaptığım neler var.

Karşıma çıkan bir insana sevgi ile bakabilmek bir hayal mi düşünüyorum bazen. Yoksa tek gerçek mi? Karşıma çıkan her insanın kaderimde yazılı olduğuna inanıyorsam eğer hepsine beni sevdikleri için razı olmadılar mı benim yazımda yer almaya?

Antalya’da cesur hissediyorum nedense. Kendimle yüzleşmek için yeterince kuvvetli. Kendime sabırlı, kendime şefkatli ve hoşlanmadığım resimlerime bakmaya hazır.

Yarın İstanbul’a kalkacak uçağım beni hangi duygu hallerine taşır bilmiyorum ama bugün için zamanın dakikaları olmam gereken yerde olduğunu hissettirecek kadar yavaş ilerliyor. Nefes alıyorum veriyorum. Alıyorum, veriyorum. Sanki dört bir tarafa dağılmış parçalarım bugün birleşebiliyor. Yanımdaki sessiz fısıltı “Hoş geldin kızım”, diyor. Yok, daha çok “Seni seviyorum kızım,” diyor. O ses belki bana hep sesliyor. Ruhum bugün uzun zamandır olmadığı kadar çok yaşama, babama ve bu şehirdeki zamana şükrediyor.



1 Haziran 2009 Pazartesi

Sizin Ruh Eşiniz Nerede?


Üstat Moshe Abudaram ile sohbetimize farklı bir konu ile devam ediyoruz. Bu defa ağırlıklı olarak ruh eşi kavramı ve yaşamımızdaki yeri üzerine konuşacağız.

*

Zeynep Kocasinan: Bir ruh eşimiz olup olmadığı, hayatımızı paylaşabileceğimiz mükemmel bir partnerin, bir eşimizin var olup olmadığı bizim hep sormak istediğimiz bir soru oluyor. Bu defa ‘ruh eşleri’ konusuna değinsek ne dersiniz?

Moshe Abudaram: Neden olmasın. Hep söylüyorum. Yine diyeceğim. Sormazsan nasıl bileceksin? Sormaktan ne kadar çok çekiniyoruz. Özellikle Türkiye’de. Bildiklerimle cevap vereceğim. Bilebildiklerimle.

Ben biliyorsun ki ben, sen sormazsan cevap veremem. Bir kişi bir şey sorduğunda bir anlamda cevaba hazırdır. O nedenle ben ancak soru sorulduğunda cevap verebilirim. Aksi takdirde, kişinin yaşamına karışmış olurum. Bu esasında herkes için geçerli. Bir insana yardım amacı ile bazı şeyler yapıyoruz. “Yardım etmeliyiz,” diyoruz. Peki, o kişi bizden yardım talep etti mi? Etmediyse burada bir sorun var demektir. O zaman biz, bizi aşan şeylere karışıyoruz demektir.

Şimdi ‘ruh eşi’ ne demek? Öncelikle, böyle bir şey var. Bunu bilelim. Ruh eşleri bir gerçek. Doğal bir şey. Yani ille de aşk hayatı ile ilgili değil bu. Enerji dünyasının bir gerçeği. Ancak konu üzerinde çok bilgi yok yazılı olarak. Artıyor.

Dr. Brian Weiss hipnoz ile çalıştığı hastalarında - geçmiş yaşamlarına götürdüğü hastalarında, bazılarının hikâyelerinin benzer olduğunu görür. Birbirlerine çok yakın olduklarını tespit eder. Bu kişilerin ruh eşleri olduğu kanaatine varır. Bunu yazdı. Neden Brian Weiss’tan bahsettim? Bu konuyu bir doktor, bir psikiyatrist olarak ele almış, yazmış. Bu nedenle dikkat çekti.

Enerji çalışmalarında bunu görebiliyoruz ve tespit edebiliyoruz.

Bir şifa çalışmasında kimi zaman kişinin ruhunun diğer yarısını çağırırız ve kişinin enerjisi ile diğer yarısının enerjisini birleştirdiğimizde, çok büyük açılımlar mümkün. Bu aşamada insan birlik hissi yaşar. Tam olma hissi yaşar. Bütün olur. O zaman iyileşme mümkün ve hızlı olur.

Enerji itaatlidir, çağırdınız mı gelir. Ancak niyetiniz hayırlı ise gelir ve kalır. Eğer değilse, hemen gider.

Ben günü bize verilenler ile mutlu olarak yaşamanın hedef olduğuna inanıyorum. Ruh eşimizi bulmak için yaşamı ve insanları bir kenara itmeyi doğru bulmuyorum. Ruh eşiniz karşılaşmanız yazılı ise zaten karşınız çıkar.

Her yaşamda ruh eşi ile bir araya gelinmez. Doğmuş olabilir, doğmamış olabilir. Ruh eşi bizim karımız kocamız olacak diye bir şey yok. Anneniz de, torununuz da, komşunuzda ruh eşiniz olabilir. Ya da dünyanın farklı bir köşesinde siz varlığını bilmeden yaşıyor olabilir. Karşılaşma zamanı geldiyse, karşınıza çıkar.

Mesela sen Mevlana ile ilgileniyorsun. Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Şems-i Tebriz - bu ruhların farklı bir yakınlığı var. Ruh eşi kavramı var. Ruh ikizi kavramı var. Hedeflerin birliği, yaşam, ruh amaçları birliği var.

