İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
İstanbul Boğazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İstanbul Boğazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Şubat 2011 Salı

Kimi için Everest, Kimi için İstanbul Boğazı



Kuleli Askeri Lisesi örtülerinden sıyrılmaya başlamış. Restorasyon çalışmaları sırasında üzerine Kuleli’nin görüntülerinin yerleştirilmiş olduğu örtüler kapladı Askeri Lise’yi. İnşaatlarda gördüğümüz örtülerin çok özenli bir şekliyle. Fethiye’den döndüğüm bir gecenin sabahında Kuleli’nin kulelerinin örtülerden kurtulmaya başladığını görmek çok mutlu etti beni. Sanki o güzel bina hava alamıyormuş gibi geliyordu. İçerideki öğrenciler hava alamıyormuş gibi. Değişimi görür görmez bir gülümseme yayıldı yüzüme. Bazen mutlu olmak ne kadar kolay.

Bir Sahil Güvenlik teknesi beyaz köpükler yaratarak hızla geçiverdi Kuleli’nin önünden. Pencerelerimin bir ucundan göründü, diğer ucundan hızla uzaklaştı. Fethiye’de Sahil Güvenlik Birimi’nin yeri evime yakındır. Tekneleri görürüm. Deniz İstanbul’da şehrin özüdür ama birçok İstanbul’lu denizi sadece dizilerin görüntülerinde görerek günler, aylar geçirir. Fethiye’de deniz yaşamın içindedir. Dokunulabilir bir denizdir Fethiye’de mavi sular. İstanbul’da yanı başında bile mesafeli kalırız bazen. Hem yakınızdır hem çok uzak.

Boğaz’dan gözlerimin önünden yüzlerce gemi, tekne, kayık geçer her gün. Kimileri tekrar tekrar bir Karadeniz’e bir Marmara’ya doğru hareket eden gemilerdir. Kimileri bir daha hiç hatırlanmayacak olan gemiler. Arnavutköy’ün sahiline bağlı gezi tekneleri çokça takılır gözüme, bazen de isminden, şeklinden şemalinden tanıdığım ama Boğaz’ın hangi köşesinde yaşadıklarını bilmediğim tekneler geçer. Arnavutköy’de deniz çok yakındır ve çok uzak. Bu hal denizden midir benden midir merak ederim bazen.

Nasuh Mahruki’nin “Kendi Everest’inize Tırmanın” kitabı karşıma çıkıveriyor İstanbul’daki evimin farklı köşelerinde. Ben taşıyor olmalıyım. Nasuh Mahruki ile Everest’e tırmanmak için İstanbul’dan yola çıkacağı günlerde Levent’teki evinde tanışmıştım. Ev çok kalabalıktı. Bir arkadaşımın çocukluk arkadaşıymış meğer. Çok soğuk bir havada kısa kollu, beyaz mıydı emin değilim ama açık renkli bir t-shirt giydiğini hatırlıyorum. Ufak tefek bir adamdı, sakin ve kuvvetli görünen. Dağlara gitmeyi tercih etmiş bir adam. Nasuh Mahruki’nin o gün tanıştığı onlarca yeni kişi ile birlikte beni hatırlaması mümkün olmayan bir tanışmaydı bu. Ancak o günden hafızamda yer eden şeyler var.

Ben dağları, yaylaları seven bir insan olamadım hiç. Amerika’da dört yıl üniversiteyi okuduğum Ithaca kasabası yaşadığım deniz kenarı olmayan ilk ve tek yerdi ama İstanbul Boğazı’nı andıran Cayuga Gölü’nün yanında kurulmuştu. New York Eyaleti’nin o bölgesi göller ve şelaleler bölgesiydi. Beni çeken hep su olmuştur, özellikle denizler. Dağları keşfetmeye gitmek bana yabancı gelen bir yolculuk. Kendi sınırlarını zorlamak, keşfetmek için göze alınması çok zor yolculuklara çıkanlara hayranlık duyuyorum. Sınırlarımı bu kadar zorlamadığımı düşünüyorum. Nasuh Mahruki’nin yaptıklarını okuyunca yaptıklarım çok kolay seçimlermiş gibi geliyor. Şimdi öyle geliyor.