ZK: ... Şimdi tarihten söz edince, birşey daha sormak istiyorum. Kanuni Sultan Süleyman ve Mimar Sinan’ın da ruh eşleri oldukları söyleniyor. Hatta bir Türk romancının bunu esas alarak yazdığı güncel bir roman var.

MA: Enteresan bir tespit. Bakıyorum. Gerçekten de Kanuni Sultan Süleyman ve Mimar Koca Sinan bir bütünü, birliği, benzeri tarif ettikleri için yaşamlara sığması mümkün görünmeyen şeyleri başardılar. Sinan ve Kanuni hakkında onları ruh eşi diye tarif etmiş. Doğru birşeyler tespit etmiş. Bunu ruh ikizleri diye tarif etmek belki daha doğru olurdu. Ruh eşi ve ruh ikizleri kavramları biraz farklıdır, ama genel olarak doğru.

ZK: Bir Marc Cohn şarkısıydı sanırım, yaşlı bir çiftin el ele kol kola sevgiyle bakışmalarını anlatan bir şarkı vardı. Ruh eşlerinin yaşadığı bir şans sanırım bu. Bu buluşma imkânsız değil ama zor herhalde. Yani ruh eşleri eğer buluşurlarsa bağlar çok çok kuvvetli oluyor sanırım. Biraz daha aktarmanızı istesem?

MA: Çok şarkı var diğer yarımızı aramak, bulmak üzerine. Mutlu hissetmeyi ertelemek pek de anlamlı gelmiyor bana. Bugün gidince geri gelir mi? Hayır. O zaman yaşamaya devam etmeliyiz? Yarın için değil. Bugün yaşamalıyız. Yarına ertelemek, yarını ve bir insanı beklemek insanı mutlu etmez. Edemez.

Neden mi bahsediyorum? Belki kimileri biliyor.

Sevgiye açılmak için neler yapmalıyız? Neler yapıyorsunuz?

Hayatınızda sevgiden bahsediyor musunuz? Sevdiklerinize söylüyor musunuz? Kötü şeyi söylüyoruz. Sevgiye gelince - aman dur çocuğu şımartma. Aman canım söylenir mi şimdi deyip söylemiyoruz.

Mutla olmak üzerine okuyorsun. Ya sonra? Yarın uyandığımda günümü daha iyi geçirebilmek için ne yapabilirim? Bunu yaşamazsan bilmek işe yaramaz.

Yerini bilmediğimiz bir ruh eşini aramak değil, bulduğumuz sevgiyi fark etmek, kıymetini bilmek lazım.

Eğer bir insan ruh eşini bulur ve bir çift olarak bir araya gelirlerse - gerçekten aralarında muazzam bir bağ olur. Çok yaşlı ama ele ele tutuşarak parkta oturan birbirinin gözlerinin içine bakan çiftler görürüz. Muhtemelen onlar ruh eşleridir. Koparılması çok zor bir bağdır bu.

Ve birinin hayatı sona erdiğinde, diğerinin uzun süre tek başına yaşaması kolay değildir.
Ama ruh eşinizin, yaradılışta ayrıldığınız ruhunuzun diğer yarısının eşiniz, karınız, kocanız olabilecek bir yerde, yaşta, cinsiyette karşınıza çok nadir olacak çıkacaktır.

Kim olduğunu bilsen de bilmesende o kişiye - o enerjiye sevgi gönderebilirsin. Her nerede ise o bilmese de ruhu bilecektir.

Ruh eşin ile bir araya gelemezsen yarım kalmıyorsun. Bir de böyle bir düşünüş var.

Yarımların birleşip tam olması. Bu doğru bir şey değil.

Evet bir ruh iki ayrı kutubun birleşmesidir esasında ve yaratılışta ayrılmıştır. Ve bu çekim yaşam gücü verir. Yarım değilsiniz, siz tamsınız. Bulamazsan yarım kalmıyorsun.

Ama eğer yaşamda buluşmak varsa, bu yarımlık hissi gelebilir. Ruh eşlerinin bir araya gelmesi - muazzam bir bütünleşmedir. İnsanı tamamlamaz, başka bir seviyeye taşır. Günümüzde bu enerjilerin farkında olanlar var, artıyor.

Derin ve çok yoğun duygular ile aşık olduğunuz her kişi ruh eşiniz değil.

Bu yaşamda mutlu olmak için ruh eşinizi bulmanızda gerekmiyor.

ZK: Ben anlattığınız kadarı ile dinliyorum bu konuyu. Bir konuşmanızda kanser ve ruh eşleri kavramı arasında bir bağ olduğundan bahsetmiştiniz. Bunu paylaşmamızda bir sakınca var mı? Bana gerçekten ilginç geldi. Çünkü tamamlayıcı tıpta kullanılan bir enerji metodu olarak karşımıza çıkıyor. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?