Bir denizaltı geçiyor Boğaz’dan. Siyah gövdesi suyun üzerinde. Biraz önce geçen Sahil Güvenlik teknesine göre o kadar az beyazlık bırakıyor ki arkasında. Sessizce, yavaş yavaş geçiyor Boğaz’dan. Siyah gövdesinin üzerinde Arnavutköy sahilinden gözle görülebilen Türk Bayrağı’nın kırmızılığı yansıyor.

Ernest Hemingway’den bir alıntıya yer vermiş kitabında Mahruki: “Şu an sahip olmadığınız şeyleri düşünme zamanı değildir, elinizdekilerle neler yapabileceğinizi düşünün.” Geleceğe yönelik olarak planlar yapmak ruhuma uyar, ancak bir özelliğim var, doğuştan gelen bir şey mi yoksa babamdan bana kalan bir miras mı bilemiyorum ama bir konuda aksayabilecek birçok şey bir anda aklıma gelir, geliverir. Yapmak istediğiniz bir şeyi söylediğinizde bir yandan bu konunun tüm fırsat ve imkanları ve geleceği kendini gösterir; diğer yandan o işin başarıya gidebilmesi için yapılması gerekenler de bir anda, nasıl oluyor bilmiyorum ama bir anda kendilerini gösterir. İlk anda bu ağır bir yüktür. Zihnim çalışmaya başlar. Bu ihtimallerin belki birçoğu uzaktır ama zihnime gelirler.

Nasuh Mahruki kitabında bir bölüme “Tedbirli Olun” başlığını vermiş. Çevremdekilerin “gereğinden fazla” tedbirli olduğumu söyledikleri anlar olduğu gibi cesaretle ölçüp biçmeden kalkıştığım işler de oldu. Çok fazla hesap yapıyor göründüğüm ve hesapsız hareket ettiğim anlar. Her iki halin de benim için ölçüsü aynıydı esasında: Yüreğimin sesi.
Çok basit görünen bir işlem bazen yüreğimi o kadar rahatsız eder ki karşımdaki insanlardan, bu bazen elemanlarım olur, bazen müşavirim, bazen avukatım, bazen bir firma yetkilisi olur, bazen bir arkadaşım, bir dernekten dostum, bir hocam, farklı kişilerden basit görünen o duruma dair oldukça detaylı bilgiler isterim. İşlemin değişik yönlerini detaylı olarak sağlama almalarını isterim. Bunu bazen gereksiz bulurlar, fuzuli bulurlar, çoğu zaman yine de istek ve tercihlerime saygı gösterirler. Ben bile kendimden şüphe etmeye başlarım ama genelde bu süreçte sonunda gözden kaçan ve aksayabilecek bir şeyleri keşfederiz. Bir bakarım yüreğime huzur gelmiş, tekrar rahat nefes alabiliyorum.

Bazen de görünen verilere rağmen yüreğim başarı ihtimali düşükte olsa yüksekte olsa o işe girişmek ister. Sonuç bazen başarı, bazen başarısızlık olur. Yine de neredeyse her zaman o kritik anlarda doğru karar aldığımı bilirim. Doğrunun ne anlama geldiği ile ilgili tarifim değişmiştir biraz. Çok başarısız olarak adlandırılabilecek bazı girişlerimde, birkaç kişinin yaşamını siyahtan beyaza çeviren etkiler yarattığımı sonradan öğrenirim. Maddi olarak kaybım olmuştur, ama o insanların hayatlarındaki olumlu değişikliği yaratmak için gereken benim gibi biridir belki. Kendi için hesap yapmadan yüreği ile hareket eden. Onların varlığından haberdar bile değilken başladığım işlerin sonucu başkalarının yaşamlarındaki büyük ve olumlu değişimler olmuştur.