MA: Kazalar, geçirilen kaza ile ölümler ruh üzerinde bir sıkıntı yaratır. Ani bir olay ile bu bedeni ve dünyayı geride bırakmak üzere zorluk yaşayabilir bir ruh. Eğer bu ruhun diğer yarısı, yani eşi hayatta ise – dünyada her nerede ise – ölen ruh yaşayan ruh eşinin bedenine enerjisel olarak yapışarak bir anlamda dünyada varlığını sürdürmeye devam edebilir. Her zaman değil. Ama bu olur. Halen bedenli olan ruh yarısı için bu kolay bir durum değildir. Ve vücutta bir erime ve bozulma meydana gelir. Nedeni anlaşılamayan problemler başlar. Bir kişinin enerjisi ve bedeni adeta iki kişiyi beslemektedir. Bu nedenle oluşan kanser vardır.

Kanser toplumda “amansız hastalık” olarak adlandırılıyor, çaresi olmayan ve zor bir rahatsızlık olarak biliniyor, algılanıyor. Hastalıklar ve nedenleri de uzun bir konu, ama kısaca söylemek gerekirse kimi vakalarda tedavi o kadar zor olmayabilir. Ben enerjisel olarak kanser vakalarından o kadar çok çekinmem. Tamamlayıcı tıp uygulayıcıları olarak çok daha büyük bir yüzde ile destek olabiliyoruz kanser hastalarına. Çok farklı nedenler var, yaşamdan farklı nedenler ile bıkanlar ve zamanı gelmese de gitmek isteyenler var. Zaman gelmediyse gitmek de kolay değildir.

Şeker hastalığı diğer yandan biraz daha zorlu. O nedenle direkt şeker almamaya dikkat etmek gerek. Beyaz şeker kullanmayın. Esmer şeker kullanırken de dikkatli olun. Maalesef boya karıştırılmış beyaz şekerin esmer şeker diye satıldığı oluyor. Tatlı yemek yerine meyve yemeyi tercih edin. Esmer ekmek yemeye çalışın. Beyaz ekmek fazla işlem gördüğü için özelliğini yitiriyor. Konuyu biraz dağıttım sanırım ama biliyorsun Zeynep konu konuyu açıyor.

ZK: Akışla gitmeyi ben de seviyorum. Lütfen siz geldiği gibi devam edin. Zaten müsaadenizle fırsat oldukça farklı konulardaki görüşlerinizi almak istiyorum.

MA: ‘Öğrenci hazırsa öğretmen gelir.’ Klasik bir sözdür ve doğru. Yani öğrenmek isteyen mutlaka hocasını bulacaktır. Cevap her yerden gelir. Televizyondan gelir, radyodan gelir, bir şarkıdan gelir. Bir kitap karşınıza çıkar tesadüfen. Tesadüfen yıllardır görmediğiniz bir arkadaşınızı görürsünüz. Tesadüf diye şey varsa eğer.

Hayatta tesadüf diye bir şey yoktur. Tesadüfleri oldukları işaretler olarak algılamak lazım. James Redfield’ın “9 Kehanet” adlı kitabını öneriyorum. Yaşama enerji akışları açısından bakmamızı sağlıyor. Hem tesadüfleri ele alıyor. Kuantum kavramı üzerine de güzel kitaplar var. Kuantum tesadüfe farklı bakış getirir. Yaşama bakış açımızı genişletmek lazım. Görünen ne, göremediğimiz ne? Bir yandan şimdiyi, bugünü yaşamalıyız.

Çünkü enerji olarak bize, yaşam enerjisi günlük olarak verilir. Her gün bize yeni günün enerjisi verilir. O yüzden bazen ertesi güne baktığımızda, “Kaldıramayacağım” deriz. Çünkü yarını bugünün enerjisi ile kaldıramayız. Bu gerçekten mümkün değil. Yarın ancak yarının enerjisi ile yaşanabilir, kaldırılabilir.

Ben geleceğe bakmayı,geleceğin ne olacağını net olarak bilmek anlamında sevmem. Yani bildiğimiz bir geleceğe uyanmak kavramını sevmiyorum. Gelecek bir anlamda bugün şekillenmek olduğundan bilinemez. Ancak, bir yandan da yazılı. Bunu da biliyorum. Yani gelecek, geçmiş ve şimdi esasında bir CD’de olduğu gibi yazılı. Ancak bizlerin 5 duyulu, 3 boyutlu dünya yaşamında bunu algılayabilmemiz için sırası ile yaşamamız ve izlememiz gerekiyor. Bu dünya realitesi. Senin bana sorduğun gibi “bu yeniden yazılabilir bir CD olamaz mı?” Kader, yazı dediğimiz boyutta birçok şey belirli esasında. Ancak doğmanda önce planladığımız yaşamı, yaşıyor olmak plan ile olan arasında bir ihtimal dünyasını yaratıyor.
Düşüncelerimiz olayları yaratıyor. Sözlerimiz olayları yaratıyor. Bazen olacak olanı algılıyoruz; bazense biz yaratıyoruz.

Kolay kavramlar değil.

ZK: Kader kavramı benim zorlandığım bir konu ve itiraf etmeliyim birçok arkadaşımın zorlandığı bir konu. Kader ile neyi tarif ediyoruz? Yazılı olan ne? Değişebilen ne? İlk defa konuştuğumuz bir konu değil bu ama, bu konuda çok soru geliyor. Sormak da kolay değil.

MA: Neden? Soru cevabı açar.

Mesela her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu kabul etmek zor mu?

Bence çok daha güvenli ve huzurlu bir kavram.

Bakıyorum içinden sorular geçiyor ve sormuyorsun Zeynep. Sormazsan nasıl bileceksin?

ZK: Yapmayın soru sormayı severim ben. Evet, bazen sormaya çekiniyorum. Hani oraya girmesem diyorum. Yani cevaplardan çekinmek olabilir. Şimdi çok değil, ama yok da diyemem size.

MA: Bu da ayrı bir kavram. Bazen bana bir soru sorarlar. Ve derim ki “Bu sorunun cevabını duymaya hazır mısın?” Genelde bizler soru sorduğumuzda esasında duymak istediğimiz cevabın söylenmesini arzuluyoruz. Oysa evet,-hayır sorusunun iki muhtemel cevabı var – evet ya da hayır. O yüzden sorarım, “Her iki cevabı da duymaya hazır mısın?” diye. O zaman bazen gerçekten de kişi sormaz sorusunu. Çünkü cevabı duymaya hazır değildir.

Esasında korkacak ne var hayatta? Her şey olması gerektiği gibi oluyor. Korktuğumuz onca şey esasında hiç olmayacak. Boşuna aylarca, yıllarca korktuğumuzu göreceğiz. Korkumuz ile hayatımıza düşük frekanslı enerjileri davet etmiş olacağız. Sevgi, mutluluk ve sağlığın yüksek enerji istediğini söylememe gerek yok herhalde. Düşünce enerjini yüksek tut beden enerjin yüksek olsun, sağlıklı ol.

ZK: Başka bir şey sorayım. İlişkilerimizde doyum ve mutluluk yaşamak için bu bilgilerden nasıl istifade ederiz?

MA: Öncelikle yaşamı olduğu gibi kabul etmemiz gerekiyor. Aksi, bu arada istesek de mümkün değil. Yaşam olduğu gibi akıyor ve her şey olması gerektiği gibi oluyor. Yapın, gidin, çalışın. Yanlış anlaşılmasın. Ben kader ile kendimizi bırakmayı anlamıyorum. Sonuçlar ile ne kadar ilgilisiniz, bunu soruyorum.

Bir yolu seçtiniz ve aksilik ardı arkası kesilmeden devam ediyor. Ama siz karar verdim, diyorsunuz. Devam diyorsunuz. Bakmak lazım. Aksilik neden. Bu aksilik “dur” diyor da olabilir, “farklı bir şekil bul ve daha hızlı devam et” diyor da olabilir.

Yaşamda işaretleri takip etmek mutluluk getiren yolu görmeye yarıyor. Mutlu olmayı hedeflemek. Mutlu olmayı seçmek gerekiyor.

ZK: Çok teşekkür ediyorum ve kaldığımız yerden devam etmek üzere diyorum.

MA: Ben de sana teşekkür ediyorum. İstediğin gibi faydalı olasın diyorum.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Gecenin Sessizliğinde Tesadüflerin İzi



Bugün bir avukata bir konuyu danışmak için gitmem gerekti. İlk defa tanışacağım bu hanıma haksız yere uğraşmak zorunda kaldığım bir konu ile ilgili yardım almak için gidiyordum.

Kapıyı çaldım, kapıyı tesadüfen avukat hanım bizzat kendi açtı ve odasına buyur etti. Masasının karşısındaki koltuğa oturmadan önce yerdeki halı gözüme takıldı. Olabilir miydi? Yerdeki halı, benim Fethiye’deki evimin salonundaki halının tıpatıp aynısı idi. Şimdi bu o kadar enteresan gelmeyebilir, ama halının özel bir desen ve renkte el dokuması bir halı olduğunu söylesem?

Kendimi tutamadım ve avukat hanıma söyledim. O’da “Evet biz bu el boyaması halılara meraklıyız” dedi. Eşinin Kayseri’li olduğundan bahsettiği ve Kayseri’de Yahyalı halılarının da meşhur olduğundan. Nasıl bilmem, Rahmetli Babam Devlet Su İşleri Müteahhit’i olarak Yahyalı’da ‘Ağcaşar Barajı’nın inşaatını yapmıştı. Ben de Kayseri ve Yahyalı’ya uzun yıllar bu iş vesilesi ile gittim. Tesadüf.

Derken “Siz Fethiye’den bahsediyorsunuz, orada mı yaşıyorsunuz?” dedi hanım. “Biz de ileride orada mı yaşasak diye düşünüyoruz” demez mi? Yıllardır Fethiye’ye tatil için gelirlermiş. Nereden nereye.

*

Ben tesadüflere inanırım. Hatta kuvvetli işaretler olduğuna inanırım. Beklenmedik anlarda ortaya çıkan bu sinirli an’ların yaşamımızda belki olmamız gereken yer olduğumuzu bir işareti olduğunu dahi kabul ederim.

Avukata danışmak üzere gittiğim konu tamamen haksız olarak uğraşmak olduğum bir konu. Ve “bu neden oluyor, neden bu haksızlığa uğruyorum” diye haftalardır düşünüyorum. Birkaç gecem de uykusuz geçti doğrusu.