Yaşadıklarımdan aldığım dersler var, tam kabul etmediğim dersler var, kazandığım dostlar var, yitirdiğim dostlar var. Bir dağcının gerekli tüm tedbirleri almadan sadece yüreğinin sesi ile hareket etmesi kabul edilemez belki. Ama belki yüreğinin sesi bir yolculuğu işaret edebilir, dağcının yüreği bunu söyleyebilir. Gerekli tüm hazırlıkları yapar ama bir ses dur diyebilir, bugün gitme. Bilgi, hazırlık, çalışma yapılmalıdır; ruhumun yeni deneyimlerine göre yeterli değildir. Yüreğimin de onaylaması gerekir.

Belki bir dağcının yaşamında belki yeri olmayan ikinci hali var ruhumun. Dış faktörler ne kadar olumsuz görünürse görünsün olumlu olacağını hissettiğim adımları attıran ruh hali. Çocukluğumda, öğrencilik yıllarımda ve mühendislik yaptığım yıllarda kabul etmeyeceğim bir risk alma hali, başarı kadar başarısızlığı da peşinen kabul ederek bir işe girişme hali. Ego, bencil istekler diye tarif edebilirim belki, belki olabilir ama ben beni her ne olursa olsun yapmam için iten gücün ruhumun özünden gelen farklı bir hal olduğunu bilirim. Ego ile ruhun sesleri çok farklıdır aslında. Ruhun görevleri bazen kaybeden olmayı gerektirir.

Nasuh Mahruki’nin kitabını samimi buldum. İnandıklarını yazdığını düşündüm, birçok insana ışık tutacağını. Kendi yaşamımda ise bana eski Zeynep’i hatırlattı. Çok tedbirli, çok planlı, çok hazırlanan, çok ölçen, çok gayret eden, bencil olmayan sorumluluk sahibi, fazla sorumluluk sahibi Zeynep’i. Tüm bu çoklara rağmen nereden geldiğini bilemediği engeller ve sorunlar ile uğraşan Zeynep’i. Başarılı olan ama belki tam kendi olamayan Zeynep’i.

Fethiye’den ayrılmadan önce kahve falıma bakmıştı yakın bir arkadaşım, “Terazi var, dengeye geliyor herşey,” demişti. Denge kelimesi yaşamımın ayrılmazı. Aleister Crowley Tarot kartlarında hiç 8 sayısının nasıl resmedildiğine dikkat ettiniz mi bilmiyorum. Bir kılıcın üzerindedir ve o kılıcın üzerinde dengeye durmaktadır karttaki figür. 8 sayısı dengeyi arayan bir yaşamı sembolize eder, dengede olmayı. Bir yandan adaleti temsil eder, zıtlıkları dengelemeyi, merkezlenmeyi. Benim yaşam sayım 8 ve bu sayı belki de kaderimi tarif ediyor. Her duygu ve düşünce her zaman zıddı ile de yaşamıma konuk oluyor.

Pandül beni sağa sola sallayıp dururken ruhum o kılıcın üzerinde günleri karşılıyor.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Yokohama'nın Rüzgarı


İki haftalık Japonya seyahatimin son durağıydı Yokohama ve şehrin ünlü Hamakaze rüzgârı sanki tenimde hala geziniyor. İstanbul Boğazı’nda bayrakların rüzgâr ile uçuştuğu bugünde sanki ruhum hala her iki şehirde birden geziniyor.

Yokohama’yı sevdim. İlk defa gittiğim bu şehirde denizi görmek, İstanbul Boğazı’nı hatırlatan köprülerini görmek, üzerinden geçmek, gül bahçelerini gezmek değildi beni çeken. O tatlı serin ve nazik ama kuvvetli rüzgârı hissetmek de değildi beni mutlu eden. Yokohama’da Japonya’da görmeye alışmaya başladığım ama yine de yüreğimi bir farklı ısıtan bir dostluk seli ile kapıldım gittim. Japon Shumei Vakfı’nın Yokohama Merkezi’ni ziyaretim gözlerimden yaşların eksik olmadığı bir uğurlama sahnesi ile noktalandı tren istasyonunda. Tokyo Narita Havalimanı’na giden Narita Express treni hareket aldığında, tren vagonunun kapısında tren kalkana kadar bekleyen, sabahın o erken saatinde beni ve benimle seyahat eden diğer bir Türk arkadaşımı geçirmek üzere gelen dokuz on Japon dostumuz vardı. Shumei Yokohama Merkezi başında bulunan Teto Sensei, Teto Hoca, sabahın o erken saatinde bineceğimiz trene kadar bizi geçirmekle kalmayıp, trende oturacağımız koltuğa kadar kontrol ederek bizi adeta bir evlat, bir kardeş gibi evimize yolcu etti adeta. O sabah bizi sevgi ile sarıp sarmalayan bu dostlardan ayrılmak yüreğime biraz zor geldi.