Yaşamda düşüncelerimiz ve davranışlarımız ile bazı şeyleri hayatımıza davet ettiğimizi kabul ediyorum. Bazen başarıdan korkarak kendimize çelme taktığımız olur. Bazen sevgiden korkar ve bizi sevenleri biz hayatımızdan uzaklaştırırız. Bunlar mümkün, oluyor ve kabul ediyorum.

Ancak, kimi an’larda, sanki tüm detayları önceden belirlenmiş oldukları hissi beni ürpertir. Bunu hissetmem için özel bir olay yaşıyor olmam gerekmez; sadece o an özeldir.

Bir eğitim projesi vardı üzerinde uzun yıllar çalıştığım. Çok inandığım bir projeydi ve yüreğimin derinlerinde yapılması gereken bir şey olduğunu biliyordum. Maddi manevi çok imkânımı ayırmam gerekti, çok zaman ayırmam gerekti. Aradaki sürede farklı kesimlerden gerçekten faydalanabilecek insanlara çok güzel hizmetler de verdik, ancak yine de bir türlü olması gereken yoğunluğa ulaşmıyordu. Hayır duaları edenler oluyor, çok insan teşekkür ediyordu. Projeyi sonlandırmak gerektiğine karar verene kadar bu birkaç yıl böyle devam etti. Çalışmanın yapıldığı mekânı boşaltmamızdan birkaç hafta önce bir danışanı beklerken camdan İstanbul’un akşam manzarasını seyrederken içimi garip bir huzur sardı.

Zaman sanki donmuştu, muazzam bir netlik vardı sanki. O an için sanki başka bir yerde olmam hiçbir şekilde mümkün değildi. Sanki varlığımın evrende tek bulunabileceği mekân o salonda pencerenin yanında o noktada durdum; ve uzaktan ve yukardan İstanbul Boğaz’ını, Taksim’den Kadıköy’e manzarayı, Kız Kulesi’nin bu kadar uzaktan çok da parlak görünmeyen ışıklarını seyrettim. Ve o an’da o proje için yaptığım hiçbir şeyin başka türlü olamayacağını, her şeyin gerçekten olması gerektiği gibi olduğunu sanki bedenimin her hücresinde hissettim. Ne kadar mükemmel bir tamlık hissi bu.

*

Ben bugün o avukat hanımın ofisine girdiğim de ve yerdeki halıyı gördüğüm an’da da bir şey oldu.

Düşüncelerimin gücünün farkındayım. Ve yüreğimin arzularını dinlediğimde ve o sesi takip etmeye kendimi adayabildiğimde yaşamın benim için daha da yaşama değer olduğunun da.

Ancak hayatın beklenmedik an’larında karşıma çıkan kimi zaman o ‘tesadüfler’de kimi zaman o mükemmel ‘tam olma halleri’nde bir sihir olduğuna da kabul ediyorum. Olmam gereken zaman da, olmam gereken yerde ve yaşamam gerekenleri yaşamakta olduğuma dair.


Yine bir İstanbul akşamı’nda bu defa İstanbul Boğazı’nda, boğazın karşı yakasında aydınlatılmış olan Kuleli Askeri Lisesi’ni seyrediyorum. Boğaz gece süzülen karanlık gemiler dışında sakin. Ve yüreğim bir sonraki sahneyi heyecan ile bekliyor.

Z.

22 Ekim 2007 Pazartesi

Yaşam Bizi Çağırıyor - Duymaya Hazır Mıyız?

“Kader” nedir? Yaşamımız bu dünyada nasıl şekilleniyor? Bu dünyaya gelişimizde bir amaç var mı? Her gün karşımıza çıkanlar ile baş edebilecek gücümüz var mı? Zorluklar ile uğraşmak yaşama katlanmak mıdır? Peki, ya gerçekten yaşayacaklarımız yazılıysa? Ya da bize verilen adım adım yaratma gücü müdür? Geçmiş, şimdi ve gelecek bir çizgi olarak mı akar, yoksa her şey bir an’da mı saklıdır? Cevapları kim bilecek? Bize yolu kim gösterecek?

Zaman Nedir?
Örneğin, Einstein’ın rölativite yani izafiyet teorisine göre her şey bir aradadır. Geçmiş, şimdi ve gelecek bir anlamda paralel katmanlarda, aynı “zaman” içinde, aynı an’da var olmaktadır. Oysa “zaman” kelimesini bizlerin genelde kullanışı ise sıralı bir akışı, önce ve sonra kavramlarını içerir.

Benim bio-enerji hocam Moshe’nin tarifine göre ise “yaşamlarımız bir CD de olduğu gibi yazılı. Ancak bizler sırası ile izleyerek anlayabiliyoruz ve kavrayabiliyoruz bu bilgileri. Oysa bütün bilgilere bakmak mümkün, bakmayı bilebilirsek. ” Tabi sanırım bu CD’lerin yeniden yazılabilir olmadığı anlamına gelmiyor. Yaşadığımız olayların, düşüncelerimizin, duygularımızın etkileri sadece şu an’ımızı etkilemiyor. Bir anlamda geçmişimiz ve geleceğimiz beraber oluşuyor. Tabi 3 Boyutlu dünyamızda ve 5 duyumuz ile yaşamı algılayabilmek için geçmiş-şimdi-gelecek kavramlarına ihtiyacımız var.

Yaşamın akışını ne belirliyor?
Eğer yaşam çizgimizi yazılı olarak kabul edersek, niye halen çabalamaktayız? Nedir bizi iten mekanizma? Bir şeyleri düzeltmek ya da bir hedefe ulaşmak arzusu neden? Ben her birimizin yaşama gelişinin ruhlarımızın öğrenmesine ek olarak, bir hedef içerdiğine, bir nedeni olduğuna inanıyorum. Yaşama geliş için bir amacımız olduğuna. Görünenin ardında bir düzen yattığına.

Doğduğumuzda an’da unuttuğumuz ama öncesinde tasarlanmış bir yaşam. Mümkün mü?
Stella Terrill Mann yaşam hakkında şu formüle inanıyor:”Arzula, iste, inan ve elde et.” Claude Bristol’a göre ise, “Kaçınılmaz olarak, bizler hayal ettiğimiz oluruz.”
O zaman yaşam görev ve hedeflerimizi önceden belirlemiş olsak bile, sonuca varmak için yolumuzu seçimlerimiz ile açmamız mı gerekiyor yoksa? Plato “İrdelenmeyen yaşam, yaşamaya değer değildir” diyor. O zaman sormaya devam edelim.

***

“Kader ya da yazı” diye bir şey varsa da, bu kararlarımızla ve tercihlerimizle nasıl şekilleniyor? Anne ve babamızdan aldığımız genetik kodlar belki kaderin bir parçası. Ve dünyaya geldiğimiz an’daki bazı şartlar bizi etkiliyor olabilir. Örneğin astroloji bu etkiler üzerinde duruyor. Bize verilen ad taşıdığı enerji ile bizi etkileyebiliyor. Ailemizi, doğum tarihimizi ve yerini ruhsal bir boyutta belki de bizler seçmişte olsak, doğumumuzla beraber maddesel dünyamız yol almaya başlıyoruz. Ve bu dünyanın aletleri ve kuralları ile yaşam mücadelesini sürdürüyoruz. Bu yaşamın hakkını vermek için ne yapmak gerekiyor o zaman? Ne kadar geniş kapsamlı bir soru bu. Ama yaşam cevapları aramak ise, atacak adımlarımızı bulmalıyız.

Düşüncelerimiz yaşamın tohumlarıdır.
Düşündüklerimiz çok önemli. Bir düşünceyi seçtiğimiz an’da bir tercih yapmış oluyoruz. Muhtelif mistik ekollerde buna “tohum seviyesi” deniliyor. Biz tohumları ekeriz, böylelikle şu an da gördüğümüz tüm sonuçlar esasında daha önceden ektiğimiz tohumların meyveleridir. Tohumları farklı yollar ile ekebiliriz. Düşüncelerimiz tohumlarımızdır; ve düşünmek tohum ekme yollarımızdan biridir. Genelde yaptığımız bir şeyin sonuçlarını iyi ya da kötü görmek konusunda rahatız. Ama ya düşüncelerimiz, onları gerçekleştirmesek de, bizi etkiliyorsa?

Judith Leventhal diyor ki: “ Somut fiziksel eylemlerimizin, yardımseverliğimizin mesela olası tezahürlerini kabul ederiz. Fakat sadece iyi bir davranışta bulunma düşüncesi bile, evrende bir değişiklik getirecek kadar güçlüdür.” Olumlu düşünmenin, pozitif düşünmenin yararlarını anlatmak üzere uğraş veren yazarlar önemli bir konuya mı dikkatimizi çekiyorlar yoksa? Einstein’ın dediği gibi “zorlukların içinde fırsatlar yatar.” Bunu kendimize hatırlatmamız mümkün mü? Davranışlarımızı düzeltmek, kendimizi geliştirmek üzere onca uğraş verirken, bir yandan olumlu olmayan düşüncelerimiz ile kendimizi sabote mi ediyoruz?

***


Kısa bir onaylama egzersizi:
Bir önerim olacak: Haydi 30 gün boyunca bir kolay bir egzersiz yapalım. Sabah ve akşam günde en az iki defa tekrar edelim:
Gözlerinizi kapatın, iki ya da üç defa derin, dolu ve sakince nefes alıp verin ve şu onaylamayı tekrar edin: “Aklıma gelen tüm olumsuz düşünceleri sevgiyle bırakıyorum. Yaşamın bana benim için en doğru olanı vereceğine inanıyorum. Kendimi seviyorum ve olduğum gibi kabul ediyorum.”

***

Bana hep sorarlar “Olumlu düşün diyorsun ama kendiliğinden olmuyor. Ne yapmalıyım?” Öncelikle, onaylamaları kullanmayı hafife almayın diyorum. Düşüncelerimizi biz seçiyoruz. Bir tohum küçüktür ama bir süre sonra karşınıza bir meşe ya da çınar ağacı olarak çıkabilir. Nasıl tohumlar ektiğinize dikkat edin. Yaşamın anahtarı orada saklı.