Ben vedalaşmamızdan başladım ama esasında belki de hikâyeye biraz daha öncesinden başlamalı.

Teto Sensei ile bundan birkaç ay önce İstanbul’u ziyaret ettiği zaman tanışma şansına kavuştum. Sakin ve huzurlu duruşu ile karşısındakileri de huzurlu hissettiren bir enerjisi olduğunu düşünmüştüm. Onu daha iyi tanıyabilmek için ise Japonya’ya gitmem gerekiyormuş.

Yokohama’ya vardığımızda Teto Sensei Shumei Vakfı’nın açılacak olan Miho Okulu’nun hazırlıkları nedeni ile şehir dışındaydı. Tokyo’dan Yokohama’ya vardığımızda bizi tren istasyonunda turnikelerin hemen çıkışında merkezdeki hocalardan Sakurai Sensei ve iki hanım karşıladı. Ve bizi o evlerinde misafir olarak kalacağımız Bay ve Bayan Namimoto’nun bizler için organize ettikleri bir davet yemeğine götürdüler. Bize daha yakın olacağınız düşündükleri için gerçekten İtalya’nın şık lokantalarını aratmayacak bir mekânda arkası kesilmeyecekmiş hissini veren mükemmel bir menü ile ağırladılar. Beni duygulandıran yemeğin sonunda gelen Türk ve Japon Bayraklarının şekilleri ile süslenmiş olan pastaydı. Lokanta’da çekilen grup resmimiz daha bizler ayrılmadan hazırlanarak bize sunuldu. Sanırım yemekte 13 kişi kadardık. Ne kadar güzel bir karşılama. Namimoto Ailesine tekrar teşekkürlerimi bu vesile ile sunmak isterim. Mimar olan oğulları ile birlikte Keiji ve Eiko Namimoto bizi bir anne baba gibi Yokohama’ya kabul etmiş oldular. Yüreklerine sağlık.


Üç gün misafiri olduğumuz bu sevgi dolu çift nezaket ve zarafetin başka bir örneği oldular. Sabahları Bay Keiji Namimoto’nun evin alt katından gelen ruhu okşayan Japon müzikleri ile tatlı tatlı güne merhaba dedik. Eşi Eiko Hanım’ın hazırladığı yemekler ev sahibemizin ne kadar muhteşem bir aşçı olduğunu ortaya koyuyordu. İtalyan lokantasındaki karşılama yemeğimizin güzelliği belli ki ev sahibemizin damak zevkinin bir ürünüydü. Evdeki yemeklerin hazırlanmasında Teto Sensei’nde büyük katkısı olduğunu öğrenecektik. Sağlıklı yiyecekler yememiz için Teto Sensei Japonya’nın farklı yerlerinde Shumei Doğal Tarım ile üretilen şekerden, tuza, salata malzemesinden una çeşit çeşit doğal tarım malzemelerini ev sahibemize yemeklerinde kullanmazı için iletmişti. Shumei Doğal Tarım metotları tamamen ilaçsız ve gübre de kullanmadan yapılan ve Shumei’nin kurucusu Meishusama adı ile bilinen Mokichi Okada tarafından geliştirilen bir tarım üretim metodu. Doğaya saygılı ve sürdürülebilirliği odak olan bir tarım yaklaşımı. Ben de geçen yıl İstanbul’daki aile bahçemizde bu metot ile sebze yetiştirmeye başladım. Türkiye’de birkaç yıldır Samsun’da bu metot ile pirinç üretimi yapılmakta ve bu sayede hem çok lezzetli hem de sağlıklı olduğunu bildiğimiz pirinçleri tüketme şansına kavuşuyoruz.