Kendi enerji seviyemizi yükselttiğimiz zaman, olumsuz düşüncelerin barınamadığını keyifle göreceksiniz. Enerji seviyenizi yüksek tutmak için bol bol su içmeyi, taze sebze ve meyveler yemeyi ve gergin hissettiğiniz anlarda derin nefes almayı unutmayın. Ilık bir duş, 20 dakikalık bir yürüyüş, gözlerinizi kapatarak ruhunuza hitap bir müzik eşliğinde 20 dakikalık bir dinlenme sizi kendinize getirebilir. Vaktim yok demeyin. Enerjiniz düştüğünde, inanın çok daha fazla zaman kaybediyorsunuz.

***
“Biz Ne Biliyoruz ki?” adlı filmi seyrettiniz mi? Film de şu soru tekrar tekrar sorulur: “Gerçek Nedir?” Evet, yaşamın gerçeği nedir sahiden? “Gerçek” denilen şeyi ne belirler? Objektif ve değişmez bir gerçek var mıdır? Yoksa her şey göreceli midir esasında?

Biz insan olarak, evren olanların yaşananların sadece çok küçük bir kısmını görüp inceleme şansına sahibiz. Evren insanoğulları için bilinmezliğini halen korumakta.
Çok basit olarak, biz sadece bazı frekansları görebilmekte ve duyabilmekteyiz. Peki, algılayamadığımız diğer frekanslar gerçek değil midir?

***

Hayatımızdaki yol ayrımlarında bazı kararlar alıyoruz ve bu kararların sonuçlarını yaşıyoruz. Okullarımızı seçiyoruz, mesleklerimizi seçiyoruz, arkadaşlarımızı, eşlerimizi seçiyoruz, bir gezi için nereye gideceğimizi seçiyoruz.

Seçtik. Peki, eğer bir karar aldığımızda, aldığımız kararların sonuçlarını yaşamın bir dersi olarak kabul etsek ve geçmişi irdelemek yerine Şimdi’ye odaklansak; yaşamımızda karşımıza çıkan zorluklar karşısında, isyan etmek yerine, var olanı, yaşananı kabul ederek ilerlesek, ve geçmişteki adımlarımızı değil de atacağımız adımları sorgulasak, acaba daha mutlu, daha üretken, daha düzenli bir yaşam sürdürme şansımız olur mu?

Olanı ve var olanı değiştirmek mümkün olmadığına göre, mevcut duruma göre neler yapabileceğimizi düşünmek hayat kalitemizi daha olumlu etkilemez mi? Yaşamda bizim bilebildiğimizden farklı bir “gerçeklik” olabilir mi? Bu kavramı kabul etmemiz mümkün olabilir mi?

***

Sorularımız var. Peki, cevapları nasıl bulabiliriz? Ben hepimizin cevaplar dünyası ile özde doğal bir irtibatımız olduğuna inanıyorum. Evrenin, Yaradan’ın ilahi zekâsı ve bilgisi ile iletişim kurmak mümkün. Yaradan’ın bu bilgiyi bize sunduğuna inanıyorum. Bizim almaya, duymaya hazır olup olmamamız ayrı bir konu. Ve nasıl yapabiliriz? Yitta Mandelbaum’un diyor ki “Evren sorularımıza yanıtlar verir. Bunları ancak, yüreğimiz açıp ruhumuzu akışa bıraktığımızda duyabiliriz.”

Cevaplar dünyasına bir giriş kodu varsa, bunu nasıl bilebiliriz? Bu kod içimizde. Bu kod öncelikle “sevgi”. Kendimizi, insanlara ve dünyamıza. Bu kadar basit mi? Öz’de - evet. Ve tabi ki “duymaya açık olmak ve yolumuza çıkan, karşımıza çıkanları görmeye yürekli” olmak gerekiyor. Bu kod “Evrenin bizim için hazırladıklarına teslim olmaya, buna güvenmeye hazır olmak” bir anlamda. Her şeyin bizim hayrımız için olduğunu kabul etmek ve anlamsız görünende anlamı aramakta.” Bu anahtarlar ile esasında kendi yaşamımızın kilitlerini açıyoruz; yaşamaya başlıyoruz.

***

Uyanışın 7 Aşaması

Robin Sharma “Koza Kelebeği Bilmez” adlı kitabında kişisel uyanışın 7 aşamasından bahsediyor. Bu uyanış aşamaları ile kişisel aydınlanma yolumuzu açıyor ve kaderimizin bizi çağırdığı yolu yürümeye başlıyoruz.

Sharma bu yolda yürümenin birinci aşamasını “bir yalanı yaşamak” olarak tanımlıyor. Bu evrene insan derin bir uykuda gibi oluyor ve yaşamının esasında pek de farkında olmuyor. İkinci aşamada, daha fazla şeyin farkında olabilmek arzusu ile karar alıyoruz bu yönde. Üçüncü aşama, fırsatların ve bir anlam da mucizelerin farkında olma aşaması. İmkânsız diye düşündüğümüz şeylerin belki de mümkün olduğunu fark ediyoruz. Evren bize bu durumda genelde mucizelerin tadını veriyor.

Dördüncü aşamayı Sharma “üstatlardan öğrenme” aşaması olarak tanımlıyor. Bu aşama da kişi, hayata dair sorulara bir cevap getirebilecek bir hoca, bir yol gösterici arayışında oluyor. Genel de bu aşamada, yaşamımızın yönünü değiştiren öğretmenler ile karşılaşıyoruz. Kimileri için bu dönem gerçekten karanlık dönemlerinde bir hocanın yaşamına ışık getirmesi olarak tarif edilebiliyor. “Öğrenci hazır olduğunda, öğretmen gelir” sözü bu dönem için söylenmiş diyebiliriz.

Beşinci aşama, değişim ve yaşamımızı ve gerçeklerimizi yeniden yaratma dönemidir Bu noktada, artık yaşamımızın yerine getirmek için doğduğumuz amacımıza yönelişini yaşarız. Sonraki aşama, yani altıncı aşama, Sharma tarafından “büyük imtihan” olarak adlandırılır. Yaşamımızdaki en kritik an’lardan biridir O’na göre. Bu noktada Evren, o güne kadar kişinin tün edindiği bilgileri ve kişinin bu bilgi ile son seçtiği yolu sınava tabi tutar. Yaşama dair arzuların, bilginin ve seçilen yaşam hedef ve yollarının sınava tabi tutuluşunu yaşar kişi. Yaşamımızdaki en belirleyici noktalardan biridir bu. Kaderimizin bizi çağırışına kulak verip vermediğimiz ve bu yola ne kadar inandığımızın bir kontrolüdür bu.

Yaşamımız bize sunduğu fırsatları ve hediyeleri ne kadar arzuladığımız, bunlara ulaşmak ihtimalimizi etkileyen bir faktördür. Sharma’ya göre, genelde insanlar bu aşamada mücadeleyi bırakır. Belki de bu nokta hedeflerimize, rüyalarımıza, kaderimizin bir çağırdığı yaşam yolumuzu yaşamaya en yaklaştığımız noktadır. Aydınlanmaya, yedinci aşama bir şey kalmamıştır. Sheila Graham’ın dediği gibi: “Bir şeyi yeterince kuvvetle isterseniz, her şeyi elde edebilirsiniz. Arzu ettiğiniz şey içinizde patlar, derinizden dışarı taşar ve dışarıda evreni yaratan ilahi enerji ile bütünleşir, bir olur.”

***

Yaşama verdiğimiz tepkileri seçerek akışı değiştirmek mümkün
Bir yandan da unutmamak gerek, yaşamımızı en çok etkileyen şey başımıza gelen olaylar değil, bu olaylara nasıl baktığımızdır. Olayların etkisi, bizim olanlar hakkında ne düşündüğümüz ve hissettiğimizle belirlenmektedir.

Yaşamda her adımda tercihler yapıyoruz – belki olayların akışı hakkında değil, buna gücümüz yetmiyor bazen- ancak yaşananlar hakkında nasıl hissedeceğimizi ve nasıl reaksiyon vereceğimizi biz belirliyoruz. Gerçeğimizi işte belki de bizim bu tepkilerimiz belirliyor. Belki de yaşamımızın akışını belirleyen, yaşama verdiğimiz tepki.

Kitaplardan ve filmlerden öğrenecek çok şeyimiz var.
Ya da Robin Sharma’nın dediği gibi: “Öğrenecek değil, hatırlayacak. Çünkü biz insanoğulları bilerek doğarız. Gereken sadece hatırlamaktır.”

***

Sorular cevapların kapısını açar
Bu ay sizlere bazı sorular sunmak istedim. Gelecek aylarda, hem sormaya devam edeceğiz, hem de hocaların ve üstatların sundukları cevapları inceleyeceğiz. Tabi kendi cevaplarımızı ele almak şahsi gelişimimiz için önemli. Kendimizi tanımak, bilmek yolunda ilerliyoruz Ve hocam Moshe’nin bana ısrarla hatırlattığı gibi: “Size söylenilenleri asla düşünmeden, tartmadan kabul etmeyin. Duyduklarınızı Evrenin size bir mesajı olarak alın. İyi ya da kötü olarak değil, sadece birer mesaj olarak. Kendi yolunuzu yine de siz kendiniz seçeceksiniz. ” Bu yaşam sizin krallığınız.

Karanlık zamanlarda, göz görmeye başlar.” Diyor Theodore Roethke. Karanlıktan korkmayın. Işığı açın yeter. Bir mum yakın, bir adım atın ve güneşi hayatınıza davet edin. “Kapalı bir kapıyla yüz yüze gelmiş ve kendinizi ümitsiz hissediyorsanız, bilin ki tüm kapılar zamanı gelince içeri girmeniz için ardına kadar açılacaktır.”

Şimdiden yolunuz açık olsun…
Sevgiyle,
Z.
________________________________________________________________________
Ayın Onaylaması:

“Evrenin ve Yaradan’ın hediyeleri her zaman benimle beraber. Kollarımı, kalbimi ve ruhumu bu hediyeleri almaya açık tutuyorum.”
Dr. Doreen Virtue, “Meleklerinizden Mesajlar” adlı kitabının yazarı.
________________________________________________________________________
Ayın Sözü:

“Kimse kaderini keşfetmez. Kaderiniz sizi keşfeder; kaderiniz sizi bulur. Siz ruhsal çalışmanızı yapın. Öyle ki, fırsat kapınızı çaldığında - hazır olun.”

“Koza Kelebeği Bilmez” adlı kitaptan alıntı.
________________________________________________________________________
Okuma Tavsiyesi:

“Kehanetlerin Gizemi”; Yazar: James Redfield.