Shumei Yokohama Merkezi’ne gittiğimiz gün ise bizi daha farklı sürprizler bekliyordu. Merkez Türk ve Japon Bayrakları ile donatılmıştı. Oldukça kalabalık bir grup Türkçe ve İngilizce ‘Hoşgeldiniz’ ‘Merhaba’ ‘Wellcome’ kelimeleri ile süslü bir pankart ve hep bir ağızdan Merhaba diyerek bizi karşılamıştı. Fonda Mozart’ın Türk Marşı çalıyordu. Ne kadar ince düşünceli bir grup insan diye düşündüm içimden. Orada bir konuşma yapma şansımız oldu. Aynı zamanda bizim için özel bir Taiko Japon davulu ve farklı Japon müzik aletlerinin yer aldığı bir konser düzenlemişlerdi. Beraberce ünlü Japon Sakura şarkısını söyledik.


Merkeze gittiğimiz iki günde tamamen Shumei Doğal Tarım ürünleri ile hazırlanmış öğlen ve akşam yemekleri yeme şansımız oldu. Önce profesyonel aşçılar tarafından hazırlandığını sandığımız yemeklerin bizlerin gelişi nedeni ile gönüllü olarak merkeze gelerek yemek yapan hanımlar tarafından hazırlandığını öğrenmek beni oldukça şaşırttı. Sonra bu hanımların bir kısmı ile tanışarak kısıtlı Japoncam ile teşekkür etme şansına kavuştum. Elleri dert görmesin, sevgilerini kattılar hazırladıkları o güzel yemeklere. Ben Japon yemeklerini severim, fakat Yokohama’da yemeklerin tadı ev sahiplerimizin niyeti ile ayrı bir güzellikteydi. Ellerine ve yüreklerine sağlık.


Teto Sensei ile üç günlük Yokohama gezimizin bir gününde ve ertesi günün vedalaştığımız sabahında beraber olabildik. Teto Hoca’dan çok şey öğrendik ama en çok vurguladığı şey doğal olarak üretilmiş sağlıklı gıdaların tüketmenin önemiydi. Başarı için, iyi şeyler yapabilmek için sağlık ve sağlıklı beslenme belki de farkında olduğumuzdan çok daha önemliydi.

Yokohama’dayken Japonya’nın Tokyo Kulesi’nden sonra ikinci en yüksek yapısı ve en yüksek binası olan 296 metre yüksekliğindeki Landmark Tower Binasına çıkma şansımızda oldu. 69. katta yer alan gözlem katına çıkarken yine Japonya’nın en hızlı asansörüne bindim ve saatte 700 küsur km hız ile göğe yükselmenin ve inmenin nasıl bir şey olduğunu deneyimlemiş oldum. Yokohama gerçekten güzel bir şehir, denizi ile, düzeni ile, ve o tatlı, ve tadı sanki insanın damağında kalan Hamakaze rüzgarı ile. Kimbilir belki tekrar Yokohama limanında gezinmek ve o lezzetli rüzgarı saçlarımda ve yüzümde hissetme şansım olur.

Mata Aimashoo Yokohama
… Tekrar görüşmek üzere…

21 Ocak 2009 Çarşamba

Boğaz'ın Getireceği Nefes



Telefonun çalmasını beklemek zor.

Ruha ağır gelen şeyler var. Yalnızlık bunlardan biri.


Ben yalnızlığı severim, kendi başıma olmaktan büyük keyif alırım.

Çoğu zaman.

Yazmak, resim yapmak, okumak, bazen sadece sessizce kendimle kalmak için.

Kimi gün kalabalıklar içinde olmak isterim, konuşmak, konuşmak, konuşmak.

Kimi günler ise dudaklarımın o gün oynamadığını fark ederim, en azından söylediğimi sandığım kelimelerin esasında dudaklarımın arasından çıkmadığını.

*
Ancak ya duymak istediğim bir ses varsa?

Ve

Ya o ses beni duymak istemiyorsa?

Kalbin istemediğini zorla bir şey yaptırabilir mi?

*

Bir de istemek ve yapamamak var; bu başınıza hiç geldi mi?

Kelimelerin sanki beyninizden ağzınıza inemediği, ya da boğazınızda gezinip yolunu bulamadığı?



Benim için her zaman kelimeleri yazmak söylemekten kolay oldu. Özellikle duygularımı ifade etmem gerekiyorsa.

Sanki yaşadığım paralel dünyalar var. Ben birinden çıkıp diğerine giriyorum.

Hayatımda onlarca farklı uğraş ve faaliyet olduğunu şaşmamalı. Sanki her biri ile ayrı bir dünyayı yaşıyorum. Birbiri ile yan yana duran kesişmeyen küreler gibi. Ve ben birinden diğeri atlıyorum, sanki farklı ülkelerde geziniyorum.

Güzel. Ve beni mutlu ediyor, bu devamlı tazelik hissi. Sıkıldığımda her zaman başka bir alternatif var, ve beni mutlu eden seçenekler var her zaman.



Bu özgürlük mü?

Yoksa sıkılmanın ötesine geçmeyi başarabilsem yakalayabileceğim başka bir bağlantı var mı bu dünyalar arasında? Durmalı ve dayanmalı mıyım? Yoksa devam mı etmeliyim her ne ise bu dünyalarım arasındaki gezintiye?



Yaşamımın gerçekten bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçtiği anlar olur. Filmin kimi sahnelerinde görüntü büyür, sanki bir sahne donar gözlerimin önünde, hatırlatır belki yüzlerce an’ı, ve sonra tekrar küçülür ve devam eder, ta ki yine bir sahnede bir an için tekrar büyüyene kadar.

Sanki hepsi ben ve hiçbiri ben değil.



İçimizde duyulmak isteyen o kadar çok “biz” var ki. Sizin sevdikleriniz hangileri? Ve yasaklılar? Katlanabilecekleriniz, övündükleriniz ve yüzüne bakmamak için uğraştıklarınız? Kaç ayrı şarkı duyuyorsunuz zihninizin içinde? Ve hiç kulak veriyor musunuz?

Ben sessiz akşamlarda barış çağrısı yaparım en derindekinden en yakında olanına.



Ta ki tekrar dünyaya dönmek isteyinceye kadar.

Ve sonra, kalkarım masamdan, balkonun kapısını açar, sahilde Boğaz’dan geçen gemilerin dalgaları ile sallanıp duran teknelere bakarım. Derin bir nefes alır sahil yolundan geçen arabaların seslerini dinlerim, yağmur yağıyorsa farklıdır ve sıcak bir günde farklı. Rüzgarlı bir günde karşı yakada Kuleli’nin bayrağı kırmızı dalgalanır, ve bazen hava alışılmadık kadar durgun ve sakin.

Balkon kapısını açınca belli eder kendini Boğaz’ın getireceği nefes. Genelde serin, ıslak ve ferah, ve yine de sürprizlerle dolu.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Gecenin Sessizliğinde Tesadüflerin İzi



Bugün bir avukata bir konuyu danışmak için gitmem gerekti. İlk defa tanışacağım bu hanıma haksız yere uğraşmak zorunda kaldığım bir konu ile ilgili yardım almak için gidiyordum.

Kapıyı çaldım, kapıyı tesadüfen avukat hanım bizzat kendi açtı ve odasına buyur etti. Masasının karşısındaki koltuğa oturmadan önce yerdeki halı gözüme takıldı. Olabilir miydi? Yerdeki halı, benim Fethiye’deki evimin salonundaki halının tıpatıp aynısı idi. Şimdi bu o kadar enteresan gelmeyebilir, ama halının özel bir desen ve renkte el dokuması bir halı olduğunu söylesem?

Kendimi tutamadım ve avukat hanıma söyledim. O’da “Evet biz bu el boyaması halılara meraklıyız” dedi. Eşinin Kayseri’li olduğundan bahsettiği ve Kayseri’de Yahyalı halılarının da meşhur olduğundan. Nasıl bilmem, Rahmetli Babam Devlet Su İşleri Müteahhit’i olarak Yahyalı’da ‘Ağcaşar Barajı’nın inşaatını yapmıştı. Ben de Kayseri ve Yahyalı’ya uzun yıllar bu iş vesilesi ile gittim. Tesadüf.

Derken “Siz Fethiye’den bahsediyorsunuz, orada mı yaşıyorsunuz?” dedi hanım. “Biz de ileride orada mı yaşasak diye düşünüyoruz” demez mi? Yıllardır Fethiye’ye tatil için gelirlermiş. Nereden nereye.

*

Ben tesadüflere inanırım. Hatta kuvvetli işaretler olduğuna inanırım. Beklenmedik anlarda ortaya çıkan bu sinirli an’ların yaşamımızda belki olmamız gereken yer olduğumuzu bir işareti olduğunu dahi kabul ederim.

Avukata danışmak üzere gittiğim konu tamamen haksız olarak uğraşmak olduğum bir konu. Ve “bu neden oluyor, neden bu haksızlığa uğruyorum” diye haftalardır düşünüyorum. Birkaç gecem de uykusuz geçti doğrusu.

Yaşamda düşüncelerimiz ve davranışlarımız ile bazı şeyleri hayatımıza davet ettiğimizi kabul ediyorum. Bazen başarıdan korkarak kendimize çelme taktığımız olur. Bazen sevgiden korkar ve bizi sevenleri biz hayatımızdan uzaklaştırırız. Bunlar mümkün, oluyor ve kabul ediyorum.

Ancak, kimi an’larda, sanki tüm detayları önceden belirlenmiş oldukları hissi beni ürpertir. Bunu hissetmem için özel bir olay yaşıyor olmam gerekmez; sadece o an özeldir.

Bir eğitim projesi vardı üzerinde uzun yıllar çalıştığım. Çok inandığım bir projeydi ve yüreğimin derinlerinde yapılması gereken bir şey olduğunu biliyordum. Maddi manevi çok imkânımı ayırmam gerekti, çok zaman ayırmam gerekti. Aradaki sürede farklı kesimlerden gerçekten faydalanabilecek insanlara çok güzel hizmetler de verdik, ancak yine de bir türlü olması gereken yoğunluğa ulaşmıyordu. Hayır duaları edenler oluyor, çok insan teşekkür ediyordu. Projeyi sonlandırmak gerektiğine karar verene kadar bu birkaç yıl böyle devam etti. Çalışmanın yapıldığı mekânı boşaltmamızdan birkaç hafta önce bir danışanı beklerken camdan İstanbul’un akşam manzarasını seyrederken içimi garip bir huzur sardı.

Zaman sanki donmuştu, muazzam bir netlik vardı sanki. O an için sanki başka bir yerde olmam hiçbir şekilde mümkün değildi. Sanki varlığımın evrende tek bulunabileceği mekân o salonda pencerenin yanında o noktada durdum; ve uzaktan ve yukardan İstanbul Boğaz’ını, Taksim’den Kadıköy’e manzarayı, Kız Kulesi’nin bu kadar uzaktan çok da parlak görünmeyen ışıklarını seyrettim. Ve o an’da o proje için yaptığım hiçbir şeyin başka türlü olamayacağını, her şeyin gerçekten olması gerektiği gibi olduğunu sanki bedenimin her hücresinde hissettim. Ne kadar mükemmel bir tamlık hissi bu.

*

Ben bugün o avukat hanımın ofisine girdiğim de ve yerdeki halıyı gördüğüm an’da da bir şey oldu.

Düşüncelerimin gücünün farkındayım. Ve yüreğimin arzularını dinlediğimde ve o sesi takip etmeye kendimi adayabildiğimde yaşamın benim için daha da yaşama değer olduğunun da.

Ancak hayatın beklenmedik an’larında karşıma çıkan kimi zaman o ‘tesadüfler’de kimi zaman o mükemmel ‘tam olma halleri’nde bir sihir olduğuna da kabul ediyorum. Olmam gereken zaman da, olmam gereken yerde ve yaşamam gerekenleri yaşamakta olduğuma dair.


Yine bir İstanbul akşamı’nda bu defa İstanbul Boğazı’nda, boğazın karşı yakasında aydınlatılmış olan Kuleli Askeri Lisesi’ni seyrediyorum. Boğaz gece süzülen karanlık gemiler dışında sakin. Ve yüreğim bir sonraki sahneyi heyecan ile bekliyor.

Z.